Her 28 Şubat’ta aynı şeyi düşünüyorum: distopik bir senaryoda uyanıyorum ve artık fakülteye başörtülü gidemiyorum. Bir binanın önüne geliyorum, küçük bir kabin görüyorum. Polis eliyle orayı işaret ediyor, sıra bekliyorum, çok fazla kadın var, içeri başörtülü girip başı açık çıkıyorlar. İçeri giriyorum. Şalımı çıkarıyorum, iğnemi itinayla boneme saplıyorum ki kaybolmasın. Şalımı çantama koyuyorum. Saçımı düzeltiyorum ve güvenlikle göz göze gelmemeye çalışarak okula giriyorum. Sonra aklıma yağan yağmur altında başımı açıp, ıslak eşarbı sıkıp çantama koyduğum gün geliyor, yıl 2009’du. Sadece 15 yıl geçmiş olmasına inanamıyorum çünkü şimdi aynı binalara kimse beni durdurmadan giriyorum.
Üniversiteye başörtülü girdiğim ilk gün,
2010’da dönemin ilk sınavlarından hemen sonra bir gündü. Güvenliğin yanından
geçiyorum, engellenmedim. Tahmin ediyorum o an hissettiklerimi hiç
unutamayacağım. Sınıfa giriyorum, gözler üzerimde ama tepki yok, derin bir oh
çekiyorum. Derken günler geçiyor ve artık alıştık, alıştılar.
Başörtüsü yasağını, 28 Şubat’ı, temel
vatandaşlık hakları, Türkiye’nin siyasal tarihi, İslamcılık ve daha nice
kallavi meseleyle tartışabilir, derin analizler yapabiliriz. Yapalım da ama
benim ve daha nice kadının o günlere dair trajikomik anıları da en az siyaset
bilimi terminolojisi kadar kapsamlı ve açıklayıcı durum komedileriyle dolu. 28
Şubat demagojisi yapmak diye bir kavram bile var Türkiye’de --ki ‘hakkıyla’
yapanlar genelde ne kadınlar ne de başlarını açtılar.
Burası gerçekten önemli, biz sokak
ortasında birden küçük kulübelerin önünde, yurt girişlerinde başörtümüzü
çıkarıverdik. O sınıflara girmek, okulu bitirebilmek için. Kimileri peruk
taktı, kimileri şapkayla girdi kimileri okulu bıraktı. Bunla mücadele etmek
bile sosyo-ekonomik bir gerçeklikti çünkü bazı aileler çocuklarını tesettürlü
kabul eden özel okullara gönderebildiler, bazıları yurt dışına gitti. Ama ben
başını açıveren o kadınlardan biri olarak o anları dönem dönem hatırlayıp genç
yaşta içine düştüğüm parodilerin üstünden geçiyorum ve genelde soruyorum:
tekrar olsa, yine öyle sessizlik olur mu? Sonra başka sorular geliyor aklıma.
Şu an mağdurlara iade edilen temel hak ve özgürlüklerden sonra, başörtülü
kadınların algısı meşru bir zemine oturdu mu? Başörtülü kadınlar bugün neler
yaşıyorlar? Bazıları başlarını açtılar.
BAŞINI AÇAN ERKEKLER
Bu kategori inanılmaz ilgi görüyor çünkü
kadınların hayat seçimlerinin görünür olması, ‘başını açan erkekleri’ gizlerken
kadınları sahnenin ortasına bırakıveriyor. Evet, erkekler de başlarını açtılar,
bu toplumda çıplak gözle görülen bir sosyal gerçek ama çoğunlukla kadınları
konuşuyoruz.
Herhangi bir ortamda Türkiye’de
dindarlığın azalması yahut sekülerleşme konuşulduğunda herkesin ilk örneği
başını açan bir kadın arkadaşı, yakını. Başörtüsü görünür bir unsur ve
kadınların İslami yanına dair ilk izlenimi barındırıyor. Oysa hepimizin bildiği
gibi, yalnızca başörtülü kadınlar dindar değil ve başörtülü kadınların da hepsi
dindar değil. Fakat mesele erkeklere geldiğinde, en az başını açan kadınlar
kadar çok sayıda erkeğin dinden uzaklaştığını ve kendi üsluplarıyla ‘başlarını
açtıklarına’ şahidiz. Namaz kılmayı bırakmak, özel hayatını dinden uzak
formlarda yaşamak, içki içmek hatta inşallah, maşallah gibi günlük ifadeleri
bile kullanmaktan hicap duymak sekülerleşme alametlerine örnek olabilir. Kim ne
kadar dindar elbette bilimsel metotlarla ölçümü zor fakat lisansüstü tezlerde
henüz sayısı az olsa da başını açan kadınlara dair sosyolojik çalışmalara
rastlamak böylece tartışmayı akademik bir zemine oturtmak mümkün.
Benzer şekilde Zübeyir Nişancı’nın
‘Sayılarla Türkiye’de İnanç ve Dindarlık’ araştırması kadın ve erkek üzerinden
bir karşılaştırma imkânı sunuyor. Kadınlar arasında kendini dindar olarak
tanımlayanların, düzenli olarak namaz kılanların ve oruç tutanların oranları
erkeklerden %3-4 bandında daha yüksek. Araştırmaya göre, ‘Türkiye’de yaşayan 18
yaş üstü kadın katılımcıların %73’ü -diğer bir deyişle neredeyse dörtte üçü
herhangi bir şekilde başörtüsü’ takıyorlar. Katılımcıların %48’i ise dışarıya
çıkarken “sık sık” veya “her zaman” başörtüsü taktıklarını dile getirmişler. Bu
demek oluyor ki Türkiye’de kadın için dini eğilimlerini ve pratiklerini
göstermek oldukça yaygın bir tutum.
KADININ MEŞRUİYETİ
Nişancı’nın anketinde daha da ilginç olan
kısım başörtüsü algısını inceleyen bölümde, erkeklerin başörtülü kadınların
hakimlik veya savcılık yapabileceğine dair soruya %3-5 bandında daha negatif
cevap vermeleri. Biraz daha açarsak, katılımcı erkekler arasında katılımcı
kadınlardan daha yüksek oranda bir kısım, kadınların başörtülü olarak belli
meslekleri yapmalarını onaylamadıklarını belirtmişler. Aynı minvalde hem kadın
hem de erkek katılımcılara başörtüsünü siyasi bir sembol olarak görüp
görmedikleri sorulmuş ve erkekler arasında başörtüsünü siyasi sembol olarak
görmek kadınlara göre daha yaygın çıkmış.
Zahide Tuba Kor hocaya göre belki de
başörtülü kadınların yasaklarla hesaplaşması çoktan bitti, hedeflerine
ulaştılar ama o ‘dışlanmışlığın’ etkileri hala unutulmadı. Kadın meselesi
üzerine çalışan ilahiyatçı Hidayet Şefkatli Tuksal da başörtüsü yasaklarının
kalkmasının başörtülü kadınlara bir itibar iadesi getirmediğini öne sürüyor.
Bu konu üzerine yazanlardan biri de İsmail
Kılıçaslan ve onun kadınların açılmasına ilk cevabı; ‘seküler hayat tarzının
kuşatıcılığına ve çağrısına karşı koymak hiç kolay değil’. Aynı oranda hatta
belki kadınlarla yarışır biçimde sekülerleşen erkekler de mi modern hayatın
dayatmalarıyla baş edemiyorlar yoksa onların geçirdiği kişisel dönüşümler caiz
mi? Eğer mesele seküler hayatın cazibesi idiyse, onlarca insanın içinde, minik
kulübelerde, okuldaki sosyal hayattan dışlanarak geçen onca yılda, iş bulamazken,
evlenemezken neden kadınlar başlarını açmadılar? Ya da erkeklerin iş yerlerinde
tesettürlü eş sorun oluyor öngörüsüyle seküler hayat tarzında evlilikler
yapmayı tercih etmeleri, neyin cazibesine denk düşüyordu? İsmail Kılıçaslan
erkeklerin ‘yozlaşma’ serüvenini, ‘dindar erkekler sorunu’ olarak tanımlıyor ve
ilginin yalnızca kadınların sekülerleşmesinde olmasını yadırgıyor.
Başörtüsünü çıkaran kadınların
sıraladıkları nedenler listesi uzun ama ‘hala bariyerler var ve ben yoruldum’
öne çıkan bir ifade. Başörtülü kadınlar dini hassasiyetleri olan ya da
özgürlükçü insanlar tarafından ne kadar destekleniyorlar? Yoksa iş dünyası ve
siyaset kolaya kaçarak ve konvensiyonel kadın imajına sığınarak yalnızca
temsili ve sınırlı bir noktaya kadar bir alan mı açıyor onlara? Mütedeyyin
kadın temsilini bir yere taşımak artık bu camianın bir meselesi değil mi? Yoksa
mütedeyyin kadına artık haklarını aldın, gerisi sende mi deniyor? Bu da oldukça
ilginç çünkü bu yazıyı yazdığım gün bile karşısında cevap vermeye hicap
duyacağım bir durum yaşadım, üstü örtülü, oldukça kibar çünkü artık ‘bize’
dokunulması zor fakat saygısızlık hatta reddetme çabası tam da detaylarda gizli
değil mi?
‘MİNİK KELEBEK, DUR SAKİNCE UÇMAK
NE DEMEK’
Bu karmaşanın bir başka yüzü daha var:
başörtülü kadınların hala hak ettikleri işlere girmek ve belli terfileri almak
için sorun yaşıyor olmaları. Siyasal sistemin, Devekuşu Kabare’den bir
alıntıyla, ‘hangi kelebeğin uçacağına, hangisinin duracağına’ karar veriyor
olması başlıca bir ikilem. Başörtülü bir kadın bir göreve gelince sosyal
medyada özgeçmişi elden ele dolaşıyor, sürekli bir açık arama telaşı başlıyor.
Meşru olduğunu ve uçmaya uygun bir kelebek olduğunu kanıtlaması gerekiyor.
Yalnızca seküler endişelerle başörtülü temsilinin artmasından rahatsız olanlar
nezdinde değil üstelik. Kadınların iyi çocuk yetiştirecek kadar eğitimli,
eşlerinin davetlilerine İngilizce hoş geldin diyebilecek kadar dil bilen kız
kardeşler olmaktan çıkıp, birer meslektaş, belki de rakip olmasından rahatsız
olan muhafazakâr çevreler için de. En basit haliyle, hala Whatsapp gruplarında,
eğer bir kadın eğitimli olmazsa nasıl çocuk yetiştirir, biraz olsun dil bilmez
ve uğraşı olmazsa eşiyle nasıl ortak konuşacak şeyi olur erkeğin gözü dışarda
olur temalı videolar dolaşıyor ve bunlar yadırganmadan iki diplomalı, 28 Şubat
mağduru kadınlar tarafından bile paylaşılıyor. Kadınlar meşru kalmaya o kadar
odaklanmış haldeler ki kelebeğin uçmamasını doğal karşılıyorlar belki de sineye
çekiyorlar.
Bir diğer vurucu ve üzücü nokta belki de
kadının kadını unutması. Afrika’da kolonyal sistem sonrası sisteme giren
kadınların kadın politikalarını ya da temsilini öncelemeyi bırakıp ana akım
siyasal denkleme hizmet etmesi üzerinden ‘femokrasi’ tartışmaları yürüyordu ki
bu kavram hemen her siyasal sistem eleştirisinde de kullanılır. Başörtülü
kadınlar bir yere geldiklerinde önce kendilerini güvene alıyorlar çünkü hem
geleneksel, dindar kodlara karşı sosyal hayatta da çalışan ve işini iyi yapan
kadın imajı çizmeye çalışıyorlar hem de konvensiyonel seküler tutuma karşı
basit bir varoluş mücadelesi veriyorlar. Bu esnada kadın kadına ne kadar
dayanışma oluşuyor, birbirlerine manevra alanı açıyorlar mı hepsi soru işareti.
Yazının sonuna gelince şunu biliyorum ki
kadın meselesini sol eylemler yapılırken de mütedeyyin kadınlar durumlarını
açarken de duymak istemeyen çok. Bu yazı da ne başını açan kadınları ‘aklamak’
için ne de erkekleri topun ağzına koymak için. Kadınların sorunları dile
getirilince ‘aman bunlar da kafa ütülüyor daha ne istiyorlar’ diyecek de çok.
Ama konuşmak, ifade etmek belki de sadece sorular sormak hala bir ihtiyaç. Ben
Merve Kavakçı’nın mecliste yuhalandığı görüntüleri hala kalp ritmimi normal
akışında tutarak izleyemiyorum. Eminim bir yerlerde de kadın dernekleri 8
Mart’a pankartlar hazırlıyorlar ve sorunsuzca eylem yapamayacaklar ki onların
da bazıları bir zamanlar bizim zorla kapandığımızı söyleyerek yasağı
desteklemişlerdi. Ezcümle, yazıyı buraya kadar okuyan erkekler varsa, hala umut
var.
BETÜL DOĞAN AKKAŞ KİMDİR?
Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü’nde Dr. Öğretim Üyesi olarak görev alıyor. 2014 yılında Bilkent
Üniversitesi Uluslararası ilişkiler Bölümü’nden mezun oldu. 2017 yılında Katar
Üniversitesi Körfez Araştırmaları Bölümü’nde Katar dış politikasında
güvenlikleştirme üzerine yüksek lisans derecesini aldı. Durham-Katar
üniversiteleri Körfez Araştırmaları ortak programında doktora yaptı. İngiliz
Uluslararası Çalışmalar Derneği (BİSA) bünyesinde Uluslararası Akdeniz,
Ortadoğu ve Asya Çalışmaları grubunun yürütücülüğünü yapmaktadır. Körfez
ülkelerinin siyasal kültürleri, dış politikaları ve güvenlik stratejileri temel
araştırma alanlarıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.