ESOGÜ İlahiyat Fakültesi Kelam Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Namık Kemal Okumuş “Adalet bu dünyanın dengesi, insan da adaletin dengesini temin eden kıymetli muhataptır” diyor.
İnsanı halk eden Yüce Tanrı’nın ondan
beklediği ilk şey, yaşadığı ortamları ‘yaşanılası forma’ sokabilmesidir
diyebiliriz. İşbu sebepledir ki, insan denilen donanımlı varlık, içinde var
kılındığı dünyayı adaletin terazisinden geçirebilecek en değerli muhatap
hükmündedir. Zira her daim geçerli olacak sistemi kuran Cenâb-ı Hakkın insana
yüklediği vazifenin ardından gelen bu tercih işlemi, son derece etkin şekilde
yaratılan insanı sorumlu varlıkların merkezine alan ‘pozitif katkı’ beyanıdır
demek durumundayız.
İşin farkındalığı gereği, dünya hayatı
kapsamında; “Adalet neyimiz olur?” başlığı altında sorulacak ilk soru, yaşayan
en değerli varlık olan insan için ‘asıl soru’ hükmündeki arayışın kapısıdır.
Öyle ki, bahsedilen husus, dünyanın emanet edildiği insan için imandan önceki
kazanımla ilgili bir husustur. Buna göre, Yüce Allah’ın isteği doğrultusunda
yol almayı tercih eden dindar insanın ancak ve kata ‘âdil insan’ formunda
yaşama dokunması gerekmektedir.
Bir adım sonrasında dememiz gerekir ki;
“İnsanı düşmanına benzemekten alıkoyan tutum hangisidir?” Zira gerçeği anlama
adına, bize yol gösterecek olan bu soru hakkında sıklıkla düşünmemiz de
gerekmektedir. Kanaatimizce; adalet, bizleri düşmanımıza benzemekten alıkoyan
şeyin ilk adı ve de basamağıdır.
Ve dahi, iyi insan olma adına sadece
adalet kriterlerine uyarsak, düşmanlarımıza benzeme süreçlerine dâhil olmamakla
birlikte, yanlışa arka çıkan bireylerden de olmayacağız. O yüzden, adalet
düşmanları ile adaletten hazzetmeyenler, hiçbir zaman Müslümanların
öğretmenleri olamazlar demek durumundayız. Zira bizim öğretmenlerimiz, her daim
adaletin yanında saf tutanlar olacaktır. Ve dahi bilge idarecimiz Aliya
İzzetbegoviç’in yerinde tespitiyle ancak ‘gökyüzünün talebesi olanlar
yeryüzünün öğretmenleri olabilirler.’
Tarihsel süreçte sıklıkla karşılaştığımız
tercih türlerinde olduğu gibi, kişi ve toplumların adalet isteklerini
heterodoksi yani sapkın, marjinal, anarşi ve düzensizlik olarak göstermek,
sağlıklı bir din ve toplum anlayışı oluşmasına fırsat vermez. Buna mukabil,
kendilerini sahîh, makbul, geçerli ve de kabul edilebilir dinî düşüncenin
vârisi sayan görüş sahiplerinin, kendileri gibi düşünmeyen ötekine hiç de âdil
olmayan tarzda muamele etmesi ise, insanı merkeze alan Yaratıcının isteği
doğrultusunda kabul edilebilir bir tutum değildir.
Bunun yanında, daha kendi dindaşına karşı
adaleti sağlamayı beceremeyenlerin, diğer din mensuplarına karşı nasıl
davranacağı da kestirilemez durumda gözükmektedir. Gariptir ki, din üzerinden
yapılan ve adına ‘cihat’ denilen savaşların büyük bir kısmı, kendileri gibi
düşünmeyenlerin kâfir ilan edilip mal ve canlarının heder edilme isteğinden
ibaret olduğunu da yakından görebiliriz. Öyleyse adalet isteği, sadece kendimiz
için dilek tutmadan çıkarılarak, hemen herkes için genel bir uygulamaya
dönüşmelidir demek durumundayız.
Üstelik sırf ‘öteki’ olduğu için mal ve
can güvenliğinin ortadan kaldırıldığı bir dünya, asla ‘âdil bir dünya’
olmayacaktır. Bilahare, herkesin tek tipleştirildiği dünya da asla
‘hakkaniyetli bir dünya’ olamaz. Eğer ki, işleme alınan yaratılış teorisi bağlamında
etkin ve de yetkin varlık olan insanın dünya üzerinde ‘farklı’ olunmasını
istemeseydi, işin faili olan Yüce Allah’ın insan denilen muhatabına bu denli
farklı düşünme yeteneğini vermesi de mümkün olmayacaktı deme imkânımız da
bulunmaktadır.
İlkesel ayrılığı hatta beşerî duruşu
ayıran insanın iradî yeteneğine bağlı olan esas durum, akıl ve zekâdan çok,
karar verme yeteneği olan iradenin hâkimiyet göstermesidir diyebiliriz. Nitekim
‘seçme yeteneği’ olan hemen herkesin insanlığa sunulan yegâne din olan İslâm’ın
isteğinden ya da beklentisinden haberli olması da gerekmektedir. (Bkz.:
Kâfirun, 109/6). Yüce Allah’ın daha ilk adımda kıymetli varlığı kendine muhatap
aldığı âdil bir nizamda, ‘berceste ifade’ makamında oturan evrensel vurgulara
kulak vermek de elzem gözükmektedir.
Kanaatimizce, öteden beri ‘insanlığın
kaderi’ yani ‘işleme sokulan istek’ formunda fiiliyatta olan her husus, yine
insan tarafından başka bir yasal prosedüre denk gelecektir. Bu veçhileyledir
ki, din ve mezhep hatta siyasî eğilimler üzerinden insanların öldürülmesine
imkân tanınması, kader ve kaza olgusunu ‘sünnetullah’ yani ‘olgusal durum’ ve
de ‘evrensel yasa’ mahiyetinde var kılan Yüce Allah’ın nizamıyla uyuşmayan bir
yaklaşımdır demenin gereği de ortada durmaktadır.
Oysaki yaşanılan dünya özelinde
gerçekleşecek olan farklılıkları işleme alacak insanı yaratan Yüce Allah’ın
kendisidir. O’nun deyişine göre: “Göklerin ve yerin yaratılışı,
dillerinizin/lisanlarınızın ve ten renklerinizin farklı olması da O’nun
sınırsız kudretinin göstergelerindendir. Şüphesiz bunlarda hak ve hakikati
idrak eden kimseler için dersler ve ibretler vardır.” (Rûm, 30/22). Yine O’nun
nizamına gereği, insanların farklılıkları ölüm nedeni değil, sadece kaynaşma ve
tanışma sebebi olabilir.
Yakinen bilindiği gibi, hukuk, esasında
‘delil üzerinde işleyen sistemin adıdır’ demek lazımdır. Hukukun üstünlüğü de,
kesin delil olmadan suçlama yapılamayacağı ilkesinin hayata geçirilmesidir. Bu
sebeple, adaletin temininde sübjektif delillendirme yapılamayacağı gibi, sahte,
geçersiz, ilgisiz ve de yorumsal delillendirmeler de yapılamaz. Davaya taraf
olan herkes, yapılan şeyin hakkaniyet içerdiğine kanaat getirmelidir ki, süreç
sonunda verilecek olan kararı içselleştirebilsin.
Ayrıca, ‘delil’ dediğimiz şeylerin insanı
tatmin eden gereklilikler olduğu da yakinen bilinmelidir. Zaman içinde alınan
bu yol ise, hakikatin ortaya çıkarılması sürecinde verilecek olan kararların
temel dayanaklarından sayılmalıdır. Yani dünya hayatını adalete derk edecek
olan hukuk; izafî yorumlar, indî kanaatler ve sübjektif delillendirmelerle
değil, kesin kanaat ve deliller ile konuşan gerekli bir kazanıma denk
gelmelidir. Buna göre, verilecek karar açısından kesin delili olmayanlar ise
susar ve araştırmaya devam ederler demenin farziyetinden de emin kalınmalıdır.
Mamafih, yaşananı anlama adında
diyebiliriz ki, oldukça farklı kontekste ifade edilmiş olsa bile, Bedir
Savaşı’ndaki İlâhî yardımın sünnetullah/tabiat kanunları/olağan seyir yasaları
çerçevesinde olan işlevselliği hakkında kesin bir kanaati ifade eden şu âyetin
işaret etmiş olduğu mana, O’nun muhatabı olan bizler için oldukça anlamlı
durmaktadır. Haddizatında ilgili beyan, insanların karar verirken ya da karar
alırken kendilerini iknaya icbar eden delillerin önemine işaret etmektedir:
“…böylece helâk olanın da hayatta kalanın da elinde bir kanıtı olsun…” (Enfâl,
8/42).
Binaenaleyh her hâl ve şartta adaletten
yana olanlar, karşısındakini suçlarken sadece somut ve haklı delil/gerekçelere
dayanmak zorundadır. Öyle ki, hukukun üstünlüğü ve adaletin temini işi, sadece
bu gibi atraksiyonlar sonrasında gerçekleşecek olan bir şeydir diyebiliriz.
Zira insan, ‘kulluk’ yani ‘vazife taksimi’ ya da ‘görev icrası’ için
yaratılmıştır. Onu merkeze alıp değer veren basamak olan kulluk ise ‘söz
dinlemek’ demektir. Nitekim Yüce Allah’a göre, ‘her türlü sözü dinleyip en
iyisine uymak’, erdemine vurgu yapan: “…Çünkü onlar, çeşitli sözler duyar,
farklı görüşler dinler; ama onların en güzeline, Allah’ın sözüne uyarlar…”
(Zümer, 39/18) tespiti, aklı başında olan insan için en değerli kulluktur
dememize de kapı aralamaktadır.
Yakinen bilindiği gibi, insanı ‘değerli
aktör’ kılan bu kulluğun yani vazife ediminin gösteri alanı ise yalnızca dünya
hayatıdır. Yine bu hayatın en değerli ve de gerekli hatta güzel gösterisi de
ibadet kapsamında öne alınan adalet işlemidir. Nitekim insanı muhatap alan
ibadetin İlâhî adaletle yani dikey ilişkiyle olan ilgisini bir yana bırakacak
olursak, insanı ilgilendiren esas şey, onu sisteme dâhil eden yatay adaletin
tesisidir diyebiliriz. Bu görevin sadece insanın uhdesine verilmiş olması ise,
insanın böyle bir yetenekle halk edildiğini gösteren en değerli kazanım
hükmündedir. Hatta insandan istenen asıl şey, hiçbir durumda bu yeteneğini
köreltmemesi ve de adaletten ayrılmamasıdır.
İmdi, ‘yaratılış amaç ve felsefesi ile
eylem felsefemizin merkez değeri adalettir’ demek durumunda olduğumuzu sistem
dışına almamamız gerekmektedir. Zira yaratılışımızın ana vurgusu olan bu görev
alanından kaçış ya da görev tanımından çıkış asla mümkün değildir. Eğer ki,
kaçış olursa, hem kendi cinsimiz ve hem de diğer bütün canlılar nezdinde
dengenin büsbütün bozulacağından da bahsedebiliriz. O yüzdendir ki, adalet, bu
dünyanın dengesi, insan da adaletin dengesini temin eden kıymetli muhataptır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.