Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, Türkiye'de mevcut eğitim paradigması, planlaması ve pratiğinin tartışılması gerektiğine vurgu yapıyor.
İzmir’de bir okulumuzda yaşanan hadiseyle ilgili basında yer alan haber böyle. Haber tabiri caizse “UFO gören köylü” şaşkınlığıyla veriliyor. Bu tür hadiseler hayatımızda hiç yaşanmıyormuş, bu ve benzeri olaylara ilişki ağımızda hiç rastlanmıyormuş gibi abartılı bir tepkiyle ele alınıyor. Öncelikle bir savunma mekanizması ve giderek de temel varoluş tarzına dönüşen abartılı şaşkınlığı, tepkiyi; anomik vaziyeti sindirme hatta perdeleme işlevli olarak kayıt altına almamız gerekiyor. Çünkü gündelik hayatımızın rutinlerine dönüşen yapısal sorunları görmek, çözmek yerine bu tür reflekslerle adeta üzerini örten ve kronikleşmelerine yol veren bir işleyişimiz var. Küresel ölçekte dile gelen ve bazen yankıları ülkemizde de duyulan bir “eğitimin krizi” gerçeği var. Bu krizin nasıl yapısal bir kriz olduğunu ve sosyal, siyasal, ekonomik, felsefi, teknolojik başkalaşımla ilintili olduğunu bu sayfada zaman zaman dile getirmeye çalışıyorum. “Tamam, da çözüm ne?” gibi paket çözüm beklentisinin mevcuda payandalık ettiği ortamda ne meseleleri etraflıca tartışmak, ne bir sorun barındırmıyormuş gibi duran alanları sorunsallaştırmak ve dolayısıyla da ne de anlamlı ve işlevsel çözümler üretebilmek mümkün.
Bu vesileyle alanı mevcuda mahkûm eden
vaziyete mesafe almakta ve bazı sevimsiz soruları kamuoyunun dikkatine sunmakta
yarar görüyorum. Bu tip hadiseleri hayat akışımızdan ayrık, istisnai hadiseler
olarak gören ve şaşkınlıkla da bu görmeyi meşrulaştıran yaklaşım biçimimiz
maalesef bu hadiselerin hem yaygınlığını hem de daha derin ve yapısal bir
krizin semptomu olduğunu görünmez kılıyor. Olay oldu, öğrenciler disipline sevk
edildiler, cezalarını almalarının verdiği rahatlıkla bildiğimizi aynıyla
yapmaya devam edeceğiz. Bu kadar mı? Bu hadisenin ve benzer hadiselerin
ilişkili oldukları bir alt zeminden bahsedemez miyiz? Merceği nereye
kaydıracağız, mevzuyu hangi odağa yerleştireceğiz? Bu basit bir disiplin
hadisesi mi? Sadece olayda ismi geçen öğrencilerimizin bireysel
kontrolsüzlükleri mi? Bu olay sadece İzmir’deki bir okulumuzda mı yaşanıyor?
Ülkemizin diğer bölgelerinde, diğer okullarında bu tarz meseleler hangi
yaygınlıkta yaşanıyor? Belirtildiği gibi olayı yapıyla işleyişle, ilişkiyle
etkileşime sokmak mümkün mü? Böyle yapıldığında ne söylenir, ne söylenebilir?
Uzatılması gereken bu soruların zor ve
sevimsiz, çözümün de kolay olmadığını bilen birisi olarak bu tür hadiseleri
“her suç topluma yöneltilmiş bir sorudur” kabulünce ele alınması gerektiğini
düşünüyorum. Görüntü ve görüntüye verilen tepkiler mevzuyu bir kuşak çatışması,
kronikleşen bir öğretmen-öğrenci gerilimi, değer tanımayan yeni nesil vs.
üzerinden buharlaştıracağımızı gösteriyor. Belirli periyotlarla basına yansıyan
bu tip haberler alışılagelen ezber üzerinden okunuyor ve buna göre tepkiler
veriliyor. Disipline sevk etme, soruşturma başlatma, müfettiş görevlendirme
şeklinde özetleyebileceğimiz bu çözüm sistematiği, genetiği itibariyle meseleyi
lokal ve teknik kavrayıcıdır.
Öncelikle bu olayların istisnai olmadığını
kaydetmemiz gerekiyor. Bu sansasyonel haberlerin eğitim ortamlarımızın büyük
çoğunluğunun rutini olduğunu ilgili olanların tümü bilmektedir veya bilmek
durumundadır. Uzaydan gelinmemişse modern zorunlu eğitimin, üstelik sadece
Türkiye’de de değil, tüm yerkürede benzer manzaraları yaygın bir şekilde içinde
barındırdığı hatta bizatihi yapısı dolayısıyla bu tarz insandışılıkları üreten
bir niteliğinin olduğu rahatlıkla görülebilir. Hayatın işleyişine ayna tutan sinema-edebiyat
ürünlerinde çoğunlukla arka fonda bir şekilde kendisine yer bulan
eğitim-okul-öğrenci-öğretmen ilişkisine azıcık dikkat kesildiğinde belirttiğim
manzara rahatlıkla görülecektir: Tükenmiş-itibarsız öğretmen, agresif-isyankâr
öğrenciler, şiddet, çete, madde bağımlılığı, zorbalık membaı okul ortamı vs.
Soğukkanlı bir bakış meselenin teknik ve
lokal olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla çözüm olarak ileri sürülen hususların
hepsinin Alev Alatlı’nın ifadesiyle ‘mış gibi yapmak’ dışında bir hükmünün
olmadığını bilmeliyiz. Burada sistemin, yapılanmanın, zaman ve mekân
tasarımının, ilişki biçiminin gerilim üreten, çatışma ve saldırganlık büyüten
bir nitelik arz ettiğini görebilmeliyiz. Mesele her bir bileşenin bağımsız
olarak ne olduğuyla anlaşılabilecek bir mesele değildir. Elbette her bir
bileşenin ayrı ayrı anlamı vardır ve niteliği ziyadesiyle önemlidir. Ancak
sistemin, bileşenlerinin toplamından fazla ve öte bir şey olduğunu hatırlarsak
karşımızdaki sorunu anlama imkânımız olacaktır. Eğitim sosyolojisinin,
psikolojisinin ve felsefesinin egemen klişelerine sarılmadan, Baudrillard’ın
tanımlamasıyla ‘Çaresiz Stratejiler’in ağına düşmeden ciddiyetle eğilmesi
gereken bir alan karşımızda duruyor.
Modernleşme tarihimizdeki tüm iyileştirme
çabalarına rağmen istikrarlı bir şekilde varlığını devam ettiren akademik
başarısızlık başta olmak üzere sosyal, bireysel, psikolojik ve mesleki
yetersizlik eğitimimizin değişmeyen şikâyet konularıdır. Akademik başarısızlığı
gidermek için başvurduğumuz teknik düzenlemelerin elimizde kaldığını
göstergelerden biliyoruz. Daha vahimi eğitim ortamlarında mevcut ilişkinin
gittikçe insani olmaktan çıkan ve modernliğin kaba dönemlerinden kalan disiplin
konseptine bağlanmış olmasıdır. Tören ve ritüellerden kıyafete, okul ve sınıf
ortamından egemen ilişkiye, öğrenci yerleştirme sisteminden zorunlu eğitime
uzanan bu geniş düzeneği; eğitimin toplumsal bellekteki olumlu çağrışımlarıyla
bir yere kadar idare edebiliriz. Sorunlar birilerinin kişisel-ahlaki
zaaflarının ötesinde sistemik bir hüviyet taşıyorlar. Olayların, problemlerin
döl yatağı olan sistemi görmek yerine sınıf içi hâkimiyeti olmayan öğretmen,
ailesinden terbiye almamış öğrenci gibi lokalleştiren bakış açısı açık ki yüzleşmek
yerine kaçmayı tercih ediyor. Sorunu öğretmen ve öğrenci kaynaklı sıkıntılar
olarak görmek, sistemi gözden kaçırmanın ötesinde sorunları kronikleştiriyor.
Bu tarz problemlerin İzmir’deki okulla mukayyet olduğunu düşünenler sorunu
çözmeye değil işlevsiz ezberlerine sarılmaya koşuyorlar.
Meselelerimizi palyatif tedbirlerle
çözemeyiz. Çözüm için sahip olduğumuz alet çantasının bırakın sorun çözmeyi,
sorunu tespit etmekten aciz olduğunu görmek durumundayız. Meselenin MEB’in
meselesi olduğunu, onun uygulayageldiği yanlış politikaların neticesi olduğunu
belirten yüzeysel kavrayışa da mesafe koymalıyız. Sosyal meselelerin mucizevi
çözümleri olmadığını bilenler çözümün tartışmanın, sorgulamanın niteliği ve
derinliği ile ilintili olduğunu da kabul edeceklerdir. O yüzden sorun tüm
Türkiye’nin sorunudur, tüm Türkiye’nin mevzuyu kavrama düzeyiyle ilintilidir ve
AKUT tedbirlerle, palyatif çözümlerle geçiştirilmeyecek büyüklüktedir. Modern
dünyanın fetişi olarak hayatımızı şekillendiren zorunlu eğitimin ontolojik
olarak tartışılması elzemdir. Mevcut eğitim paradigması, planlaması ve pratiği
tartışılmalıdır. Sistem içindeki öğretmenin ve öğrencinin konumu
sorgulanmalıdır. Tekçi, tektipçi, otoriter, merkeziyetçi bir yapı, hiyerarşik
bir ilişki biçimi doğası icabı problemlidir. Öğretmenin özerkliğini elinden
alan, öğrencinin merak, ilgi, istidat ve kabiliyetlerini, fiziksel, sosyal,
psikolojik gereksinimlerini dikkate almayan ve eğitim-öğretimi bir mühendislik
faaliyetine indirgeyen yerleşik düzen bu biçimi ve işleyişiyle meşruiyetten,
makuliyetten yoksundur. Eğitimin de kaderini tayin eden genel eko-sistemin ne
kadar özgürlükçü ne kadar dingin ve huzurlu olduğu da ayrıca dikkatle ele
alınmalıdır.
Cumhuriyet’in hemen başında ülkemize davet
edilen ve eğitim sistemimiz üzerine rapor hazırlayan Dewey’in ‘muallimlerin
vaziyetinin şayanı memnuniyet olmadığında ittifak vardır’ tespitinin yüz yıl
sonra aynıyla vaki olduğu görülmelidir. Öğretmenlik mesleğinin kendi bakanlığı
başta olmak üzere itibarsız olduğu ve mali, özlük ve sosyal haklarıyla
perçinlenmiş bu vaziyetin kuru retorikle düzelemeyeceği açıktır. Mevcut eğitim
yapılanmamızın tarihsel dayanakları aşınmıştır. Modernliğin katı koşullarında
hayat bulan kurumlar ve ilişkiler günümüzün akışkan dünyasında sadece işlevsiz
kalmıyorlar aynı zamanda karikatürleşiyorlar, çözümü engelleyen, çözüm
arayışını görünmez kılan problem odaklarına dönüşüyorlar. Matbaanın, nüfusu
homojenleştirmeyi temel odağına ulus alan ulus devlet anlayışının, pozitivist
anlayışın, okuma, yazma, itaat gibi beceriler ekonomik-bürokratik
gereksinimlerin şekillendirdiği bir dünyanın ürünü olan okul düzenimiz bugün
varlık zeminini yitirmiş durumdadır. Kriz zannettiğimizden çok daha derindir.
Öğrencilerin boş ders sevinçlerine, tatil beklentilerine hatta sadece teneffüse
çıkış şekillerine bakılırsa durum görülecektir. Bunların her biri görülmesi ve
el atılması için yükselen imdat çığlıklarıdır. Diğer yandan sansasyonel şekilde
belirli periyotlarda kamuoyunda infial yaratan ölüm, darp, taciz gibi kriminal
hadiseler de kriminal olmalarının yanı sıra topluma yöneltilen ve çözüm
bekleyen sorunlardır. Eğitime erişime, eğitim ortamlarının fiziki şartlarına
odaklanan bakış konforlu alanlarda yaşanılan insandışılığı bırakın görmeyi
anlamaktan bile aciz durumdayız maalesef. Korkarım görülmez ve duyulmazsa
McLuhan'ın dediği gibi “öğrenciler yakında okulları yakacaklar!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.