28 Mart 2025 Cuma

Silah bırakmamak için mazeretler, bırakmak için akıl ve sorumluluk gerekir Adnan Boynukara/27/03/2025

“Geçmişin arabalarıyla hiçbir yere gidemezsiniz…”

Maksim Gorki Türkiye’nin son 40 yılına damgasını vuran ana konulardan birisi, PKK’nın yürüttüğü terör faaliyetleri. Tabii mesele, yalnızca güvenlik boyutuyla değil, siyasi, ekonomik ve toplumsal yansımalarıyla da kapsamlı bir şekilde ortada duruyor. Terör faaliyetlerinden kaynaklı sorunların tümünü konuşmanın yolu, silahın devreden çıkmasıyla doğrudan ilgili. Silahın aradan çıkmasının en temel çıktısı, var olan sorunlar yumağını konuşabilmek ve çözüm üretmek. Bu nedenle, Öcalan’ın “Örgütün kuruluş sürecindeki gerekçeler ortadan kalktı, silahı bırakın ve örgütü feshedin” çağrısı anlamlı. Bahsettiğimiz konu sıradan bir talep olmaktan öte, yaşadığımız dönemin ruhunun, jeopolitik ihtiyaçların, tarihi koşulların ve toplumsal dönüşümün gereği olarak yapılmış bir çağrı.

MAZERET ÜRETME MEKANİZMASI

Çağrının içeriği gayet açık. Neyin konuşulduğu ve yol haritası gayet net. Buna rağmen mazeret üreten yaklaşım sahiplerinin neye hizmet ettikleri onların sorunu. Bu ülkenin insanları, bahsettiğimiz mazeret üreten yaklaşımı ve mazeretçileri gayet iyi tanıyor. İsterseniz Şubat 2015 sürecini hatırlayalım.

Türkiye’nin çözüm sürecinde iki açıklama yapıldı. İlki Mart 2013’te, “örgütün silah bırakıp yurt dışına çıkmasını” içeren açıklamaydı. İkincisi ise 28 Şubat 2015’te yapılan ve örgütün, “Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı silah kullanmaya son vermesi” çağrısıydı. Bu iki açıklama da örgüt kurucusunun pozisyonunu ortaya koyan metinlerdi. Siyasal parti adına süreç içinde sorumluluk almış olan kişiler ve Kandil’dekiler gayet iyi biliyor. Bugünlerde sergilenen mazeretlerin ana kaynağını, motivasyonunu anlayabilmek için 28 Şubat 2015’ten sonra örgütün yaptığı açıklamaları ve ürettikleri mazeretleri hatırlamakta yarar var.

DOLMABAHÇE AÇIKLAMASI SONRASI NELER OLMUŞTU?

28 Şubat 2015: Dolmabahçe’de PKK’nın silah bırakmasına ilişkin çağrı yapıldı.

28 Şubat 2015: KCK üyesi Mustafa Karasu, Dolmabahçe’de yapılan silah bırakma çağrısından hemen sonra, “Hükümet eğer ciddi ise bizi Öcalan ile görüştürsün” şeklinde bir açıklamada bulundu. Açıklamanın devamında ise “Bu sorun çözülmeden PKK silah bırakacak, PKK kongre yapıp silah bırakma kararı alacak biçimindeki yaklaşımlar demagojidir” ifadesini kullandı. Örgütünün farklı kanadının sesi olan Karasu daha da ileri giderek; “Şimdi Kürt sorununun çözümü tartışılıyor, hatta AKP tarafından PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakacağı algısı yaratılmaya çalışılıyor. Apo’yla PKK arasında görüşme olmadan, bu sorun çözülmeden, PKK silah bırakacak, PKK kongre yapıp silah bırakma kararı alacak biçimindeki yaklaşımlar demagojidir…” sözleriyle çözümsüzlüğün temsilcisi olduklarını ortaya koymuştu.

5 Mart 2015: Cemil Bayık “Önce çözüm, daha sonra silah bırakılacak” dedi. 11 Mart 2015: Cemil Bayık ve Bese Hozat: “PKK silah bırakacak açıklamaları, AK Parti’nin seçim propagandasıdır” demişlerdi. Bu iki isim, “silahların ancak Öcalan’ın bizzat katılacağı bir kongrede karara bağlanabileceğini” söylemişti. “PKK bu kararı Öcalan serbest kalmadan açıklamayacak. Bu adımları atmadan hareketimize, halka, Türkiye demokrasi güçlerine güven vermeden kongrenin toplanması, kongrenin onların belirttiği gibi kararlar alması düşünülemez” ifadeleri kullanılmıştı.

Bir gazetecinin Cemil Bayık’a; “Öcalan kongreye telekonferansla katılsa ya da mesaj gönderse, bu, Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin bırakılması kararı almanız için yeterli olur mu?” sorusuna Bayık; “Hayır. Biz istediğimiz zaman kongre yaparız, ama bu kararı Önderlik bizzat gerillayla buluşmadan almayız” diyor. Bese Hozat; “Gerçekçi bakıldığında, çözüm sürecinin dışarıda sürdürülmesinin koşulları hazırlanmamıştır. Süreci baş müzakereci olarak Önderliğimiz İmralı’dan yürütecek. Ama çok doğal olarak, bir kongre toplayacaksak, Önderliğimizin bu kongreye hitap etmesi gerekir” ifadesini kullanıyor.

12 Mart 2015 günü Sabri Ok; “28 Şubat Dolmabahçe açıklamasının ardından anlaşma, barış olmuş veya çözüm için yeni bir adım atılmış değil. PKK silah bırakıyor açıklamaları dogmatik bir kesimin görüşleridir…” diyerek tavrını göstermişti.

MAZERET ÜRETMENİN SONUÇLARI

Bu açıklamalar dikkate alındığında, örgütünün “silah bırakma” çağrısını boşa çıkarmak için teknik olarak mümkün olmayan koşullar öne sürdüğü ve mazeret ürettiği görülür. Bu tutum, “ipe un serme”dir. 28 Şubat 2015 tarihinde Dolmabahçe’de yapılan açıklamanın odağındaki tek konu, örgütün toplanıp silahı bıraktığını açıklamasıydı. Bu, halkın da talebi ve beklentisiydi. Başka bir ifadeyle, konuşmak için silahın ve şiddetin araç olmaktan çıkmasıydı. Bu talebe karşılık Kandil, “Biz yokuz” demek yerine mazeretler üretmeyi tercih etti.

Peki ne oldu? Örgüt, özyönetim ilan etme talimatı verdi. Örgütün talimatı, kimi isimler tarafından hayata geçirilmek istendi. Kandil bir adım daha atarak, terörü şehirlere indirmeyi denedi. ‘Kurtarılmış bölgeler’ oluşturarak zafiyet olduğu algısını yaymaya çalıştı. Kandil’in bu tutumu, binlerce insanın yaşamına, şehirlerin harap olmasına mal oldu. Kürtlerin geniş bir kesimi örgütün varlığını ve neye hizmet ettiğini sorgulamaya başladı. Çözüm süreciyle ilgili her gün açıklama yapan Kandil’deki isimler, bu olayların sonucunda suskunluğa büründüler ve görünmez oldular.

BUGÜN OLAN NE?

Bugün olan, Kandil’in dünü tekrarlaması. Hepimiz biliyoruz ki görüşmelerin, dolayısıyla da sürecin temel konusu, silahın bırakılmasıdır. Çünkü silah bırakıldıktan sonra konuşacağımız çok şey olacak. Fakat öncelik silahın aradan çıkması. Bunu, örgüt lideri açık açık ifade etti. O zaman ya örgüt liderinin yazdığı metnin gereği yapılacak ya da örgüt liderinin ve onun yazdığı metnin kabul edilmediği söylenecek. Bu ciddi bir konu ve konuşulmamış talepler üzerinden yönetilecek bir mesele değil. Hele hele bu tür konuları iç siyasi polemiklere ve kısır tartışmalara meze etmek kabul edilemez. İnsanımızın can ve mal emniyeti için önemli olan bu konu çok değerli. Hiç kimse atılan adımı istismar etmesin, Kürtleri ateş hattında tutmasın ve Kürtler üzerinde vesayet kurmasın.

Sürece ilişkin ilk adım açıklamaydı, ikinci adım ise örgütün fesih karar alması. Beklenen bu. Siyasetin yapacağı işlerin tümü, örgüte ilişkin karar alındıktan sonra başlayacak. Bahçeli’nin açıklaması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onayı ve desteğiyle başlayan süreç konusunda hükümet ve ilgili kurumlar oldukça kararlı. Örgütten kimi isimler ise hem konuyu dağıtıyor hem çağrıyı sulandırıyor hem de Öcalan’ın çağrısını gölgeliyor. “Öcalan İrademiz, karar verici Öcalan ve Öcalan’ın çağrısının arkasındayız” sözlerinin bir anlamı yok. Yapılacak tek bir anlamlı iş var, o da çağrının gereğinin yapılması. Beklenen ve istenen bu.

İHTİYACIMIZ OLAN, SAHİCİ BİR SORUMLULUK

Örgütün toplanıp toplanmayacağı elbette onların kararı. Ama çözüm için uzatılan elin ikinci kez geri itildiği kayda girecektir. Mazeret üretmek yerine, silahın neden bırakılmak istenmediği ve fesih kararı çağrısına neden olumsuz bakıldığının açıklanması daha doğru olur. Çünkü bu tüm ülkeyi ilgilendiriyor. Silahı kullanma kararından daha kıymetli olan, bırakma kararıdır. Çağrı, sadece örgütün feshi meselesini değil; aynı zamanda bu karar sonrası sivil siyasi mücadeleyi de içeriyor. Siyasi mücadele ise siyaset üreterek ve koşullara uyarlanarak yürütülür. Tarihin akış yönüne uygun bir taktik ve strateji geliştiremeyenler, önlerine düştükleri kitleleri hedefe değil uçuruma sürüklerler. Bunun olmamasının yolu ise Kandil’in örgüt liderinin çağrısı ve gerekçelerini doğru okuması, uzatılan ele el uzatması ve yarına izin vermesidir.

Bundan sonrası kolay olan. Ülkede ve bölgede yaşayan tüm halkların nasıl bir ortak gelecek inşa edeceği; karşılıklı anlayış ve empati içinde, demokratik zeminde, konuşarak, birbirini ikna ederek ama suhuletle ve sabırla belirlenecektir. Böyle bir süreçte her bir siyasi aktör, grup, çevre, birey, eşit koşullarda fikrini sergileyerek zaman içinde olgunlaşacak bir ortak zeminde buluşacaktır. Örgüt/Kandil silahı bırakma kararı alsa da almasa da böyle olacaktır. Bu tarihten sonra halkların ortak iradesiyle şekillenecek bir süreç başlayacaktır. Hiç kimsenin birilerinin adına konuşma hakkı ve yetkisinin olmadığı bir süreç. Şunu açıklıkla ifade etmekte yarar var: Mesele bir ‘zafer’ veya ‘yenilgi’ değil. Mesele bir ‘savaş’ veya ‘iç savaş’ da değil. Mesele, geçen yüzyılın yükünü sırtlamadan, bambaşka bir dünyada yeni bir ortak yaşam iklimini inşa etmek ve bu inşa için geçmişten ders çıkartıp geleceğe odaklanmaktır. Bu ise sahici bir sorumluluk gerektiriyor.

Umarım geçmiş dönemde yapılan hatalar yapılmaz ve “biz” olarak kendi meselelerimizi konuşacağımız bir ikilimin oluşması için süreç selametle ilerler. Çünkü bu, kaybedeni ve ötekisi olmayan bir süreç. Kayıpsız, ötekisiz Türkiye ve bölge oluşturmanın dışında bir hedefi yok. Hem Türkler hem Kürtler hem Araplar ve hem de bölgenin bütün halkları için…

25 Mart 2025 Salı

Yeryüzünde kargaşa çıktı ancak işler yolunda değil! Abdulbaki Değer-25/03/2025

Kurumların siyasi mühendislik için bir aparata dönüştürülmesi her açıdan yanlıştır. Yanlışı tevile dönük her girişim de gayrı ahlakidir. Son dönemde yaşananlar maalesef ibretliktir. Bu kaydı düştükten sonra Türkiye’de meseleyi bir iktidar kavgası olarak betimleyen, tartışmayı oraya hapseden mevcut işleyişin oluşan maliyeti nasıl görünmez kıldığı üzerinde ciddiyetle durmamızda yarar var.

Mao’nun “yeryüzünde kargaşa çıktı, dolayısıyla işler yolunda” dediği söylenir. Çıkan kargaşa ortamının radikal sol siyaset için uygun koşullar oluşturduğunu belirten bu sözleri kendi gerçekliğimize transfer ettiğimizde işin başka bir boyutu karşımıza çıkıyor. Türkiye’de herhangi bir siyasetin zemin bulması için değil doğrudan iktidarın temini veya sürekliliği için kargaşa çıkarılması şeklinde bir yönetsel gelenek var. Bu gelenek zaman zaman tartışmaya konu edilse de Türkiye’nin parçalı yapısı maalesef geleneği yaşatmak için son derece elverişli bir ortam hazırlıyor. Diploma iptali dolayımında yaşadığımız süreç, kargaşa çıkarılması ve bunun için normal şartlarda kargaşa önleme mekanizmaları olarak var olan ve bu yönde işlev görmesi beklenen yapılar üzerinden işliyor.

Geldiğimiz yer, acı gerçeğin altını çizmemizi zor ve zorunlu kılıyor: Anlamlı bir düzenin unsurları olması gereken kurumsal yapıların neredeyse tümü tam da düzenin belirli şekilde çalışması için ayarlandıkları gerçeğidir. Normal koşullarda Türkiye’nin sağlıklı bir mesafe alışı, devlet organizasyonunun mütemmim parçaları olan kurumsal yapıların yerli yerine oturtularak topluma gelişip serpilme imkânı sağlayacak bir dengeye getirilmesi ile ilintilidir. Devleti bir imtiyaz aygıtı olmaktan çıkaracak dolayısıyla ülkeyi taht kavgalarının kışkırtıcı odağı olmaktan alıkoyacak bir mücadele yürütülmesi gerekirken maalesef her adımda bu geleneğin öldürücü ayaklanışına şahitlik ediyoruz. Ülkenin takatsiz düşüşü, devletin kapanın elinde kalan bir özel mülk olarak algılanması ile doğrudan bağlantılıdır.

İktidar savaşlarının kızıştığı durumlarda, işleyişin nasıl ölçü tanımaz bir hale geldiği insanlık tarihinin en sevimsiz gerçeği olarak bilinmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’deki tablonun da bunun son sürümlerinden birisi olduğunu söylemek mümkündür. Tablo ne söylersek söyleyelim, ne yana çekersek çekelim özü itibariyle budur. Bunun böyle olmadığı hukuk sistematiği üzerinden meşrulaştırmaya çalışılsa da yapılıp edilenlerin birer siyasal mühendislik faaliyeti olduğu ortadadır. Nitekim yapılıp edilenlerin meşrulaştırımına yönelik özenli bir çabanın varlığından bahsetmek de mümkün değildir. Zaten yapılıp edilenleri bir güç gösterisi olmanın ötesinde değerlendirmek ancak gerçekliğe gözlerimizi kapamakla mümkündür.

Bu yüzden bizim için, Türkiye için en kritik ve hayati nokta burasıdır. Herhangi bir hadde bağlı olmayan bir iktidar mücadelesinin gösterdiklerine, ima ettiklerine ciddiyetle bakmak gerekiyor. Basit gibi görünen bu gerçek, hayatın tüm akışını tayin eden belirleyici bir unsur olarak öne çıkıyor. Belirli angajman kurallarının geçerli olmadığı, ortak normların tartışmaya açıldığı, kurumsal yapıların iktidar aracına dönüştüğü bir vasatta anlamlı bir düzen tesisinden, insani ve ahlaki kapasitemizi geliştiren bir yaşam alanından bahsetmek nasıl mümkün olacak? Geldiğimiz noktada karşı karşıya olduğumuz acı ve temel gerçek maalesef budur. Küresel ölçekte herhangi bir ilkesel sınırlamaya tabi olmayan mutlak gücün hoyratlığında seyreden günümüz dünyası, bu haliyle içerde yapılanlar meşrulaştırıldığında veya bu haliyle yapılanların meşrulaştırımına yol verecek bir performans sergilendiğinde kim, kimi, neyle, nasıl yargılayacak? Eleştiri hangi zemin üzerinden hayat bulacak? Nereye yaslanarak yapılıp edilenler değerlendirilecek?

Belirleyici olanın güç olduğu, önemli olanın iktidar istenci olduğu ve bunun için her şeyin meşru olduğu yerde Serengeti düzlüklerinde işleyen bir yaşam formuna mahkûm edildiğimizi görmek durumundayız. Hobbesvari bir “doğa durumu”na bizi geri fırlatan bu gerçeklik, ülkeyi güvensiz, istikrarsız ve yaşanmaz kıldığı gibi insanların aidiyet duygusuna da darbe indirmektedir. Hele hele yeni çözüm sürecinin konuşulduğu bir eşikte bu yaşananlar, bu şekilde yaşananlar göz önüne alındığında. Usulün gözetilmediği, normların geçersizleştiği, keyfiliğin alan genişlettiği yerde meseleyi sadece oluşan kargaşayla sınırlı görmek hem aşırı yüzeysel hem de çok yanıltıcıdır. Burada çok daha derin bir krizle karşı karşıyayız. Kargaşaya yol veren şey normlara, ortak bir düzene olan inancın tahrip ediliyor olmasıdır. İlke ve değer sisteminin çözülüşünden, çöküşünden kaynaklı bir düzensizlik hali yaşıyoruz şu an. İlkelerin, kuralların bağlayıcılığı kalmadığında veya kurumsal yapılar belirli amaçları gerçekleştirmek üzere araçsallaştırıldıklarında bunun Türkiye için ciddi bir varoluş tehdidi anlamına geldiği açıktır.

Bunun çıkardığı maliyet elde edilen veya elde tutulan iktidarın getirisinden çok daha fazladır. Dostoyevski “Tanrı yoksa her şey mübah olur” demişti. Bir sistemin meşruiyet zeminini yitirmesi, yaslandığı dayanaklardan yoksun kalması doğrudan beka meselesidir. Gerçekten de önümüzde tam da bu tarz kritik bir durum var. Normların çözüldüğü, geçerliliğini yitirdiği bir durumla karşı karşıyayız. Şu an yaşadığımız şey temelde bir egemenlik krizidir. Yeni bir egemenliğin tesis edilmeye çalışıldığı, bu egemenliğin sistematize edilmeye çalışıldığı düzen öncesi veya düzen ötesi bir noktadayız.

Schmitt’in“egemen olağanüstü hale karar verendir” şeklindeki meşhur formülasyonu malum. İstisnaya karar veren dediğimizde sadece hukuki alanı vücuda getiren ilk politik karardan bahsetmiyoruz bugün. Veya bahsetmememiz gerektiğini düşündürten bir eşiğe vardığımız noktadayız bugün. Dolayısıyla buyurgan, tahakküm arzusunda olan layusel bir “Leviathan” ile ilgili konuşmuyoruz. Bir düzenin, üzerinde insan yaşamının yükseleceği bir hayat alanının varlığına ve işleyişine kefalet edecek ve bu sürecin seyrinde kendisinin en büyük imtiyazının eşitlerden bir eşit olarak gören kurucu bir irade, otorite talebiyle yol alınması meselesi söz konusu edilmelidir. Egemen olma, kendi iktidarını garantileme dolaysıyla mevcudun yürürlükte olduğu şekliyle, yukarıda da değinildiği üzere, bir imtiyaz düzeneği olarak işlemesini istemek olarak anlaşılamaz. Türkiye, iktidar kanadının da çokça kullandığı üzere, Türkiye ötesi bir anlam merkezi olma arzusu ve çabasındaysa, gerçekten de emperyal bir takım hülyaların peşinde yol alma isteğindeyse neredeyse tek seçeneği bu tarz siyasal, kültürel yönetsel bir başarı hikâyesini hayata geçirebilmektir. Bundaki özeni, çabası ve bugün politik söylemin dolgusuna dönüştürülen “insanı yaşatma”daki ciddiyeti bu hikâyeye olan adanmışlığı üzerinden sınanmaktadır.

İnsanı yaşatmayan, yaşamdan soğutan, potansiyelini tahrip eden dolayısıyla iktidarın dehşetinden yaşama sevinicini yitirten ve vasat bir ülkenin koşullarına mahkûm eden yerde oluşan dehşeti kapatmaya dönük her türlü çaba yaşanan krizi biraz daha derinleştirmekten öte anlam taşımayacaktır. Türkiye’nin “emin” bir yer olmasına imkân vermeyen iş ve işlemler iktidar eliyle hayata geçirildiğinde, yaşama sevincini yükseltecek, uyruklarını gönendirecek bir performanstan uzak işleyişe iktidar alan açarsa kendi eliyle kendisine tuzak kurmuş demektir. Türkiye’yi ve dolayısıyla herhangi bir iktidar güçlü kılacak şey ilke ve değerlere olan bağlılığı ve bu konudaki yüksek titizliğidir. İktidar uğruna her şeyin yapılabildiği bir Türkiye’nin ne kendisine ne de iktidarda olanına bir fayda gelebilir. Anlaşılan o ki Türkiye’den kimseye özellikle de muhtaç olanlara bir fayda temin edilmemesi için canla başla çalışılıyor. Evet, kargaşa çıkıyor ve ancak Mao’nun aksine bu kargaşadan işlerin yolunda olduğuna ilişkin bir sevinç duymamızı gerektiren bir şey yok maalesef.

22 Mart 2025 Cumartesi

Zorunlu eğitimde sorun nedir veya sorun var mıdır? Abdulbaki Değer-21/03/2025 00:01

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in “zorunlu eğitimin çok uzun olduğunu düşünüyorum. Yakında bu konu tartışmaya açılabilir. Çocukları standart bir eğitim sistemine zorlamak doğru olmayabilir” değerlendirmesi çok önemli. Çünkü ciddi bir sorun alanına parmak basıyor. Zorunlu eğitim, maalesef modern dönemin tabularından birisi. Bu yüzden bu yapıyı tartışmak, gerekliliğini, varlığını sorgulamak neredeyse doğa kanununa karşı çıkmak gibi algılanıyor günümüzde. Yıllar önce 4+4+4 sistemiyle zorunlu eğitimin süresi 12 yıla çıkarıldığında mevzunun süre olmadığını, zorunlu eğitimin kendine has bir yapısı bulunduğunu, bu yüzden yapılan düzenlemenin zorunlu niteliğiyle problem teşkil ettiğini ve bunu sorgulamanın kaçınılmaz olduğunu vurgulamaya çabalamıştık. Ancak ne bizi duyan ne de neye itiraz ettiğimize kulak kesilen olmuştu. Onlarca yıl birtakım bahanelerle (örneğin kılık kıyafet) eğitime erişimin engellendiği bir ülkede, zorunlu eğitimin kendisini tartışmak, biraz fantastik tavır olarak algılanmaya müsaitti. Nitekim bizim durumumuz da biraz öyle oldu. Zorunlu eğitimin süresinin 12 yıla çıkmasının ardından alanda yaşadığımız sıkıntılar derinleşmiş, eğitimin niteliğine ilişkin yaşadığımız kriz kronikleşerek bugün masaya yatırılmayı gerektirecek boyutlara ulaşmıştır. Bu açıdan bakıldığında önemli bir sorunun görülmesi ve kamusal tartışmaya konu edilmesi çok önemlidir. Ancak önemli bir sorunun tartışmaya konu edilmesiyle anlamlı bir çözüme kavuşturulması arasında çok uzun bir mesafe olduğunu unutmamak lazım.

***

Eskiden, güvenlik meselesinin güvenlik güçlerine bırakılmayacak kadar önemli olduğu belirtilirdi. Aynı şey fazlasıyla eğitim alanı için de geçerli. Bu yüzden eğitim tartışmasına akademinin, sivil toplum yapılarının katkısı hayati önem taşımaktadır. Bu vesileyle birkaç hususa değinmekte yarar görüyorum. Zorunlu eğitim, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana uygulamada olan evrensel bir kültürel form olarak düşünülmemeli. Zorunlu eğitim, temelde yaklaşık iki yüzyıllık mazisi olan bir düzenekten bahsediyoruz. Modern dönemin koşullarıyla bağlantılı. Dolayısıyla muayyen bir zaman ve zeminle ilintili bir yapıdan bahsediyoruz.

***

Homojen bir nüfus oluşturmaya yatkın modern devlet, itaatkâr ve üretken işgücü talep eden sanayiye dayalı ekonomik gerçeklik, matbaaya da imkân veren teknolojik gelişmeler ve Aydınlanma’yla yaygınlaşan düşünsel-felsefi anlayış (özellikle pozitivist damarı) zorunlu eğitimi hem mümkün hem de motive eden temel yapısal dinamikler olarak öne çıktılar. Bu gelişmelerin şekillendirdiği zorunlu eğitim uygulaması temel eğitimden başlayarak hem süre hem de bünyesine kattığı nüfus açısından genişleyerek bugüne kadar geldi. 4-5 yılı kapsayan ve genelde merkezden başlayarak taşraya seyreden yayılımı süre olarak bugün itibarıyla ülkemizde 12 yıla çıkmış durumda.

***

Geldiğimiz noktada zorunlu eğitimin varlık koşullarında köklü başkalaşım gerçekleşti. Modern ulus devlet ve vatandaşlık kurgusu, toplumsal mühendislik uygulamalarının yaygın olduğu dönemden önemli ölçüde farklılaşıyor. Ekonomik alanda yaşanan başkalaşım sadece toplumsal hayatı değil aynı zamanda meslekleri, ihtiyaç duyulan becerileri bambaşka bir noktaya sürüklemiş durumda. Çok ciddi ve yapısal kırılmalara sebebiyet veren önemli bir husus ise teknolojik-bilimsel alandaki hızlı ve büyük devinim. Teknolojik gelişmeler sadece bilginin ölçü tanımayan artışına yol vermiyor aynı zamanda yeni tekno-gerçeklik, bilgiyle kurduğumuz ilişkiyi büsbütün başkalaştırıyor. Konvansiyonel bilgi aktarım düzenleri gün geçtikçe anlamsızlaşıyor, işlevsizleşiyor. Modern okulların zaten doğalarında bulunan kapatılma kurumu olma hüviyetleri yeni gerçeklikle gittikçe daha fazla görünür oluyor, daha çok göze batıyor. Düşünsel-felsefi anlayışta da çoğulculuk, farklılık, post-pozitivist anlayışlar tekçi, katı yapılar üzerinde yıkıcı bir basınç oluşturuyor. Marx’ın ifadesiyle katı olan her şey buharlaşıyor. Bu gerçeklik dikkate alındığında, zorunlu eğitim formu tarihsel olarak miadını doldurmuş bir yapı olarak hayatımıza uzanmış durumda.

Eğitim alanındaki manzara böyle, ancak bununla sınırlı görmek gerçekliği görmemek anlamına gelir. Zorunlu eğitimi konuşmak, sayın bakanın ifadesiyle “çocukları standart bir eğitim sistemine zorlamak doğru olmayabilir” meselesi, zorunlu eğitimin süresini azaltmakta tüketilebilecek bir mevzu değil. “Zorunlu eğitimin süresi ne olsun” tartışması daima bir yüzü pedagojik, bir yüzü politik olan bir tartışmadır ve matematiksel bir işlemle tasarlanabilecek ve nihayete erdirebilecek bir nitelikte değildir. Bu işin bir yönü. Diğer çok önemli bir yönü ise zorunlu eğitimin, ülkemizde maalesef çok konuşulmayan modern hayat organizasyonu içinde yaşam alanı buluyor olmasıdır. Türkiye’de (dünyanın genelinde de denilebilir) belirli yaş aralığındaki milyonlarca çocuğun yaşam döngüsü, ev ve okul düzlemine yerleştirilmiş durumdadır. Bu ikili yapı dışında yaygın, erişilebilir bir hayat tanziminden bahsetmenin imkânı maalesef söz konusu değil. Milyonlarca öğrencinin gündelik hayatını güvenli bir şekilde geçireceği yer eğitim ortamlarıdır. Sosyalleşecekleri, oynayacakları, eğlenecekleri, eğitim alacakları yer, okul olarak planlanmıştır. Dolayısıyla hem hayat tanziminin fiilî işleyişi hem yasal zorunluluklar zorunlu eğitimi tahkim etmektedir. Ayrıca eğitimde devlet tekeli, diploma-sertifikasyon sisteminin zorunlu okula iliştirilmiş yapısı, okul dışındaki bir arayışı olanaksız hatta gayrimeşru kılmaktadır. Okuldan atılmak, okul dışında kalmak çoğu öğrenci ve aile için fiilen lanetlenmek anlamına gelmektedir.

***

Bu şartlar içerisinde zorunlu eğitimi tartışmak, hayatı bütünlüklü bir hâlde ele aldığımızda anlamlıdır ancak. Zorunlu eğitim, esas itibarıyla modern devlet ve toplum ilişkisinde güvensizlik zemininde hayat bulmuş ve yaygınlaşma sürecini bu güvensizliğin tahkimine borçludur. Toplumsal hayatta pek çok yapı (cemaat, cami, aile vs.) tarafından üstlenilmiş fonksiyon oralardan alınmış ve okula aktarılmıştır. O yüzden okul kendisine bindirilmiş bu ek işlevlerin altında kımıldayamaz hâldedir. Altına girdiği yükü kaldıracak kapasitesi olmadığı gibi destekleyici yapıların çoğu işlevsizleşmiş, gayrimeşrulaştırılmış ve çözülmeye terk edilmiştir. Bu hatta sorunsallaştırılması gereken önemli bir nokta var ancak yukarıda da değindiğim üzere mevcut eğitim kavrayışımızla bu tip tartışmaları yapacak düzeyin çok uzağındayız. Modern devlette toplum, inşa edilmek üzere operasyona alınan bir nesnedir. Bu tip konumlanmalar, modernist kabuller açığa çıkarılıp yüzleşilmediğinde hayatın açık ve örtük amaçlar doğrultusunda zorunlu eğitim parkuruna yönlendirildiğini fark etmek mümkün olmuyor. Okul “makbul vatandaş” üretim istasyonuna çevrilmiş, alanda bilgi tekeline gidilmiş ve alternatif yolların tümü devletin ideolojik-baskı aygıtları üzerinden özenle kapatılmıştır. Yazının başında değinilen tarihsel-toplumsal dönüşümleri burada sıralanan hususlarla etkileşim içinde değerlendirmeyen bir zorunlu eğitim tartışması ve düzenlemesi beyhude bir girişime dönüşecektir. Üstelik gerçekten de yapılması gereken bir zorunlu eğitim tartışmasından da bizi yoksun bırakacaktır. Modern hayatın en önemli fetişlerinden birisi olan zorunlu eğitimi kollayan bu görünmez duvarları aşarak tartışmak zaten neredeyse imkânsız kılınmış durumdadır. Yaşadığımız modern kent hayatının tanzimi de bu mecburiyeti fiilen pekiştirerek kaçınılmaz bir düzenlemeye çevirmiştir. Öğrenciler, çocuklar için okul dışı hangi yaşam alanları oluşturduğumuzu düşünerek zorunlu eğitimin süresinin kısaltılmasından bahsediyoruz? Bugün kentlerimizin hangisinde çocuklarımızın güvenle ve rahatlıkla gidebileceği kültür-sanat-spor merkezleri var? Her çocuk gerçekten de kendi ilgi, istidat ve kabiliyeti doğrultusunda gelişebileceği olanaklara rahatlıkla ulaşabiliyor mu? Soruları uzatmak mümkün. Ancak zorunlu eğitimin zannettiğimizden daha geniş ve derin bağlantıları olan bir duruma işaret ettiğinin altını çizmek ve kamusal bir tartışma için genel bir çerçeve sunmak açısından bu kadarının yeterli olduğunu zannediyorum. Gerçekten de konuştuğumuz mesele zannettiğimizden büyük bir mesele ve tam da bu yüzden hazır cevaplardan, çözümlerden önce ciddi konuşulmaya, tartışılmaya muhtaç olduğumuz bir mesele. Üstelik sadece ülkemizde değil tüm dünyada böyle.

21 Mart 2025 Cuma

Türkiye'nin son Şam Büyükelçisi Ömer Önhon: 'YPG eşittir PKK' söylemini bir kenara bıraktık; Türkiye El Şara ve Mazlum Abdi'ye meşruiyet verdi- Cansu Çamlıbel ve Ömer Önhon/21 Mart 2025

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en önemli siyasi rakiplerinden biri olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile birlikte 106 kişiye yapılan şafak göz altısı ülke gündeminin orta yerini yangın yerine çevirdiği için bu mülakatı dört gündür bekletiyorduk. Türkiye’nin içine sürüklendiği siyasi evreye ilişkin kaygılarımız tavan yapmışken yeni Suriye’nin nasıl bir ülke olacağına dair bir fikir jimnastiği okumak istemezsiniz diye düşündüm. Ancak biraz daha soğukkanlı bir yerden bakmaya çalışınca insan, Türkiye ve Suriye içinde yaşananlar arasındaki paralelliğin Kürt meselesiyle sınırlı olmadığı duygusuna kapılıyor. Sanki iki ülkenin kaderleri aynı yerden ilmek ilmek örülüyor.

Bu arada Türkiye’de medya üzerindeki baskının şiddeti de arttırıldığı için çetrefilli konular çoğu kez hükümetin çizdiği sınırların dışında derinlemesine tartışılmıyor. Geçen hafta Suriye’nin geçici devlet başkanı konumundaki HTŞ lideri Ahmet El Şara ile YPG omurgası üzerine oturan Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) Komutanı Mazlum Abdi Kobani arasında imzalanan o meşhur protokol de bu karambolde ‘normalize’ edildi. SDG silah bırakıp Suriye ordusuna entegre oluyordu, Türkiye daha ne istesindi!

Aynı metne bakınca tam olarak aynı sonuca varamayan kimseler arasında Türkiye’nin son Şam Büyükelçisi Ömer Önhon da var. Türkiye’nin Şam’da yeni bir büyükelçisi olduğunu hatırlatarak, Önhon için ‘son büyükelçi’ tanımlaması yapmama itiraz edecekler için izahatımı baştan yapayım. Erdoğan hükümeti Esad rejimi devrildikten sonra Türkiye’nin Suriye Büyükelçiliğini 12 yıl aradan sonra yeniden açtı ama Şam’a büyükelçi değil geçici maslahatgüzar atadı. Bu ara formülle Ankara şimdilik HTŞ’yi tanıma ya da tanımama tartışmasını derin dondurucuya atmış oldu. Dolayısıyla da Ömer Önhon hakiki manada son büyükelçidir, hem de sıfatının altını dolduran bir kariyer diplomatıdır.

Önhon, HTŞ-SDG mutabakatı ile Mazlum Abdi’nin El Şara’nın başında bulunduğu Şam yönetimi tarafından Suriye’deki tüm Kürtlerin temsilcisi olarak kabul edildiğini, SDG’nin meşruiyetinin tescil edildiğini söylüyor. Daha önemlisi, Ankara’nın da verdiği olumlu tepkilerle Mazlum Kobani’yi Suriye’de ‘meşru bir aktör’ olarak tescil ettiğine dikkat çekiyor. Önhon’un analizine göre, SDG yani YPG, bu mutabakata imza atarak ne özerk yönetim talebinden vazgeçti ne de tüm güçlerini Suriye ordusuna katma taahhüdünde bulundu. Bütün bu konuların akıbeti önümüzdeki süreçte yaşanacak sıkı pazarlıklarda belirlenecek.

Kürtlere Ortadoğu’da yeni bir rol biçilmeye çalışıldığını düşünen Önhon, hem Suriye’nin hem de Türkiye’nin yeni anayasa sürecine girmiş olmasının tesadüf olmadığını savunuyor.

Önhon’un aktif görevde olduğu dönemlere dair ‘devlet sırrı’ olarak nitelendirilebilecek konulara girmek istemediğini fark edeceksiniz. O her ne kadar detaylara girmek istememiş olsa da zaten neredeyse her şey gözümüzün önünde cereyan etti. Vardığımız noktada, o günü değil ama o günün deneyimiyle bugünü konuşmanın daha değerli olduğuna inanıyorum.

 Ömer Önhon

“Kurulmaya çalışılan yeni Suriye’nin en önemli unsuru Kürtler, bunu her tarafa mavi boncuk dağıtarak sağladılar”

- Geçen hafta Suriye’nin geçici Devlet Başkanı Ahmet El Şara ile Suriye Demokratik Güçleri’nin Komutanı Mazlum Abdi Kobani arasında imzalanan mutabakata dair kuvvetli bir analiziniz Yetkin Report’ta yayınlandı. Aynı yazının İngilizcesini Arapça yayınlanan Londra merkezli El Mecelle’ye yazdınız. İlginçtir, Mazlum Abdi de sizin köşe yazdığınız bu gazeteye kapsamlı bir mülakat verdi. El Mecelle nasıl bir yayın organıdır, oradan başlayalım isterseniz.

Doğru, ben El Mecelle’ye yazıyorum. El Mecelle, Suudi Arabistan’ın Şarkul Avsat grubunun bir yayını. Arapça konuşulan dünyanın en çok okunan mecralarından biri.

- Mutabakatın sekiz maddesinden birinde şu söyleniyor: “Kürtlerin yoğun olduğu Kuzeydoğu Suriye'nin farklı koşulları bulunuyor ve bu unsurlar askeri kurumların entegrasyona ilişkin ayrıntılar görüşmelerde ele alınacak.” Siz bunu yorumlarken “Kürtlerin silahlı güçlerinin otomatik olarak Suriye ordusuna katılacağını düşünmeyin” diyorsunuz. Oysa hükümete yakın yorumcular bunu kamuoyuna sanki YPG hemen ve külliyen merkezi orduya katılacakmış gibi anlatıyor. Siz neden mutabakattaki taahhüdün otomatikman bu anlama gelmediğini düşünüyorsunuz? 

Şimdi öncelikle… bu tür bir mutabakatın imzalanması ilk bakışta kesinlikle olumlu bir şey gibi gözüküyor. Çünkü Esad rejiminin yıkılmasından sonra en çok üzerinde durulan, kaygı yaratan hususlardan biri ülkedeki farklı kesimler arasında yeniden bir iç savaş çıkıp çıkmayacağı, yeni krizlerin patlayıp patlamayacağıydı.

- Tam burada hatırlatılması gereken şu; mutabakatın imzalandığı günlerde Lazkiye ve Tarsus’ta Esad yanlısı olmayı sürdüren bazı Nusayri ve Dürzi silahlıların bir ayaklanması olmuştu ki HTŞ onu son derece kanlı biçimde bastırdı.

Sahil şeridinde yaşanan olaylardan hemen bir gün sonra imzalandı bu anlaşma. Tam da “Yeni bir iç savaş olacak mı?” sorusunun sorulduğu günlerde yani. Bu kurulmaya çalışılan yeni Suriye'nin en önemli unsuru şu anda Kürtler. Ve Kürtler 2011'de krizin başlamasından itibaren kendi gündemleriyle, kendi yollarında ilerlediler. Her tarafa mavi boncuk dağıtarak yaptılar bunu. Mesela bir ara işte biliyorsunuz Türkiye ile de bir ilişki kuruldu.

“Salih Müslim ile görüşenler arasında ben de vardım, hükümetin talimatıydı”

- Biz o ilişkinin detaylarını çok da bilmiyoruz açıkçası ama siz işin içindeydiniz. Biraz anlatın artık hem siz devlette değilsiniz hem de köprünün altından çok sular aktı. Aynı Türkiye Cumhuriyeti devleti bugün bırakın Salih Müslim’i, Abdullah Öcalan ile açıktan bir süreç yürütüyor malum.

Detaya giremem ama evet Salih Müslüm'le bazı görüşmeler yapılmasından bahsediyorum.

- Siz hâlâ ketum davransanız da mesela siz Şam’da büyükelçi iken talimatları aldığınız kişi, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu daha açık anlatıyor o günleri. Hatta Esad’ın devrilmesinden sonra Aralık 2024’te kendisiyle yaptığım mülakatta Salih Müslim ile görüşme talimatını kendisinin verdiğini söyledi. Bildiğim kadarıyla o talimatı alan kişilerden biri sizdiniz.

Evet, ben de vardım doğru.

- Sizi belki biraz açabilirim umuduyla hatırlatayım; dönemin AKP hükümetinin bürokratlarına PYD lideri Salih Müslim ile görüşme izin ve talimatı verdiği o dönem 2013-2015 arasındaki ilk çözüm sürecine de denk geliyor. Yani siyasi iktidar sanki iki konuyu paralel ele alıyordu. Bu açıdan bakıldığında bu YPG/PYD meselesinin Ankara’da ele alınış şeklinin yakın bir zamanda başka bir hatta evrilebileceğini düşünerek yanılıyor muyum?

Ben o konuda yorum yapmayayım, sadece kendi uğraştığım ve sorumlu olduğum bölümlerle ilgili bir yorum yapabilirim. Ahmet Davutoğlu da size söylemiş, o zaman bize talimat verildi, hükümetin talimatıydı. Orada Salih Müslim'le görüşmeler yapıldı. Sonraki dönemlerde Türkiye'ye de geldi biliyorsunuz. Ama benim söylemek istediğim şu; Kürtler başından beri böyle herkesle bir şekilde bir pazarlık, bir temas arayışı içindeler. Şam’la da aynı şekilde bir ilişki kurdular. Mesela “Biz hep devrimin yanında olduk, Esad'a karşıydık” diyorlar ama aslında hiçbir zaman öyle olmadı. 2011'den Esad rejimi devrilene kadarki süreçte başta Kamışlı olmak üzere tüm YPG kontrolü altındaki yerlerde muhaberat binaları durdu, kapılarındaki muhaberat görevlileriyle birlikte. Bu arada da Amerikalıların yatırımıyla silahlandılar, eğitildiler ve bugünkü konumlarına geldiler. Şimdi YPG tabii bu konumundan geri adım atmak istemez. Büyük bir kazanım elde etti çünkü. Ve şu anda da Suriye'de yeni bir ülke kuruluyor. Bu kurulmakta olan yeni ülkede onlar da hak ettiklerini düşündükleri şekilde yer almak isteyecekler. Yani kendi nazarlarından elde ettikleri kazanımların gerisine düşmemek için her şeyi yapacaklar.

“Esad devrildikten sonra YPG kendini sıkışmış hisseti, şimdi kendilerine güvenleri geri geldi”

- Tabii bu süreçteki en büyük kazanımları kuzeydoğu Suriye’yi bir otonom bölge gibi yönetebilmiş olmaları. Rojava’daki kanton sistemi Türkiye’nin askeri harekatları nedeniyle akamete uğramış olsa da sonuçta Fırat’ın doğusunda bir idari yapıyı işletmeyi başardılar. Siz “Elde ettikleri kazanımların gerisine düşmemek için her şeyi yapacaklar” derken sanırım bu otonomiyi bir şekilde korumak isteyeceklerini de söylemiş oluyorsunuz, değil mi?

Şöyle bir hatırlatmayla başlayayım; HTŞ rejimi devirdikten sonra, bir anda Mazlum Abdi üç yıldızlı bayrağın önünde poz verdi, “Biz Suriye'nin bir parçasıyız, Suriye'yi bölmek gibi niyetlerimiz yoktur” falan filan dedi. Ama bu açıklamaları ne olacağının bilinmediği o günlerde yaptı çünkü o ilk günlerde YPG bir anda kendini sıkışmış hissetti. Hatırlayın tam o günlerde “Türkiye sahada bir zafer kazandı” diye her tarafta lanse ediliyor, değil mi?

- “Lanse ediliyordu” dediniz, yani size göre Türkiye aslında ‘zafer’ diye nitelendirilecek bir şey kazanmadı mı Esad rejiminin devrilmesiyle?

Ben o dönem ortaya konan manzarayı hatırlatmak istedim. Ama şöyle diyelim; Türkiye büyük bir avantaj elde etti. YPG ise o ilk günlerde yalnız hissetti çünkü Donald Trump’ın Suriye'de ne yapacağı belli değil. O nedenle de böyle bir ortalığı yumuşatma ihtiyacı hissettiler. Fakat zaman ilerledikçe o güvensizlikleri ve yalnızlık hisleri kaybolmaya başladı. Daha bir güvenleri geldi. Zaten açıklamalarından da bunu görüyorsunuz. Ve şimdi böyle ortaya çıkıverdiler tekrardan.

 Cansu Çamlıbel ve Ömer Önhon

“Ankara ‘YPG eşittir PKK’ noktasından ‘YPG içindeki Suriyeli olmayanlar çekilsin’ noktasına geldi”

- Aslında birdenbire ortaya çıkmadılar. Esad düştüğünden beri HTŞ ile çeşitli temasları oldu ancak Ankara Jolani üzerindeki nüfuzunu kullanarak YPG heyetinin Şam’a giderek ulusal uzlaşı çalışmalarına katılmasını engelledi. Ama geçen hafta olan ulusal uzlaşı çalışmalarına katılmanın da ötesine geçen bir şey gibi duruyor. İşin buraya gelmesi için Amerikalıların bastırdığı çok net, çok tartışmaya gerek olan bir husus değil. Amerikalılar zaten en başından bunu savunuyordu. Türkiye rezervini mi çekti ki bu olabildi sizce?

Amerikalılar konusu zaten dediğiniz gibi o kadar açık ki… Zaten Mazlum Abdi de El Mecelle'ye verdiği söyleşide Amerikalıların bu süreçte oynadıkları rolü detaylarıyla anlattı. Arabuluculuk yaptıklarını, getirip götürdüklerini, hatta taktik verdiklerini anlattı. Diyorlarmış ki; “Aman baştan köprüleri atmayın, diyaloğu koparmayın. Ne kadar sıkıntı olursa olsun ilerlemeye devam edin.” Yani bu işi kotaran net olarak Amerikalılar. Türkiye’nin pozisyonuna gelirsek, baştan Türkiye “Birincisi, YPG'nin orada ayrı bir otonom bölge filan vücuda getirmesini kabul etmeyiz. İkincisi de YPG içindeki PKK’lılar tasfiye edilmeli” dedi. Şimdi gelinen noktada söylenen ise şu; “YPG içindeki Suriyeli olmayanlar çekilsin.” Bu nedenle de ben şu soruyu sormak istiyorum: “Şimdi biz Türkiye olarak YPG’yi PKK olarak kabul ediyor muyuz etmiyor muyuz?” Biz eskiden “YPG eşittir PKK, YPG PKK’nın Suriye koludur” demiyor muyduk? Hala öyleyse nasıl oluyor da YPG içindeki sadece Suriyeli olmayanların tasfiyesi bizim için kabul edilebilir oluyor? Ben bunu çözmekte güçlük çekiyorum doğrusu.

“SDG’nin büyük kısmı Arap değil, bu sayı şimdi daha da azalıyor”

- Tam burada hükümete çok yakın bir köşe yazarının geçen gün yazdığı köşe yazısından bazı bilgiler aktarmak isterim. Bu köşe yazarına belli ki saraydan ya da MİT’ten denilmiş ki, “Suriye Demokratik Güçleri içerisinde Arap olmayan SDG’li sayısı yaklaşık 4 bin. Bunların arasında Suriyeli olmayanların sayısı ise çok az.” Yani özetle “SDG’nin içinde sadece 4 bin Kürt var” denmiş oluyor ki bu bana hiç gerçekçi görünmedi. En az 50 binlik bir güç diye biliyorum Suriye Demokratik Güçleri’ni. Bu söylemin kendilerine yakın bir gazeteci üzerinden dolaşıma sokulması tam sizin sorduğunuz soruya denk geliyor. Ankara SDG ile ilgili rezervini çekmenin yolunu mu yapıyor? Onu sormadan önce şunu da sorayım; sizdeki bilgiye göre SDG’de savaşan kişi sayısı kaçtır?

O rakamı hiçbirimizin tam bilmesi mümkün değil ama bugüne kadar söylenen hep Suriye Demokratik Güçleri’nin mevcudunun 70-80 bin civarında olduğuydu. Bunların önemli bir kısmı da Arap değil. Hatta son aylarda, yani rejim düştüğünden beri, SDG’ye destek veren Arap aşiretlerinin de bu yapıdan çıkmaya başladığını duyuyoruz. Yani SDG içinde zaten Arapların sayısı azdı, bana kalırsa bugün daha da azalmış durumdadır.

- Asıl soruma da yanıt verin lütfen. Hükümet, “SDG’de Araplar daha çok, Kürt sayısı sadece 4 bin zaten” gibi bir söylemle SDG içinde PKK’lı gördükleri sayının sadece 4 bin olduğunu mu söylemiş oluyor?

Söylem ona doğru götürüyor.

“Söylemlerden çıkan sonuç şu: ‘YPG eşittir PKK’ söylemini bir kenara bıraktık”

- O halde, bahsedilen 4000 kişi SDG’den tasfiye edildiği ya da uzaklaştırıldığı takdirde Suriye Demokratik Güçleri, AKP hükümeti tarafından kabul edilebilir ve hatta birlikte çalışılabilir bir yapıya mı dönüşmüş olabilir? İş buraya mı gidiyor yani?

Tabii bu söylemleri üst üste ekleyince çıkabilecek sonuçlardan biri bu. Mesela Mazlum Abdi bu ‘yabancı savaşçılar’ konusu kendisine sorulduğunda şöyle dedi: “Onlara ‘yabancı savaşçı’ nitelemesi yapmak çok doğru değil. Çünkü onlar akrabalarını, Kürt halkını savunmak için buraya gelen insanlar.”

- Türkiye'den ve Irak’tan Suriye’ye savaşmak için gelen Kürtleri kastediyor…

Tabii onu söylüyor. “Ayrıca sayıları da öyle binlerle falan ifade edilebilecek kadar büyük ölçüde değil, yüzlerle ancak ifade edilebilir” dedi. Yani şimdi bütün bunları üst üste koyduğumuz zaman bir pattern ortaya çıkıyor. Eskiden ‘YPG eşittir PKK'ydı’, yani YPG PKK'nın Suriye'deki koluydu. E şimdi bu YPG'nin içindeki sadece ‘dışarıdan gelenler’ eğer PKK'lı kabul ediliyorsa -ki o sayı da zaten Mazlum Abdi’nin dediği gibi sadece yüzlerle ifade edilebiliyormuş- o zaman geriye kalanlar PKK’lı değil mi? Yani biz bugüne kadar kullandığımız ‘YPG eşittir PKK’ söylemini bir kenara bıraktık. Bunu mu anlıyoruz gelinen noktadan?

- Ben işin oraya doğru gittiğini anlıyorum, siz de herhalde aşağı yukarı aynı şeyi anlıyorsunuz.

Mantık silsilesi takip edersek söylenenlerden bu sonuç çıkar.

“Türkiye mutabakata imza koyan iki kişiye de meşruiyet verdi: El Şara ve Mazlum Abdi”

- Bir de üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın HTŞ-SDG mutabakatına ilişkin değerlendirmesini ekleyelim: “Suriye'nin terörden alınması yönelik her türlü çabayı doğru yönde atılmış bir adım olarak görüyoruz.” Yani Erdoğan Jolani-Mazlum Kobani Mutabakatını ‘doğru yönde bir adım’ olarak nitelendirmiş oldu. Bunu yaparken Mazlum Kobani’yi yeni Suriye’nin siyasi aktörlerinden biri olarak kabul etmiş de olmadı mı?

Türkiye'den en üst düzeyde yapılan açıklamalara baktığımız zaman Türkiye'nin bu anlaşmanın altına imza atan iki kişiye de meşruiyet verdiğini düşünüyorum. Ahmet el-Şara’yı zaten meşru başkan olarak kabul etmişti Türkiye. Türkiye'den ve dışarıdan yapılan bütün yorumlara baktığınızda, yine aynı mantık silsilesi içinde düşündüğümüzde, bu kadar desteklenen bir anlaşmayı imzalayan her iki taraf da meşru temsilci olarak kabul edilmiştir. Herkes bu iki temsilciyi ‘meşru taraf’ olarak kabul etmiştir. Şu anda Suriye'de iki temel aktör var; Ahmet El Şara ve Mazlum Abdi. Yani Suriye’nin geleceği için iki tane lider adayı var ortada. Ben bunu bu isimleri lider olarak görmek istediğim için söylemiyorum, bir durum tespiti yapıyorum. İsmi anılan üçüncü bir aktör yok ortada. Ve şu an yeni bir Suriye inşa ediliyor. Bu yeni Suriye'de en büyük çıban başı, en büyük sıkıntı yaratacak unsurların başında hem nüfus hem de eğitim ve donanım olarak Kürtler geliyordu.

- Bunu Türkiye perspektifinden bakarak söylüyorsunuz herhalde. Dünyada pek kimse benzer bir okuma yapmadı, yapmıyor çünkü.

Aslında ben bunu Suriye tarafından da okuyorum. Suriye'nin asıl sahipleri var. Biz Suriye’yi konuşurken hep Türkiye perspektifinden konuşmaya alışmışız ama asıl Suriyeli Araplar, Türkmenler, Suriye'nin diğer kesimleri yani Suriyeliler ne düşünüyor ona bakmak lazım. Diyelim ki Türkiye hiç bu denklemin parçası değil ya da çıktı dedi ki “Karışmıyorum ben, ne yaparsanız yapın”, Suriye’nin Arap nüfusu, Türkmenler, diğerleri YPG'nin otonom bir bölgeye, ayrı bir yapıya sahip olmasına ne der mesela? Kalkıp YPG’ye “Alın buyurun, biz de bunun için savaştık zaten” diyeceklerini mi sanıyorsunuz?

Unutmuyorum mesela Kahire'de Suriyeli muhaliflerin bir toplantısı olmuştu. O toplantıya işte biz de hani Suriye'nin dostu ülkelerden biri olarak katıldık. İşte orada Kürtler kendilerine ayrı bir yapı istediklerinden bahsedince, her kesimden insan adamların üzerine yürüdüler. “Biz burada devrim başlatıyoruz, siz başka işlerin peşindesiniz” diye tepki gösterdiler. Ortalık karışınca adamları dışarıya çıkardılar. O günden bugüne o halk değişmedi ki.

“Suriyeli muhafazakâr da laik de olsa makul ve ılımlı bir profildir”

- Bu söylediğiniz başka bir önemli konuya temas ediyor ki siz bunu 2021’de yayımlanan kitabınızda da anlattınız. Biz şu anda Suriye deyince HTŞ ve YPG konuşuyoruz ama aslında ortalama Suriyeli bu iki yapıyla da alakası olmayan, savaşçı olmayan, ılımlı bir Müslüman profili.

Evet kitapta da yazdım. Suriyeli muhafazakardır ya da laiktir ama genelde makuldür, ılımlıdır. O coğrafyanın önemli kısmını da bu profil oluşturur.

“‘YPG kendini lağvedecek isteyen mensupları Suriye ordusuna katılacak’ durumu yok”

- Belki değişmediler ama öncelikleri değişti. Sonuçta HTŞ-SDG mutabakatı geçen hafta kameraların önünde imzalandı Şam’da. Ne tören esnasında ne sonrasında bir protesto haberi falan da görmedik.

Şu anda bir protesto yok. Ama ‘şu anda’ diyorum bakın. Çünkü bu imzalanan henüz genel bir çerçeve. Ve bu sayede ülkenin en büyük sorun yaratabilecek grubu en azından “Biz bu ülkenin bir parçasıyız” dedi. Şimdi müzakere buradan devam edecek. Tabii arka planda diyorlar zaten, “Etrafımızda DEAŞ var, biz kendimizi bir biçimde savunmaya devam etmeliyiz” diye. Yani “YPG kendini lağvedip isteyen mensuplarının Suriye ordusuna katılmalarını kabul etti” durumu yok. Bu pozisyonlar ve alınacak pozisyonlara dönük tepkiler müzakereler sırasında, teklifler şekillenip görüşülmeye başlanınca ortaya çıkacak.

- Madem kitabınıza bir referans verdik, oradaki tarihi akışa da bir göz atalım isterim. Siz kitapta Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) nasıl ve neden kurulduğunu, Ankara’nın neden destek verdiğini anlatıyorsunuz. O isimler sizin biraz önce bahsettiğiniz ‘sokaktaki averaj Suriyeli’ye benzeyen siyasetçilerdi. O dönemler sizler bu kişilerin Cenevre görüşmelerinde ‘meşru Suriye muhalefeti’ olarak yer alması için çok uğraştınız. Ama özellikle Rusya’nın Suriye’deki savaşa müdahil olmasıyla birlikte işler çok değişti. Bugün başkenti ele geçirmiş olan HTŞ önce İdlib’i ele geçirdi ve Ankara’nın sahada HTŞ’lilerle mesaisi de içli dışlı hal alma başladı.

Tabii Türkiye'nin HTŞ ile teması ne zamandı ne düzeydeydi ne ölçüdeydi…onları ben bilmiyorum. O konuda bir şey söyleyemem. Ben Mart 2012’de Suriye’den döndüm, döndükten sonra da 2014’e kadar birebir Suriye dosyasıyla ilgilendim. 2014’te ise Madrid’e büyükelçi atandım. Yani doğrudan sahadaki duruma ilişkin bilgim ikincildir sonrasındaki dönemde. Her hâlükârda belli ki bir ilişki oluşmuş, kendileri de söylüyorlar, basındaki görüntülerden de görüyoruz.

Müsteşara yazdığı ‘radikal gruplar’ notu: "O not görevimin icabıydı”

- Kitabınızın 274. Sayfasında ‘İkinci Cenevre Konferansından Önce Müsteşara Yazdığım Not’ başlıklı bir bölüm var. Müsteşar o dönem Feridun Sinirlioğlu. Kendisine yazdığınız bu özel notta şu değerlendirmeyi yapıyorsunuz; “Türkiye için Esad rejimi kadar radikal gruplar da tehdittir. Radikal gruplar ülkemizde benzer zihniyetteki odaklarla da iş birliği yapabilir. Suriye'de savaşan ve ülkemiz için tehdit teşkil edilecek bu gruplarla mücadele edilmeli. Onlara karşı özel ve ılımlı gruplar desteklenmelidir.” Neden böyle bir not gönderme ihtiyacı hissetmiştiniz? Hükümetin radikal gruplarla yakın ilişki kurmaktan imtina etmediğine yönelik bir izlenimimiz olduğu için mi?

Bizim görevimizin önemli bir bölümü de sahada gördüklerimizi aktarmak, olup biteni değerlendirmektir. O not da görevimin icap ettiği bir değerlendirme idi.

- Sizin bu tespiti yaptığınız tarihte HTŞ ortada yoktu ama öncülü El Nusra vardı. Bu notta bahsettiğiniz ‘radikal gruplar’dan biri de El Nusra mıydı?

Ben şimdi isim isim saymayayım ama ‘radikal örgütler’ belli zaten.

“HTŞ radikal bir örgüttür, içinde hâlâ üç beş bin ölümüne radikal insan barındırıyor”

- Sizce HTŞ radikal bir örgüt müdür?

 HTŞ radikal bir örgüttür. El Kaide’den, El Nusra’dan türeyen bir örgütten bahsediyoruz ve bunlar her yerde zaten ‘radikal örgütler’ olarak kabul edilmiştir. Şimdi HTŞ kendilerini değiştirdiğini, geniş resmin içine dahil olduğunu savunuyor ama bunun böyle olup olmadığını zaman gösterecek. Örgütün içinde hakikaten de değiştiklerini düşünen insanlar olabilir. Kendilerinin değiştik dediği, başkaları açısından değişim olarak kabul edilmeyebilir. Ama bu örgütün içinde hala 3000-5000 arası ölümüne radikal insan var. Ve bunların değişmesi söz konusu değil.

“Cihatçıların çoğu kim daha çok para ve silah verirse orada savaşmaya devam etti”

- Benzer bir cümleyi geçenlerde kim kurdu biliyor musunuz? Sebastian Gorka, Trump'ın yakın ekibinde, şu anda Ulusal Güvenlik Konseyi’nde kontrterör direktörlüğünü yürütüyor. O da aynen şöyle dedi: “Kimse radikal bir cihatçının değişebileceğini savunmasın, değişemeleri mümkün değildir.”

Bir de tabii bu örgütlerle ilgili olarak ideolojinin de önüne geçebilmiş bir başka konu var. Suriye iç savaşı sırasında farklı örgütler arasında ileri düzeyde bir akışkanlık olduğuna tanık olduk. Mesela gördük ki El Nusra'ya katılan bir insanın illa El Nusra'nın ideolojisini okumuş, özümsemiş falan olması gerekmiyor. Sahada kim daha fazla silah veriyor, kim daha fazla mermi veriyor, kim daha fazla aylık veriyor? Asıl soru bunlardı. Bir savaşçıya günlük 70 ila 150 dolar arasında para veriyordu örgütler. Ve akışkanlığın önemli bir sebebi de buydu.

- Yani ‘parayla satın alınabilir’ bir cihatçılık modeli iyice belirginleşti Suriye özelinde.

Öyle de denilebilir. Ama tabii ideolojik bağlılıkla hareket edenleri de azımsamamak lazım. Hepsi cihat istiyordu ama hangisi daha çok para ve silah verirse orada cihada devam edebiliyorlardı.

 Ömer Önhon

“HTŞ’nin tek başına dört beş cephede savaşacak yapısı yok”

- Biraz önce SDG konusunda sorduğumu bir de HTŞ için sormak istiyorum. Sizce bugün ülkeyi elinde tutan ana güç haline gelen HTŞ içindeki savaşçı sayısı ne kadar ulaştı? Biz biliyoruz ki Esad devrildiğinde bu rakam 15-20 bin civarındaydı. SMO ile birleştikten ve diğer irili ufaklı grupların kendilerine eklemlenmesinin ardından kendilerine katılan tugaylarla falan heralde ancak SDG ile rakamsal olarak eşitlenmişlerdir. Yani aslında SDG yani YPG tek başına daha kalabalık bir askeri güç, doğru mu?

Şimdi HTŞ’nin tam rakamıyla ilgili bir şey söyleyemeyiz ama yaptığınız kıyaslama doğru. Bir de tabii bu iki güç de aslında belli bölgeleri tutuyor. YPG malum kuzeydoğuda konsantre, HTŞ ise Şam'ı ve Halep'i, belli başlı yerleri tutuyor. Ama ülkenin bütün her yerinden sorumlu olduğunu iddia eden yönetimin bütün ülkeyi elindeki bu mevcut güçle kontrol edebilmesi pek mümkün gözükmüyor şu anda. Yani aynı anda hem sahil bölgesinde olanları kontrol et hem Şam'ı tut, hem YPG ile savaş, hem İsrail'i durdur…HTŞ’nin tek başına böyle dört beş cephede savaşacak bir yapısı olduğunu düşünmüyorum.

“Türkiye’nin ilke politikasındaki keskin dönüşler şaşırtıcı”

- Gelelim Suriye’de olan biten ile Türkiye içinde olan biten arasındaki gözle görünür bağlantılara. Suriye’nin yeni siyasi aktörlerinin belirlendiği şu ortamda Türk hükümeti de Abdullah Öcalan’ın kendi örgütünü feshetme çağrısı üzerinden yeni bir dinamik oluşturmaya çalışıyor. Sanki bu proje başarılı olursa Ankara’nın Suriye’deki ‘tehdit’ algısı da değişebilir gibi gözüküyor. Ya da en azından buna dönük emareler olduğuna ilişkin tespitinizi siz de biraz önce paylaştınız. Bu gidişat sizin baktığınız yerden Türkiye’nin çıkarları açısından olumlu bir şey mi, değil mi?

Terörün sonlandırılması, PKK’nın, YPG’nin olmaması, bunlar tabi Türkiye açısından son derece olumlu şeyler, olmaz mı? Ama ne hedeflediğini, neyin nasıl elde edilmesinin amaçlandığını doğru anlamak, doğru anlatmak çok önemli. Ona göre neyi destekleyip neyi desteklemeyeceğimizi biliriz.  Bir kere şunu söylemek lazım; hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor. Her şey çok dinamik, değişiyor. Dolayısıyla devlet politikası da elbette ki statik kalmaz. Gelişmelere göre mutlaka uyarlamalar olur, değişiklikler olur. Buna hiç şaşırmamak lazım. Ama öbür taraftan da bir ilke politikanız olur değil mi? Yani ilke politikasında bu kadar keskin dönüşler şaşırtıcı oluyor diyelim.

“Türkiye’deki anayasa çalışmasıyla Suriye’deki anayasa çalışmasının birbiriyle ilgisi yokmuş gibi davranmak gerçekçi değil”

- ‘İlke politikası’ dediğiniz nedir? Türkiye’nin Suriye’de YPG’yi her şart ve koşulda ‘terör örgütü’ olarak görmesi devletin ‘ilkesel duruşu’ muydu siz diplomat olarak görev yaparken?

Öyleydi ama bugün hala öyle mi bilmiyorum, emin değilim. Benim zamanımda YPG, PKK idi. Bence şu anda önümüzde birkaç alternatif var. Hala her şey de olabilir. Bugün bizim için iyi olan tabii Suriye'nin bütünlüğünü koruyarak istikrar ve güvenliğe sahip olmasıdır. Fakat bunun için nasıl doldurulacak? Birtakım insanlar diyorlar ki; “Buna varmanın yolu merkezi hükümetten uzaklaşıp Suriye’yi adem-i merkeziyetçi bir yapıya döndürmektir.” Başkaları da diyor ki; “Hayır, bu böyle olursa ileride ülke bölünür. Merkezi hükümeti güçlü tutalım ama yerel yönetimlere de belli yetkiler verelim.” Bunların hangisi doğru olur, şimdiden söylemek mümkün değil. Herkesin farklı fikirleri olabilir. Ama Türkiye'deki PKK ile YPG’yi ayırmak, Türkiye'deki süreç ile oradaki süreci ayırmak, Türkiye'deki anayasa hazırlıkları ile oradaki anayasa hazırlıklarını ayırmak, bunların birbiriyle ilgisi yokmuş gibi davranmak bana göre çok gerçekçi değil. Çünkü şu bir gerçek ki bu iki ülkede olan bitenler bir şekilde birbirini etkileyecek. Yani bunlar bana göre bir bütünün parçası. Yani “Biz burada bunu yaparız, orada öyle olmalı” diye bakıldığını görüyorum. Ama bunun sahada uygulanabilirliği ne kadardır ben bilemiyorum doğrusu. Çünkü orada koskoca bir yapı haline gelmiş durumda YPG.

“PKK’lıların çoğu, benim bildiğim, Suriye’ye gitti”

- Ve o yapının önemli bölümü de Türkiye’den ve Irak’tan hicret etmiş.

E tabii. “Türkiye'de PKK bitti” diyoruz, değil mi? Nereye gitti bunlar? Evlerine mi döndüler ya da hepsi hapse mi atıldı ya da hepsi öldürüldü mü? Benim bildiğim bunların birçoğu Suriye'ye gitti. Dolayısıyla da PKK hakikaten bitti mi? Yoksa PKK böyle kitleler halinde, duruma göre oradan oraya göç ederek, göçtüğü yerlerde yerleşip orada mı oluşumlar vücuda getiriyor? Mesela buradan DEM Parti heyeti Barzani'ye gidip görüşüyor, Barzani sonra Mazlum Abdi ile görüşüyor.

- Kendi açıklamalarından biliyoruz ki DEM Parti heyetinin Rojava’ya giderek Mazlum Abdi ile görüşmesi de gündemde.

Bütün bunlar bu konunun bir bütün olduğu izlenimi veriyor bana doğrusu. Yoksa niye gidip birbirleriyle konuşsunlar? Niye başkalarını da dahil etsinler kendi işlerine?

“Ülkenin yapısına Suriyeliler kendi karar verecek, kimsenin dışardan ‘öyle yap veya yapma’ deme yetkisi var mı, emin değilim”

- HTŞ-SDG mutabakatına dönersek…sekiz madde içinde Kürtlerin ‘federasyon’ talep ettiğine dönük herhangi bir ibare yok. Ancak öte yandan Suriye’nin bizim anladığımız klasik anlamda merkeziyetçi bir devlet olmayabileceğine dönük işaretler var. Siz de biraz önce değindiniz, adem-i merkeziyetçi bir idari yapıya gideceklermiş gibi gözüküyor. Yani ‘Suriye federasyon olmayacak’ demek otomatikman YPG’nin kendi bölgelerinde belli bir otonomiye sahip olmayacağı anlamına gelmez herhalde.

Gelmeyebilir, evet. Dediğim gibi, her şey mümkün. Suriyeliler bir araya gelip kendi içlerinde karar verecekler. Belki diyecekler ki; “Toprak bütünlüğü içinde böyle gevşek yapılar oluşturalım, otonom yönetimler kuralım ama ülke bütün kalsın.” Şimdi eğer onlar bunu kabul ederse, buna dışarıdan kimsenin “Öyle yap veya yapma” deme hakkı ve yetkisi var mı? Çok emin değilim. Bir de tabii işin şu boyutu var; Suriye'de işler daha gürültülü işliyor. Suriye'de bir karar alındığı takdirde o idari yapının ne olacağı kadar Türkiye’yi nasıl etkileyeceğine de bakmak lazım. Çünkü hem Türkiye'de hem Suriye'de yeni anayasa hazırlanıyor. Bu yeni anayasanın temel olgularından biri de Kürt asıllı vatandaşlar. Yani orada bir şey olduğu takdirde, buradaki insanlar emsal olarak gösterebilir mi acaba? Belki bir noktada insanlar, “Orada bu kabul edildi, burada niye kabul edilmiyor?” gibi sorular soracak. Ben bu açıdan iki ülkeye ayna benzetmesi yapıyorum. İki tarafın birbirine yansıması çok fazla. Bir de tabii başka unsurlar var. Üçüncü ülkelerin dahlini, Amerikalıların dışında mesela İsrail'in sahneye bu şekilde giriş yapmasını da bence çok önemli bir gelişme olarak görmemiz lazım.

Öte yandan, Türkiye'nin Dışişleri ile Savunma Bakanları ve MİT Başkanı Şam’a gidip el-Şara’yla görüştüler. Sonra yapılan açıklamalardan anlıyoruz ki, Şara ile Abdi’nin imzaladığı anlaşma hakkında onların da akıllarına takılan bazı hususlar olmuş ve bu hususları Şara’yla yaptıkları görüşmede ele almışlar. Tam olarak neleri sormuşlar, ne cevap almışlar onu bilemiyoruz tabi.

“İsrail, hem Şam’a hem Türkiye’ye gözdağı veriyor”

-İsrail’in Suriye Kürtleri ile özel bir ilişki kurma hevesinden bahsediyorsunuz.

İsrail eskiden beri etrafındaki bütün ülkelerde azınlık olarak tanınan gruplarla bir şekilde ilişki kurar. Mesela işte Irak'ta Kürtlerle kurmuştu, Lübnan'da Hristiyanlarla kurmuştu, bir ara Suriye’de Canbolat'la kurmuştu, Dürzilerle kurmuştu falan. Yani her yerde bunu yapar. Gazze savaşında Türkiye'nin bu kadar keskin bir tavır almasından sonra, İsrail de yöntem değiştirdi ve kendi kartlarını masaya açıverdi. Ne dedi? Dürzileri ve Kürtleri ismen zikrederek Suriye'deki azınlıkların korunması gereğini ortaya attı Bunu yaparak hem Şam hem de aslında Türkiye'ye bir şekilde bir gözdağı veriyor. “Sen burada benimle uğraşmaya devam edersen, ben de seninle bunlar üstünden uğraşırım” demeye getiriyor. Suriye'de hakikaten böyle kaşınmaya açık çok nokta var. Sahil bölgesinde Aleviler, Nusayriler öbür tarafta Dürziler, öbür tarafta Kürtler. İsrail'in bu gruplar üzerinde, özellikle de son dönemde Dürziler üzerinde ciddi bir ‘operasyon’ yürütmeye çalıştıklarını görüyoruz. İsrail, kendini toparlamaya çalışan Suriye’yi yıpratıp mümkün olduğunca zayıf tutmaya, hatta küçültmeye çalışıyor.

“HTŞ şüpheleri giderebilecek mi, belli değil”

- İsrail üzerinden bu analizi yaparken aslında Türkiye’nin politikaları açısından Suriye’deki hassas noktanın sadece Kürtler olmadığını, Nusayriler ve Dürzilerin de önemli olduğunu söylemiş oluyorsunuz. Yanlış anlamıyorum, değil mi?

Bu üç temel grubun da bir şekilde hakikaten sisteme dahil edilmesi lazım. Bu grupların dışlanmaması lazım. Esad'ın düşmesinin bana göre en büyük nedeni kendi gücünü aldığı Alevi toplumunu düşürdüğü durumdur. O kadar kötü bir duruma düştüler ki fakirleştiler, insanları öldürüldü. Hiçbir şey alamadılar, savaşmayı bıraktılar. “Biz bu aile için savaşmayacağız artık” dediler ve durdular. Bugün de Suriye'nin geneline baktığınızda insanlar çok zor durumda. Bir devlet memurunun aylık maaşı 25 dolar civarında, çoğu da iki aydır maaş alamıyor. Bu insanları bir şekilde tatmin etmek lazım. Yani zaten ekonomik olarak bu insanları ayağa kaldıracak maddi kaynaklara sahip değilsin, bir de onları mezhebi ya da etnik kimliği nedeniyle dışlarsan hiç olmaz. O açıdan Ahmet El Şara büyük risklerle karşı karşıya. HTŞ’nin temsil ettiği gelenek de durumu daha zorlaştırıyor. Mesela Şam’da güç HTŞ tarafından değil de radikal olarak tanınmayan bir örgüt tarafından ele geçirilseydi belki ona karşı bu kadar şüphe, endişe söz konusu olmayacaktı.

Mesela, Kadının bu sistemdeki yeri bile tartışmalı. Biliyorsunuz hükümet ilk kurulduğunda bir tek kadın bakan yoktu içinde. Sonra eleştiri gelince, bir kadın bakan koydular ama adına ‘bakan’ demediler. Bunun gibi üzerinde soru işareti olan çok konu var. ‘Geçici yönetim’ konumundaki HTŞ’nin tüm bu sınamalardan geçip geçemeyeceği henüz belli değil.

“Petrol sahaları YPG’nin elinde”

- Aralık ayında Esad'ın düşmesinden hemen sonra kaleme aldığınız bir yazıda Suriye'de Afganistan'a benzer yeni bir Taliban tarzının iktidara gelmekte olup olmadığını sorgulamıştınız. HTŞ o görüntüden uzaklaşmayı hala başaramadı mı size göre?

Bence bunu söylemek için erken. Ahmet El Şara bu konudaki şüpheleri gidermek için “Suriye ile Afganistan'ın şartları çok farklı. Burada Taliban olmaz” dedi. Ama ben o yazıda ‘Taliban’ derken yönetim modelini değil kafa yapısını kastettim. El Şara’nın kravat takmasına bakıp, “Bunlar ülkeyi gayet liberal bir şekilde bu ülkeyi yönetecekler” diye düşünmek için henüz çok erken diye düşünüyorum ben.

Geçiş süreci beş sene olarak belirlendi. Çok uzun bir süre. “Bana beş sene ver, beş sene sonra ben sana güzel şeyler vereceğim” diyorlar. Hayırlısı, inşallah öyle olur.

HTŞ’nin başarılı olup olamayacağı Suriye’deki hiçbir kesimi dışlamamasına, herkese eşit Suriye vatandaşı muamelesi yapmasına bağlı olacak. Ayrıca, güvenliği sağlaması, ekonomiyi düzeltmesi, halkın günlük yaşamını iyileştirmesi lazım. Bunun için de yaptırımların kaldırılması çok önemli. Yaptırımlar varken, ekonominin kendini toparlaması çok güç. Ayrıca, Suriye’nin öz kaynaklarından yararlanabilmeli ama bundan da mahrum. Ülkenin petrol sahaları YPG’nin kontrolünde.

“Suriye’deki durumun Türkiye üzerine etkileri konusunda kaygılıyım”

-Yıllarca Suriye dosyası üzerine çalışmış bir Türk diplomatı olarak bugünkü denklem üzerinden Türkiye'nin çıkarlarını öncelediğiniz için kaygılı olduğunuz üç temel şeyi sıralayın desem, ne dersiniz? Kişisel görüşünüzü soruyorum.

Birinci sırada YPG kaynaklı kaygılarım var. Suriye’nin bölünmesinin veyahut farklı bir yapıya bürünmesinin Türkiye üzerine olabilecek etkilerine dair kaygılarım var.

- Yanılıyorsam düzeltin ama ben bu söylediğinizi şöyle anlıyorum; “Irak’taki Kürt bölgesi malum, bugün Suriye’de de bir Kürt bölgesi konsolide olursa, Türkiye’de farklı gelişmeler yaşanırsa, ilerde bu ayrı ülkelerdeki parçaların birleşme için harekete geçmesi mümkün olabilir.” Bunu demek istiyorsunuz herhalde.

Bunu Mazlum Abdi ve o cenahtan birçok kişi ima ediyor, söylüyor zaten.

“Belki de Kürtlerin geleceğin Ortadoğu’sunda ne şekilde yer alabileceklerine dair başka bir çalışma yapılıyor”

- Tamam ama o bunu başka şekilde formüle ediyor. Sizin okumanız, bu durumun ileride Türkiye'nin korktuğu bir riske sebep olabileceği yönünde mi?

‘Türkiye'nin korktuğu’ lafından ben hiç hoşlanmıyorum. Ama gerçek şu; Suriye'de olanları tek başına okumak mümkün değil. Suriye'de yaşananlar büyük resmin bir parçasıdır. Ben bunu böyle görüyorum. Geleceğe yönelik olarak da bu şekilde bakılması gerektiğini düşünüyorum. Bunu herhalde tek ben görmüyorum, herkes görüyor. Ben en son yazımda da söyledim bunu. Şu anda ya Kürtlerin Suriye içindeki yerinin belirlenmesi için bir çalışma yapılıyor ya da Kürtlerin geleceğin Ortadoğu'sunda ne şekilde yer alabileceklerine dair başka bir çalışma yapılıyor.

“Radikalizm Suriye kadar Türkiye için de büyük bir tehlike”

“Sığınmacılar böyle bir Suriye’ye dönmez”

- “Kürtlerin geleceğin Ortadoğu'sunda ne şekilde yer alabileceklerine dair başka bir çalışma” derken ülkeleşmelerinden bahsediyorsunuz, doğru mu?

Ülkeleşme dediğimiz şey bugünden yarına olacak bir şey değil. Biliyorsunuz ülkeler tarihinde 10 yıl, 20 yıl, 50 yıl, 100 yıl çok kısa sürelerdir. Ama gördüğüm kadarıyla Suriye'de yaşananlar ile Türkiye'de yaşananlar arasında bir etkileşim var. Dolayısıyla sorunuza dönersek beni kaygılandıran birinci alan bu. Suriye’de beni kaygılandıran ikinci konu ise radikalizm çünkü bu yapıların Türkiye için çok büyük bir tehlike olduğunu düşünüyorum. İslami radikalizm dedikleri, işte DAEŞ tarzı yapılar Suriye için büyük tehditti ama Türkiye için de çok büyük tehdittir. Zaten her gün haberlerde okuyoruz, “Operasyon yapıldı, şu kadar radikal örgüt üyesi insan yakalandı” diye. Demek ki Türkiye'de ciddi uzantıları var bunların.

Suriye bağlamında üzerinde düşünülmesi gereken üçüncü konu ise sığınmacılar. Bugün Göç İdaresi’nin resmi rakamlarına göre Türkiye’deki Suriyeli sığınmacı sayısı 2,7 milyon civarında. Peki bunlar hakikaten geri giderler mi? Denildi ki Esad devrildiğinden bu yana 130 bin kişi dönmüş. Ben geri kalanının geri dönmek için hiç de acele edeceklerini düşünmüyorum. Böylesi bir belirsizlik olan bir yere, güvensizlik olan bir yere insanlar kolay kolay dönmezler. Bir beklerler, ne olacağını görmek isterler. Dolayısıyla da bu sığınmacı konusunun Türkiye içinde yarattığı dalgalar da öyle bir anda ortadan kaybolup gitmeyecektir.

.

 

 

 

20 Mart 2025 Perşembe

İmamoğlu’nun diploması ve otoriter hukukçuluk Abdullah Yargı-20/03/2025

Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptali, Türkiye’deki siyasal yapının dönüşümünü, hukukun hukuksuzluk üreten yeni formunu bir kez daha gözler önüne seren çarpıcı bir örnek olarak kayıtlara geçti. İmamoğlu’nun yıllar önce yaptığı yatay geçiş işlemi, usulsüzlük iddialarıyla gündeme getirilerek, hukukun iktidarın siyasi hedefleri doğrultusunda nasıl araçsallaştırılabileceğinin açık bir göstergesi haline geldi.

Esasen İmamoğlu’nun diplomasını teknik ve hukuki açıdan tartışmak iktidar cephesinin oyununu oynamak anlamına gelmektedir. 31 yıl önce alınmış diplomanın, yani “kazanılmış bir hakkın”, muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olarak göstereceği kişiye ait olması, tartışmanın hukuki bir usulsüzlükle değil, gelecek seçimlerde güçlü bir rakibi hukuku kullanarak devre dışı bırakmakla ilgili olduğu apaçık ortaya koymaktadır.

Bu hamle, “hukukun hukuksuzluk için kullanılması” pratiğinin bir yansımasıdır. İktidar, hukuki süreçleri görünürde meşru gerekçelerle işletirken, aslında siyasi muhalefetin önünü kesmeyi ve kamuoyunda bir meşruiyet krizi yaratmayı hedeflemektedir. İmamoğlu’nun diploması meselesi, hukukun nasıl bir silaha dönüştürüldüğünü anlamak açısından önemli bir örnek teşkil etmektedir.

Modern siyaset tarihi, devleti ele geçirmek için harekete geçip ‘devlet tarafından ele geçirilenlerin’ sayısız örnekleriyle doludur. Muhalifken yapılan sivillik vurgusunun, iktidarken ‘hikmet-i hükümet’e dönüşmesinin, koltuğun şehveti ve makamın ebedilik zehabıyla yakından ilgisi bulunsa da mevcut siyasal vasat bize bundan daha fazla şey söylemektedir…

Yıllarca Kemalist oligarşiye ve bu zümrenin yarattığı vesayetçi yapılanmaya karşı demokrasi, adalet, çoğulculuk, insan hakları gibi sivil vurgularla mücadele eden ve nihayet başarılı olan AK Parti’nin, ‘oligarşiyi yok ettikten sonra kendisini oligarşik bir yapılanmaya dönüştüren’ bir siyasete savrulması, onlarca yıldır ensemizde hissettiğimiz devletin demir yumruğunun bugün ‘yeşil’ renge boyandığını anlamamıza neden olmaktadır…

Esasen mevcut siyasi iktidarın, konvansiyonel kalıplarla tanımlanması da kâfi gelmemektedir. Bugün Türkiye’deki siyasallığın nev’i şahsına münhasır abukluğu, sadece Türkiye siyasetinin iki kutbu olan devletçi modernleşmecilikle kalkınmacı muhafazakârlığın, askeri ve sivil bürokrasinin milliyetçi bir tandansla birbiriyle uzlaştırılabilmiş olması ve bununla birlikte yürütmenin yasamaya karşı bariz bir üstünlüğe kavuşarak monolitikleşmesinden kaynaklanmamaktadır.

Özellikle 2015 sonrası AK Parti iktidarının özgünlüğünü temin eden esas şey, bütün hukuksuzlukların üstünü ‘hukukun üstünlüğü’ kılıfıyla örtme maharetidir. Hukukun mahir bir şekilde kullanılması, hikmet-i hükümet, devlet bekası gibi argümanlara dayanarak alenen hukuksuzluk yapan benzer rejimlerden ayrılarak mevcut siyasallığı yeni bir siyaset yapma karakteri olarak tanımlamamıza neden olmaktadır. İşbu yeni karakter “otokratik hukukçuluktur”.

İlk olarak Kim Lane Scheppele’in The University of Chicago Law Review’da aynı başlıkla yayımladığı makalede geçen “otokratik hukukçuluk (autocratic legalism)” terimi bugün İmamoğlu’nun diplomasında da görünen siyaset yapma biçiminin yeni karakterini gayet yerinde tespit etmektedir.

Türkiye özelinde ‘otoriter hukukçu’ iktidar; Mussolini, Hitler, Atatürk veya Peron rejimleri gibi muhaliflerini tasfiye için açık hukuk ihlalleri yapmak yerine, hukuku faal ve efektif bir biçimde kullanır. Bunu yaparken de hiçbir zaman sabit bir ideolojik pozisyon belirlemez. Devletçi modernleşmecilikle (ilerlemeci, modernleşmeci, Batıcı, milliyetçi, Atatürkçü), kalkınmacı muhafazakârlık (İslamcı, gelenekçi, cemaatçi), askeri bürokrasiyle sivil bürokrasi birbirine geçtiği (implosion) için oldukça esnek davranabilme yetisine sahiptir.

Atatürkçü bir muhalife karşı muhafazakâr, muhafazakâr bir muhalife karşı Atatürkçü; demokrat bir muhalife karşı hikmet-i hükümetçi, hikmet-i hükümetçi bir muhalife karşı ise demokrat tavır takınabilmektedir. İşbu kıvraklık (katı ideolojik pozisyonlar arasında hızlı hareket kabiliyeti), muhalif avında hukukun verimli ve otokrat kullanımıyla birleştiğinde, bu yeni siyasallığı ‘rekabetçi otoriter/seçimli modern otokrasi’ yapan ana mekanizma ortaya çıkmaktadır…

Rekabetçi otoriter siyasal ortamla birlikte görünen ‘otokratik hukukçu’ durum öyle bir manzara ortaya koyar ki, muhalefetin muhalefet yapmasının önünde yasal olarak hiçbir engel yoktur ancak; aynı yasal düzenek muhalefetin önünü kapatacak gömülü (embedded) veya gizlenmiş (hidden) açıklarla doludur…

Hukukun hukuksuzluk, demokrasinin anti-demokrasi, ifade özgürlüğünün sansür için kullanıldığı bir vasatta, adil ve hukuki olmayan durumu iliklerinize kadar hissetseniz de yasal durum her vakada rekabetçi otoriter rejimi haklı çıkarır.

OTOKRATİK HUKUKÇULUĞUN ÖRNEKLERİ

Yeni durumda, hukukun hukuksuzluk için mahir kullanımına birçok örnek gösterilebilir. Rejime ‘otokratik hukukçu’ karakterini veren uygulamalar için milat 15 Temmuz darbesi ise, bizzat 15 Temmuz’un kendisi bu maharetin sergilendiği (veya ortaya çıktığı) bir süreçtir. Teknik olarak ortada olmayan bir siyasal muhalefeti (FETÖ), hem görünür hale getirip hem de radikal bir biçimde ortadan kaldırmak tamamen ‘yasal’ çerçevede cereyan etmiştir.

Siyasal durumun, otokratik hukukçu halini almasının son halkası olan Cumhurbaşkanlığı Sistemi ve bunun mümkün olmasını sağlayan anayasal değişikliklerde kuvvetler ayrılığının daha net bir biçimde gerçekleşeceğine yönelik ‘yoğun hukuki vurgular’ bir diğer önemli örnektir.

Yürütmeyi özerkleştirerek yasamadan bariz bir şekilde üstün hale getiren değişiklikleri hemen yapan ancak; yeni sistemin demokratik konsolidasyonu için gerekli olan ‘seçim barajının kalkması, dar bölge seçim modeli, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi’ uyum yasalarını referandum sonrasına bırakıp hiçbirini gerçekleştirmeyen rejim, hukuku vadedilmiş hukukla alt etmiştir. Cumhurbaşkanlığı sistemi, ideolojik esneklik ve hukuk manipülasyonu üçlemesi, bu yeni yönetim sistemini ‘rekabetçi otoriter (veya seçimli otokrasi)’ haline getiren sac ayaklarıdır…

Sistemin kendini test ettiği önemli duraklardan biri de 31 Mart 2019 yerel seçimleridir. 11 bin oy farkıyla İstanbul belediyesi seçimlerini kazanan Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasının gasp edilmesinde; keza bugüne kadar onlarca DEM’li (HDP) belediyeye kayyum atanmasında hukuki gerekçelerle (sandık kurulu başkanlarının ve üyelerinin memur olmaması; terörle iltisak) kamuoyunda hissedilen ‘hukuksuzluk algısı’ manipüle edilmiştir.

Tehdit olarak görülen muhalifin, hazırda tutulan yasal açıklarla sindirilmesine yönelik bir diğer operasyon da ‘Şehir Üniversitesi’ meselesinde görülmektedir…

Erdoğan’ın başbakanlık zamanında yapılan arazi tahsisini 2014 yılında Danıştay’ın iptal etmesinden sonra, yine Erdoğan’ın başbakanlık zamanında (2010) yapılan yasal değişiklikten yararlanılarak Şehir Üniversitesi’ne ‘şartlı’ olarak devredilme kararına (2015), geçerli süre 30 gün olmasına rağmen iki sene sonra yapılan itiraz kabul edilerek Danıştay tarafından devir kararı iptal edilmiş; daha sonra da Halkbank tarafından üniversitenin kredi limitlerine tedbir koyulmuş ve yine aynı banka tarafından mahkemeye başvurularak üniversitenin diğer bankalardaki tüm hesaplarına da ihtiyati haciz kararı çıkarılmıştır.

Muhalefetten bazı kimselerin, iktidar cephesi için sözüm ona ‘tamamen hukuki gerekçelerden’ oluşan son derece komplike bir operasyon olan bu gelişmeyi, Erdoğan veya AK Parti’nin hamlelerinden uzak, apolitik, tamamen hukuki bir vak’a olarak değerlendirmeleri, yeni yönetim mantığının hukuksuzluk üreten hukuk kullanımının farkında olmamaları dolayısıyladır.

Formel açıdan hukukun mu yoksa hukuksuzluğun mu var olduğunun kolay kolay fark edilememesine neden olan yeni siyasallığın mahiyetidir.

Rekabetçi otoriter sistem, hukuku nalıncı keseri gibi kullanmakta oldukça maharetli görünmektedir. Bununla birlikte Ekrem İmamoğlu’nun mazbata gaspı sonrasında hissedilen ‘hukuksuzluğun’, 11 bin oyluk farkı tekrar eden seçimde 9 puanlık farka dönüştüren ‘sivil adalet anlayışını’ ortaya çıkarması, -adil ve özgür seçimlerin büyük yaralar alsa da bir şekilde var olduğu sürece- ‘keserin de, sapın da, hesabın da’ bir gün ‘döneceğini’ göstermektedir…

ABDULLAH YARGI KİMDİR?

2014 yılında Anadolu Üniversitesi, Sosyoloji bölümü lisans programından mezun olan Yargı 2019 yılında Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Din Sosyolojisi bölümünde ‘Simülasyon ve birbirine geçme olgusunun Türkiye’deki dini gruplar üzerindeki etkisi‘ başlıklı tezle yüksek lisans derecesi aldı..