Son yıllarda sivil toplum da ülkedeki siyasi kutuplaşmanın bir turnusol kağıdına dönüşmüş durumda. Oysa gerçek bir demokraside sivil toplumun mücadelesinin siyasi katmanda itibar görmesi, sivil olanın siyasal olan karşısında yüceltilmesi gerekiyor. Sivil Toplum Geliştirme Merkezi (STGM), kısa süre önce ‘Türkiye’de Sivil Toplum Örgütleri: Örgütlenme Özgürlüğü ve Katılım Hakkı’ başlıklı önemli bir rapor yayımlandı. Araştırma, 1.003 sivil toplum örgütü ile anket, hak temelli çalışma yürüten 48 sivil toplum örgütü ile derinlemesine görüşmelere dayanıyor. Ayrıca iki odak grup toplantısı da gerçekleştirilirken Türkiye Büyük Millet Meclisi ve 12 bakanlığın bu konuyla ilgili çalışmaları da rapor kapsamında tarandı.
Rapor, aslında hepimizin farklı aşamalar
ve zaman dilimlerinde haberlerden veya saha tecrübelerimizden deneyimlediğimiz
gerçeklikleri olgusal bir temelde ortaya koyuyor. Buna göre; Türkiye’de yasal
düzenlemelerde halen 12 Eylül darbe döneminin kısıtlayıcı atmosferi sivil
toplumun nefesini kesiyor, hareket alanını kısıtlıyor; sadece “makbul” sivil
toplum siyasal alanla temas kurup karar alma süreçlerini “kendi çıkarları
doğrultusunda” etkileyebiliyor.
Sivil toplum örgütlerine yönelik devlet
baskısını, özellikle Cemevi ile Alevi dernek ve vakıflarında yaşandığı gibi
türlü saldırılar ve tehditler de izliyor.
Genç ve çocuk sayımızla övündüğümüz kadar
sivil toplumun niteliksel ve niceliksel gücüyle övünemiyoruz. Bir diğer
deyişle, Almanya duble yollarımızı kıskanıyor ama sivil toplumumuzu
kıskanamıyor, çünkü Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin sayısı Avrupa’ya
kıyasla oldukça az. Almanya’da 620 bin, Fransa’da 1,5 milyon sivil toplum
örgütü varken, Türkiye’de bu sayı 101 bin düzeyinde kalıyor.
Üstelik derneklerin yarısının yıllık
geliri 10 bin liranın altında iken, sivil toplum kaynak yaratamıyor, üye
aidatları ve bağışlar ise ayakta kalmaları için yeterli gelmiyor. Kamu
kaynakları adil dağıtılmazken, çok az sivil toplum kuruluşu devlet kaynaklarından
yararlanırken, uluslararası fonlara erişim de kısıtlı olup bir şekilde
erişebilenlere de “damga” vuruluyor. Hak temelli çalışmalar yürütüp Türkiye’den
kaynak geliştirme olanakları sınırlı olanlar Avrupa Birliği gibi uluslararası
kuruluşlardan proje bazlı destek aldıklarında onlara “foncu” deniyor, karalama
kampanyalarına konu oluyor, gazete manşetlerinden boy boy hedef
gösteriliyorlar.
HAK TEMELLİ STK’LARIN ORANI DÜŞÜK
Araştırma, hak temelli yaklaşıma sahip STK
oranının Türkiye’de yüzde 15 olduğunu da belirtiyor. Ancak bu kurumların da
tehdit edilip hedef gösterildiği, birçoğunun isminin yer aldığı listeler
üzerinden karalama kampanyalarına konu edildiği, ani denetimlerle karşılaşma
sıklıklarının arttığı ve bu denetimlere ilişkin olumsuz tecrübeler yaşadıkları,
yaptıkları eleştirel açıklama ve çalışmaları sebebiyle baskılarla daha fazla
karşılaştıkları da kaydediliyor. Araştırmaya konu edilen her beş sivil toplum
örgütünden biri yasal düzenlemelerden kaynaklı zorluk yaşarken, bazı dernekler
kurulurken yasada yer almamasına rağmen ek belgeler isteniyor; sivil toplum
örgütlerinin siyasal çizgide “muhalif” duruş veya ilkeleri olması durumunda da
idari zorluklar yaşatılıyor. 2020 yılında Dernekler Kanunu’nda üye bildirim
yükümlülüğü getirildiği için derneklerin önemli bir kısmının üye sayısında
ciddi düşüşler yaşanıyor. Dolayısıyla araştırma şunu net bir şekilde ortaya
koyuyor: Sivil toplum örgütlerinin, kuruluş felsefelerine uygun şekilde karar
verme süreçlerine katılımları oldukça sınırlı. Devletçi refleks sonucunda ancak
“makbul” olanlara bu “ayrıcalık” veriliyor. Bunun sonucunda da içlerinden
bazıları karşılaştıkları yıldırma taktikleri ve kayıtsızlık karşısında havlu
atıyor ve sahneden çekiliyorlar.
ÇAĞIN RUHU OTOSANSÜR OLMAMALI
Sivil toplumu birey ile devlet arasına
konumlandıran Hegel’in meşhur “zeitgeist”i, yani çağın ruhu, bunu gerektiriyor.
Oysa geldiğimiz noktada, Gramsci’nin de üzerinde kapsamlı araştırmalar yaptığı
gibi, sivil toplum, devleti destekleyen alanlardan birine dönüşüyor; sivil
toplumun demokratik karar alma süreçlerine uzman desteği ve yurttaşlık
katılımının çoğulculuk ve şeffaflık özelliklerinin altı oyulmaya çalışılıyor;
sivil toplumun bir bileşeni olarak medyanın habere erişimi de benzer kutuplaşma
süreçlerinin kurbanı oluyor ve basın kuruluşları ya reklam gelirlerinden mahrum
bırakılıyor ya da hak odaklı habercilik süreçlerinde yıldırma teknikleriyle
sansür ve otosansüre konu oluyor. Ve raporda da belirtildiği gibi, uluslararası
ilke ve standartlarla uyumlu, ayrımcılıktan uzak, herkesi kapsayan ve kimseyi
geride bırakmayan bir yaklaşım eşliğinde yapısal bir dönüşüm şart.
Peki Türkiye’de sivil toplumun
güçlendirilmesi yolunda istediğimiz dönüşüme dair kamusal alan konusunda önemli
referanslardan felsefeci, sosyolog ve siyaset bilimci Jürgen Habermas ne diyor?
Her ne kadar daha sonraları Nancy Fraser gibi düşünürler tarafından feminist
eleştiriye konu olsa da, Habermas’ın yaklaşımı aslında bu kaosun çözümünde
elimize bazı açıklayıcı çerçeveler veriyor. Şöyle ki Habermas, Kamusallığın
Yapısal Dönüşümü başlıklı çalışmasında devletin egemenlik alanının dışında yeni
bir kamusallık biçiminin doğduğunu, bu özerk toplumsal ilişkiler ağında
“erişilebilir” bir tartışma kültürünün yaygınlaşarak eleştirel düşüncenin ve
müzakere kültürünün geçer akçe haline geldiğini belirtir. Bu demokrasi
perspektifinde bireyler eşit yurttaşlar olarak özgürce tartışmalara
katılabilirler, kendilerini ilgilendiren sosyal, kültürel ve siyasi konularda
söz sahibi olurlar.
Habermas için kamusallık “kamu” ile
sınırlı değildir; tüm sivil oluşumlar, toplumsal hareketler, medya bu sepetin
içerisindedir ve eleştirel söylem aracılığıyla farklılıkların bir arada
yaşadığı bu çoklu ve birbiriyle kesişen “kamusallıklar” karmaşık bir ağ bütünü
oluşturur. Bu kamusal alan sağlıklı bir şekilde işledikçe sivil toplumun da
demokrasideki rolü güçlenir; demokratik süreçlere sivil toplumun uzmanlaşmış
bilgisi etki etmeye başlar; kapsayıcı, özgürlükçü ve müzakereci demokrasi
pratikleri yaygınlaşır. Yeter ki devlet bu yeni kamusallıkları manipüle etmesin
ve bu yeni kamusal alanlar, devletin kendi çıkarları ve öncelikleri
doğrultusunda araçsallaştırılmasın. Dolayısıyla eşitsizlik, ötekileştirme,
dışlama, kendine benzemeyeni sistemin dışına itme veya yok sayma, dernekleri
“benden olan” ve “olmayan” diye ayırma gibi pratikler, kamusal alanın
özgürleşmesinin de, rasyonel tartışmanın da, toplumsal kapsayıcılığın da
düşmanıdır. Ancak Habermas’ın normatif bir ideal olarak sunduğu çerçeveye ne
yazık ki günümüz toplumlarında ve Türkiye’deki mevcut sivil toplum-devlet
dengesi bağlamında erişmek de kolay değil, çünkü bir soyluyla bir işçi bu yeni
kamusallıkta karşı karşıya gelip tartışabilecek olgunlukta olmalı ve sistemde
böyle bir kapsayıcılık oluşturulmalı. Yani sivil toplumda toplumsal
eşitsizlikler ve sınıfsal farklılıklar devre dışı bırakıldığında, örneğin
kadınların da dahil edileceği kamusallık biçimlerinin önündeki sosyal ve
kültürel engeller kalktığında, toplumsal ilişkiler böylesi bir heterojenlikte kurgulanabildiğinde
anlam kazanıyor.
YENİ KAMUSALLIK NASIL DÖNÜŞMELİ?
Frankfurt Okulu’nun en önemli
temsilcilerinden Habermas, bu yeni kamusallık biçiminin yeni bir siyasal alan
da doğurduğunu, bu sivil örgütlenme alanının siyasal düzeyde karar alma
süreçlerini etkileyebildiğini kaydeder. Yani devlet-toplum ilişkileri yapısal
olarak ve peyderpey dönüşmektedir. Habermas’a göre, kamusal alandaki iletişim
ve müzakereci demokrasi modeli, ancak aktif bir sivil toplumla, ifade
özgürlüğünün güvence altına alınmasıyla sağlamlaştırılır.
Son 40 yıldır giderek daha yaygın şekilde
deneyimlediğimiz bilgi toplumu ve küreselleşme çağıyla birlikte özel
alan-kamusal alan ilişkisinde ayrım giderek silikleşiyor ve yeni bir kamusallık
biçimi doğuyor. E-demokrasiden, e-katılımdan, dijital oylardan, Zoom
bağlantıları üzerinden yürütülen sivil toplum toplantılarından bahsediyoruz.
Dolayısıyla dijitalleşme süreci aslında
kamusallığa ve sivil topluma farklı bir boyut kazandırıyor. Bireyler de bu yeni
kamusallıkta daha etkin bir şekilde, sınırları da aşarak yer almak istiyor ve
bu yöndeki kapasiteleri ve mekânsal olanakları da artıyor. Afrika’nın bir
ucundan, Avrupa’daki bir sivil toplum kuruluşunun toplantısına katılıp söz
almak ve sorunlarını anlatmak mümkün hale geliyor. Dijital ağlar üzerinden
sivil toplumda bireyler arasında bağlar kurulup ortak mücadele mekânları
geliştiriliyor.
Günümüzden bakıldığında, evet, kamusallık
dönüşüyor. Evet, sivil toplum siyasal alanı etkilemek üzere elindeki temel araç
olarak müzakere gücünü kullanıyor. Ancak STGM’nin son araştırmasında da
görüldüğü üzere, bu rasyonel/eleştirel tartışma ve karar alma süreçlerini
etkileme alanı giderek siyasal alanın kısıtlayıcı genişlemesi karşısında
daralıyor, nefesi tükeniyor. Dolayısıyla müzakerenin, eleştirel tartışmanın,
siyasal alanı etkileme çabasının olmazsa olmazı, toplumdaki farklı bileşenlerin
eşitlikçi bir çerçevede birbirleriyle iletişim kurup siyasal alanla eşitlikçi
ve yurttaşlık temelinde bir bağ tesis edebilmesi.
Hayvan haklarını, çevre haklarını, kadının
insan haklarını, çocuk haklarını veya kentsel yaşam haklarını savunan dernekler
arasında bizden olan/olmayan ayrımları kökleştikçe, siyasal kutuplaşmanın tüm
iç gerilimleri sivil alanın işleyiş ve hareket alanına sirayet ettikçe,
toplumun farklı renklerinin solması ve farklı nefeslerin havasız bırakılması
kaçınılmaz.
Bu kutuplaşma virüsü bir kanser hücresi
gibi toplumun tüm hak alanlarını sardıkça her canlının farklı düzey ve şiddette
hak ihlali yaşaması ve bunun da son kertede demokrasinin kalitesini sarsıp
zayıflatması da kaçınılmaz.
E.E. Cummings der ki; “Seni diğerlerinden
farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak
kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı,
artık hiç bitmez!” İşte sivil toplum, böylesi bir dünyada, kamusallıkların
sürekli dönüştüğü, çoklu krizlerin insanları çoklu mücadelelere yönelttiği bir
ortamda, ortak aklı üretmek, ortak sağduyuyu geliştirmek, ortak hedefler
doğrultusunda yaşamı anlamlandırmak için büyük bir mücadele veriyor
Türkiye’de... STGM raporu verileri bunu bir kez daha bize kristal berraklığında
anımsattı.
MENEKŞE TOKYAY KİMDİR?
Galatasaray Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler bölümünden mezun oldu. Belçika Katolik Louvain Üniversitesi’nde
Avrupa Birliği alanında yüksek lisans çalışmasını gerçekleştirdi ve yüksek onur
derecesiyle mezun oldu. Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü’nden
doktora derecesini aldı. Avrupa Birliği alanında danışmanlık firmalarında uzman
olarak görev aldı. 2003 yılından beri çeşitli dergi ve yayınevleri için çeviri
yapmaktadır. Ayrıca, 2010 yılından bu yana birçok uluslararası haber ajansında
Türkiye muhabiri olarak görev almakta ve Türkiye’ye ilişkin gelişmelere dair
analizler hazırlamaktadır. Mülteci hakları, çocuk hakları, sosyal politikalar,
kadının insan hakları, Avrupa Birliği ve Orta Doğu’daki gelişmeler, başlıca
ilgi alanları arasında yer almaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.