28 Ocak 2025 Salı

Şehid Şeyh Bedrettin Hasan Köse-28/01/2025

Öğrencilik yıllarımdan bu yana “Şeyh Bedrettin” ilgi alanımdadır. Konuyla ilgili yayınları halen takip etmekteyim. Şeyh Bedrettin konusunda bazı şeylerin göz ardı edildiğini ya da görülemediğini düşünüyorum.

Oğuz Türk töresinde devleti yönetme hakkı Ak Bodunundur. Kara bodun tabidir, Ak bodun hükümranlık hakkına sahiptir. Ak bodun Oğuz Kaan’ın Türk olan karısından, Kara bodun, Türk olmayan karısından olan çocuklarının torunlarıdır. Oğuz Türk töresinde birisi hakan olduğunda bodun beylerine ok ve yay gönderir. Bu hem hükümranlık durumunun ilanı, tanınması/biat istenmesi, hem de bir yetkilendirme ve tabiiyet bildirilmesi sembolüdür. Bu nedenle Ak bodun beylerine üç ok ve bir yay gönderilirken Kara bodun beylerine bir fermana sarılı ok gönderilmektedir. Bu, Kara bodunun en yakınındaki Ak bodun beyine tabi olması gerektiği anlamına gelir. Osmanlı, Kayı boyundandır. Kayı boyu Kara bodundur. Ak bodun olan Selçukiler döneminde stratejik bir bölgede, Kuzeybatı Anadolu’da uç beyliği ile görevlendirilmeleri, Bizans sınırının genişlemeye ve gelişmeye müsait olması, Bizansa karşı kazandıkları zaferlerle hem maddi hem de Türkmenlerin gönlünde manevi olarak büyümüşlerdir. Güç kazanarak törel dengeyi değiştirmişlerdir. Politikaları, batıya doğru “kılıç”, Türkmenlere ve Müslümanlara karşı “barış” politikası olmuştur. Sorun çözmüşler sorun olmamışlardır.

Kosova ve Niğbolu Savaşı’nı gören Yıldırım Bayezid Batı’nın nüfus potansiyelini ve dolayısıyla daha büyük Haçlı Seferleri yapabilme kabiliyetlerini görünce gelecek olan tehditlere karşı asker toplama güçlüğü ile karşı karşıya kalmıştır. Çünkü Osmanlı Batı’ya doğru sefer yaparken Anadolu beylerine cihada katılın diye haber salmakta ve gelen orduyla birlikte hareket etmektedir. Bu durum vakit, düzenlilik ve sürdürülebilirlik açısından sorunlar ihtiva etmektedir. İşte bunu gören Yıldırım Bayezid Anadolu’daki beyliklere karşı da hızlı bir şekilde Anadolu Türk birliğini sağlamak için kılıç politikasına başvurmuştur. Bu durum Türkmenlerde rahatsızlık yaratmış, Türkmenler küskün davranmışlardır. Bu da Yıldırım Bayezid’in Timur karşısındaki yenilgisinin nedenlerindendir. Kılıç politikasına İbrahim Paşa da -ki Çelebi Mehmet’in babası Yıldırım Beyazid’in veziridir- devam etmiştir.

İbrahim Paşa, çok zeki ve kurnaz bir devlet adamdır. Bir siyaset dehası denebilir. Söz konusu dönemde toprak düzeni ve devletin mülkiyet anlayışı da değişmiştir. O zamana kadar “fethedilen yerler fethedenin” sayılırken fethedilen yerler hükümdar ve ailesinin sayılmaya başlanmış kadim ocaklık hakları, kılıç hakları ilga edilmiş, merkezi bir düzen sağlanmaya çalışılmıştır. Bunun için de tâbiet altına alınan beyliklerin başına merkeze bağlı yabancı valiler atanmıştır. Bu durum da Türkmenler arasındaki hoşnutsuzluğu derinleştirmiştir. İşte bu denklemde Fetret Devri’ni kapatan Çelebi Mehmet, her türlü huruç durumunu ortadan kaldırmak konusunda çok sert tedbirlere başvurmuştur.

Şeyh Bedrettin’in torunu Halil’in yazmış olduğu Menâkıb-ı Şeyh Bedrettin isimli kitapta Şeyh Bedrettin’in Ak bodun olduğunu hatta Selçukilerin hanedan boyu olan Kınık’tan olduğu daha da öte Şeyh Bedrettin’in soyunun Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’a dayandığını yazmıştır. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, bu iddiayı Türk tarihindeki hükümranlık iddialarında meşruiyet için bu tür şecerelere başvurulduğu genellemesi ile geçiştirmiş ve ihtimal dışı saymıştır.

Çelebi Mehmet, kendi koşulları içerisinde böyle bir ihtimali göz ardı edemezdi. Çünkü Oğuz Türkmen boylarının böyle bir ihtimal durumunda Ak bodun beyi etrafında toplanacağı kesindir. Kaldı ki Şeyh Bedrettin devrinin en büyük müçtehit fıkıh alimi, dönemin velilerinden sayılan arifi, Musa Çelebi döneminde baş kadılık ve baş danışmanlık yapmış, ciddi devlet tecrübesi edinmiş birisidir. Yine İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın ifadesiyle Şeyh Bedrettin’in dayısı Dimetoka beyi bir Bizans soylusudur. Ayrıca Şeyh Bedrettin yüksek hukuk kavrayışı ve hoşgörülü bir idare anlayışıyla birçok Hristiyan din adamının İslama ihtida etmesine de vesile olmuştur. Yani kendi zamanının “tin’i” göz önünde bulundurulduğunda Şeyh Bedrettin, Çelebi Mehmet ve Osmanlı hanedanı için en büyük tehdittir. Böyle algılanmış olmalıdır ki yalnızca dış bir sefer olduğu zaman veya içeride hükümranlık hakkı olan bir şehzade isyanı olduğu zaman ordunun başında sefere çıkan Çelebi Mehmet bizzat ordunun başında Şeyh Bedrettin’in peşine düşmüş ve yargılanmasında da bizzat bulunarak hukuki hiçbir isnat yokken siyaseten katledilmesini sağlamıştır. İslâm noktai nazarından zûlmen katledilen Müslümanlar şehiddir ve Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin en az Adnan Menderes kadar şehiddir.

24 Ocak 2025 Cuma

Modern dönemlerdeki kitlesel kötülüğü nasıl açıklamalı? Soykırım çağında akışkan duyarsızlık ya da modernitenin körlüğü Karar Gazetesi-24/01/2025

Kötülük, uzun zamandır felsefi tartışmaların çekici ve çetrefilli bir konusu olmuştur. "Kötülük Problemi" olarak adlandırılan mesele, Antik Yunan uygarlığının başlangıcından bu yana tartışılmaktadır. Ancak kötülüğün siyasal sosyoloji perspektifinden ele alınması, benzer bir ilgi görmemiştir. Bu görevi, modernite eleştirmenleri arasında yer alan iki büyük sosyoloğun üstlenmesi ise oldukça verimli bir yaklaşım vaat etmektedir. Özellikle bu analitik çerçeveyi güncel olayları okumak için kullanmaya çalıştığımızda bu daha da anlam kazanır.

Bu iki bilim insanı, Zygmunt Bauman ve Leonidas Donskis'tir. Her ikisi de Doğu Avrupa kökenli Yahudilerdir ve modernitenin genel olarak vardığı sonuçlara ve ortaya çıkardığı felaketlere yönelik eleştirel bir bakışa sahiptirler.

Polonya’da doğan Bauman, 1970'lerin başından itibaren İngiltere’ye yerleşmiş, Leeds Üniversitesi’nde fahri sosyoloji profesörü olarak çalışmıştır. Kitapları dünya çapında çok satanlar listelerine girmiş, onlarca dile çevrilmiştir. Bauman, 2017 yılında 91 yaşında hayatını kaybetmiştir.

Litvanya’da doğan Leonidas Donskis ise Vytautas Magnus Üniversitesi’nde profesörlük yapmış, Avrupa Parlamentosu üyeliğine seçilmiş ve 30’dan fazla kitap yayımlamıştır. Donskis, 2016 yılında, 54 yaşında kalp krizi sonucu vefat etmiştir.

“AHLAKİ KÖRLÜK”: DUYARSIZLIĞIN ELEŞTİRİSİ

2013 yılında Bauman ve Donskis, birlikte yazdıkları “Ahlaki Körlük: Akışkan Modernitede Duyarsızlık” başlıklı kitapta, bireylerin başkalarının acılarına karşı duyarsızlık göstermesi fenomenine dikkat çekmişlerdir. Bu kitap, belirli insan gruplarının –hatta aynı toplum içindeki grupların– ahlaki yükümlülük ve değerlendirme dünyasının dışında bırakıldığını ele almaktadır.

Bu iki düşünür, sosyal dönüşümlere yönelik eleştirilerinde, duyarsızlığın artık sadece savaşlar ve felaketlerle sınırlı olmadığını, gündelik yaşamın her yönüne nüfuz ettiğini ileri sürmüşlerdir. İnsanların olağanüstü durumlar karşısında değil, gündelik yaşamın sıradan bir parçası olarak soğuk bir duygusuzluk sergilediklerini ve bunun temel yaşam pratiği haline geldiğini belirtmişlerdir.

“AKIŞKAN KÖTÜLÜK”

2016 yılında, Donskis’in ölümünden birkaç ay, Bauman’ın ölümünden ise yaklaşık bir yıl önce, ikili “Akışkan Kötülük: Alternatifsizlikle Yaşamak” başlıklı bir kitap daha yayımlamışlardır. Bu eser, Bauman’ın “akışkanlık” kavramı etrafında geliştirdiği modernite eleştirisinin bir devamı niteliğindedir. Postmodern çağda, değerler, normlar ve gerçeklikler akışkan bir hâl almış ve kötü olan şey, sevgi ya da ilerleme gibi görünen şekillerde sunulmaya başlanmıştır. Artık kötülük, geçmişteki gibi “katı” ve açıkça tanımlanabilir bir formda değil, doğal bir ilerleme olarak sunulmaktadır. Hatta kötülük, alternatiflerin yokluğunda kaçınılmaz bir seçenek olarak dayatılmaktadır.

Bauman’a göre, dünyayı yöneten seçkinler, insanlığa özgürlük, eşitlik, insan hakları ve sınırların ötesinde bir yaşam vaat eder. Ancak bu vaatleri gerçekleştiremediklerinde, insanları kaderleriyle baş başa bırakır ve onları, hayatlarının kontrolünü tamamen kendilerinin üstlenmesi gereken bireyler olarak sunar. Bu bağlamda “akışkan kötülük” alternatifsizlikten beslenir ve hayatın değişmez bir parçası haline gelir.

MODERNİTENİN MANİCİ YAPISI

Bauman ve Donskis, seküler modernitenin eski İran dini olan Maniheizm’in ikili yapısını benimsediğini vurgular. Maniheizm’e göre, iyilik ve kötülük evreni yöneten iki eşit güçtür ve her ikisi de ezeli ve ebedidir. Bu bağlamda kötülük, doğal ve zorunlu bir gerçeklik olarak kabul edilir. Bauman ve Donskis, bu felsefenin modern dünyada kötülüğün doğallaştırılmasına yol açtığını ileri sürer.

Donskis’e göre, modernitenin “katı” döneminde biyolojik determinizm hâkimdi, ancak “akışkan modernitede” ekonomi yeni bir kader haline gelmiştir. Bugün özgürlük, tüketim standartları ve kapitalist çıkarlarla tanımlanır. Politik propaganda yoluyla elitler, insanların ihtiyaçlarını şekillendirebilir, mutluluk standartlarını belirleyebilir ve kitlesel hayal gücünü kontrol edebilir.

Bauman, bu görüşe katılarak, modern toplumun artık bir tiyatro festivali ya da bir ekran komedisi gibi göründüğünü söyler. Gerçeklik ile eğlence arasındaki sınırlar bulanıklaşmıştır. Katı modernitede “doğa kitabı” matematik diliyle yazılmışken (yani bilimle), bugün ekonomi diliyle yazılmaktadır. Ancak bu dil, çoğu insanın anlayamayacağı kadar karmaşıktır.

DİNSİZLİĞİN GETİRDİĞİ BOŞLUK VE ANLAMSIZLIK

Bauman ve Donskis, sekülerliğin neden olduğu manevi boşluğu ve anlamsızlığı eleştirir. İnsanların artık kötülüğü şeytana yüklemek yerine, onun sorumluluğunu kendileri üstlenmek zorunda kaldığını belirtirler. Ancak, modern insanın kötülüğü ortadan kaldırma konusundaki başarısızlığı, bu sorumluluğu taşıyamadığını göstermektedir.

KÜRESEL SORUNLAR VE MODERNİTE ELEŞTİRİSİ

İkinci Dünya Savaşı, insanı ilahlaştıran moderniteye büyük bir darbe vurmuş, İngiliz yazar George Orwell, adalet ve merhametin siyasi çıkarlara göre nasıl seçici bir şekilde uygulandığını kaleme almıştır. “Uygar” insanın, acıya karşı duygularını çıkarlarına göre şekillendirdiğini gözler önüne sermiştir.

Litvanyalı filozof Emmanuel Levinas, eylemlerin ahlaki boyutlarını toplumsal ihtiyaçlardan türetmenin tehlikelerine dikkat çekmiş, Alman filozof Hannah Arendt ise ahlaki değerleri korumak için isyan ve başkaldırı çağrısında bulunmuştur. Ancak, bu uyarılar bir sonuç vermemiş ve modernitenin “akışkan” döneminde üretici toplumdan tüketici topluma geçilmiştir. Ulus-devleti birleştiren politik yapılar, bireyselcilik ve küreselleşmenin etkisiyle dağılmıştır.

YAZARLARIN SORUMLULUĞU

Alman romancı Elias Canetti, 1970'lerde yayımlanan “Kelimelerin Vicdanı” adlı kitabında bir yazardan, savaşları önleyecek sorumluluğa sahip olmasını beklemiştir. Bauman, gerçek bir yazarın bu sorumluluğu sürekli aklında taşıması gerektiğini, çünkü kelimelerin barış ile felaket arasında bir fark yaratabileceğini vurgular. Ancak, Bauman’a göre günümüz dünyası, felaketleri önlemek isteyen yazarlar ve düşünürlere kapalıdır. İnsanların çoğu bu tür uyarıları duymak istemez.

Bauman, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in genişleme hedeflerini eleştirmiş, onu Adolf Hitler ile kıyaslamış ve Batı'nın bu duruma tepki göstermekte yavaş davrandığını belirtmiştir. 2016'da yayımlanan “Akışkan Kötülük” kitabında Putin'in Kırım'ı işgaline dikkat çekmiş, bu olayın bir dünya savaşı riskini artırabileceğini öngörmüştür. Yazarlar, kitabın yayımlanmasından sonra hayatını kaybetmiş ve 2022 yılında Putin'in Ukrayna'ya geniş çaplı bir saldırı başlatmasını görme şansı bulamamıştır.

BAUMAN’IN İSRAİL ELEŞTİRİSİ

Bauman’ın eserlerini ve söylemlerini analiz ederek, İsrail’in Gazze’deki şiddet olaylarına karşı ne söyleyebileceğini tahmin etmek mümkündür. Bauman’ın erken yaşamında İsrail vatandaşlığı bulunmuş, ancak ilerleyen yıllarda İsrail’i eleştiren bir figüre dönüşmüştür.

Bauman, İsrail’in geçmişte maruz kaldığı zulmü, kendi şiddetini haklı göstermek için kullanmasını eleştirmiştir. Ona göre, İsrail halkı ve hükümeti, yaşanan insani trajedilerden ders almak yerine başka halkların trajedilerine yol açmıştır. İsrail’in kurucusu Theodor Herzl’in “halksız bir ülkeye, ülkesi olmayan bir halk” söylemini, işgali ve şiddeti meşrulaştıran bir propaganda olarak tanımlamıştır. Ayrıca, Filistinli mültecilere yönelik kötü muameleye Arap hükümetlerinin de ortak sorumluluk taşıdığını savunmuştur.

SONUÇ: ALTERNATİFLERİN GEREKLİLİĞİ

Bauman, insanlık için karamsar bir tablo çizerken dahi, iyimserliği elden bırakmamıştır. Ona göre kötülük, insanlık tarihi boyunca geçici bir olgu olarak var olmuştur ve ona direnmek mümkündür. “Akışkan Kötülük” kitabında, kötülüğün alternatifsizlikle sunulmasına karşı mücadele etmenin bir insanlık görevi olduğunu savunur. İnsanlığın umudu kaybetmeden, daha adil ve insanca bir yaşam için çaba göstermesi gerektiğini vurgular.

YAHUDİ TORUNU VE ELEŞTİREL BAKIŞ

Bauman’ın torunu Michael Sfard, insan hakları savunucusu bir avukat olarak büyükbabasının mirasını devam ettirmiştir. Sfard, İsrail ordusunda görev yaptığı sırada edindiği tecrübelerle Filistin halkının haklarını savunma yoluna girmiştir. Sfard’ın, İsrail'in insan hakları ihlallerine karşı duruşu, Bauman’ın eleştirileriyle büyük bir uyum göstermektedir.

Kaynak: el Cezire

22 Ocak 2025 Çarşamba

Barış, adaletle sağlanırsa Ertuğrul Günay-21/01/2025

Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti - AKP) baştan itibaren, önde gelen kurucularının mensup olduğu ’Milli Görüş’ hareketinin dışından isimler ve kesimlerle genişlemeye büyük önem verdi. Kuruluş aşamasında benimsenen bu tutum, 2007 ve 2011 seçimlerinde özenle sürdürülmeye çalışıldı; 2007 ve 2011 seçimlerinde aday listelerinde ve hatta Bakanlar Kurulunda ‘Milli Görüş’ geleneğiyle ilgisi olmayan sosyal - liberal ‘demokrat’ isimler yer ve görev aldı.

Kuşkusuz AK Parti, bu tutumun sahada olumlu sonuçlarını elde etti. 2007 öncesinde bir darbe çağrısına dönüşen Cumhuriyet Mitinglerine, 2011’de MHP ve CHP’nin büyük ölçüde söylem birliği içinde sürdürdüğü seçim kampanyalarına karşın oylarını arttırdı. 2007’de %34’den %46.5’a, 2011’de 49.8’e yükseldi.

Üstelik bu başarı ülkenin bütün bölgelerinde yaygın ve dengeli bir gelişmenin sandığa yansıması görünümündeydi. 2011’de Diyarbakır’da Emek ve Özgürlük İttifakıyla da, İzmir’in modern yerleşimlerini kapsayan 1. Bölgesinde CHP ile de eşit sayıda milletvekili çıkarmayı başardı.

2013 Baharında Gezi Parkı olaylarıyla başlayan kırılma ve 2013 sonunda yaşanan yolsuzluk tartışmaları gidişi olumsuz etkiledi. Gezi Parkı olaylarında Parti’nin baskıcı tutumu, 2013 sonunda da yolsuzluklara karşı yeterince duyarlı olmadığı ortaya çıktı. Bu gelişmeler, AB ile uyum sürecine içtenlikle inanan, öte yandan kültürel çoğulculuk ve eşit yurttaşlık umutlarıyla destek ve hatta oy veren çevrelerde burukluk ve giderek kopukluklar yarattı; fiili ve duygusal ayrılmalar, karşıtlıklar oluştu.

Bu ortamda yapılan Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimini, AK Parti Genel Başkanlığından ayrılmış ‘görünen’ Erdoğan kazandı. Sürpriz sayılabilecek bu başarıda kuşkusuz muhalefetin aday belirlemesinde ve kampanyasında yapılanların da katkısı oldu. CHP / MHP muhalefetinin ortak adayı Prof. İhsanoğlu, bilgili, kültürlü, değerli bir insandı; ancak uzun yıllar Türkiye dışındaydı ve siyaset deneyimi yoktu.

Böylece muhalefet -her zamanki talihsiz öngörüsüzlüklerinden birini daha yaparak- başbakanlığını önleyemedikleri Erdoğan’ı Çankaya’ya çıkararak ondan kurtulacağını sandı.

Katılım düşüktü (%74), özellikle CHP’li kentli seçmenler adayı beğenmedikleri için sandığa gitme zahmetine katlanmadılar.

AK Parti’nin, kuruluşundan itibaren sürdürdüğü açılım politikalarından vazgeçtiği ilk seçimde, 2015 Haziran’ında oyları düştü (%40); tek başına iktidar olma olanağını yitirdi. Ancak, seçimi izleyen aylarda muhalefet partilerinin kendi aralarında veya AKP ile koalisyon kuramamaları, seçmende ‘yönetimsizlik’ kaygıları yarattı. CHP’nin 35 gün AKP ile ‘istikşafi’ görüşmelerde zaman tüketmesi, bu arada PKK’nin ve İŞİD’in ortamı terörize etmesi ve bu kez Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın doğrudan sahaya inmesi sonucunda, -HDP ve MHP’nin oyları azalırken- AK Parti yeniden yükseldi (%49.5) ve tek başına iktidar imkanı kazandı.

Ancak, Haziran ve Kasım sonuçları siyasette yeni gelişmelerin işaretiydi.

1 Kasım sonuçları, olağanüstü ortam ve koşulların ürünüydü; sürdürülmesi zor, hatta imkansız gibiydi. Haziran sonuçları ise AK Partinin oy ve iktidar kaybetmesinin an meselesi olduğunu gösteriyordu.

Ortamı ve şartları kendisi için fırsata çeviren MHP oldu. 7 Haziran 2015 sonuçlarının açıklandığı akşam ‘yeniden seçim’ isteyerek Erdoğan’a beklediği fırsatı veren MHP lideri, ilerleyen süreçte tam desteğini açıklayarak AKP’nin gönüllü, zorunlu -ve en karlı- müttefiki oldu. Önemli bir oy kitlesi yoktu, buna rağmen iktidar gücü kullanma imkanı bulmuştu.

II.

2018’den bu yana AK Parti, seçimlere ‘Cumhur İttifakı’ adı altında MHP ile birlikte giriyor. Ancak, ittifakın oluştuğu günden bu yana oyu (2018 Haziran %42.5, 2023 Haziran %35.5) azalıyor. Nihayet, 31 Mart 2024’de %37.8 oy alan CHP’nin karşısında %35.4 oranıyla, kuruluşundan bu yana ilk defa ikinci parti konumuna düştü.

MHP’nin desteği, 2018 ve 23’de Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını -yine muhalefetin de katkılarıyla- kıl payı kurtarmaya ancak yetmişti. 2023’de cumhurbaşkanlığı seçimi 2. tura bile kaldı.

Bu aşağıya doğru gidiş devam edeceğe benziyor; 2003 seçim sonuçlarını bile yakalayamayan tüm kamuoyu araştırmaları da bunu gösteriyor. AK Partinin deneyimli kadroları da gidişin kaçınılmaz sonunu görüyor. Sanırım bizzat sn. Erdoğan bunu en iyi görenlerin başında geliyor. O nedenle AK Parti, 2024 Ekim başında işaretleri dışarıdan görülen yeni bir açılım senaryosunu sahneye koydu. Daha doğrusu koymak zorunda kaldı.

AK Partinin 2015 sonrasında en büyük oy kaybettiği kesim Kürt kökenli seçmenlerdi.

2015 ve sonrasında yaşanan olaylar bu kesimi AKP’den hızla uzaklaştırdı. Kürtler uzaklaşmakla kalmadı, 2019 ve 24 yerel seçimlerinde verdikleri destekle CHP’nin önemli belediyeleri kazanmasını da sağladılar.

Şimdi AK Parti bu dayanışmayı bozabilecek bir senaryoyu sürdürüyor. 25 yıldır ‘ağırlaştırılmış müebbet hapis’ cezasını çekmekte olan Abdullah Öcalan’ın ‘Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) ve bir kesim Kürt seçmen üzerinde -bir ölçüde de olsa- etkili olacağını varsayarak, PKK’nın varlığına son verildiğini açıklaması karşılığında, onun özgür kalabileceğine yönelik bir girişim başlattı. Bu konuda, Öcalan’la da, sanırım süreç içinde görüş birliği oluşturuldu.

Girişimin başarıyla sürdürülebilmesinin önünde en büyük engel, kuşkusuz MHP’nin muhalefeti olacaktı. O yüzden yaz aylarından bu yana Bahçeli ve MHP çevrelerine girişimin zorunluluğu anlatıldı ve olası itirazların önü alınmaya çalışıldı. İttifakı sürdürmek için Bahçeli’nin seçimlerde Hüda-Par’la bile yan yana durmayı içine sindirmesi, AK Parti çevrelerinde, bu konuda da ödün vereceği yolunda beklenti yaratmıştı.

Öyle de oldu. Sn Bahçeli, önce TBMM’nin açılışında DEM’lilerin elini sıkarak siyasi üslubunda bir yumuşama hamlesi yaptı. ‘Serok Ahmet’ diye eleştirdiği Davutoğlu’nun fikirlerinden istifadeye ihtiyaç olacağını belirterek, muhalefette gedik açmaya da çalıştı.

Sonunda, bunların yeterli olmayacağını ve doğrudan Öcalan’la ilgili itirazlarını kaldırması gerektiğini düşünerek, 22 Ekim‘de son hamlesini yaptı: “Öcalan, PKK’yı lağvettiğini söyleyecekse, gelsin TBMM’de, DEM Parti grubunda konuşsun. Bunu yaparsa, umut hakkından yararlanmasının önü sonuna kadar açılacaktır;” dedi.

Bahçeli’nin, Öcalan’ı TBMM’de konuşmaya çağıran ve bir anlamda imkansızı öneren bu konuşması, beklenenin ötesinde bir söylem olarak - AK Parti dahil- her çevrede bir süre duraksama yarattı. Ancak önce DEM, sonra CHP’nin olumlu ve destekçi tutumu, bu duraksamaların geride kalmasına yol açtı.

Kasım 2024 sonunda başlayan ve Şam rejiminin yıkımına yol açan gelişmeler, bu girişimin siyasetin ötesinde bir ‘devlet aklı’ kararı olduğu konusunda gerekçelerle sunulmasına da fırsat verdi. AK Parti’nin yaz aylarında üzerinde yoğun mesai verdiği senaryo ilerliyor.

III.

Görülen o ki, PKK’nın Türkiye içinde varlık ve faaliyetine son verildiğinin açıklanması karşılığında Öcalan önümüzdeki aylarda göreceli bir özgürlük ortamına kavuşacak. Bu konuda son tarih 2025’in Nevruz’u olarak görülüyor.

Bazı siyasi çevrelerde, PKK’nın zaten Türkiye’de varlığının yok derecesinde olduğu, bunu bilen Öcalan’ın ve çevresinin de, bu durum kendilerinin eseriymiş gibi sunarak bazı hak ve imkanlar elde edeceği, bunu karşılığında iktidara bir kesim Meclis ve seçmen desteği sağlamaya çalışacakları ileri sürülüyor; yazılı ve görsel basında itirazlar bu konularda yoğunlaşıyor.

 

Bu kuşku ve itirazlar doğru olabilir. AK Parti’nin böyle bir girişime kalkışmasının, MHP’nin de Öcalan’ı Meclis’te konuşmaya çağıracak kadar işi ileriye götürmesinin ardında elbette bazı siyasal hesap ve beklentiler vardır. Böyle olması siyasetin doğasının gereğidir.

Ancak, bütün bunlara rağmen siyasetin üzerinden PKK gölgesi kalkacaksa, bu Türkiye için önemli bir adım ve kazanımdır. Bu adımın Kürt meselesini çözmeyeceği söyleniyor. Doğru. Ancak Kürt meselesi de, bütün öteki hak ve özgürlük sorunları da, şiddetin ve terörün yarattığı ipoteklerin, ayak bağlarının, tehdit ve suçlamaların olmadığı bir ortamda daha rahat konuşulabilir ve belki çözülebilir.

Burada acil ve önemli olan asıl sorun şudur.

Miadını doldurmuş bir terör örgütünün varlığının sona ermesi ve siyasette şiddet kullanma yöntemlerinin mahkum edilmesi karşılığında Öcalan serbest kalacaksa, yaşamları boyunca şiddete karşı olmalarına rağmen yıllardır içeride bulunan insanların, tutukluların, hükümlülerin durumu ne olacaktır?

Türkiye ceza ve tutukevleri, kişilere karşı hiç bir suç işlememiş, şiddetle, silah kullanmayla, öldürme ve yaralamayla ilgisi olmayan binlerce insanla dolu. İçlerinde siyasiler, akademisyenler, gazeteciler, yazarlar, aydınlar, öğretmenler, her meslekten insanlar, kadınlar, yaşlılar, hastalar, gencecik çocuklar var.

Milletvekili seçildiğinde hakkında kesinleşmiş hüküm bulunmayan avukat Can Atalay, iki kez cumhurbaşkanı adayı olmuş ve demokrasi inancıyla ünlenmiş Selahattin Demirtaş, hekimlik yeminine uyması cezalandırılan Dr. Selçuk Mızraklı, benzer konumda öteki siyasiler, Gezi hükümlüleri, geçen günlerde 7 yıllık anlamsız tutukluluğu kitap olan Osman Kavala, Gezi’deki barıştırıcı konuşmaları herkesin aklında olan Tayfun Kahraman, 15 Temmuz’dan yıllar önce tutuklanan, ama darbe hükümlüleri gibi cezalandırılan Hidayet Karaca, İlhan İşbilen.

Geçenlerde Yargıtay, sadece emirlere uymaktan başka vebali olmayan 30 eri beraet kararıyla tahliye etti. Bu çocuklar içeride haksız yere 8 yıllarını yitirdiler. Ceza ve tutukevlerinde onlar gibi niceleri var; erler, stajyer teğmenler; dışarıda da haklarında hiç bir yargı kararı olmadığı halde işi, evi, yuvası dağıltılmış, ekmeğe muhtaç edilmiş her meslekten KHK’lılar…

Abdullah Öcalan (şimdi ona ‘sayın’ diye hitap ediyorlar, geçenlerde bir MHP milletvekili ‘beyefendi’ dedi,) özgürlüğüne kavuşurken, bunca insanın na-hak yere içeride tutulmaya çalışılması akılla, hukukla izah edilemez; insafla ve hakkaniyetle de bağdaşmaz.

Geçenlerde bir siyasi parti güzel bir cümleyi akıllara yazdı; Barıştan herkes kazanır!

Doğrudur. Ancak herkesin kazandığından söz edebilmek için, herkesi kapsayan bir hakkaniyet ortamının yaratılması gerekir. Binlerce, onbinlerce kişinin mağdur olduğu olayların baş failinin rahatını, hatta hürriyetini sağlarken, şiddetle, kaba kuvvetle ilgisi olmayan, karıncayı incitmemiş insanlar içeride tutulursa, barıştan, huzurdan, devlete güvenmekten, birlikte yaşama iradesinden ve bu ortamda herkesin kazandığından söz edilemez.

O nedenle önce, kimsenin canına, yahut malına zarar vermemiş, sadece siyasi iradenin şikayetiyle hukukları çiğnenmiş insanların uğradığı haksızlıkları gidermek, bunu sağlayacak yasal düzenlemeler, başkalarını mağdur etmeyecek, insaflı, hakkaniyetli bir af yasası yapmak gerekir.

Adaletin ve hakkaniyetin gereği budur ve gerçekten barış isteyen devletin yapması gereken de budur. Çünkü barış, ancak adaletle sağlanır.

Son cümle Kınalızade Ali Efendi merhumun ünlü Ahlak-ı Alai eserindendir ve erki elinde tutanlar için ders niteliğindendir: “Adl’dir, mucib-i salah-ı cihan.”

V’esselam.

 

*Bir Dava Hikayesi, Osman Kavala’nın 7 yılı, İletişim Yayını

20 Ocak 2025 Pazartesi

Aslan-çaycı ve koyun-bekçi fıkraları M. Emin Zararsız-20/01/2025

Geriye kalan 10 kişi ise Başkanlığın asıl işini yapacak yani siber güvenliği sağlayacak mühendislerden oluşuyor. 135 kişiden oluşan Başkanlığın yüzde 29,6’sı asli işlerle uğraşacak, kalan yüzde 70,4’ü ise yönetim ve yardımcı hizmetleri yerine getirecek.

2003-2007 döneminde gündemde olan Kamu Personel Reformunun hayata geçmesini önleyen sürece dair bir anımı paylaştığım yazıyı yazıyorken 8 Ocak 2025 tarihli ve 32776 sayılı Resmî Gazetede yayınlanan 177 sayılı Siber Güvenlik Başkanlığı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesini gördüm. İlgimi çekti ve Kararnameyi sonuna kadar okuyup bu Başkanlık için Kararname ekinde yer alan listede ihdas edilen kadroları görünce bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı duydum.

Kararname ile bu Başkanlık için ihdas edilen kadroları görünce hantal ve iş üretmeyen ancak çok sayıda personeli/çalışanı bulunan daha çok kamu kurumları için anlatılan iki meşhur fıkra aklıma geldi.

Birinci fıkraya göre bir kamu kurumuna bir aslan girmiş ve saklanmış. Her gün akşam saatlerinde ortaya çıkıp çalışanlardan birini yakalayıp yiyormuş. Bir gün bir müstahdemi yemiş, bir gün bir memuru yemiş, bir gün bir şube müdürünü yemiş, bir gün bir daire başkanını yemiş, bir gün kurumun genel müdürünü yemiş ve hiç kimse bu eksikliklerin farkına varmamış. Ancak aslan akşam saatlerinde yine ava çıktığında çay ocağını kapatmakta olan çaycıyı görmüş ve hayatının hatasını yaparak çaycıyı yemiş. Ertesi gün mesai başlangıcında kuruma gelen ve ilk çaylarını tostlarıyla birlikte içmek isteyen çalışanlar çay ocağını aramışlar, kimse cevap vermemiş; çay ocağına gitmişler kimseyi bulamamışlar. Akşama kadar bu eksiklik çok ciddi bir şekilde herkes tarafından fark edilince bir sorun olduğunu düşünen çalışanlar hep birlikte kurumda çaycıyı aramaya başlamışlar. Ararken sonunda saklandığı yerde aslanı ve önünde birikmiş yığınlarla insan kemiğini görmüşler ve aslanı kurumdan uzaklaştırmışlar. Aslan kurumdan uzaklaşırken “demek ki son yediğim kişi bu kurumun en önemli kişisi idi ki herkes fark etti” diyerek söylenmiş.

İkinci fıkraya göre bir kuruma bir koyun bağışlanır. Kurum amirinin danışmanı ve özel kalem müdürü hemen kurum amirine giderler ve “bu koyunun başına bir bekçi almamız lazım” derler ve Partiden de referanslı tanıdıkları birini bekçi olarak alıp koyunu ona emanet ederler. Bir süre sonra yine aynı kişiler kurum amirine gidip “efendim bekçiyi aldık ama onun doğru dürüst çalışıp çalışmadığını bilmiyoruz, başına bir müdür atamamız gerekir” derler ve bekçinin başına Partiden de referanslı bir yakınlarını müdür olarak aldırırlar. Bir süre sonra yine kurum amirine gidenler bu sefer “bekçi ve müdür aldık ama bunların ücretleri, fazla mesaileri vb. hesaplanması gerekir, bunun için bir muhasebe departmanı kurulması lazım” derler ve Partiden referanslı yakınlarından bir muhasebeci ile iki eleman alarak muhasebe departmanı kurulur. Bir süre sonra yine amire gidenler ve bu sefer “bir eğitim departmanına ihtiyaç olduğunu” söylerler ve eğitim departmanı kurulur. Bu şekilde istihdam edilenler çoğalınca buranın bir genel müdürlük olması gerektiğini söyleyen danışman ve özel kalem müdürü, burayı genel müdürlük olarak kurdururlar. Ülkede ekonomik kriz çıkınca hükûmet tasarruf tedbirleri uygulanması ve her kurumdan belli sayıda eleman çıkarılması gerekliliğine karar verir. Danışman ve özel kalem müdürü yine amirin yanına gelerek hükûmetin kararını anlatırlar. Amir ne yapmaları gerektiğini sorunca “bekçiyi çıkaralım efendim” derler. Böylece bekçinin işine son verilir.

Yukarıdaki iki fıkrayı hatırlamamızı sağlayan 177 sayılı Siber Güvenlik Başkanlığı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine geçmeden önce bir anekdotla desteklenmiş olarak kısaca siber güvenlik konusunun önemine birkaç kelimeyle değinelim.

Türk Dil Kurumuna göre Fransızca “cyber” kelimesinden dilimize giren “siber” kelimesi “genel ağa ait olan” veya “bilgisayara ait olan”; “siber güvenlik” ise “bilişim sistemlerinde kişiler ve kurumlar arasında oluşturulan iletişim ortamının ve elektronik ortamda paylaşılan bilgilerin bütünlüğünün ve gizliliğinin korunması durumu” olarak tanımlanmaktadır.

Siber güvenlik bilgi işlem teknolojileri (IT) alanında meydana gelen hızlı gelişmelerden sonra tüm dünyanın akışını, alışkanlıklarını, konvansiyonel usul ve uygulamalarını değiştiren çok önemli bir alan hâline gelmiş bulunmaktadır. Hatta içinde bulunduğumuz dönem “Bilgi Çağı” olarak adlandırılmaktadır. Hemen her bilginin ve hizmetin bilgi işlem teknolojileri aracılığı ile depolanabilir ve üretilebilir hâle gelmiş olması, bu alanın güvenliğini de öne çıkarmaktadır. e-devlet uygulamalarının yaygınlaşması, savaş araçlarının (silahlarının) bilgi işlem teknolojileri ile uzaktan kullanılabilir hâle gelmesi, kişilerin neredeyse tüm iletişimlerini bilgi işlem teknolojileri aracılığıyla gerçekleştiriyor olması bu alanın önemini artırmaktadır. Artık savaşların konvansiyonel usullerden çıkıp bilgi işlem teknolojilerinin daha çok kullanıldığı bir yapıya dönüşmesi, hemen tüm devletlerin siber güvenlik alanına öncelik ve önem vermesini, siber güvenliği sağlamaya yönelik yatırımlarını artırmasını gerektirmiştir.

Küçük bir anekdot ile siber güvenliğin önemine ilişkin bahsi kapatayım. Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı olarak görev yaptığım dönemde (2009-2011) bir Cuma günü akşam saatlerine yakın zamanda bilgi işlem birimindeki arkadaşlar “Başkanım sistemimize siber saldırı var ve şu anda sistemimiz kilitlenmiş durumda. Yurt içinden ve yurt dışından çok sayıda devletlerden sistemimize milyonlarca giriş yapılıyor ve sistem kilitleniyor. Hastalar provizyon alamıyor, hastaneler kullanacakları tıbbi malzemeler için sipariş veremiyor, eczaneler ilaç veremiyor.” dediler. Derhal Türk Telekom’la irtibata geçildi, alınan tedbirlerle gecenin ilerleyen zamanlarına doğru sistem sanki normale dönmeye başladı. Ne var ki, gece yarısından sonra yeniden saldırı başladı ve alınan tüm tedbirlere rağmen hafta sonu SGK’nın bilgi işlem sistemi çalışamaz hâle getirildi. Yoğun çabalar sonucu saldırıyı yapan kişiye ulaşıldı, yapılan görüşmeler sonucunda saldırıyı durdurması sağlandı ve sistem normal olarak çalışmaya başladı. Ancak Cuma akşam saatlerine yakın bir zamandan Pazartesi akşam saatlerine kadar hastanelere giden hastalar provizyon alamadı, özellikle ameliyathanelerde dışarıdan getirtilerek kullanılan (stent, protez vb.) tıbbi malzemeler getirtilemedi ve eczaneler ise ilaç veremediler.

177 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinden önce 24/10/2019 tarihli ve 48 sayılı Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinde Değişiklik Yapılmasına Dair Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 9 uncu maddesi ile 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile kurulmuş olan Cumhurbaşkanlığı Ofisleri arasında yer alan Dijital Dönüşüm Ofisinin görevleri yeniden düzenleniyor ve ayrıca eklenen 527/B maddesi ile “Dijital Dönüşüm Ofisinin hizmet birimleri ve görevleri” ayrıntılı bir şekilde düzenleniyor. Bu kapsamda Dijital Dönüşüm Ofisi bünyesinde “Siber Güvenlik Dairesi Başkanlığı” kuruluyor ve bu Daire Başkanlığının görevleri 527/B maddesinin (ç) bendinde ayrıntılı bir şekilde düzenleniyor.

Bu sefer 177 sayılı Siber Güvenlik Başkanlığı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi içinde bulunan Siber Güvenlik Dairesi Başkanlığı kaldırılarak Cumhurbaşkanlığına bağlı bir Siber Güvenlik Başkanlığı kurulmaktadır.

Kararname 14 asıl ve bir geçici maddeden oluşmaktadır. Asıl maddelerin dördü amaç, tanım, yürürlük ve yürütme maddelerinden oluşmakta, bir maddesi kadro ihdasını düzenlemekte, bir maddesi ile de değiştirilen ve yürürlükten kaldırılan hükümler düzenlenmektedir. Dolayısıyla geriye kalan 8 madde ile de Başkanlık düzenlenmektedir.

Kararname ile Cumhurbaşkanlığına bağlı, kamu tüzel kişiliğini haiz, özel bütçeli ve merkezi Ankara’da bulunan Siber Güvenlik Başkanlığı kurulmaktadır. Yurt içinde ve yurt dışında temsilcilik kurma yetkisi de bulunan Başkanlık bir Başkan ile Siber Savunma Genel Müdürlüğü, Siber Mukavemet Genel Müdürlüğü, Eko Sistem Geliştirme Genel Müdürlüğü, Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı, Yönetim Hizmetleri Dairesi Başkanlığı, Hukuk Müşavirliği, Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği olmak üzere 7 birimden oluşmaktadır.

Son dört birim tüm kamu kurum ve kuruluşlarında bulunan ve önceleri yardımcı hizmet birimleri olarak tanımlanan birimleri oluşturmaktadır. Dolayısıyla Başkanlığa Kararnamenin dördüncü maddesi ile verilen 11 adet görev ve yetkiyi üç genel müdürlük yerine getirecektir. Kadro ihdas cetveline göre herhalde bu üç genel müdürlüğün her birinde de ikişer adet daire başkanlığı oluşturulacak.

Kararnamenin 4 üncü maddesine göre Başkanlık aşağıdaki görev ve yetkileri haizdir.

“a) Siber güvenliğin sağlanması amacıyla politika, strateji ve hedefleri belirlemek, eylem planları hazırlamak, mevzuat çalışmalarını yürütmek, ilgili faaliyetlerin koordinasyonunu sağlamak, bunların etkin şekilde uygulanmasını takip etmek.

b) Siber güvenlik konusunda bilinçlendirme, eğitim ve farkındalığı artırma çalışmaları yürütmek.

c) Siber güvenlik ve bilgi güvenliğini destekleyici projeler yürütmek.

ç) Siber güvenlik alanında kamu, özel sektör ve üniversiteler arasındaki işbirliğinin artırılmasına yönelik çalışmalar yapmak.

d) Siber güvenlik ekosistemi ile yerli ve millî ürün ve teknolojilerin geliştirilmesine ve yerli girişimcilerin dünya pazarında rekabetçi konuma gelmesine yönelik çalışmalar yapmak.

e) Siber güvenliğe ilişkin ihtiyaç duyulan alanlarda Ar-Ge ve teknoloji transferi yapmak.

f) Siber güvenlik ile ilgili yurtiçinde veya yurtdışında düzenlenen tatbikat, etkinlik ve fuarlara katılımın özendirilmesine yönelik çalışmalar yürütmek.

g) Siber güvenlik zafiyetlerinin tespit edilmesi amacıyla çalışmalar yürütmek.

ğ) Siber güvenlik alanındaki kapasitenin kritik alanlara yönlendirilmesi ve mükerrer yatırımların önlenmesi için öncelikli siber güvenlik alanlarını belirlemek.

h) Siber güvenlik acil durum ve kriz yönetim planları oluşturmak, bu planlar çerçevesinde ortak operasyon merkezleri kurmak.

ı) Siber güvenlik alanında kamu kurum ve kuruluşları tarafından verilecek teşviklere ilişkin görüş bildirmek.

i) Mevzuatla verilen diğer görevleri yapmak.”

Böylesine usul ekonomisine uygun(!) ve kompakt(!) bir şekilde “Başkanlık” düzeyinde kurulmuş ve bir Başkan ile üç genel müdür düzeyinde yöneticinin olduğu bu Kurumda kaç kişi çalışacaktır?

Kararnamenin ekinde ihdas edilen kadrolar listesine baktığımızda Başkanlıkta istihdam için kullanılmak üzere toplam 135 kadro ihdas edilmektedir.

Buraya kadar her şeyi normal görsek bile bu 135 kadronun unvanlar itibarıyla dağılımına baktığımızda yukarıdaki fıkralar ister istemez insanın aklına gelmekte.

Bu 135 adet kadronun 14’ü yönetim kademesindeki yönetici (1 adet başkan, 3 adet genel müdür, 1 adet Dış İlişkiler Dairesi Başkanı, 1 adet Yönetim Hizmetleri Dairesi Başkanı, 1 adet I. Hukuk Müşaviri, 1 adet Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri, 6 adet daire başkanı), 3 adet şube müdürü, 4 adet mali hizmetler uzmanı ve yardımcısı, 16 adet veri hazırlama ve kontrol işletmeni (eskilerdeki daktilograflar) , 6 adet memur, 15 adet koruma ve güvenlik görevlisi (siber güvenlik ile uğraşan bir kurumun çok iyi korunması gerektiği düşüncesi ile herhalde 15 adet koruma ve güvenlik görevlisi kadrosu ihdas edilmekte), 6 adet şoför (biri Başkana ve üçü de genel müdürlere tahsis edildiğinde geriye kalan iki araç Başkanlığın hizmetlerinde kullanılacak herhalde), 6 adet sekreter (I. Hukuk Müşaviri ile Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri sekreter kullanmayacaklar demek ki), 5 adet mütercim, 5 adet avukat, 15 adet hizmetli olmak üzere 95’i Başkanlığın Kararname ile verilen görev ve yetkilerini yerine getirmesinde hizmet etmeyecek personelden oluşmaktadır. Kalan 40 adet kadrodan 10’u tekniker, 10’u teknisyen, 5’i çözümleyici ve 5’i programcıdan (30) oluşmakta. Kalan 10 adet kadro ise Başkanlığın asıl işini yapacak, yani Türkiye Cumhuriyeti Devletinin siber güvenliğini sağlayacak mühendislerden oluşmaktadır. Tekniker, teknisyen, çözümleyici ve programcıları da dâhil edersek toplam 135 kişiden oluşan Başkanlığın yüzde 29,6’sı asli işlerle uğraşacak, kalan yüzde 70,4’ü ise yönetim ve yardımcı hizmetleri yerine getiren kişilerden oluşacak.

Gel de yukarıdaki fıkraları hatırlama!

Aşağıdaki birkaç soru ile yazıyı tamamlayalım.

Neden Devlet tüzel kişiliğini temsil eden bir kurum oluşturulmuyor da kamu tüzel kişiliğini haiz bir kuruluş oluşturulmaktadır?

Neden genel bütçe içerisinde bir kurum oluşturulmuyor da özel bütçeli bir kuruluş oluşturulmaktadır?

1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin yedinci kısmında yer alan Cumhurbaşkanlığı Ofislerinden Dijital Dönüşüm Ofisi ile Siber Güvenlik Başkanlığı arasındaki görev ve yetki tedahülü nasıl önlenecektir? Her ne kadar Siber Güvenlik Başkanlığını kuran Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Dijital Dönüşüm Ofisinin görevlerini düzenleyen 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 527 nci maddesinin birinci fıkrasının (d) bendinde yer alan “Bilgi güvenliğini ve siber güvenliği artırıcı projeler geliştirmek” hükmü ile 527/B maddesinin birinci fıkrasının (ç) bendi ile kurulan “Siber Güvenlik Dairesi Başkanlığı” yürürlükten kaldırılmakta ve ayrıca 527/B maddesinin birinci fıkrasının (f) bendiyle kurulmuş olan Bilgi Teknolojileri Dairesi Başkanlığına “Ofisin görev ve sorumluluk alanındaki e-devlet ve dijital kamu hizmetlerinin siber güvenliğini güçlendirici faaliyetler yürütmek”, “Bilgi güvenliğine yönelik eğitim ve farkındalık çalışmaları yürütmek” ve “Ofisin görev ve sorumluluk alanında bilgi güvenliği yönetim sisteminin kurulup işletilmesini sağlamak” görevleri eklenmekle birlikte yine de tedahülün gerçekleşmesi kaçınılmaz gibi görünmektedir.

Ayrıca Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığının da siber güvenlikle ilgili birimleri ile görev ve yetkileri bulunmaktadır. Siber Güvenlik Başkanlığı ile bu kurumlar arasında da görev ve yetki yönünden tedahül meydana gelmeyecek mi?

Siyasal Alevicilik ve anti-siyasetin gölgesi Burak Savaş/20 Ocak 2025

Aralık ayının sonunda, sosyal medyadaki tartışmalarla başlayan ve yeni yılın ilk günlerinde konvansiyonel medyaya taşınan “siyasal Alevicilik” gündemi pek çok başka sıcak gündemin arasında yavaş yavaş sönümlenmiş gözüküyor. Fakat hem çıkışı, hem de gelişimi açısında “siyasal aleviciliğin” bizimle kalmaya devam edeceğini söylemek mümkün.

Peki, nereden çıktı bu siyasal Alevicilik tartışması? Ya da bu kavramın kullanımı neye işaret ediyor?

Bir kavramın şeceresi

Siyasal Alevcilik kavramını ilk kez M. Talat Uzunyaylalı’nın “Alevi İnanışı ve Siyasal Alevilik” kitabında kullanılmış. Daha sonra Gezi Parkı eylemleri esnasında sosyal medyada daha yaygın bir biçimde gündeme gelmiş. Fakat 2023 yılına gelinceye kadar kavram genellikle “siyasal Alevilik” şeklinde kullanılıyor ve dar bir grup arasında dolaşıma giriyor. 

“Siyasal Alevicilik” kavramının esas tohumları ise 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri sonrasındaki süreçte, muhalefetin adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yenilgisinin yorumlanması sırasında atılıyor. Genellikle kendini muhalefet içinden bir perspektifle tanımlayan aktörler tarafından kullanılan bu terim, “Siyasal Aleviciler”i, Kemal Kılıçdaroğlu’nu aday yapmaya çalışan CHP içindeki bir hizip olarak işaret ediyor.

Bu bağlamda, Ruşen Çakır’ın programında konuşan Levent Gültekin, “siyasal Alevicilik” olarak tanımladığı siyasi aksı şu sözlerle tarifliyor: “Siyasette bir kurgu var. Türkiye, İslamcı otoriterlik, siyasal Alevicilik, Kürtçülük ve milliyetçilikten oluşan dört ayak arasına sıkıştırılmak isteniyor. Bu sürecin aktörlerinden biri de Kemal Kılıçdaroğlu. Siyasal İslamcılığa karşı, onun muadili bir siyasal Alevicilik oluşmaya başladı.”

 Eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu

Siyasal Alevicilik tartışması: İnşa edilen bir persona “Siyasal Alevicilik” tartışmasının, iktidara yakın yorumcular tarafından derinleştirilerek daha görünür bir hale getirilmesi ise Esad rejiminin çökmesi ve Heyet-i Tahrir’uş Şam (HTŞ) ile müttefiklerinin yönetimi ele geçirmesinin ardından gerçekleşti. HTŞ kontrolündeki bölgelerde Nusayriler’e yönelik saldırıların yaşandığını iddia eden paylaşımların sosyal medyada yaygınlaşması, bazı muhalif kullanıcıların Suriye’de bir “Alevi katliamı” operasyonunun başladığını dile getirmesiyle daha da alevlendi. Bu söylemler, iktidara yakın sosyal medya kullanıcıları tarafından “siyasal Alevicilik” olarak nitelendirildi.

2024 yılının son günlerinde sosyal medyada hız kazanan bu tartışma, yeni yılın ilk günlerinde konvansiyonel medyaya sıçrayarak daha geniş bir kitleye ulaştı. İktidara yakın bazı isimler, çeşitli temaları bir araya getirerek bir “siyasal Alevici” personası inşa etmeye girişti. Bu persona; Müslümanları “siyasal İslamcılık” adı altında dışlayan, Suriye konusunda İran’la aynı çizgide olup Türkiye’nin çıkarlarını hiçe sayan, Esad rejiminin katliamlarına yıllardır sessiz kalıp, ardından Batı fonlarıyla iş birliği içinde Türkiye’yi karıştırmak için “Suriye’de Nusayri katliamı” iddialarını ortaya atan, CHP’yi gizlice yöneten, Dersim konusunda konuşmaya cesareti olmayan, komünist, anarşist, Kemalist ve/veya ateist olarak nitelendirilen, cemevleri ve Alevi Dernekleri’ni kontrol ederek samimi Anadolu Alevileri’ni yozlaştırmaya çalışan bir figür olarak tariflendi.

Bu tarifin, hem gerçekle örtüşmediğini, hem Soğuk Savaş döneminin demode stereotiplerine dayandığını, hem de ciddi bir nefret söylemi ve ayrımcılık içerdiğini görmek için, sanıyorum ki, muhalif olmaya gerek yok.

Bununla birlikte, bu tanıma itiraz eden muhalif yorumculardan bazılarının, yer yer karşıtını besleyerek büyüten bir üslup kullandıklarını da görmek gerekiyor. Bu isimler, Müslümanlardan ayırdıklarını iddia ettikleri Siyasal İslamcılar’a yönelik bazı yorumlarıyla; mütedeyyin hassasiyetlerinin genelini inciten düşmanlaştırıcı bir dil kullanıp, korku ve öfke duygularının harekete geçmesine sebep olarak, iktidar sosyolojisini konsolide ediyor olabilirler.

Siyasal Alevicilik tartışmasının stratejik hedefleri

“Siyasal Alevici” personayı inşa eden grubun; “siyasal Alevicilik” kavramını sadece “aiyasal İslamcılık”ın bir antitezi olarak değil, aynı zamanda iktidarın sosyokültürel sıkışmışlığının bir antikoru olarak da geliştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz.

Zira sanat ve siyaset dünyasındaki yolsuzluk iddialarından siyasal Aleviciliğe kadar uzanan geniş bir cephede yaratılan yeni gündemlerin esas amacı; muhalif seçmenin siyasete azalan ilgisini (apati), siyaset karşıtlığına (anti-siyaset) dönüştürmek.

Siyasal Alevicilik tartışmasının ilk ortaya çıktığı dönem (28-31 Aralık) ve bu tartışmanın büyüyerek konvansiyonel medyaya taşındığı süreci (1-12 Ocak) incelendiğimizde, konunun çıkışını açıklamak adına üç temel senaryo ihtimalinden bahsetmek mümkün:

1.  İktidar destekçilerinin merkezi bir kontrol olmaksızın geliştirdiği Alevi karşıtı reaksiyonlar.

2.  İdeolojik saiklerle hareket eden mikro baskı/çıkar gruplarının süreci başlatıp genişletmek için iktidar elitlerini harekete geçirmesi.

3.  İktidarın merkezinde geliştirilmiş, sistematik bir iletişim stratejisinin ilk aşamaları.

Bu sürecin çıkış kaynakları ve sonrasında tartışmayı büyüten sosyal medya hesaplarının analizini yaptığımızda, birinci senaryonun oldukça zayıf kaldığını görüyoruz. İkinci ve üçüncü senaryolar arasında ise kesin bir ayrım yapmak pek mümkün değil.

Yine de, tartışmanın ilk haftasında iktidara yakın yorumcular arasında sürece itidalle yaklaşarak toplumsal kutuplaşmaları derinleştirmeme çağrısı yapanların sayısının ikinci haftada belirgin şekilde azalması, süreci başlatan aktörlerin ötesinde bir gücün devreye girdiği izlenimini veriyor. Nitekim aynı dönemde anti-siyaset tutumun güçlenmesini sağlayacak başka tartışmalar ortaya çıkıyor: Ayşe Barım üzerinden yürüyen kültür endüstrisi tartışmaları ve CHP’li belediyelere yönelik yolsuzluk/rüşvet suçlamaları gündemde geniş yer kaplamaya başlıyor.

Bu tartışmalarının asıl hedef kitlesi anti-Erdoğan bloğuna yakın olmakla birlikte ana muhalefete mesafeli duran gri bölge seçmenleri. Ne tamamen iktidara ne de tamamen muhalefete bağlı olan bu seçmen grubunun siyasi tercihleri; son yıllardaki bütün seçimlerde Türkiye’nin siyasi dengelerini -hatta doğrudan kaderini- belirledi.

Yaratılan bu gündemler sayesinde, gri bölge seçmenlerinde oluşan “Ya iddialar doğruysa?” şüphesinin, “İddialar neden doğru olmasın ki?” kanaatine dönüştürülerek; anti-siyaset akımın güçlendirilmesi hedefleniyor. Anti-siyaset ruh hali, CHP’nin merkezinde olduğu anti-Erdoğan seçmen bloğunu zayıflatmak ve kararsız seçmen kitlesini genişletmek için stratejik bir araç olarak kullanılıyor.

Apati değil, anti-siyaset

2023 Cumhurbaşkanlığı seçim süreci ve sonrasında yaşanan gelişmeler, anti-siyaset akımın yaygılaşması için güçlü bir zemin hazırladı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun yenilgisi, ana muhalefet seçmeninde derin bir hayal kırıklığı yaratırken, özellikle milliyetçi ve ulusalcı hassasiyetlere sahip muhalif seçmenlerde CHP’nin "kurucu felsefesinden ve Atatürk çizgisinden uzaklaştığı" algısını pekiştirdi.

Bu seçmen gruplarında, Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’yi değerlendirirken partiyi kontrol ettiği iddia edilen bir “Alevi lobisi”ni suçlama eğilimi öne çıkmaya başladı. Dahası, bu anlatı, Kılıçdaroğlu’nun lider olmadığı bir CHP için bile cazip bir açıklama sunuyordu. Bu kurguda, “Atatürk’ün partisini kuruluş ilkelerinden koparıp Kürt siyasi hareketiyle iş birliğine yöneltenler” ve “siyasi idealleri istismar ederek maddi çıkarlara bulaşan” CHP’liler, tüm başarısızlıkların merkezindeki aktörlerdi. Bu söylem, söz konusu grupların Türkiye’nin genel çıkarlarını göz ardı ederek, dar çıkarlar ve ağlar üzerinden hareket ettiğine dair güçlü şüphe tohumları ekmeyi hedefliyordu.

Zira belediyelerin kamu kaynaklarını kötüye kullandığına dair suçlamalar ve kamuoyunda geniş yankı bulan menajerlik sistemi üzerinden çıkar sağlama iddiaları da benzer bir sistematiğe sahipti ve muhalefete duyulan güveni aşındırma hedefi taşıyordu.

Bu söylemler, muhalefeti yalnızca ideolojik değil, ahlaki bir kriz içinde gösterirken, CHP’yi de menfaat grupları tarafından yönetilen ve Türkiye’nin genel çıkarlarını bir kenara bırakan bir yapı olarak tarifliyor. Böylece, hem anti-Erdoğan seçmen bloğunun zayıflatılması, hem de anti-siyaset duygusunu daha geniş bir sosyolojiye yayılması amaçlanıyor. 

Siyasete güvensizlik derinleşirse

Anti-siyaset, seçmenin siyasetle ilişkisini sadece ilgisizlik (apati) üzerinden okumaz; çözüm üretemeyen, yozlaşmış ve dar çıkar gruplarına hizmet eden bir alan olarak görülen siyasete duyulan öfke üzerinden okur. Bir diğer deyişle bu yaklaşım, yalnızca siyasete mesafeli bir duruşu değil, tüm siyasi aktörlere ve sisteme duyulan aktif bir güvensizliği ifade eder.

Siyasal Alevicilik tartışmalarıyla başlayıp, muhalefet içindeki yolsuzluk iddialarına, sanayi ve siyasetteki çeşitli çıkar ilişkilerine kadar uzanan bu süreç, seçmeni yalnızca politikadan uzaklaştırmakla kalmaz; siyasetin tüm aktörlerini ve alternatiflerini reddetme eğilimi yaratır. Bu durum, yalnızca bir partiye yönelik tepkiyle sınırlı kalmayarak, siyasal sistemin bütününe karşı bir güvensizlik atmosferi yaratır. Böylece seçmen, değişim umudunu yitirir ve mevcut düzeni “kaçınılmaz” bir gerçeklik olarak kabul etmeye başlar.

Bu bağlamda, anti-siyaset, mevcut iktidar için stratejik bir avantaj sağlar. İktidar, bu duyguyu besleyerek, alternatif çözümleri değersizleştirir, muhalefeti itibarsızlaştırır ve kendisini “zorunlu ve tek seçenek” olarak konumlandırır. Bu duygu, yalnızca kısa vadeli bir seçim stratejisi değil, aynı zamanda siyaset kurumlarına kalıcı bir güvensizlik aşılayarak toplumsal dinamizmi zayıflatmayı hedefleyen uzun vadeli bir dönüşümün de ana hattıdır.

Geçtiğimiz haftalarda hararetle deneyimlediğimiz siyasal Alevicilik tartışmaları da bu toplumsal mühendislik çabasının önemli bir ayağı. Bu söylem, bir toplumsal kesimi hedef alarak hem muhalefet içindeki grupları şeytanlaştırıyor hem de siyaseti genel olarak değersizleştiriyor. Muhalif siyaseti örgütlü bir çıkar grubunun dar alanda paslaştığı ve uzak durulması gereken bir alan haline getiriyor. İktidar, bu tartışmaları stratejik olarak yeniden alevlendirebilecek şekilde gündemde tutarak, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirme ve muhalefeti bölme fırsatını da elinde bulunduruyor.

Son olarak belirtmek gerekir ki, siyasal Alevicilik söylemi yalnızca reelpolitik bir enstrüman değil; aynı zamanda bir toplumsal grubu hedef gösterip şeytanlaştırarak, Türkiye’nin demokratik yapısını zayıflatma potansiyeli taşıyan bir tehdittir. Geçmişinde pek çok Alevi katliamı yaşamış bir ülkede, Siyasal Alevicilik tartışmasını sadece siyasi rekabet veya pragmatik bir müdahale aracı olarak değil, aynı zamanda Türkiye’nin siyasi ve toplumsal yapısını dönüştürme çabasının bir parçası olarak değerlendirmek gerekiyor.

Burak Savaş kimdir?

Lisans eğitimini İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Medya İletişim alanlarında, yüksek lisansını da Galatasaray Üniversitesi’nde Stratejik İletişim alanında tamamladı. Ardından Harvard Kennedy School’da, Obama’nın 2008 Başkanlık kampanyasının “grassroots” ve “storytelling” süreçlerini yöneten Marshal Ganz’dan kamusal anlatı ve hikayeleştirme eğitimi aldı.

Çeşitli kurumlara ve liderlere siyasal iletişim danışmanlığı verdikten sonra yönetiminde yer aldığı 2023 genel seçim kampanyası, EAPC (Avrupa Siyasi Danışmanlar Derneği) tarafından üç adet Polaris ile ödüllendirildi. Kariyerine kurucu ortağı olduğu Virtus Araştırma’da devam eden Burak Savaş; siyasal kampanyalar, lider iletişimi ve politik hikayeleştirme alanlarında çalışıyor.

19 Ocak 2025 Pazar

DEM bu DEM’dir! İskender Öksüz-19/01/2025

Biraz daha elle tutulur ipuçları var: Selahattin Demirtaş’ın VE DEM heyetinin yazılı açıklaması. Bir de bizim bilmediklerimizi biliyorlar gibi konuşan başkaları; eski Çözüm Süreci’nin âkil adamları: Abdurrahim Semavi, Doğu Ergil, Doç. Dr. Vahap Coşkun.

NE DEDİ, NE DEDİ?

Bahçeli’nin çağrısı tek yönlüydü: Öcalan gelecek, PKK’yı feshettim diyecek, Bahçeli de ona umut hakkının kapılarını ardına kadar açtırıp tahliyesini sağlayacaktı. Öcalan’ın tahliyesine karşılık PKK’nın lağvı. Üç ay sonra bundan çok uzaktayız. Geldiğimiz yer bambaşka: Kürt sorunu’nun çözümüne karşı şiddete son. Kürt sorununu da Türkiye Cumhuriyeti çözecek. “Biz Öcalan’ı tutsak tutuyoruz, terörü sonlandırmaya karşılık serbest bırakacağız” paradigmasından, “Siz Kürt sorununu çözün biz çatışmayı, şiddeti sonlandıralım”a geldik. Meğer tutsak olan Öcalan değil Türkiye imiş. “Türk devletini tasfiye ettik!” diye haykırırsak terör bize umut hakkı tanıyacak.

Bakınız DEM şöyle diyor: “Görüşmelerden edindiğimiz izlenim, tüm siyasi partilerde Kürt sorunundan kaynaklı çatışmalı ve gerilimli süreci geride bırakma hususunda ortak bir arzu ve irade bulunduğu yönündedir.” Bizim bütün siyasi partiler de çatışma ve gerilimin Kürt sorunundan kaynaklandığında hem fikir! Şu ana kadar itiraz eden olmadı.

SİYASİ ÇÖZÜM YOKSA YOK

Açıklamada ne PKK ne de terör geçiyor. Terör değil, çatışma, gerilim ve iki taraf var. Bunun kaynağı da PKK falan değil “Kürt sorunu”. Açıklamanın iki yerinde bu dikkatle kurgulanmış “paradigma” tekrarlanıyor: “Kürt sorunundan kaynaklı çatışma”. Ne diyorlar? “Öcalan PKK’yı tasfiye edecek buna karşılık serbest kalacak” mı? Hayır. “Siz Kürt sorununu çözeceksiniz ancak o zaman Öcalan çağrı yapacak.” Peki Türkiye Kürt sorununu nasıl çözecek? Siyasi ve hukuki değişikliklerle. Daha önce Clausewitz’ten bahsetmiştim. Ne diyordu Clausewitz: Harp siyasetin başka yollarla devamıdır. Ne diyor Öcalan ve DEM: Siyaset harbin başka yollarla devamıdır. Siyaseten ve hukuken Kürt sorununu çözün, o zaman ve ancak o zaman biz de şiddete son verdirelim. Yoksa yok.

Âkil adam akademisyenlerimiz de tekrarlıyor aynı mesajı.

Doğu Ergil: “Ama bir anlaşma yapıldığı zaman bu sadece silah bırakma biçiminde olmayacak. Silah bırakmanın karşılığında birtakım reformlar beklenecek. Bunlar tabii demokratik, hukuki reformlar. Bunlar gerçekleşmeden silah bırakma mümkün olmayacak.”

Vahap Coşkun’un açıklaması daha da aydınlatıcı: “Gerçekten bir engel var, en büyük tartışma PKK’nin hangi şart ve koşullarda silah bırakacağı konusudur. Bu konuda pazarlıkların devam ettiğine inanıyorum. Bu mesele üzerinde devlet ile Abdullah Öcalan arasında, devlet ile PKK arasında, devlet ile YPG arasında diyalogun devam ettiğine inanıyorum. Bu bir engeldir. Diğer bir engel de bu meselenin Suriye’nin durumuna bağlı olmasıdır. Türkiye, Suriye Kürtleri ile nasıl bir ilişki kuracak? Abdullah Öcalan önceki süreçte de bir çağrı yaptı. PKK, Öcalan’a saygı gösterdi ama onun kararını yerine getirmedi. Şartlar oluşursa Abdullah Öcalan’ın çağrı yapacağını düşünüyorum. Şu anda Öcalan çağrı yapmayacak. Abdullah Öcalan ile PKK arasında, devlet ile PKK arasında bir anlaşma sağlanması gerekiyor, sonrasında Öcalan çağrı yapacak. Eğer bu şartlar yerine getirilirse PKK, Öcalan’ın çağrısını yerine getirecek. Eğer bu şartlar üzerinde bir anlaşma sağlanmamışsa, Suriye konusunda bir anlaşma sağlanmamışsa, ne Abdullah Öcalan’ın çağrı yapacağını ne de PKK’nin tutumunu değiştireceğini düşünüyorum.”…” “Türkiye’deki Kürt meselesi sadece silah bırakma değil. Doğru, silah çok büyük bir sorun. Ama Kürt sorununda siyasi talepler ve hukuki talepler var. Bu taleplerin nasıl karşılanacağı siyaset alan(ın)da tartışılacak.”

İşte böyle.

DEM DEM’DEN İBARET DEĞİL

Şunları da eklemeden bitirmeyeyim. DEM’in açıklaması Türkiye’nin sınırlarını aşıyor. Şöyle: “Ortadoğu’da yaşanan köklü ve geri döndürülemez gelişmelerin yüklediği sorumluluğa…” Tercümesi, “Güney (Irak) ve Doğu (Rojova) işi bitti. Beyhude uğraşmayın.” Sıra Kuzey’de, yani bizde herhâlde. Yukarıdaki alıntıda Vahap Coşkun Hoca da öyle diyordu…

Nihayet DEM, DEM’den ibaret değil: “Diyalog ve barış odaklı bu görüşmelerimiz ve fikir teatisi süreci, Eş Genel Başkanlarımız ve parti kurullarımız, parti bileşenimizi oluşturan siyasi parti ve oluşumlar, ittifak halinde olduğumuz siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşlarıyla da başlatılmış ve sürdürülmektedir.” Acaba DEM Parti’nin bileşenlerini oluşturan siyasî parti ve oluşumlar ve ittifak hâlinde oldukları siyasi partiler hangileri? Bir ipucu vereyim. O partiler, sizin bildiğiniz partiler değil.

Açıklamanın sonunda bir de uyarı var: “Hal böyle iken, kulaktan dolma dahi denilemeyecek uydurma söylemleri üreterek dolaşıma sokmak ve yer yer ahlaki sınırları dahi zorlayıcı gündemler oluşturmaya çalışmak, olsa olsa sonucu itibariyle savaş çığırtkanlığına bağlanmaktır.” Ben de bu tuzağa düşmemek için bütün alıntılarımı DEM’den, Demirtaş’tan ve Âkil Adamlar’dan yaptım.

17 Ocak 2025 Cuma

Türkiye'nin umudu Taha Özhan-17/01/2025

Doğrudur, demokratik bir erozyonun yaşandığı dönemden geçiyoruz. Türkiye darbe girişiminden bu yana demokratik sancıları artmış bir ülke. Bu durum küresel demokratik gerilemeyle eşzamanlı bir şekilde yaşanıyor. Ancak demokrasilerinde temel sorunları yıllar önce çözmüş, demokratik kurumsallaşmasını tamamlamış ve hepsinden önemlisi demokratik kültürü yerleştirecek kişi başına gelir ve refaha ulaşmış ülkelerin yaşadığı erozyonun etkisiyle bizimkisi birbirine karıştırılmamalıdır. Bizim demokratik sancı eşiğimiz bu ülkelere göre oldukça düşüktür. Zira bizim eşiğimiz hâlâ sivil anayasa, milyonlarca vatandaşın seçme ve seçilme hakkı, ifade hürriyeti, hükümet sistemi, siyasi partiler kanunu, bağımsız yargı, hukuk devleti gibi temel başlıkların seviyesinde durmaktadır. Bu seviyede bir eşiğin anti-demokratik eğilimlerce aşılması her seferinde oldukça kolaydır. Bu durumu değiştirmek için ülke içerisinde aktivizmi aşan konvansiyonel bir siyasi kurumsal talep de bulunmamaktadır. Partilerin bazı seçmen şikâyetlerinin taşıyıcısı olması, şümullü bir demokratikleşme için yeterli olmadığı gibi özünde yukarıdaki başlıklarda yapısal ve sahici bir demokratik dönüşümü de talep etmemektedir. Muhalefet hâlâ tam demokratik bir Türkiye hedefinden çok daha fazla iktidar talep etmektedir. Hal bu olunca demokratikleşmenin önünü açma umudu da uzun yıllardır mutada dönüşmüş bir şekilde muhalefet yerine iktidar ittifakının son girişiminden gelmiştir.

Her ne kadar demokratikleşme talebi ve basıncı güçlü bir şekilde toplumda ve siyasette hissedilmese de Türkiye’nin bütün siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlarının çözüm merkez üssü olmaya devam etmektedir. Üstelik bu enerji ifade edilmese de toplumda her zaman potansiyel olarak, siyasette ise ürkek ve rasyonel olarak vardır. Siyaset, seçmenle kurduğu ilişkiyi dönemsel ve araçsal olarak demokrasi talebi üzerinden yapmasa da nihai kertede daha başka bir zemini olmadığının her zaman farkındadır. Ortaya çıkan “yeni umut” bu farkındalığın sahici bir siyasal enerjiye dönüşmesiyle, toplumdaki potansiyelle tahmin edilenden çok hızlı bir şekilde buluşabilir. Yeter ki siyasi elitler, siyasetfobinin hiçbir gerekçesi olmadığını, cari siyasal kodların 20’nci yüzyılın kısır döngüsüne ait olduğunu ve umudun her zaman daha güçlü olduğunu fark etsinler.

Ülkemiz için PKK’nın demokratik maliyeti zannedilenden çok daha ağırdır. Bu ağır maliyetin ekonomik ve jeopolitik faturası, Türkiye’nin içinden çıkamadığı kısır döngüsünün de önemli bir dinamiğidir. Ancak yarım yüzyıla doğru giden maliyetin ve travmanın ardından, sorunla ilgili sebep-sonuç ilişkisini sağlıklı bir şekilde kurmaktan uzak olma lüksümüz kalmamıştır. Türkiye’nin kamu düzeninden demokrasisinin derinliğine, jeopolitik istikametinden güvenlik mimarisine varıncaya kadar temel başlıklarının şekillenişine ve gelişimine terörle mücadele dünyası karar vermemelidir. Zira böylesi bir durum ilan edilmemiş de facto olağanüstü hâl dünyasının maliyetine biteviye katlanılması anlamına gelmektedir. PKK, araçsal ve dönemsel bir sorun olarak hitama erebilmesi için Türkiye’nin kozmik düşmanı haline getirilmemelidir. PKK, Türkiye’nin düşmanı değil en fazla bir sorunu olabilir. Çünkü böylesi bir örgütün Türkiye ölçeğinde bir ülkenin ne yönünü ne ittifak haritasını ne hukuk devletinin eksenini belirleyememesi gerekir.

Ayrıca, PKK hususunda, daha fazla mantıksal “ilk neden paradoksu” tartışmasına da memleketin ihtiyacı yoktur. Asgari düzeyde demokratik sorumluluğu, ciddiyeti ve basireti olanlar için bu tartışmanın bir anlamı bulunmamaktadır. PKK’yı var eden içsel sebepler de dışsal destekler de malumdur. Buna rağmen zihnen 1980’lerde, 1990’larda bir yerlerde takılıp kalmış olanlar da kimseyi ürkütmemelidir. Kaldı ki aynı zihinsel tıkanmanın en güncellenmiş tartışması PKK ve Kürt meselesidir. Memleketin diğer birçok yapısal başlığında, birçoğu geçen yüzyılın ilk yarısında bir yerlerden ülke ile konuşmaya çalışmaktadırlar. Bu anakronik düzeyden bugün çözüme yönelik atılacak herhangi bir adıma, memleketin geleceğine dair veya dünyanın ve bölgenin yaşadığı dönüşüme dair anlamlı bir cümlenin sadır olmasını beklemek nafiledir.

Türkiye için PKK konusunun kapanması, yapısal ve şümullü bir demokratikleşme içerisinde Kürt meselesinin de ortadan kaldırılması, aynı anda içeride hukuk devletinin dışarıda jeopolitik derinliğin tahkim edilmesi anlamına gelecektir. Yaşanması elzem olan normalleşme, PKK sorununu da Kürt meselesini de aşan bir siyasal atılıma dönüştürülebilir.

Bugün böylesi bir atılıma siyasi partilerin ve toplumun mecalinin fazlaca olmadığı doğrudur. Son yedi senesini çift haneli enflasyon altında geçiren bir ekonomide bu şaşırtıcı bir durum değildir. Ancak demokratik takatsizlik ve iştahsızlık, birçoğu anlamsız kimlik sorununa dönüşmüş ve bazıları kangren hale gelmiş meselelerin çözümünde, toplumsal muhalefetin, özellikle iktidar için, odağının değişmesiyle kolaylaştırıcı bir unsur haline de gelebilir. Üstelik bu duruma, Suriye’de yaşanan gelişmelerle elde edilen moral avantaj, mülteci sorununda rahatlama ve jeopolitik kazanımlar da eklendiğin de iktidarın elinin daha da rahatlaması mümkün olabilir.

Hasılı kelam şartların müsait olduğunu söylemek mümkün. Bu şartlar altında siyasi sorumluluk alınması gerekiyor. Konunun bir şahsın serbest kalması olmadığının, asıl meselenin Türkiye’nin serbest kalması olduğunun anlaşılması gerekiyor. Yeni umudu İmralı tartışmasıyla boğmak isteyenlerin en büyük korkularının, bilerek veya bilmeyerek, prangalarından kurtulup serbest kalmış bir Türkiye olduğu izahtan varestedir. Bugün sürece dair istifhamlarını koruyanların, özellikle de geçmişte nihai bir çözüme ulaşma konusunda hayal kırıklığına uğramış olanların daha temkinli yaklaşması şaşırtıcı değil. Ancak temkinin ötesinde güçlü bir siyaset korkusunun da olduğu görülüyor. Hem istifhamları aşmak hem de siyasetfobiyi yenmek için hafıza tazelemesi yapmaları yeterlidir. Zira siyasal ve toplumsal aklımız, tıpkı beynimiz gibi anahtar-değer mimarisiyle çalışıyor. Aslında hiçbir şeyi unutmuyoruz. Hatıralarımızı sakladığımız yerin anahtarlarını kaybediyoruz, hatta yaşadığımız hayal kırıklıklarından dolayı kaybetmek istiyoruz. Son çözüm sürecinde yaşananlardan ziyade girişimin sebebini ve demokratikleşme hedefini hatırlamak için yeni süreç siyasal hafızamıza anahtar sunuyor. Umudumuz bu anahtarın kullanılarak siyasetfobinin yenilmesidir.

16 Ocak 2025 Perşembe

Umut hakkı Taha Özhan-16/01/2025

Bugünlerde, tarihimizde ilk kez medyatik hale gelen yasal “umut hakkı”, aslında asrı aşkın bir süredir siyasal ve toplumsal serencamımızın önemli bir itici gücü. Siyasi tarihimize baktığımızda, 19’uncu yüzyıldan bugüne alınan mesafenin hal-i pür-melaline rağmen, umudun sancısının ve gücünün hafızamızdan silinmediği görülüyor. Daha doğrusu demokratikleşme hikâyemize, özellikle de ivmesine, evrimine ve hızına bakınca; bunca yıldır sahnede kalmayı başarmış ve bir şekilde demokratikleşmeye katkı vermiş her şey ve herkesin, siyasal “umut hakkına” yatırım yaptıkları bile söylenebilir. Zira durumumuz ortadadır. Kanun-i Esasi’den beri, öyle tadilat filan değil, baştan aşağı anayasa yapımını tartışır, Meclis-i Umumi’den beri içinden çıkamadığımız ve henüz birkaç yıl önce değiştirdiğimiz hükümet sistemini konuşur haldeyiz. 1,5 asırlık bitmeyen tartışmamız, değişimin gücünden ziyade statükonun zamana karşı tenasühünden kaynaklanıyor. Yine de 1876’dan beri umudu korumayı başarmışız.

Bu süre daha ne kadar uzar, gelişmiş ve derinliği olan bir demokratik momente ne zaman ulaşırız, çoğu zaman bipolar bir halde otoriteryen ve demokrat haller arasında araftan nasıl kurtuluruz bilmiyoruz. Ama umudumuzu, en azından siyasal umut hakkımızı koruyoruz. Gerçekten, sürenin bu kadar uzamasına rağmen, demokratikleşme ve adalet arayışından bir şekilde tamamen kopmamış olmamız, hâlâ tüten ocakların olması ve bütün umutlara defalarca kibrit suyu dökülmesini sağlayan kült sistemine bir asırdır maruz olmamıza rağmen hâlâ memleketin muhafaza ettiği bir umut hakkı var. Ve bu hak, asrı aşkın zamandır onu boşa çıkaranlardan çok daha gerçek ve güçlü.

İster Nizam-ı Cedit veya Sened-i İttifak’tan ister Tanzimat Fermanı veya Islahat Fermanı’ndan isterse de Meşrutiyet veya Cumhuriyet’ten itibaren alınsın, 2,5 asırdır devam eden bir düzen arayışımız var. Fazlasıyla uzayan normalleşme hikâyemiz, bir yönüyle yıkılmış bir imparatorluğun hitama erdiremediğimiz hikâyesi. Bizimle, Avrupalı sömürge yapıları hariç tutulursa, geçen yüzyılda altı imparatorluk daha çözüldü. Hatta Ruslar aynı hikâyeyi bir asırda iki kez yaşadılar. İmparatorluğunu kaybedenlerin tamamı jeopolitik, toplumsal ve ekonomik sancılar yaşadılar. Ancak bu süreçleri bir şekilde rasyonelleştirme imkânı da buldular. Rusya gibi kendi tarihiyle platonik aşk yaşayan ve jeopolitik aşermelerini strateji zanneden müstesna örnek hariç, diğerleri gelişmiş demokrasi dönemine geçmeyi başardılar. Aslında Batı’daki hikâyesinden çok da kopmadan başlayan demokratikleşme sürecimizin, bidayetinde büyük bir kriz veya geç kalmışlık bulunmuyordu. Bizim krizimiz, sürecimizin her seferinde bir büyük umut ve emekle başlayıp inkıtaa uğramasından. İstibdattan tek parti dönemine, vesayet rejiminden toplumsal sözleşmesini yazamayan sınırlı demokratikleşmeye statüko da değişim baskısı da devam edegeldi. Bunun son hikâyesi, birinci yüzyılını tamamladığımız Cumhuriyet’in oluşturduğu ilk umuda rağmen bugün de devam eden demokratikleşme sancılarıdır.

Bugün geldiğimiz noktada yeni bir umut hakkına sahip olup olmayacağımızı tartışıyoruz. Bu tartışmanın en anlamsız kısmını bir şahsın kaderinin ne olacağı oluşturuyor. Zira yaşanan onca şeyi unutma, umursamama ve göz ardı etme cehaletini sergileyenlerin ülkenin selametini ve refahını sağlayacak olan milletin umudunu bir şahsın meselesine indirgeme çabaları bu anlamsızlığı büyüterek bir kez daha hayal kırıklığının yaşanmasına yol açabilir. Kaldı ki “umut hakkını” büyük bir siyasi cesaretle gündeme getiren Bahçeli de özünde bir şahsa değil, memleketin selametine denk gelen büyük umuda vurgu yapıyor. Bunu kendi meşrebince ve siyasal kodlarıyla yapması, çabasının milletin büyük umudunun dışında olduğunu değil, aslında bir yönüyle parçası olduğunu teyit ediyor. Ancak Batı merkezli çatışma çözümü dünyasına müptela olanlar, tercüme ve taklit marifetiyle belledikleri çözüm yöntemi, içerik ve aşamalarına uğramayan bir esenlik girişimini reddedecek kibirlerini her zaman koruyacaklar. Yıllardır can yeleklerimizin üzerinde oturduğumuz gerçeğini başka felaketlerin hikâyelerinden necat teorileri devşirerek unutturma noktasına gelenlerin, yaşanacak çözüme dair şaşkınlıkları kimseyi endişeye sevk etmemelidir. Türkiye, kendi imkânları, dili ve dünyasında arzu ederse bir çözüm yolu bulabilir. Zira can yeleklerimizin yerini zannedildiği gibi unutmuş değiliz.

Umut hakkının tartışılmasına vesile olan Öcalan, bu hakka, çok az faniye nasip olacak şekilde ikince kez kavuşma imkânına da sahip olabilir. Tıpkı bu sefer olduğu gibi, birinci umut hakkına da yine Bahçeli’nin desteğiyle 23 yıl önce kavuşmuştu. Tarih tekerrür eder mi bilmiyoruz. Bildiğimiz, ülkenin ve milletin demokratikleşme umudunun kişiselleştirilmiş bir umuttan çok daha büyük olduğudur. Bu yönüyle, Öcalan’ı aşan bir düzlemde tartışmanın yürümesi sağlıklı olacaktır. Bahçeli, hayata geçecek sürece, ilan etmeksizin sigorta poliçesi sağlayacağını, siyasal kredisini ortaya koyarak göstermiş durumda. Sürecin paydaşı olacak aktörlerin benzer bir siyasal cesaret sergileyip sergileyemeyeceklerini göreceğiz. Üstelik Bahçeli, bu girişimini, demokratikleşme arzusunun toplumsal ve siyasal elit düzeyinde ciddi bir erozyona uğradığı, küresel düzeyde ise “demokrasinin sonu” tartışmalarının yükseldiği bir dönemde yaptı. Bu siyasal cesaretin sebeplerinin derdine düşmeden, binbir türlü komplo teorisi içerisinde çözümlemeye çalışmadan, Türkiye’nin böylesi bir normalleşmeye kesinlikle ihtiyacı olduğu gerçeğine odaklanmak gerekiyor. Bu odağı dağıtmaya gayret edecek arkaik unsurların zannedilenden çok daha aciz ve anlamsız olduğu özgüveni siyasete yerleştiği oranda başarı ihtimali yükselecektir. Başka bir ifade ile “siyasetfobi”nin en başta Cumhur İttifakı’nda yenildiği, CHP’de “siyasete dönüşün” gerçekleştiği, DEM’de ise “anakronik PKK dünyasından uzaklaşıldığı” oranda süreci ifsat edecek ciddi bir dinamik oluşmayacaktır. Son tahlilde, sürece ciddi yaklaşan bütün aktörler, “PKK’sız ve Kürt meselesiz” bir Türkiye’nin tartışmasız bir şekilde hem kendileri hem de ülke için hayırdan başka bir şey getirmeyeceğini görebilirler.

Sonuçta yüzyıl önce korkularla inşa ettiğimiz düzenin sorunlarını bugün tehditlerin dünyasında çözmek zorunda hissediyoruz. Serencamı ne olursa olsun bugün gündeme getirilen çözüm umuduna sahip çıkılması gerekiyor. Bağcıyı dövme derdinde olanların bu süreçte anlamsızlaşmasını sağlamak, memleket adına sorumluluk hisseden herkesin vazifesi ve ahlaki tutumu olmalı. Yeni girişimin kâh yakın geçmişteki çözüm sürecinin hikâyesiyle kâh uzak geçmişteki sorunun tarihiyle boğulmasına müsaade edilmediği oranda başarı şansının olduğunu görmemiz gerekiyor. Kürt meselesi, PKK ve statüko dünyasında yaşayanlar sadece bu sorunun değil hiçbir sorunun yapısal bir şekilde halledilmesinden yana değiller. Bir taraftan 20’nci yüzyılın korkuları ve tabularıyla inşa ettikleri dünyalarında yaşıyorlar, diğer yandan Kürt meselesi ve PKK’nın olmadığı bir düzlemde anlamsızlaşma korkularının altında eziliyorlar. Bu yeni süreçte sadece PKK’nın dağdan inmesi ve silah bırakması yaşanmayacak, bütün varlığını bu sorun üzerinden tarif edenlerin silahsızlandırılması da mukadder olacak.

PKK'DAN UMUT VAR MI?

Bu sorunun cevabını şimdilik bilmiyoruz ama PKK’nın yıllar içerisinde dağa çıkan bir yapıdan “dağda kalmış” bir örgüte dönüştüğü ortada. Kendi inşa ettiği dünyasında mahsur kalmış bir örgütün siyasallaşmadan daha büyük sorunu normalleşmeye dönüşmüş durumda. Eline silah aldığı ilk gün geri dönülmesi zor bir yola giren PKK, Türkiye’nin hem ülke içerisinden hem de dünya şartlarından gelen tabii demokratikleşme basıncına vesayet sisteminin direnmesinin en büyük bahanesinden başka bir tarih geriye bırakmış değil. Elbette bu tarihin içerisinde Kürt meselesi can alıcı bir yere otuyor. Ancak, Kürt meselesinin Türkiye’nin demokratikleşme ve normalleşme sancılarının doğal bir parçası haline gelmesini engelleyen en önemli dinamik PKK terörü oldu. İslamofobik vesayet rejiminin, 28 Şubat’ta zirvesini gördüğü histeri halinin icat ettiği ve “bin yıl” süreceğini ilan ettiği düzen bile 10’uncu yılını görmeden çözülüp bir kenara atıldı. Bu çözülmenin zeminini oluşturan ana eksen, İslam meselesinin diğer birçok ülkede olduğu gibi silaha ve kana bulaşmamış olmasıydı. PKK, Kürt meselesi ile demokratikleşme arasına kan sokarak bir taraftan Kürtlerin mağduriyetlerinin bitmesini engelledi, diğer yandan tam demokratikleşmenin gecikmesine ve vesayet rejiminin ömrünün uzamasına aktif bir şekilde katkı sundu. Hatta tek “meşru bahane” haline geldi.

Bir an için PKK terörünün olmadığı geriye dönük tarih kurgusu yapsak, en ilkel ırkçı yasaklardan her türlü ayrımcılığın, ülkenin tabii demokratikleşmesi karşısında, mesela 28 Şubat sonrasında kaç sene ömrünün olabileceği sorusuna samimi bir cevap vermemiz yerinde olurdu. Son tahlilde, vesayet rejimi yıllarca kişi başına gelirin birkaç bin doları zor bulduğu bir ülkede demokratikleşmeyi bastırmanın konforunu yaşıyordu. Silahların gölge etmediği bir senaryoda, kişi başına gelirin 1980’ler ve 90’larda ABD’nin 10’da birlerinden 2000’lerde dörtte birine çıktığı bir Türkiye’de demokrasi talebini baskılamak imkânsızdı.

Ancak PKK’nın varlığı sadece üç sonuca yol açtı. Birincisi Türkiye’nin post-Kemalist bir döneme geçerek normalleşme sancılarının sona ermemesinin teminatlarından birisi oldu. İkincisi, Kürtlerin, Türkiye’nin periferideki “sessiz yığınlarıyla” birlikte merkeze doğru demokratik yürüyüşünü engelleyerek hem Kürtlerin hem de Türkiye’nin tam bir demokratikleşme ile buluşmasını engelledi. Üçüncüsü, toplumun ezici çoğunluğunun barışık olmadığı resmî ideolojinin ve kurumsal aklının kaldıracına dönüşerek “sivil bir Kemalizm” üretilmesine yardımcı oldu. Bu da anti-demokratik eksenin belli ölçüde toplumsallaşmasını sağladı. Basit bir hatırlatma ve örnekle durumu özetlersek, 2010 Anayasa değişikliği sırasında parti kapatmalarını fiilen imkânsız hale getirecek maddeyi bu zihniyet desteklemeyerek paketten düşmesini sağlamıştı. Referandum paketinden düşen o maddenin tek başına siyasal ve kültürel hikâyesi, PKK zihin dünyasını anlamak ve oynadığı rolü açıklamak için yeterli olabilir.

Gelinen noktada, Türkiye içerisinde vesayet rejimiyle el ele vererek sebep oldukları demokratik maliyet yetmiyormuş gibi, son 10 yıldır, Kürt meselesini taşıyamayacakları bir “jeopolitik soruna” dönüştürme girişimiyle de yeni bir kriz alanına sebep oldular. Soğuk Savaş döneminde, özünde Rusya’nın rahminde, Türkiye’de askeri vesayet düzeninin ağır tahriklerinin zemininde ve Baas rejiminin kanatları altında oluşan “Marksist” bir örgüt, Amerika’nın lejyoner askerleri olarak sürecini hitama erdirdi. PKK artık ne Diyarbakır’dan gelecek bir habere ne de Ankara’dan duyacağı bir söze, Washington’dan gelecek bir emire kulak kabartan bir devre mülk yapı halindedir. Ne yapacağı, nerede duracağı CENTCOM’dan bir albayın uhdesindedir.

Gelinen noktada, Blackwater, DnCorp, Wagner, G4S veya Triple Canopy ne kadar bir davayı temsil ediyorsa PKK da o kadar siyasal bir sorunla ünsiyet halindedir. Cezaevi işletmeciliğinden jeopolitik bir anlam, bölgesel yönetim çıkarma, hatta abartarak jeopolitik bir aktör olma girişiminin en başta Diyarbakır’daki, İstanbul’daki, Halep ve Şam’daki bir Kürdün gündemiyle ünsiyeti bulunmamaktadır. Kaldı ki bu yeni bir gelişme de değildir. Özellikle Suriye’de, PKK’nın, Kürtler Baas rejiminin zulmü altında akıl almaz muamelelere maruz kalırken aynı rejimin himayesinde “Kürtler adına Ankara’ya karşı mücadele” verdiğine inananlar bugün de Washington’ın himayesinde PKK’nın bir düzen kurabileceğini ümit ediyorlar.

Kısa vadede bu “ümide” dair bazı inişli çıkışlı gelişmeler olabilir. Ancak orta ve uzun vadede, Şam’ı unutup Rojava ütopyasına sıkışan PKK aklının, siyasallaşmadığı ve normalleşmediği sürece, Suriye’de Türkiye’dekine benzer bir düzleme oturması kaçınılmaz olacaktır. Kaldı ki PKK’nın kendi dünyasında sofistike bir anlam yüklediği, yaşandığı dönemde birçok aklı başında olduğu zannedilen isim tarafından da akla ziyan bir şekilde kavramsallaştırmaya çalışılan “hendek stratejisi”ni aşamayan düzeyde bir Suriye yaklaşımı var. Dün “hendek stratejisi” ne kadar ciddiye alınacak bir aklın ve yaklaşımın ürünü idiyse, bugün de PKK üzerinden abartılı Suriye analizleri o kadar ciddiye alınabilir. 1980’lerden bu yana Baas rejimiyle sürdürdüğü iş birliğini, Esed’in on milyonları yerinden ettiği, 1 milyon insanı katlettiği yıllarda da sürdüren PKK’nın, çöken Şam rejiminin enkazından kurtulabilmesinin tek yolu, içinde 40 yıl yaşadığı dünyanın değiştiğini anlamasıyla mümkündür.

PKK, yani Kürdistan İşçi Partisi, isminin açılımı ve bağlamı ile hiçbir zaman ünsiyet kur(a)mamış bir örgüt. İsimler önemlidir. Kabaca kimliğiniz, sahiciliğiniz, hikâyenize, söylediklerinize ve gizlediklerinize dair bir fikir verir. Mesela bugün ismi fazlasıyla duyulan HTŞ, yani Şam Kurtuluş Heyeti’nin, ismiyle müsemma bir yapı olduğu teyit edildi. Silahlı bir mücadele verdi, oldukça sorunlu bir yapının içerisinden yeşermeyi başardı, ilk normalleşme ve siyasallaşma fırsatını yakaladığında da heba etmedi. Bu fırsatı önce İdlib’de kullandı. Değişimin ve siyasallaşmanın ödülünü de fazlasıyla aldı. Şimdi Şam’da birçok kişiyi şaşırtan sahnelerin yol taşlarını İdlib’de yaşanan dönüşüm döşedi. En azından bugün için isminin vaat ettiği misyonu tamamlamış oldu.

Aynı dönemde PKK’nın da bu şansı vardı. Hatta böylesi bir fırsatın kendisine sunulduğunu da şimdilerde öğreniyoruz. Ancak açılan bu krediyi bir siyasi yatırama dönüştürerek değerlendirmek yerine, kendi kendisine ördüğü Rojava ve Amerika ile “ortaklık” ütopyasının cazibesi değişime ve dönüşüme galebe çaldı. Üstelik bu ütopyaya olan inançlarını; deglobalizasyon sürecinin kendisini hissettirdiği, multipolar küresel eğilimlerin yükseldiği, Esed rejiminin tamamen felç olduğu, Suriye’de Türkiye dışındaki dört aktörün fiilen birbirleriyle savaşır (Rusya-ABD-İran-İsrail) hale geldiği ve yanı başlarında İdlib’deki değişim hayata geçerken korumayı da başardılar. Şimdi son bir umut ya da fırsat penceresi yeni Şam yönetimiyle önlerinde duruyor.

PKK, yıllardır inşa ettiği anakronik “örgüt dünyasından” çıkabilir mi, kendisini hapsettiği “dağdan inebilir mi”, silahla ve vekaleten var olmanın kolaycılığından kurtulup “siyasetin ciddiyeti ve sorumluluğuyla” buluşabilir mi? Bu soruların hiçbirisi yeni değil. Yeni olan, PKK’nın artık “konvansiyonel” olarak üzerine oturabileceği ne bir sorun alanı var ne bölge var ne de ortaklık zemini. Bu gerçekle yüzleşmekte sadece PKK zorlanmayacaktır. PKK dünyasında yaşayan ve normalleşmeye en az örgüt kadar direnen sivil ergen akıl da “konvansiyonel” zeminin ortadan kalktığı gerçeğini sindirmekte zorlanacaktır.

“Türkiyelileşme” projesi çerçevesinde Kürt seçmene ilk “kayyum dalgasını” başlatan bu “aklın”, bu süreçte ifsat edici etkisini sınırlayacak tek şey tabii Kürtlüğün ve Türklüğün sahici bir şekilde yeni umudun yol haritasını şekillendirmeleri olmalıdır. Bu imkân hiçbir dönemde olmadığı kadar bugün var görünmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasında çerçevesini koyduğu bu “tabii Türklük ve Kürtlük” tarihi bugün de yeni kırılma noktasında ortak zemin inşa kudretine sahip görünmektedir.

Beklenen Öcalan’ın silahsızlanma çağrısına yönelik değerlendirmelerin de aynı imkân içerisinde ele alınması gerekiyor. Eğer süreç Bahçeli’nin dile getirdiği genel çerçevede hayata geçerse, en hayati gelişme Öcalan’ın İmralı’dan çıkması olacaktır. Zira bu gelişmenin yanında silahsızlanma da gerçekleşirse PKK meselesinde çok büyük bir mesafe alınacaktır. Ancak silahsızlanma istendiği gibi olmasa veya gecikse ya da bu türden örgütlerin yeni yapılar doğurmasıyla sonuçlansa dahi amaç büyük ölçüde hasıl olacaktır. Çünkü Öcalan’ın (doğal olarak birçok siyasi elitin de) serbest olduğu bir düzlemde PKK istese de uzun süre kendi hapishanesinde kalmaya devam edemez. “Dışarıdaki Öcalan”ın etkileşimlerinin oluşturacağı baskı PKK’nın tabii sönümlenmesinin ya da Kürtlerle son bağını da kopararak eksiksiz bir taşeron yapıya dönüşmesinin önünü açacaktır. Bu perspektiften bakınca, yeni sürecin Öcalan ayağındaki gelişme, başarı veya başarısızlık ihtimallerine değil tek bir neticeye yatırım anlamına gelebilir.