30 Aralık 2023 Cumartesi

Aydınlara ihtiyacımız var mı İbrahim Kiras-30/12/2023

Aydının toplumsal görevleri veya sorumlulukları konusu modern bir problem. Çünkü aydın yeni bir zümre.

Klasik dünyada alimler, arifler, edipler, yani okumuş kesimler vardı ama aydın yoktu. Mehmet Emin Yurdakul’un dizelerini okul kitaplarından hatırlarsınız: Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et/ Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet/ Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.”

“Bırak Beni Haykırayım” manzumesi edebî değeri olmasa da aydının toplumsal rolüyle ilgili yeni bir anlayışın habercisi olarak önemli bir metin. “Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına” diyen Namık Kemal’in açtığı yolda çok kısa sürede ulaşılan bir bilinç aşamasının ifadesi.

Toplumun sorunlarıyla ilgilenmek, ilgilenmekle kalmayıp çözüm aramak, dahası bunların çözümü için bizzat mücadele etmek ve bunun için kişisel fedakarlıklardan kaçınmamak klasik çağ şairlerinin veya alimlerinin görevi sayılmazdı. Eğitimli zümrelerin mensupları aydınlanmış kişilerdi ama aydın değillerdi.

Kendi sınıflarının, kendi sosyal gruplarının çıkarlarını savunmak için ayağa kalktıkları olurdu ama toplumun diğer kesimleri adına herhangi bir mücadeleye girişmeleri beklenmezdi.

Aydın dediğimiz kişiler Batı dünyasında esas olarak 18. yüzyılda ortaya çıkmış olan yeni bir insan türüdür. İçinde yaşadıkları toplumun “kaderini değiştirme” yolunda misyon üstlenmiş, bunu görev edinmiş, bunun için çaba göstermekten geri durmayan, yeri geldiğinde bu uğurda bedel ödemeye hazır bir zümre.

Özellikle gazetenin ortaya çıkıp yaygınlaşması toplum seçkinlerinin geniş kesimlere seslenebilen etkili birer kürsü edinmesine ve bugünkü manada sivil kamuoyunun oluşmasına yol açmıştı. Amerikan ve Fransız devrimlerinin mimarları bu yolla toplumu yönlendiriyordu. Aynı gelişme Türkiye’de ise hemen sonraki yüzyılda görülecektir. Tanzimat’tan İkinci Meşrutiyet’e gelinceye kadar ortaya çıkmış olan yeni bir toplumsal zümre Namık Kemal ve arkadaşlarının gazetelerde sürdürdükleri mücadelenin eseridir.

İkinci Meşrutiyet, Milli Mücadele ve Cumhuriyetin kuruluş dönemlerinde “vatanı kurtarma, devleti ayakta tutma” ülküsü etrafında birleşen ve bu uğurda ellerini de kellelerini de taşın altına koyan aydın zümre bilahare sosyalizm, milliyetçilik, İslamcılık gibi farklı yollara dağılsalar da “Ey vatan, gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz” diyecek bir özgüven ve adanmışlık içindeydiler.

Bugün yok artık bu duygu. Türkiye’nin seçkinleri yok bugün, aydınları yok. Şu ya da bu grubun mensupları var. Kendilerine ait fikirleri olan, kendi başlarına bir misyona talip olan aydınlanmış çocukları yok bu ülkenin. Olanların da gücü yok. Çünkü hem sayıları iyice sınırlı hem de toplumsal yapıda artık yer yok böyle bir zümreye.

Çünkü, “aydını olmayan toplum” oluşumuzla bu ülkede sivil toplum ünitesinin eksikliği aynı problemin tezahürleri. Her ikisinin de eksikliğinin başlıca kaynağı bir yandan tarihî miras olarak devraldığımız sosyolojik realiteye bağlı yönetim ve siyaset kültürü, bir yandan da yakın dönemde yaşanan hızlı sanayileşme ve çarpık şehirleşme yüzünden toplumsal yapının maruz kaldığı sağlıksız transformasyon.

En başta toplumun milletleşmesini gerektiren “modernleşme” döneminde tam aksine toplumdaki “kompartımanlaşma”nın giderek büyümesi ve bugünkü haline ulaşması.

Bugün toplum yapımız altta çok geniş bir aile alanıyla üstte çok geniş bir devlet alanından ibaret neredeyse. Aile alanı derken biyolojik akrabamızla ilişkilerimizden ziyade kültürel çevre aidiyetini kastediyorum. İdeolojik angajmanların, siyasi parti taraftarlığının, hayat tarzı hassasiyetlerinin veya hemşerilik, aşiret, cemaat vb. mensubiyetlerinin oluşturduğu “küçük grup” aidiyetleri, milli kimlik ve vatandaşlık bilinci demek olan “büyük grup” aidiyetinin önünde yer alıyor.

Dolayısıyla bugün devlet ile aile (daha doğrusu aşiret veya cemaat gibi “geniş aile”ler) arasında bu iki alandan bağımsız bir sivil toplumun varlığından söz etmenin güçlüğüyle birlikte kamuoyu oluşturma kabiliyetine sahip bir seçkinler zümresi de yok Türkiye’de. Organik aydınlar var, bağımsız aydınlar yok.

‘ENTELEKTÜELLER VE APTALLAR’

"Aydını olmayan toplum” problemine kafa yoran Malezyalı düşünür Seyid Hüseyin Alatas da yakınlarda Türkçeye çevrilen eserinde “Gelişmekte olan ülkelerde entelektüelin toplumsal rolünü” tartışıyor. Ama esas itibarıyla kendi ülkesindeki vaziyetten yola çıkarak bunu yapıyor. Mamafih kitabı okuduğunuzda görüyorsunuz ki bahis mevzusu ülkelerdeki durum birçok bakımdan birbirine çok benziyor. (“Entelektüeller ve Aptallar”, çev. Kadir Yılmaz, Babil)

Alatas bir ülkenin kaderini iki tür sosyal zümrenin belirleyebileceğini savunuyor: Ya entelektüeller ya da aptallar. Anlaşıldığına göre kendi ülkesinde ikinci zümrenin borusunun öttüğünü düşünüyor. Aptal dediği aslında “aydınların rehberliğine ihtiyaç duymayan” geniş kitleler. Aptallık “kendiliğinden” içine düşülen bir zihin durumu yazara göre. Gonçarov’un meşhur roman karakterinden dünya ahvali umurunda olmayan bir kesimi anlatmak için türetilmiş “Oblomovculuk” terimine referansla kendi ülkesindeki geniş kitlelerin zihinsel uyuşukluğunu “bebalisma” diye adlandırıyor. Bu terimi ise şöyle tarif ediyor: “Düşünmeyen, mantıktan etkilenmeyen, en ufak bir estetik değer taşımayan, kayıtsız, saf, sevk etmeyen, yalnızca parçalara odaklanan, yönsüz, pasif, yaratıcı olmayan ve bilinçli olarak açıklanmış herhangi bir hedefi bulunmayan bir zihin durumu.”

Modern çağda “aydını olmayan veya toplum seçkinlerinin ortaya çıkmadığı” bir ülkeyi pek iyi günlerin beklemediği uyarısında bulunan kitaptaki ilginç bölümlerden biri aptalların ekonomik performansı. Malezya Sayıştay’ının raporlarına referans veren yazar ülke ekonomisine milyonlarca dolara mal olan usulsüz harcama, verimsiz yatırım, kötü planlama örneklerini sıralıyor ve ortaya çıkan kayıpları “aptalların eseri” olarak gösteriyor. Bize kalsa bahsedilen işlere “aptallık” demeyiz gerçi ama yazar ya nezaketinden ya da ironi severliğinden öyle diyor.

“Aptalların işe karışması yüzünden” zarara yol açan “yatırım”lara örnek verirken “Kuala Lumpur’daki havaalanının inşası ülkeye 50 milyon dolara mal oldu” diyor yazar, “eski havaalanının iyileştirilmesi ihtiyacı karşılamaya yetecekken bu kadar yatırım yapılması verimli bir karar değildi.”

Bu türden çok fazla örnek olaya değiniliyor kitapta ve şu hüküm veriliyor: “Aptallar etkin bir yönetim istediklerini söylerler ama her zaman en kötüsünü seçerler. Aptallar yolsuzluğu ortadan kaldırmak istediklerini söylerler ama yolsuzluk daha da büyür. Aptallar yoksulluğu ortadan kaldırmak istediklerini söylerler ama yoksulluk çok daha geniş kitlelere yayılır. Hele de aptallar ülke planlamasının sinir merkezine nüfuz etmişlerse artık geriye aptalların devrimine şahitlik etmekten başka bir şey kalmaz... Aptalların devrimi illaki bir iktidarı devirmez ama yönetimin ve toplumsal yaşamın diğer alanlarının kurucu normlarının üstünlüğünü alaşağı eder.”

21 Aralık 2023 Perşembe

Sivil başarının siyasete evrilememesinin nedenleri Muhammed Enes analıoğlu-20/12/2023

Küreselleşme ve neoliberal politikaların etkisi altında mutlak egemenlik gücünde aşınmalar yaşayan ulus devlet yapılarında sivil toplumun siyaseti dönüştürmesine karşın Türkiye’de sivil toplumun varlığını ‘kutsal devlete’ atfetmesi, 28 Mayıs 2023 seçimleri sonrası, etkisini daha da hissettirmekte kararlı. Nitekim son dönemde Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın öncülüğünde organize suç ve suç örgütleri ile başlatılan yoğun mücadelenin toplumda tam anlamı ile karşılık bulması ya da bulamaması konusu da Türkiye’deki sivil toplumun kendini konumlandırmasındaki çeşitli yanlış tanımlamalardan kaynaklanıyor. Bu anlamda, komşu bölgemiz Balkan coğrafyasında hem devlet sistematiği hem de devlet-toplum bütünleşmesi açısından oldukça ortak noktalarımız olan Sırbistan’daki sivil toplumun doğru tanımlamalar ile meşruiyetini koruması, sivilin siyaseti dönüştürmesi konusundaki başarısı açısından bizler önemli ipuçları sunuyor.

Sırbistan hükümeti ve halkı, 3 Mayıs 2023 tarihinde Belgrad’ın Vladislav Ribnikar İlkokulu’nda gerçekleştirilen silahlı saldırı ile sarsıldı. Saldırıyı gerçekleştiren 13 yaşındaki K.K. isimli öğrenci, babasının silahını alarak okula geldi ve 8 öğrenci ile bir güvenlik görevlisini öldürdü. Olayın perde arkası ve aktörleri henüz tam olarak anlaşılmamışken 2 gün sonra Belgrad’ın 60 km uzağındaki Mladenovac’ta 21 yaşındaki bir şüpheli otomatik silahla arabasından çevreye ateş açtı. Olayda herhangi bir yaralanan ve ölen olmazken 3 gün içerisinde iki silahlı saldırı gerçekleşen Sırbistan’da halkın yasa dışı silahlanması bir kez daha gündeme geldi.

Yaşanan bu endişe verici gelişmeler üzerine Mayıs ayından itibaren Sırbistan sivil toplumunun önderliğinde ‘Sırbistan Şiddete Karşı’ eylemleri başladı ve her hafta protesto yürüyüşleri gerçekleştirildi ve gerçekleştirilmeye de devam ediyor. Kasım ayının son haftası ile birlikte 28. kez gerçekleştirilen protesto yürüyüşleri önemli bir zafer elde etti ve Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vučić,17 Aralık’ta meclis seçimine gidileceğini ve hükümetin yeniden belirleneceğini ifade etti ve 2000 yılı sonrası Sırbistan’da 9. seçimin önü açılmış oldu. Alınan seçim kararı, Balkan coğrafyası içerisinde köklü demokrasi kültürüne sahip Sırbistan halkının rövanşist milliyetçi siyaseti dönüştürme yolundaki ilk adımın başarılı olduğunu ortaya koydu.

Yaklaşık 6 yıllık periyotta halk ve muhalefet nezdinde de meşruiyetini kaybetmeye başlayan Cumhurbaşkanı Vučić, 2022 yılının Nisan ayında gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlık seçimlerinde de önemli bir zafer elde etti. Aleksandar Vučić’in bu başarısının gün güç geçtikçe artması ve muhalefet ile sivil toplumun başarısız olmasının nedenleri ise önem arz ediyor. Dragan Šolak’ın sermayedarı olduğu United Group’a bağlı N1 kuruluşu hariç olmak üzere ülkedeki neredeyse tüm medya kuruluşlarını kontrol eden Vučić, kamu kurum ve kuruluşlarında da parti içi ilişkileri empoze ederek, memur sınıfını da yanına çekmiş durumda. Ek olarak ülkenin üst düzey kurumlarına da kendine yakın burjuva ve bürokrasi sınıfından kişileri ataması bu başarıyı perçinleyen önemli etmenleri ortaya koyuyor. 2012 tarihinden itibaren Sırbistan Merkez Bankası Başkanlığı görevini yürüten ve özellikle Cumhurbaşkanı Vučić döneminde görev süresi uzatılarak 135 yıllık Merkez Bankası tarihinin en uzun süreli görev yapan Başkanı olan Jorgovanka Tabakovi, Aleksandar Vučić’in görevde olduğu sürece kendisinin ‘bir vali’ olduğunu vurgulaması Aleksandar Vučić’in ülke içerisinde evrilen siyasi çizgisini de vurgulaması açısından önem arz ediyor. Jorgovanka Tabakovi’in Sırp Radikal Partisi geçmişi ve 2008’den itibaren de Sırp İlerici Partisi üyeliği göz önüne alındığında Cumhurbaşkanı Vučić’in ülkeyi parti devletine dönüştürmesi ve bu doğrultuda iktidar gücünü koruması dikkat çekici ancak Vučić’in siyasi başarısı yalnızca bu perspektiften okunmamalı.

Açılımcı kimliğini, tek adam ve baskıcı yönetimine doğru evriltse de Cumhurbaşkanı Vučić’in en önemli başarısı, muhalefetin en büyük başarısızlığı olan koalisyon ya da parti içerisinde çok sesliliğe ve farklı görüşlerin bir arada olmasına izin vermesi. Sırp İlerici Partisi’nin parti programı incelendiğinde neredeyse bir resmi ideoloji tanımlaması yapmaması ve merkez-sağ parti çizgisinde yoğun şekilde ilerlemesi Cumhurbaşkanı Vučić’in kurduğu hükümetler ve koalisyonlar içerisinde kendisine yönelik en ağır eleştiri getiren kişilerin dahi iktidar mekanizmasında yer almasını sağlıyor. Yakın dönemde en önemli örnekler arasında Sırbistan Ulusal Meclisi’nde Sırp İlerici Partisi’nin vekili olan Vladimir Dukanović’in, dönemin Sırbistan Enerji ve Maden Bakanı Zorana Mihajlović ile Twitter üzerinden birbirlerine karşılıklı ağır ithamlarda bulunmaya varacak kadar ilişki içerisinde bulunmaları Sırp İlerici Partisi’ne zarar vermiyor aksine gücünü artıyor. Nitekim 2022 yılı Cumhurbaşkanlık seçimlerinde Sırp İlerici Partisi’nin koalisyon listesindeki Halkın Köylü Partisi lideri Marijan Rističević’in (daha sonra Sırp İlerici Partisi’ne katıldı), Cumhurbaşkanı Vučić’in parti içi çekişmelere önemli ölçüde müsaade etmesinin muhalefetin önde gelen partisi Demokrat Parti’nin dahi başaramadığı bir gerçek olduğunu vurgulaması aslında başarının önemli perspektifini gösteriyor. Ancak tartışılmayan tek isim var, o da Cumhurbaşkanı Aleksandar Vučić.

Analiz etmeye çalıştığımız bu başarı, Aleksandar Vučić’in bir demokrat kimliğini ya da parti içi demokrasiyi koruyan lider olarak görülmesine yol açabilir. Ancak Sırbistan siyaset geleneğinin ortaya koyduğu gerçekliklere göz attığımız takdirde başarının asıl sebebinin çok sesliliğe bağlılığın değil, çok sesliliğe neden bu denli bağlı olduğundan kaynaklandığını doğru okuyabiliriz. Parti-koalisyon içi çok sesliliğin ve tartışmaların temelde ‘iktidar mekanizmasının güç kullanımındaki pay ve kaynaklara erişilebilirliği’ sağlaması 17 Aralık 2023 tarihinde gerçekleştirilen olağan üstü parlamento seçimlerinde de Aleksandar Vučić’in mutlak başarısını bir kez daha gösterdi. Dolayısıyla Sırbistan siyasetinde de muhalefetin aslında içerisindeki çok sesliliğin başarısızlığının olası kaynak ve güç dağılımındaki belirsizliği giderememesinden kaynaklandığını görmek zor değil. Tüm bu durumlar göz önüne alındığında Sırbistan’ı 17 Aralık 2023 günü seçime götüren süreç tam anlamıyla ‘sivil toplumun bir zaferi’ olarak yorumlanmalı. Çünkü 2020 yılında yine sivil başarı olarak ülke siyasetini dönüşüm için hazırlayan ‘Beş Milyonda Bir’ isimli boykot sürecini üstlenmek isteyen Dragan Đilas, Vuk Jeremic, Boris Tadić ve Boško Obradović gibi Sırbistan siyasetinin önde gelen muhaliflerinin oluşturduğu ittifak 5 maddelik ‘Halkla Anlaşma’ olayı başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü anlaşmanın ikinci maddesi olan ‘özgür ve adil seçim ortamı oluşturulana kadar seçimlere katılınmaması ve boykot edilmesine yönelik’ çağrıyı başlarda kabul eden muhalefet liderleri, bu maddeyi hayata geçirmedi. Dolayısıyla sözünü ettiğimiz üzere muhalefet liderlerinin sivil başarıyı da iktidar mekanizmasında yer alarak gücün dağılımında pay sahibi olmayı hedeflemesi temel başarısızlık sebeplerini ortaya koyuyor. Üstelik muhalefetin, boykot sürecinde Halka Anlaşma belgesini iktidarla görüşmek için Belgrad Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Chatham House kurallarına göre gazetecilerin katılımı olmadan kapalı görüşme gerçekleştirmesi, bir kez daha muhalefet partilerinin temel hedef ve ilkelerini gözler önüne serdi.

Yaklaşık 6 aylık sivil bir direnişin siyasette yolsuzluğu, toplumda şiddeti azaltmaya yönelik elde ettiği önemli başarı, ‘Sırbistan Durmamalı’ listesi ile seçime giren ve seçim öncesi ‘Sırp İlerici Partisi olarak seçimi kazanamazsak Cumhurbaşkanlık görevini bırakacağım.’ diyecek kadar ülke sosyolojisini ve siyasi gücünü tanıyan Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vučić’in başarısı ile 17 Aralık 2023 gecesi yine sonuca ulaşamadı. 18 Aralık 2023 tarihinden itibaren ‘Sırbistan Şiddete Karşı’ listesi ile seçime giren koalisyon partilerinin Dragan Đilas, Marinika Tepić, Miroslav Aleksić önderliğinde Belgrad Belediye Meclis için seçim sonuçlarında usulsüzlük olduğuna yönelik iddiaları ile Cumhuriyet Seçim Komisyonu önünde protestolar başlatmaları ise, Sırbistan sivil toplumunda karşılık bulamadı.

Karşılıksız kalan bu durum, temelde seçim sürecinin başından itibaren seçim gecesine kadar, Sırbistan sivil toplumunun siyaset sahnesindeki sesi olma konusunda başarısız olan muhalefet/koalisyon kanadından kaynaklandı. Henüz seçim sonuçları sayılırken Sırp İleri Partisi’nin kendi parti merkezinden yayınladığı sonuçları kabul etme ve etmeme konusunda fikir ayrılıkları yaşayan ‘Sırbistan Şiddete Karşı’ koalisyonu liderleri, ülkenin tüm kurumlarında parti devleti ilkesini güçlendiren iktidar mekanizması karşısında seçim sürecinin başından itibaren bir kez daha gerçek başarıyı hedeflemediğini, iktidar mekanizmasındaki kaynak dağılımında var olma mücadelesini muhalefet sürecinin merkezine aldığını ortaya koydu.

Sırbistan sivil toplumunun muhalefet partileri ile olan ve oldukça büyük zarara uğrayan bu güven ilişkisi neticesinde, yaklaşık 6 aydır devam eden halk direnişinin seçim kararı ile kısmi başarı elde etti. Ancak sivil başarının siyaseti dönüştürememesi, demokrasi tarihinde yönetme gücünün asıl sahibinin halk olduğu gerçeğini, muhalefetin sivil talepleri siyasete taşıma konusunda gerçekçi olmaması nedeni ile Sırbistan’da bir kez daha hüsrana uğrattı.

Sivilin, siyaseti dönüştürme motivasyonu ve gücü açısından sosyolojik yapı, devlet-toplum ilişkilerindeki kutsal bağlar, milli-din kimlik bütünleşmesi göz önüne alındığında oldukça benzer iki ülke olan Sırbistan-Türkiye arasındaki karşılaştırmada Türkiye’de eksik olan sivil toplumun dönüştürücü gücü dikkat çekici. Çünkü Sırbistan’da ülkedeki tüm kamu kurumlarını kendi siyasi partisi ile entegre etmesine, ülkedeki neredeyse tüm yerel yönetimlerde kendi siyasi partisi iktidar olmasına ve bu yolla kendi yerel zenginlerini oluşturarak yeni oy potansiyel alanları açmasına karşın Aleksandar Vučić’in başaramadığı en önemli husus, her ne kadar başarısız bir muhalefet var olsa da, sivil toplumu dönüştürememesi ve kontrol edememesi. Bu anlamda 21. yüzyıl devlet-toplum ilişkilerinde halkın taleplerinin dahi yönlendirildiği demokrasinin güvence altında olmasına dair gerçek anlamda umut verici.

Türkiye’nin son dönemde mafyatik yapılanmalar ve uyuşturucu baronlarına karşı başlattığı operasyonların başarıya ulaşması için bu dönüşüm noktasına odaklanmamız gerekebilir. Zîrâ devletlerin ortaya koyduğu politikalar sivil toplumun itici gücü ile başlamalı ya da meşruiyet kazanmalı. Ancak Türk devlet-toplum yapısında sivil toplumun da varlığını ‘kutsal devlet varlığına’ atfetmesi, devlet politikalarını halkın çıkarı için yönlendiren değil, devletin reflekslerine göre hareket eden sivil toplum anlayışının kısır döngüsünü ortaya çıkarıyor. İçişleri Eski Bakanı Süleyman Soylu’nun da göreve gelmesinin hemen ardından uyuşturucu çetelerine karşı yürüttüğü operasyonlar unutulmamalı. Bu operasyonların mahiyeti, bir meşruiyet tabanı oluşturduktan sonra bu tabanı dönüştürme ve yönetme biçimine evrildi ne yazık ki. Sırbistan sivil toplumunun, bu noktada bizlere gösterdiği birçok önemli ipuçları var. Sivil toplumun kendi dönüştürücü gücünü toplum adına, demokratik haklar adına koruması gerekirken kutsayıcı bir araçsal mekanizmaya dönüşmemesine odaklanmak gerekiyor. Ancak bu da tek başına yeterli olmuyor. 21. yüzyıl muhalefet algısının da sivil toplum ile olan ayrışması göz önüne alındığında, hem Sırbistan hem de Türkiye örneklerinde görüldüğü üzere, sivilin siyaseti değiştirmesi için hâlâ katedilmesi gereken uzun bir yol var.

16 Aralık 2023 Cumartesi

Bir karar, düşündürdükleri ve sonrası Prof. Dr. Sami Seçuk-16/12/2023

Yayımlanacak kitaplarımı, özellikle de “Hukuk Dogmatiğine ve / ya Bilimine, Doğru Yargılamaya Dönelim, Yitik Hukukun Göçüğü Altında Ezilmenin Öyküsü” adlı kitabımın üçüncü baskısını hazırladığım sırada Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesinin verdiği bilinen son kararı (8.11.2023, 2023/12611 değişik iş), beni çok üzmüş, üzmekle de kalmamış, çok düşündürmüş, “boşuna yazıyorum, çünkü boşluğa yazıyorum” duygusuna kapılmama yol açmış, kısaca beni büyük bir düş kırıklığını uğratmış, çok sarsmıştır.

Zira bu karar, yanlış bile olsa, aslında sadece eleştirel nitelikte bir inceleme yazısı olarak basında ya da bir dergide yayımlanması gereken bir görüşü, Dairenin son yargısına, hükmüne dönüştürmüştür. Daire, hukuktan çok kendi olanaklarını, yetkilerini kaptırmama izlenimi veren yaklaşımıyla, her şeyden önce, her insanın kolayca anlayabileceği bir dille apaçık yazılmış anayasal boyuttaki bir hukuk düzgüsünü (norm), buyruğunu, bırakınız hukuksal aklı, düz aklın bile şaşıracağı boyut ve ölçüde çiğnemiştir. Gerçekten o anayasal buyruk okunduğu zaman görülmektedir ki, Anayasa, önce bütün devlet organlarını tek tek saymakta, daha sonra da “bağlayabilir” değil, “yargılama organlarını, …bağlar” diyerek, yani kesin buyruk kipiyle sona ermektedir (Anayasa, m. 153/son). Özetle küresel hukukun diliyle bu kural, bir “bağlayıcı kural”dır (jus cogens). Geliniz, tam bu noktada bir ayraç açarak ilkin hukuk biliminin dediklerine başvuralım.

Bilindiği üzere din, ahlak, gelenek ve hukuk olmak üzere dört düzgüler (norm) alanında her düzgü, salt insan davranışlarıyla ilgilidir ve olması gereken (Sollen) üç durumdan birini öngörür: Davranışa izin ya da yetki vermek; davranışı yasaklamak ya da onun yapılmasını, gereğinin yerine getirilmesini buyurmak. Bu yüzden hukuk düzgüleri, genelde “düzgüsel”dir; yerleşik kavram ve terimle “normatif”tir (Kelsen, Hans [Olivier Beaud / Fabrice Malrani], Théorie générale des normes, Paris 1996, s. 37 vd.; Gözler, Kemal, Hukuka Giriş, Bursa, 2018, s. 25, 26). Bunun dışında kalan düzgüler, özellikle hukuk düzgüleri, sözgelimi, Anayasa’da “ulusal dayanışma” ve benzerlerinden söz eden önermeler, Ceza Yargılama Yasası’nda süresi içinde istinaf yoluna başvurulması konusunu öngören düzgü (m. 276/1), süre konusu istinaf mahkemesinde de inceleneceği (m. 279/2) için, düzenleyici ve yorumda, denetimde düşünceyi berraklaştırmada yararlı olan birer düzgüdür.

İnceleme konusu olayda ise buyurucu nitelikte Anayasa Mahkemesinin kararına uymamayı yasaklayan apaçık bir hüküm söz konusudur. Görüldüğü üzere laik bir devlet düzeninde olması gerekeni (sollen) anlatan hukuk kuralı (norme juridique, norma giuridica) Tanrı’nın değil, insan istencinin (irade) ürünüdür; böyle bir istenç yoksa, kural, yani bir anlam içeren istençli işlem de yok demektir. Dolayısıyla her hukuksal kural, gerektiğinde yaptırımlarla toplum içinde özneler arası ilişkileri ve adaleti sağlayarak toplumu ve insanları çatışmalardan korur. Bu durumuyla bir anlam içeren her hukuk kuralı, düzgüsü, sözgelimi, trafikte, insana yeşil ışıkta geçme iznini (permission, permesso), kırmızı ışıkta durma buyruğunu (ordre, ordine), sarı ışıkta yetkiyi kullanamaya (habilitation, abilitazione) hazır ol demeyi öngörmektedir. İnceleme konusu olayda ise, ne yazık ki, Anayasa’nın kırmızı ışıkta durma buyruğu çiğnenmiştir. Özel Dairenin buyruk, daha yaygın deyişle “emir” kipiyle yazılan böylesine açık ve seçik bir hükmü karşısında, “açık ve seçik hükümler yorumlanmaz” diyen yorum kuralını bile yıkma pahasına, hukuk ve dilbilim dışı bir hüküm kurması, bilimsel olarak başka nasıl açıklanabilir ki!? Bu denli bir çarpık yaklaşım ve anlamlandırmaya buyruk kipinin anlamını üçüncü sınıflarda öğrenen ilkokul çocukları bile şaşmazlar mı!? Böyle bir açıklama ve karar, buyruk kipinin yanlış algılanmasının dillere destan ve yanlış bir örneği olmaz mı!? Elbette olur ve o çocuklar da buna şaşırıp gülerler.

Hem de kahkahalarla.

Bu kararı imzalayan ve hukukta son sözü söyleme yetkisini kullanan yargıçlara gelince, onlar, böylesine dil bilimi (grammaire) ve hukuk bilimi dışında bir kararı verirken, neden nesnel davranma, yani kendi inanç, düşünce, duygu ve de öfkelerinden sıyrılma ilkesine ters düşüleceği izlenimini yaratırcasına kaba saba yanlışlarla yüklü bir kararı imzaladıklarını, Mecelle’nin deyişiyle “hakîm (bilge), fehîm (anlayışlı), müstakîm (sağlam) ve emîn (doğru ve güvenilir, saygın), metîn (dirençli), mekîn (ölçülü ve sakınımlı)” (m. 1792) yargıçlar izlenimi yaratacak yerde, hüküm kurarken bu türden etik ilkeleri dışladıkları görüntüsünü yaratmışlar, erinç (huzur) içinde yaşayacakları emeklilik döneminde böyle bir karar yüzünden çok pişman olacaklarını niçin hiç düşünmemişlerdir?!

Dahası böyle bir kararın, hukukun izin vermediği bir “değerlendirme yetkisi” (pouvoir d’appréciation libre, potere di libero apprezzamento) kullanılarak, dolayısıyla “yetki aşımı” (excès de povoir, eccesso di potere) sakatlığının yaptırımı olan “kesin hiçlik”le (mutlak butlan, nullité absolue, nullità absolutà) sakat ve geçersiz, hem hukuku yıkan, hem de hukukun pek çok dalında son sözü söyleyenlerin bir kararı olacağı, var oluşu hukuksal sakatlıkları denetleyip belirlemek olan Yargıtayımızın seçkin hukukçularınca neden gözetilmemiştir!?

Unutulmamalıdır ki, yargıçların görevi, Anayasa ve yazılı hukuk içinde yasa yapıcısının kotardığı yasaların hükümlerini kararlarında, bu yasaları ve hükümlerini hiçbir değerlendirme yapmaksızın, sadece doğru, hukuka uygun biçimde uygulamaktan ibarettir. Asla onları eleştirmek değildir. Eleştirmek isterlerse bunu bir inceleme yazısında elbette yapabilirler. Ama bir mahkeme kararında açıklayarak “yetki aşımı”yla (accès de pouvoir, accesso di potere, acceso de poder) sakat bir kararı hiçbir zaman veremezler. Hukuka ve hukukun üstünlüğüne dayanan bir devlette hiçbir hukuk dizgesi (sistem) buna asla izin veremez. Nitekim hukukta da bugüne değin hiçbir dönemde buna izin verilmemiştir. Nitekim Fransız Yargıtayı, 17.5.1907 ve 30.4.1908 tarihlerinde bu yöndeki kararları sadece bozmakla kalmamış, ağır biçimde eleştirmiştir (Mimin, Pierre, Le style des jugements, Paris, 1978, n. 106).

Buna karşılık benim ülkemde AYM’nin kararlarına uymakla yükümlü olan yalnızca ilk mahkemenin yargıçları değil, bu türden kararları hukuksal açıdan denetleyerek bozmakla yükümlü olan Yargıtayın bir dairesinin başkan ve üyeleri, bizzat bu kuralı bilinçli olarak tasarlayarak çiğnemişlerdir.

İlk mahkeme, yani ağır ceza mahkemesi başkan ve üyeleri ise, AYM’nin kararı kendilerine ulaştığı anda, dosyada incelenecek ve değerlendirilecek bir durum bulunmadığı halde, hukukun dışına çıkarak, “dosyanın Yargıtayda bulunduğu gerekçesi”yle, daha doğrusu yersiz ve anlamsız bir bahaneyle kendilerine düşen görevlerini Yargıtay özel dairesine aktarmış; Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesi ve Başkan ve üyeleri ise, yine hukuk dışı bir gerekçe olmanın da ötesinde, sokaktaki insanı bile güldürecek bir başka bahaneyle, hukuka aykırı olarak “kişiyi özgürlükten yoksun kılma” eyleminin sürdürülmesi pahasına, bu yanlış karara destek olmuşlardır (Türk Ceza Yasası, m. 109/1).

Neresinden bakarsanız bakınız, hukuka aykırılığı çarpıcı biçimde ortaya çıktığı halde, böylesine sakat bir kararın bir başka üzücü ve şaşırtıcı yönü ise, eleştiri ve suç konusu bu kararın Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesinin başkan ve üyelerince oybirliğiyle alınması ve bununla da kalınmayıp, hukuk fakültesi çıkışlı kimilerinin hiçbir bilimsel araştırma yapmaksızın, dahası utanç duymaksızın, bu kararı alkışlamaları, dolayısıyla hukukta besbellilik ve de öngörülebilirlik ilkelerini tasarlayarak ve apaçık çiğnemeleridir.

Bütün bu yasal aykırılıkları, bırakınız yetkilileri, sokaktaki insanlar da bilmektedirler. Hukuk içinde yapılan onca uyarılara karşın yetkililer, yapılan eylem, bütün boyutlarıyla Türk Ceza Yasası’nın yukarıdaki maddesinde tanımlanan suçun “yasal tanım” (tipiklik) öğesine uyduğu halde, bu aykırılıkları görmezlikten gelmektedirler. Bu yaşanan hukuksuzluklar, elbette ülkemizin hukuk alanındaki üzücü resmini ortaya koymuştur, koymaktadır da. Bu koşullar altında eldeki biricik çare, hiç kuşkusuz, konuşmak ya da kaleme sarılmaktır. Benim şu anda hukuk adına gözyaşlarımı içime akıtarak yaptığım da aslında bunlardır.

Görülüyor ki, Türk yargıçları ve savcıları, kısaca hukukçuları, şu anda bir yol ayrımındadırlar. Ya kimya biliminde “bilimsel çalışmalarıyla Fransa’ya şeref” katan günahsız Avukat Antoine-Laurent de Lavoisier’nin (1743-1794) giyotinde son soluğunu verirken bile, canını değil, bilimi düşünerek laboratuvar arkadaşı dönemin ünlü matematikçisi Joseph-Louis Lagrange’a (1736-1813), “Dikkat et! Başım kesildikten hemen sonra eğer gülümsersem, insan bir süre daha yaşıyor demektir” diyerek ve bilim uğruna kendisini bile deney aracı kılarak insanlık için son bir denemesinin kayıtlara geçirilmesini önerdiğini hiç unutmayacaklar. Ya da Türk yargıçları ve savcıları, kısaca hukukçuları, şimdilerde ya Lavoisier’den, yani, kim ne derse, daha doğrusu ne saçmalarsa saçmalasın, ya hukukun, bilimin dediğinden yana olacaklar ya da Lavoisier’yi kurtarmak isteyenlere bilinçsiz yargıç Jean-Baptiste Coffinhal’in bilinçsizlikler tarihine geçen bağışlanamaz nitelikteki şu sözlerini yineleyeceklerdir: “‘Cumhuriyet’in bilginlere ve kimyacılara gereksinmesi yoktur! Adaletin yürüyüşü ertelenemez.” Sanki adalet, hukukun dedikleri gibi yürüyormuş, asla çarpık yürümüyormuş gibi. Evet, ne demişti, Nâzım Hikmet? “Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, / vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan…, / Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: / Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” Yine bir başka şiirinde de Nâzım, polisin ve eşinin kendisini aradıklarını görünce Gülhane Parkı’nda bir ağaca tırmanmış ve eşi dâhil, arayanların kendisini göremediklerin görünce de “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda / Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında” demişti.

Bütün bu yaşananlar ve hukukumuzun başına gelenler, bana Nâzım Hikmet’in bu mısralarını anımsattı. Hâlâ da anımsatmayı sürdürüyor. irmi birinci yüzyılda böyle bir duruma düştüğüm ve bu satırları yazmak zorunda kaldığım için gerçekten üzülmenin de ötesinde utanç duymakta ve kahrolmaktayım! Uygarlığın, Hegel’in ünlü tanımıyla “kötü sonsuz” (schlechte Unendlichkeit, mauvais infini, cattivo infinito, mal infinito) olacağına; bilim ve de uygarlığın ise, küreselleşmenin (globalisation) yaşandığı bir dünyada, hukukta bile böylesine kötü sonsuzlar yaşatacağına inanılacak, kötü gerekçeler arayanlara her toplumda, sık sık katlanılacak mıydı!? Can Yücel, bir ara şöyle demişti: “Uslu ayaklarla başlamış yolculuk / Yürünmez öyle, bazen durulur, / Ve iner erenler katına yorgunluk; / Kapanır sükûn üzre kitaplar.” Evet, kısaca ben, yine onun dediği gibi, aslında “Kendime kırgınım!.. / Maziye hiç değil, ama âna kırgınım.” Peki, benim yaşıma gelmiş bir hukukçu, bu yaşananlar karşısında ne demeliydi acaba!?... Doğrusu artık bunu ben de bilemiyorum. Bilemiyorum, ama aklıma Oscar Wilde’ın şu sözleri geliyor: “Despotik bir toplumda yaşıyor ve çeşit çeşit despotlarla karşılaşıyoruz. (Aslında) üç çeşit despot vardır. Bedene zulmeden despot. Ruha zulmeden despot. Bir de hem ruha, hem de bedene zulmeden despot. Birincisine hükümdar diyorlar. İkincisine Papa diyorlar. Üçüncüsüne de halk.” Acaba o halkın yerine o halk adına geçenler var mı? Varsa şimdilerde kimler geçti? Hayır. Hiç kimse geçmedi. Çok şükür, ülkemizde “Yargılama erki” bağımsızdır. Hem de anayasal boyutta. Hiç kimse incelenen yanlış, yalnız ve tekil bir karara bakarak genel, kesin ve çoğul yargılarda bulunmaya kalkışmasın. Yargılama erkine güvenmeyi sürdürsün, insanlarımız. Benim dileğim de bu.

Yine insanlarımız şunları da unutmasınlar: “Yargılama (erki), Devlet politikasının efendisi değil, hizmetçisidir” diyen bir Dr. P. Joseph Goebbels (1897-1945); “Düzgü biçici eyleyen türü” (normatif fail tipi, type d’auteur normatif, tipo di autore normativo) suç hukukunu savunan bir Prof. Dr. Mezger ülkemizde hiç olmadı. Elbette bugün de yok. İnanınız, yarın da olmayacak.

Ancak sadece bir çaresizlik var. Bu çaresizlik, “Bakakalırım giden geminin ardından; / Atamam kendimi denize, dünya güzel; / Serde erkeklik var, ağlayamam” diyen” Orhan Veli çaresizliğidir. Ve yanıtını da düşünen, düşünmek zorunda olan sizlere, okurlara bırakıyorum.

15 Aralık 2023 Cuma

Yeni siyaset arayışlarında hangi milliyetçilik? Tarık Çelenk-15/12/2023

YENİ BİR MERKEZ SAĞ ARAYIŞI

Genel seçim sonuçlarıyla özellikle muhalif kamuoyunun ilgisi siyasetten uzaklaşmış durumda. CHP’de yönetim devrinin temkinli iyimserliği, CHP kemik seçmeni üstünde henüz etkisini sürdürmekte. Helalleşme politikalarından bir iş çıkmadığını gören Muhalif medya ise kendi mahallesinin kodlarının limitlerine çekilmiş vaziyette. İhtiyacı olan ilgiyi siyasette magazine yoğunlaşmakla aramakta. Kısmen veya açıktan da olsa onlarda artık Altılı ötekilerine ambargo uygulamakta. Muhalefet adeta siyaseti ve medyasıyla statüko-otorite-popülizmin sarkacının sağlam bir diğer aktörü olma zorlanmasının görüntüsünde. Bu durumda orijinal MHP veya Ak parti varken neden ayrı partiler kuruldu madem, içeride mücadele etseydiniz sorusunu hedef seçmene sordurmakta.

Son birkaç genel seçimde iktidar blokunun halk desteği hiçbir şekilde düşmedi. Merkezde seçmenin kaygılarını giderecek ve özlemlerini yeşertecek bir merkez Sağ parti arayışı zihinlerde ve pratikte hep oldu. Bu anlamda İYİ partinin kurulması ve süreci dikkat çekici oldu. İYİ partinin siyasi serencamına baktığınızda MHP’nin ve AKP’nin ana gövdesinden oy alamadığını görmekteyiz. Her şeye rağmen de Türk siyasi tarihindeki başarılı veya başarısız kopuş hareketlerine baktığınızda İYİ parti hareketini tabanını da oluşturması vesilesiyle başarısız sayamayız.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDE TARİHSEL KONSEPT DEĞİŞİMİ

Burada tarihte “kaygı durumlarında yükselen Milliyetçilik ideolojisinin” ülkemizde hangi niteliklerde seçmene ve siyasete yansıyabildiğine bakabilmeliyiz. Akçura ve Gasprinski gibi aydınların Türkçülük-Turancılık ideolojilerini bugünkü Milliyetçilik tasavvurları ile aynileştirmemek gerekmekte. Zira o dönemde Çarlık yıkılırken Rusya’daki Türk aydınları Lenin ile bir özerklik mutabakatı içindeydiler. Kazan aydınları devrim ideolojisiyle çelişmeyip Osmanlı-Rus barışını da sağlayacak Osmanlı’nın bekasıyla birlikte emperyal bir uzlaşmaya gidebilecek bir fikrin peşindeydiler. Gaspıralı’nın “dilde, fikirde ve işte birlik” düsturu böyle bir şeydi. Bu durum kısa bir süre içinde olsa İTC’nin fikir kulübü Türk Yurdu dergisi müdavimlerine cazip gelebiliyordu. Bu Türkçülük anlayışı sonradan Balkan savaşı sonuçlarıyla senteze girip daha realist bir devlet ideolojisi niteliğini taşıyacaktı.

Yeni Türkiye devletinde Milliyetçilik ideolojisi ve siyasi hareketleri bir iç veya dış tehdide karşı korunma refleksi olarak gelişti. Bugünkü gibi Türkiye’de siyasi milliyetçilik hep devlet öncelikli oluştu toplum öncelikli oluşamadı. Devlet güvenlik bürokrasisinin tercihleri belirleyiciydi. Hikâyenin başlangıcı da Sovyet tehdidi ve ideolojisi Komünizme karşı zuhur etti. Bu NATO ve devlet güvenlik politikalarına aykırı bir durumda değildi. Anadolu doğusu ve kuzeyi Rus işgalinden çok çekmişti. Komünizme karşı mücadele dernekleri ve siyasi hareketleri hep ilgi görecekti. O sıralarda İsrail’in kuruluşu ve apokaliptik iddiaları da devlet için tehditti. O dönemde yeşeren politik milliyetçi hareketlerin retoriğine anti Siyonist diskurun ilavesi de sürpriz sayılmazdı.

GÜVENLİK İÇGÜDÜSÜ MİLLİYETÇİ ADRENALİN

Sovyetlerin dağılması ve ideolojisinin artık bir tiyatro niteliği kazanması Türk siyasetinde Milliyetçi konsepti de değiştirdi. Bosna savaşı sonuçları özellikle Milliyetçilik ideolojisinin Komünizmden sonra yeni ötekisini Haçlılar-Batı olarak yaptığını kısmen söyleyebiliriz. Artık işin içine İslamcılık ve Osmanlıcılık ’da girmişti. Bu durum aynı zamanda realist gözükmese de kendi dışında tarihinin eski dostlarını da koruma içgüdüsüyle ve haçlı tehdidinin de bitmeyeceği kaygısını da taşıtıyordu. Aynı tarihlerde silahlı PKK ve siyasi Kürt ayrılıkçı hareketinin terör eylemleri ve talepleri de Bosna savaşı dış tehdidinin yanında uzun yıllar sürecek toplumsal bir iç tehdit rahatsızlığını da pekiştiriyordu.

Ortadoğu’daki gelişmeler İşid, Suriye ve Irak’ın bir şekilde bölünme süreci, Türkiye siyasetinde Milliyetçi ideolojinin refleksif bugünkü kapsamını oluşturuyordu. Bu Milliyetçilik artık sadece MHP’nin değil devletin ve iktidarın da sınırlarıydı. Toplumun belirlediği sınırlar içinde siyaset yapmak zorunluluğunu kabullenen diğer politik muhalif aktörlerin de arka planda kırmızı çizgileriydi.

REFORM HAMLELERİNİN VERDİĞİ TEMEL GÜVEN

Söz konusu milliyetçiliğin adrenalin ve kaygı üretme sürekliliği son 40 yılda birkaç defa kesintiye uğrayabildi. Ülkede reform rüzgarları yaşanabildi. AB normları ve Kürt sorunu çözümü devletin gündemi olabildi. Bu dönemler 1983-90 Özal ve 2002-2013 Ak parti dönemleriydi. Bu dönemlerde demokrasinin özgüveni etkisiyle hukuk ve ekonomik refah ön plandaydı. Toplum, devlet bu işlere el attıysa vardır bir hayır diyebiliyordu. Korku adrenali yerine Kürt sorunu dahil dış politikada da ümit verici hamleler yapılabiliyordu. Şimdiki muhalefetin başta İYİ parti olmak üzere bu kısa bahar deneyimlerini göz önünde bulundurmaları gerekmekteydi.

MHP HAREKETİ VE TOPLUMSAL KARŞILIK

Milliyetçi ideolojinin siyasi serencamında, devletteki kadar, toplumdaki karşılık da önem kazanmakta. Taha Akyol,1 Mustafa Çalık’ı anarken “MHP Hareketi” kitabından alıntılar yapmakta. Çalık kitabında, Gümüşhane’de bine yakın sayıda MHP’lilerle ‘derinlemesine mülakat’ metoduyla görüşmeler yaparak “neden ve ne suretle MHP’li yahut milliyetçi-ülkücü oldunuz?” sorusunun cevabını araştırır. Merhum Türkeş’i “gayet otoriter, ciddi ve çok erkek adam” olarak görmeleri, komünizmle onun başa çıkacağını düşünmeleri önemli bir motivasyondur. Çalık, bölgenin moderniteye tepkisinde pederşahi otorite anlayışının önemine dikkat çeker. Çalık’a göre sosyolojik yapıda “Hiyerarşik bir otoriterlik ve tavizsiz bir disiplin kültü” vardır. “Meşruiyetin kaynağı hukuk ve nizama değil, temel ‘değerler’ ve siyasi ideolojiye dayandırılmıştır.” Çalık, MHP kültürünün bu yönlerini anlatırken, sol tarafından “faşizm” diye nitelenmesinin yanlış olduğunu da izah eder.

HANGİ MİLLİYETÇİLİK

Köylü nitelikli, mesleksiz ve devlete bağımlı kısmen dış dünyaya kapalı, garantici, sorgulamadan devletçi bir sosyolojinin yanında olan taşralı milliyetçilik anlayışına karşın; dünyaya açık, meslekli, devlet gelirine muhtaç olmayan kısmen seküler orta sınıf bir sosyolojinin siyasi milliyetçiliğinin potansiyelinden de bahsedebiliriz. İYİ parti kurulurken böyle bir sosyolojinin ümidiydi. Türkiye’nin de malum temel sorunları olan demokrasi ve Kürt sorunu gibi hususların toplumsal bir temel güveni sağlayacak şekilde çözülebilmesinde ikinci tür milliyetçilik nirengi noktasını teşkil edebilecektir. Kastedilen bu durumu Basitleştirirsek; parmak sallayan korkutan milliyetçiliğe karşı kucak açan gülen milliyetçilikten bahsetmek mümkün olabilir. Bunu herkes için “Vatanseverlik” şeklinde özetleyebiliriz de.

Kentli milliyetçilik sıkça seküler ulusalcılık ile karıştırılmakta. Ulusalcılık tartışmaya kapalı doğrularıyla, içinde ötekilere öfkeyi barındıran dolaylı olarak da olsa nasyonal-sosyalizmi anımsatan bir bakış açısı. Sınıfsal ve elit niteliği de kısmen dikkat çekmekte. Ülkedeki göçmen ve sınıfsal ötekinin nefreti üzerine güçlenmekte.

SAĞ SİYASETTE YATIRIMCI YOLSUZLUK, SOLDA İSE HIRSIZLIK

Türkiye siyaseti 1950’den bu yana, Sağ ağırlıklı oluşan bir merkezin rant ekonomisi ile ilişkisi üzerine kurulu. Muhalif yerel yönetimlerde bu tartışmalardan bağımsız değil. Düzgün siyasetçiler ve idealist partililer dahil siyasetin finansmanı sorunu, şarklı yöntemlerle kendilerince aşılmaya çalışılmakta. Parti teşkilatlarının önemli bir kısmının motivasyonu ise, yerel veya merkezde rol alabilip, bu şekilde devletten kendi hayati çıkarlarının sağlanması üzerine. İşin tuhafı da toplum da bu tip siyasetten veya rant ekonomisinden rahatsız olmamakta bu siyasetin kendisine bir şey ummakta. Önceki yazılarımda belirttiğim gibi mahalle Sağ yolsuzluğu alt yapı ve hizmet yatırımı, Sol siyasetin yerel yolsuzluğunu ise ilgili aktörlerin doğal olarak yatırıma dönüştürme becerisini gösteremedikleri bir hırsızlık olarak varsaymakta.

SONUÇ

Ne yazık ki ortak bir aidiyet açısından kapsayıcı seküler milliyetçilik iddiasında olan politik hareket, zuhurundan bu yana “siyasetin yapıcı yolsuzlukla finansmanı” tartışmalarının dışında kalamadı. Belki geldikleri merkez eski Sağ geleneğin bu vazgeçilemeyecek bir alışkanlığı ve metoduydu. Klasik toplumsal sağ taban da bu tarzdan rahatsız değil gözükmekte. Ancak derinden ülkenin %75’i oy vermesine karşın mevcut siyasetten rahatsız ve kaygılarıyla da bir yeniyi arama potansiyelini taşımakta. Fakat İYİ parti ve diğer muhalif aktörler şimdilik olumlu potansiyellerine rağmen yarının Türkiye’sinin yenisinin inşası için henüz hazır gözükmemekteler. Statükonun dayattığı bekacı popülist milliyetçiliği toplumun kırmızı çizgisi farz etmekteler.

Değişimler genelde dip dalga ile gelir. Bunu görebilen siyaset gelecekte söz sahibi olabilir. Ulusalcılık ve kasabalılık sarmalında sıkışan bir milliyetçilik anlayışının popülist siyasetin kullanımı dışında bir işlevi gözükmemektedir. Bunun bedeli en azından ekonomimize, gençlerimizin geleceğine ve demokrasimize olmaktadır. Yarınlarımız ve ortak aidiyetimiz için kültürel muhafazakarlığı, öteki ile uzlaşabilmeyi ve vatanseverliği içeren önyargısız makul bir milliyetçiliğe ihtiyacımız elzem durmakta.

Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin Kurucusu Tarık Çelenk "Ortak aidiyetimiz için kültürel muhafazakârlığı, öteki ile uzlaşabilmeyi ve vatanseverliği içeren önyargısız makul bir milliyetçiliğe ihtiyacımız elzem" değerlendirmesinde bulunuyor.

Ulusalcılık ve kasabalılık sarmalında sıkışan bir milliyetçilik anlayışının popülist siyasetin kullanımı dışında bir işlevi gözükmemektedir. Bunun bedeli en azından ekonomimize, gençlerimizin geleceğine ve demokrasimize olmaktadır.”

YENİ BİR MERKEZ SAĞ ARAYIŞI

Genel seçim sonuçlarıyla özellikle muhalif kamuoyunun ilgisi siyasetten uzaklaşmış durumda. CHP’de yönetim devrinin temkinli iyimserliği, CHP kemik seçmeni üstünde henüz etkisini sürdürmekte. Helalleşme politikalarından bir iş çıkmadığını gören Muhalif medya ise kendi mahallesinin kodlarının limitlerine çekilmiş vaziyette. İhtiyacı olan ilgiyi siyasette magazine yoğunlaşmakla aramakta. Kısmen veya açıktan da olsa onlarda artık Altılı ötekilerine ambargo uygulamakta. Muhalefet adeta siyaseti ve medyasıyla statüko-otorite-popülizmin sarkacının sağlam bir diğer aktörü olma zorlanmasının görüntüsünde. Bu durumda orijinal MHP veya Ak parti varken neden ayrı partiler kuruldu madem, içeride mücadele etseydiniz sorusunu hedef seçmene sordurmakta.

Son birkaç genel seçimde iktidar blokunun halk desteği hiçbir şekilde düşmedi. Merkezde seçmenin kaygılarını giderecek ve özlemlerini yeşertecek bir merkez Sağ parti arayışı zihinlerde ve pratikte hep oldu. Bu anlamda İYİ partinin kurulması ve süreci dikkat çekici oldu. İYİ partinin siyasi serencamına baktığınızda MHP’nin ve AKP’nin ana gövdesinden oy alamadığını görmekteyiz. Her şeye rağmen de Türk siyasi tarihindeki başarılı veya başarısız kopuş hareketlerine baktığınızda İYİ parti hareketini tabanını da oluşturması vesilesiyle başarısız sayamayız.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDE TARİHSEL KONSEPT DEĞİŞİMİ

Burada tarihte “kaygı durumlarında yükselen Milliyetçilik ideolojisinin” ülkemizde hangi niteliklerde seçmene ve siyasete yansıyabildiğine bakabilmeliyiz. Akçura ve Gasprinski gibi aydınların Türkçülük-Turancılık ideolojilerini bugünkü Milliyetçilik tasavvurları ile aynileştirmemek gerekmekte. Zira o dönemde Çarlık yıkılırken Rusya’daki Türk aydınları Lenin ile bir özerklik mutabakatı içindeydiler. Kazan aydınları devrim ideolojisiyle çelişmeyip Osmanlı-Rus barışını da sağlayacak Osmanlı’nın bekasıyla birlikte emperyal bir uzlaşmaya gidebilecek bir fikrin peşindeydiler. Gaspıralı’nın “dilde, fikirde ve işte birlik” düsturu böyle bir şeydi. Bu durum kısa bir süre içinde olsa İTC’nin fikir kulübü Türk Yurdu dergisi müdavimlerine cazip gelebiliyordu. Bu Türkçülük anlayışı sonradan Balkan savaşı sonuçlarıyla senteze girip daha realist bir devlet ideolojisi niteliğini taşıyacaktı.

Yeni Türkiye devletinde Milliyetçilik ideolojisi ve siyasi hareketleri bir iç veya dış tehdide karşı korunma refleksi olarak gelişti. Bugünkü gibi Türkiye’de siyasi milliyetçilik hep devlet öncelikli oluştu toplum öncelikli oluşamadı. Devlet güvenlik bürokrasisinin tercihleri belirleyiciydi. Hikâyenin başlangıcı da Sovyet tehdidi ve ideolojisi Komünizme karşı zuhur etti. Bu NATO ve devlet güvenlik politikalarına aykırı bir durumda değildi. Anadolu doğusu ve kuzeyi Rus işgalinden çok çekmişti. Komünizme karşı mücadele dernekleri ve siyasi hareketleri hep ilgi görecekti. O sıralarda İsrail’in kuruluşu ve apokaliptik iddiaları da devlet için tehditti. O dönemde yeşeren politik milliyetçi hareketlerin retoriğine anti Siyonist diskurun ilavesi de sürpriz sayılmazdı.

GÜVENLİK İÇGÜDÜSÜ MİLLİYETÇİ ADRENALİN

Sovyetlerin dağılması ve ideolojisinin artık bir tiyatro niteliği kazanması Türk siyasetinde Milliyetçi konsepti de değiştirdi. Bosna savaşı sonuçları özellikle Milliyetçilik ideolojisinin Komünizmden sonra yeni ötekisini Haçlılar-Batı olarak yaptığını kısmen söyleyebiliriz. Artık işin içine İslamcılık ve Osmanlıcılık ’da girmişti. Bu durum aynı zamanda realist gözükmese de kendi dışında tarihinin eski dostlarını da koruma içgüdüsüyle ve haçlı tehdidinin de bitmeyeceği kaygısını da taşıtıyordu. Aynı tarihlerde silahlı PKK ve siyasi Kürt ayrılıkçı hareketinin terör eylemleri ve talepleri de Bosna savaşı dış tehdidinin yanında uzun yıllar sürecek toplumsal bir iç tehdit rahatsızlığını da pekiştiriyordu.

Ortadoğu’daki gelişmeler İşid, Suriye ve Irak’ın bir şekilde bölünme süreci, Türkiye siyasetinde Milliyetçi ideolojinin refleksif bugünkü kapsamını oluşturuyordu. Bu Milliyetçilik artık sadece MHP’nin değil devletin ve iktidarın da sınırlarıydı. Toplumun belirlediği sınırlar içinde siyaset yapmak zorunluluğunu kabullenen diğer politik muhalif aktörlerin de arka planda kırmızı çizgileriydi.

REFORM HAMLELERİNİN VERDİĞİ TEMEL GÜVEN

Söz konusu milliyetçiliğin adrenalin ve kaygı üretme sürekliliği son 40 yılda birkaç defa kesintiye uğrayabildi. Ülkede reform rüzgarları yaşanabildi. AB normları ve Kürt sorunu çözümü devletin gündemi olabildi. Bu dönemler 1983-90 Özal ve 2002-2013 Ak parti dönemleriydi. Bu dönemlerde demokrasinin özgüveni etkisiyle hukuk ve ekonomik refah ön plandaydı. Toplum, devlet bu işlere el attıysa vardır bir hayır diyebiliyordu. Korku adrenali yerine Kürt sorunu dahil dış politikada da ümit verici hamleler yapılabiliyordu. Şimdiki muhalefetin başta İYİ parti olmak üzere bu kısa bahar deneyimlerini göz önünde bulundurmaları gerekmekteydi.

MHP HAREKETİ VE TOPLUMSAL KARŞILIK

Milliyetçi ideolojinin siyasi serencamında, devletteki kadar, toplumdaki karşılık da önem kazanmakta. Taha Akyol,1 Mustafa Çalık’ı anarken “MHP Hareketi” kitabından alıntılar yapmakta. Çalık kitabında, Gümüşhane’de bine yakın sayıda MHP’lilerle ‘derinlemesine mülakat’ metoduyla görüşmeler yaparak “neden ve ne suretle MHP’li yahut milliyetçi-ülkücü oldunuz?” sorusunun cevabını araştırır. Merhum Türkeş’i “gayet otoriter, ciddi ve çok erkek adam” olarak görmeleri, komünizmle onun başa çıkacağını düşünmeleri önemli bir motivasyondur. Çalık, bölgenin moderniteye tepkisinde pederşahi otorite anlayışının önemine dikkat çeker. Çalık’a göre sosyolojik yapıda “Hiyerarşik bir otoriterlik ve tavizsiz bir disiplin kültü” vardır. “Meşruiyetin kaynağı hukuk ve nizama değil, temel ‘değerler’ ve siyasi ideolojiye dayandırılmıştır.” Çalık, MHP kültürünün bu yönlerini anlatırken, sol tarafından “faşizm” diye nitelenmesinin yanlış olduğunu da izah eder.

HANGİ MİLLİYETÇİLİK

Köylü nitelikli, mesleksiz ve devlete bağımlı kısmen dış dünyaya kapalı, garantici, sorgulamadan devletçi bir sosyolojinin yanında olan taşralı milliyetçilik anlayışına karşın; dünyaya açık, meslekli, devlet gelirine muhtaç olmayan kısmen seküler orta sınıf bir sosyolojinin siyasi milliyetçiliğinin potansiyelinden de bahsedebiliriz. İYİ parti kurulurken böyle bir sosyolojinin ümidiydi. Türkiye’nin de malum temel sorunları olan demokrasi ve Kürt sorunu gibi hususların toplumsal bir temel güveni sağlayacak şekilde çözülebilmesinde ikinci tür milliyetçilik nirengi noktasını teşkil edebilecektir. Kastedilen bu durumu Basitleştirirsek; parmak sallayan korkutan milliyetçiliğe karşı kucak açan gülen milliyetçilikten bahsetmek mümkün olabilir. Bunu herkes için “Vatanseverlik” şeklinde özetleyebiliriz de.

Kentli milliyetçilik sıkça seküler ulusalcılık ile karıştırılmakta. Ulusalcılık tartışmaya kapalı doğrularıyla, içinde ötekilere öfkeyi barındıran dolaylı olarak da olsa nasyonal-sosyalizmi anımsatan bir bakış açısı. Sınıfsal ve elit niteliği de kısmen dikkat çekmekte. Ülkedeki göçmen ve sınıfsal ötekinin nefreti üzerine güçlenmekte.

SAĞ SİYASETTE YATIRIMCI YOLSUZLUK, SOLDA İSE HIRSIZLIK

Türkiye siyaseti 1950’den bu yana, Sağ ağırlıklı oluşan bir merkezin rant ekonomisi ile ilişkisi üzerine kurulu. Muhalif yerel yönetimlerde bu tartışmalardan bağımsız değil. Düzgün siyasetçiler ve idealist partililer dahil siyasetin finansmanı sorunu, şarklı yöntemlerle kendilerince aşılmaya çalışılmakta. Parti teşkilatlarının önemli bir kısmının motivasyonu ise, yerel veya merkezde rol alabilip, bu şekilde devletten kendi hayati çıkarlarının sağlanması üzerine. İşin tuhafı da toplum da bu tip siyasetten veya rant ekonomisinden rahatsız olmamakta bu siyasetin kendisine bir şey ummakta. Önceki yazılarımda belirttiğim gibi mahalle Sağ yolsuzluğu alt yapı ve hizmet yatırımı, Sol siyasetin yerel yolsuzluğunu ise ilgili aktörlerin doğal olarak yatırıma dönüştürme becerisini gösteremedikleri bir hırsızlık olarak varsaymakta.

SONUÇ

Ne yazık ki ortak bir aidiyet açısından kapsayıcı seküler milliyetçilik iddiasında olan politik hareket, zuhurundan bu yana “siyasetin yapıcı yolsuzlukla finansmanı” tartışmalarının dışında kalamadı. Belki geldikleri merkez eski Sağ geleneğin bu vazgeçilemeyecek bir alışkanlığı ve metoduydu. Klasik toplumsal sağ taban da bu tarzdan rahatsız değil gözükmekte. Ancak derinden ülkenin %75’i oy vermesine karşın mevcut siyasetten rahatsız ve kaygılarıyla da bir yeniyi arama potansiyelini taşımakta. Fakat İYİ parti ve diğer muhalif aktörler şimdilik olumlu potansiyellerine rağmen yarının Türkiye’sinin yenisinin inşası için henüz hazır gözükmemekteler. Statükonun dayattığı bekacı popülist milliyetçiliği toplumun kırmızı çizgisi farz etmekteler.

Değişimler genelde dip dalga ile gelir. Bunu görebilen siyaset gelecekte söz sahibi olabilir. Ulusalcılık ve kasabalılık sarmalında sıkışan bir milliyetçilik anlayışının popülist siyasetin kullanımı dışında bir işlevi gözükmemektedir. Bunun bedeli en azından ekonomimize, gençlerimizin geleceğine ve demokrasimize olmaktadır. Yarınlarımız ve ortak aidiyetimiz için kültürel muhafazakarlığı, öteki ile uzlaşabilmeyi ve vatanseverliği içeren önyargısız makul bir milliyetçiliğe ihtiyacımız elzem durmakta.

13 Aralık 2023 Çarşamba

Yasa-kanun ve hakkaniyet-hukuk farkı üzerine İlhami Güler-13/12/2023

1- TANIM

Yasa veya kanun, politik iradenin zorla veya prosedürel olarak “meşru” görülen yöntemlerle oluşturduğu ve ilgili kişileri bağlayan veya serbest bırakan kurallar demektir. Hukuk ise, Allah’ın bir sıfatı da olan “Hak”ın çoğulu olarak, kamunun/herkesin hayrına iyiliğine olan, bunu temin eden “Helal” ve “Haram”ların, meşru/mubah veya gayri meşru, mekruh/munkerlerin toplamıdır. Bu bağlamda her “Kanuni/Yasal” olan, “Hukuki” olmayabilir.

Hukuk, ilgili şahıslar tarafından kılı kırk yaran bir irdeleme, vicdan muhasebesi sonrasında “ma’şeri vicdan” tarafından onaylanan yani meşru görülen, benimsenen, oy çokluğu veya oy birliği ile kabul edilen kurallar bütünüdür. Bu niteliklere haiz olmasına rağmen, tashihe daima açıktır. Zira vicdan metre, terazi, saat, takvim… gibi üzerinde uzlaşılmış, kesin-aleni bir ölçü birimi değildir. Merhum Ziya Gökalp’ın dediği gibi: “Ahlak yolu dardır/Tetik bas; önü yardır.”

Hukuk ve Siyaset felsefesinde buna “Hukukun Üstünlüğü” denir. Tersi, “Üstünlerin (Güçlülerin) Hukuku” dur. Daha doğrusu yasası/kanunudur. Hukuk, çakılmış sağlam “çivi”ye benzer; dünyayı ayakta tutar. “Dünyanın çivisi çıkmış” ise orada huzur-sükûn-saadet yoktur. Yasa/Kanun ise, “torba” ya benzer: “Torba kanun”. İçine onu yapan her kim ise, kendi çıkarını ve güç istencini koyabilir. Şu ayet, kanunun/yasanın değil, hukukun özünü, ruhunu, ne-idüğünü en güzel şekilde tasvir eder: “Ey iman edenler, kendiniz, ana-babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa; Allah için şahitlik yaparak, adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. Müştekilerin zengin veya fakir olmaları, hükmün sonucunu etkilemesin. Çünkü Allah, onlara sizden daha yakındır. Öyleyse, adaleti yerine getirmede kendinizi ayartmayın (Kitabına uydurmayın). Eğer kendinizi kandırırsanız, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135).

2- VİCDANIN KENDİNİ KANDIRMA HALLERİ

Pür-pozitif bir kavramla kendini kandırma kolay bir hadisedir. İnsan, kolayca kendi arzusunu, hevesini, vehmini, alışkanlığını, ön-yargısını, zannını, kibrini, korkusunu… sağduyu/vicdan sanabilir. Kur’an’da buna örnekler verilir: “Onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ dendiğinde; onlar: ‘Ne münasebet, biz, sadece ıslah edicileriz’ derler. Dikkat edin; onlar, bozguncudurlar; fakat kendileri, bunun farkında/şuurunda/bilincinde değiller.” (2/71). “Sana yaptıklarında en büyük zarara uğrayanları haber vereyim mi? Onlar, dünya hayatı peşinde koşarken, yaptıkları boşa giden kimselerdir. Fakat kendilerine sorarsan; iyi/doğru işler yaptıklarını söylerler.” (18/103-104). Vicdanın kendini kandırmasının ikinci yolu, içinde yaşanılan toplumun dinine, kültürüne, örfüne, geleneğine sorgusuz-sualsiz teslim olmak ve onu körü körüne taklit etmektir. Kur’an’ın bireysel bilinci özgürleştirme ve derin vicdanı diriltme çabasına karşı olanlar: “ Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz değerlere uyarız.” (2/170). “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz değerler, bize yeter.” (5/104).” Kötü bir iş yaptıklarında: “ Atalarımızın böyle yaptıklarını gördük” derler.”(7/28)… (Geniş bilgi için bkz: “Vicdanın Kendini Kandırması olarak Vicdansızlık”. İlhami Güler. Kur’an’ın Ahlak Metafiziği. Ank. 2013. s 65-83.)

3- HUKUKSUZ YASA/KANUN ÇIKARABİLEN KURUMLAR

a) Meclis: Türkiye’de Büyük Millet Meclisi’nde görev yapan milletvekillerinin çoğu, çok kısa süreli görev yapmalarına rağmen çıkardıkları “Emeklilik” kanunu, emeklilik maaş miktarı, çeşitli sosyal hak (!)ların tümü “yasal/kanuni” ve fakat “hukuki/vicdani” değildir. Seksen dört milyon insanın/kamunun hakkını yemektedirler.

b) Adliye: Adliyede istihdam edilen Hâkim ve Savcıların kimileri, tek tek bireyler veya kamu hakkında öyle iddialarda bulunmakta veya kararlar vermektedirler ki, sonuçları bağlayıcı (yasal/kanuni) oldukları halde; hukuki/vicdani değildir.

c) Belediye Meclisleri: Türkiye’de Belediye meclisleri, kendi üyeleri veya yakınları-partilileri lehine –emlak-arsa-konut-ihale mevzularında- çoğunlukla öyle kanunlar/kararlar almaktadırlar ki, kamuyu zarara sokmakta ve kendileri hukuksuz/vicdansız çıkarlar elde etmektedirler.

d) Bürokratik Erk: Kamu adına ve kamunun çıkarını/maslahatını korumakla görevli, bunun için maaş alan şahıslar da, görevlerini kötüye kullanarak, “Kitabına uydurarak” veya “Hile-i Şeriyye (Hukukiyye)” ile kendilerine veya yakınlarına haksız/hukuksuz (vicdansız) çıkarlar temin edebilmektedirler.

e) En Yetkili Politik Erk (Başkan/Tek-adam): Politik erkin açık, kesin Hukuk kuralları ile denetlenmediği/bağlanmadığı durumlarda, “kanun” bile olmayan KHK’lar ile veya siyasi-bürokratik bağlılarını yönlendirerek kişisel veya zümresel “Kanuni” ve fakat hukuksuz/vicdansız olabilen menfaatler ve zararlar hâsıl olabilmektedir. Byung Chul Han, bu tehlikeyi şöyle tasvir eder: “Politika için kurucu bir önemde olan “öteki”nin ortadan kaybolması, politik “söylem”in sonunu getirir. Ötekisiz politika, düşüncenin iletişimsel rasyonalitesini yok eder. Ötekinin kaybolmasıyla, kendi kendine telkinde bulunma, iletişimsel eylemi güçleştiren obsessiv, bencil düşünceler üretir. Ötekinin kaybıyla meydanı boş bulan öz-propaganda, söylem (tartışma-uzlaşma) alanlarının yerini tek sesin yankı yaptığı boş bir salona dönüştürür. Politik söylem, kişinin kendi “görüş”ünü, kendi “kimlik” inden ayırmasını şart koşar. Bu yeteneğe sahip olmayanlar, kendi kimlikleşen görüşlerini sıkı sıkıya tutarlar. Kimlik kaybetme korkusu taşırlar. Başkalarını dinleyemez; söylediklerini duyamazlar. Politik söylem, bir dinleme etkinliği olduğu için, ötekisiz demokrasinin krizi, bir “dinleme” krizidir.” (R. Kılıç. Zamanın Kokusu-B. Ç. Han Üzerine Bir İnceleme-. Ank. 2023. s. 94). Küresel Ekonominin (doğru-yanlış) işleyiş kurallarına ters olup, doğuracağı sonuçlar(kamu maslahatı/kâr-zarar) iyi hesap edilmemiş bir “kanun”i zorlamanın, yakın tarihimizde nelere “mal” olduğunu bütün Türkiye biliyor.

Yukarıda sayılanların toplamına, Kamuyu temsil eden “Devlet” gücünü/otoritesini kullanarak “Nüfuz Hırsızlığı” yapmak denir. Bunlara Türkiye’de somut örnekler vermeye kalksak, binlercesini bulabileceğimizden hiç kimsenin kuşkusu olmadığını, herkes bilir.

SONUÇ

Tanrı Hakkına (itikat-İbadet) titizlikle riayet eden halkımızın bir bölümü, “Kul Hakkı” veya “Tüyü bitmemiş Yetimin Hakkı (Kamu Hakkı)” söz konusu olduğunda, kılı kıpırdamadan (vicdanı sızlamadan) “deveyi hamudu ile birlikte” götürebilmektedir. Özellikle, iktisadi alanda “Kap-kaç” mantığı, “Kapanın elinde kalan” düsturu, “beleş-bedava-havadan” zengin olma geçerli olmaktadır. İslam’ın özü, -iktisadi alanda- emek (kesp- sa’y-amel) ve meşru ticarete (4/29) dayandığı halde; tarihi süreçte bu, “Ganimet” ve “Yağma” ekonomisine dönüşmüştür. Bugün olup bitenler, bu tarihi genetiğin semptomlarıdır.

 

 

10 Aralık 2023 Pazar

Eğitimin kalitesi Uğur Emek-10/12/2023

Dershane görmeden üniversite sınavında %2’ye girdim ve Mülkiye’yi kazandım. Devlet yurdunda kaldım.

Dershane görmeden demememin sebebi ortaokul ve lisede aldığım eğitimin kalitesini göstermektir.

Matematik, fizik, kimya ve edebiyat gibi temel derslerin öğretmenlerinin katkısını ifade etmektir.

Şimdilerde öyle mi?

Yeni nesil okuduğunu anlamıyor ve matematikte dört işlemi yapamıyor. Bu ikisini yapamayan bir ülke bilimde nasıl başarılı olur?

Olmuyor tabii ki?

Nasıl mı?

Belin bir bakalım.

PISA

Açılımı “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı” olan PISA, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından üçer yıllık dönemler hâlinde, 15 yaş grubundaki öğrencilerin kazanmış oldukları bilgi ve becerileri değerlendiren bir araştırmadır.

PISA düşük ve orta gelirli ülkelerin araştırmaya katılmalarını desteklemektedir. Araştırma Çocuklar, gençler ve yetişkinler için eğitim çıktılarının kalitesi ve eşitliği açısından Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (2030) arasında yer alan Eğitimin Sürdürülebilir Gelişimi Hedefine de katkı sağlamaktadır.

PISA testi öğrenme ortamı ve öğrenci davranışları konusunda okul seviyesi hakkında bilgi sağlamaktadır.

Gelin en son PISA notlarına biraz daha yakından bakalım.

Ama önce 12. Kalkınma Planındaki eğitim yapımıza bir göz atalım.

NİTELİK Mİ NİCELİK Mİ?

Girişte de belirttiğim gibi yetkililer eğitimde nitelikten çok niceliğe önem vermektedir. Bunu mu bir tek ben mi söylüyorum?

Tabii ki hayır.

Daha yenilerde Ekim-2023’te yürürlüğe giren 12.Kalkınma Planı söylüyor ve diyor ki “Plan dönemi boyunca eğitimde erişim ve kalitenin artırılması kapsamında fiziki altyapı güçlendirilmiştir.”

Değerli okur fiziki altyapı güçlendirilmiş derken siz “bolca okul inşaatı yapılmış” anlayın.

“Peki, eğitimin kalitesi artırılmış mı öğrenciler ve bölgeler arasında fırsat eşitliği sağlanmış mı?”

Sana bana ne oluyor TBMM tarafından onaylanmış Plan metni var elimizde, o söylesin.

“Öğrenme ortamlarının niteliğinin eşitlik ve hakkaniyet çerçevesinde iyileştirilmesi, öğretmen yetiştirme ve geliştirme sisteminin yeterlilikler esas alınarak geliştirilmesi, eğitim faaliyetlerinin izleme ve değerlendirmesinde etkinliğin artırılması, bilgi ve iletişim teknolojilerinin kaliteyi artıracak şekilde eğitime entegrasyonunun geliştirilmesi, öğrencilerin ve eğiticilerin dijital yeterliliklerinin yükseltilmesi, eğitim sisteminin olası krizlere karşı cevap verebilirliğinin artırılması ve ölçme ve değerlendirme sisteminin esnek şekilde tasarlanması ihtiyacı devam etmektedir.” (Paragraf 226 ve 227)

Aslında bu paragrafı okuduktan sonra Türkiye’de eğitimin kalitesi yerlerde sürünüyor diyerek yazıyı bitirmek mümkün.

Ama ben yine de plancı meslektaşlarımın bu tespitini PISA notlarıyla destekleyeyim.

Nasıl mı?

Devam edelim.

TÜRKİYE’NİN PISA NOTU

2003 yılından beri yapılan araştırmalarda matematik, okuduğunu anlama ve bilim konularında Türkiye hep OECD ortalamasının altında kalmaktadır.

Ortalama dereceler OECD ortalamasının altında olabilir. Ancak bu alanların alt bölümleri bulunmaktadır.

Türkiye formüle etme, yorumlama ve akıl yürütme alt bölümlerin hepsinde OECD ortalamasının altındadır.

Üstelik matematik ve okuduğunu anlama alt bölümlerinde 2018 yılından beri daha da geriye gidilmiştir.

Matematik alanında Türkiye’nin notu 2018 yılında 454 iken 2023 araştırmasında 453’e düşmüştür. Aynı dönemde okuduğunu anlama notu 466’dan 456’ya gerilemiştir.

Bu eğitim sisteminden iyi eğitimli gençler yetiştirilemiyor tabii ki. Daha çok fen lisesi, daha yaratıcı ve sorgulayıcı eğitim sistemi derken buralardan hareket ediyoruz.

Türkiye’de eğitim sadece kalitesiz değil aynı zamanda eşitsiz.

Devam edelim.

EĞİTİMDE EŞİTLİK

Eğitim politikası konusunda eşitlik temel bir değer ve hedeftir.

Eğitimde eşitlik adalet kavramıyla ilişkili bir etik ilkedir. Arka planlarına bakılmaksızın bütün bireyler potansiyellerin geliştirmek için eğitim fırsatına sahip olmalıdır.

Eşitlik bütün öğrencilerin aynı sonuca sahip olacağı anlamına gelmemektedir. Öğrencilere eğitimde fırsat eşitliği sağlamak devletin, başarılı sonuçlar almak ise öğrencilerin sorumluluğundadır.

Öğrenci başarısında sosyo-ekonomik statünün etkileri bilinen bir gerçektir. Literatürde öğrencilerin sosyo-ekonomik statülerine ve başarılarına ilişkin özellikli ekonomik ve kültürel mekanizmalar üzerinde yoğun biçimde çalışılmıştır.

Bu endeks üç alt bileşenden oluşmaktadır. Bunlar ailenin eğitim seviyesi, ailenin mesleki statüsü ve ev sahipliğidir. Bu alanlardaki daha yüksek seviye daha yüksek sosyo-ekonomik statüyü göstermektedir. Endeks bilgileri öğrencilerle yapılan anketlerde derlenmiş.

Bu endeks açısından Türkiye 70 ülke arasında 61’inci sıradadır. Aileler eğitimsiz ve yoksul olunca eğitimde başarı olmuyor maalesef.

GIDA GÜVENLİĞİ

2023 PISA araştırmasına gıda güvenliğine ilişkin bir anket yapılmış. Ankette gıda alacak parası olmadığından geçmiş 30 günde haftada en azından bir gün yemek yemeyenlerin yüzdesi çıkartılmış.

Türkiye bu konuda başarılı. 70 ülke arasında 16’ncı sırada. Çocuklarımız “açız diyorlar aç.”

PISA bulgularına göre okullarda sağlanan ücretsiz öğle yemeği öğrencilerin okula devamını artırıyor.

Bu nedenle diyoruz ki çocuklarımızı ücretsiz tarikat yurtlarına bağımlı hale getirmeyelim.

GELİR VE HARCAMA

PISA araştırmasına göre kişi başına milli gelir ve öğrenci başına harcama ile matematik notunun ilişkisine bakılıyor.

Gelir ve harcama ne kadar yüksekse öğrenciler matematik alanında o kadar başarılı oluyorlar.

Türkiye her iki grupta OECD ülkeleri arasında gerilerde olduğundan öğrenciler matematikte da başarısız oluyorlar.

Türkiye’nin 2020 yılında üniversite eğitiminde öğrenci başına harcadığı para satın alma gücü paritesine göre 9 bin 24 dolardır.

Düşünün OECD ortalaması 18 bin 105 dolardır. Yani Türkiye’nin iki katından fazla.

Eğitim harcaması konusunda Türkiye’den daha geride sadece dört ülke bulunmaktadır. Bunlar Yunanistan, Kolombiya, Meksika ve Rusya’dır.

Bu yapıdan eğitim de bilim de zor çıkar.

7 Aralık 2023 Perşembe

Çürüme Kemal Kılıçdaroğlu-07/12/2023

'Moral Hazard’ iktisat literatürünün önemli kavramlarından birisi. Dilimize ‘Ahlaki Tehlike’ ya da ‘Ahlaki Zarar’ diye çevriliyor. Ama ben yazının başlığına ‘Çürüme’ dedim… Çünkü bugün yaşadığımız sorun ‘ahlaki tehlike’yi de aştı, resmen çürüyoruz… Toplumsal zeminde çürüme ve buna bağlı olarak sosyal çözülmeleri görüyor, yaşıyoruz.

Önce şu soruyu soralım. Bir toplumda çürüme başlamışsa hatta giderek derinleşiyor ve yaygınlaşıyorsa bunun sorumlusu kimdir?

Bunun yanıtı çok açıktır. Ülkeyi yönetenler toplumsal zeminde çürümenin sorumlularıdır. Çünkü izledikleri politikalar, aldıkları kararlar ülkenin ve o ülkede yaşayanların geleceğini belirler. Yani balık baştan kokar diyoruz ama kokunun kuyruğa kadar sirayet ettiğini de artık biliyoruz…

Toplumsal çürümenin iki ana ekseni vardır hukuk ve ekonomi… Yani iki ana eksendeki bozulma toplumsal çürümeye kaynaklık yapar.

BİRİNCİ EKSEN-HUKUK

Bozulduğunda toplumsal çürümeye kaynaklık eden hukuku, Adalet Bakanlığı aday memurlar için hazırladığı eğitim notunda şöyle tanımlıyor. “Hukuk, devletin yetkili organları tarafından toplumsal ilişkileri düzenlemek amacıyla konulan, maddi yaptırıma bağlanmış olan ve uyulması zorunlu kuralların oluşturduğu sistem…”

Yani diyebiliriz ki, yaşamın üzerine bina edeceğimiz zemin sağlamsa her sorun akılcı politikalarla çözülebilir. O zeminin adı hukuktur. Anayasadır, yasalardır… Daha açıkçası bir toplumu kaynaştıran harcın adı hukuktur.

Buradaki temel sorun, yasalarda öngörülen hukuk kurallarının herkese eşit uygulanıp uygulanmadığıdır. Hukukun olmadığı yerde adaletin tecelli etmeyeceğini Mısırdaki sağır sultan da biliyor. Hukukun işlemediği ve dolayısıyla adaletin tecelli etmediği ülkede toplumsal çürüme hız kazanır. Devlete ve adalete duyulan güven temelden sarsılır. Hukuk ekseninde çürüme, sağlam zeminde çözülmeye yol açar ve zemin önlem alınmazsa bir süre sonra bataklığa dönüşür. Toplum öyle bir noktaya savrulur ki, yolsuzluğun kutsandığı, vicdan denen sesin duyulmadığı, ahlaksızlığın kurumsallaştığı bir yapı ortaya çıkar… Bu bağlamda…

Bir ülkede;

- Güçler ayrılığı ilkesi yok edilir, devleti yönetme gücü bir kişiye teslim edilirse, bir sorun var demektir.

- Hakimler; anayasaya, kanuna, hukuka ve vicdani kanaatlerine göre değil de siyasal otoritenin telkini doğrultusunda karar veriyorlarsa bir sorun var demektir.

- Yürütme organı yargı kararlarına uymuyor, gereğini yapmayanlardan hesap sormuyorsa bir sorun var demektir.

- Tefeciler, uyuşturucu baronları, silah kaçakçıları, kara paracılar ortalıkta cirit atarken Volkswagen, Honda, LG Energy, BP gibi ülkeye döviz kazandırma potansiyeli bulunan küresel şirketler Türkiye pazarını terk ediyor ya da yatırım yapmaktan vazgeçiyorsa bir sorun var demektir. (Kirli para temiz parayı kovuyor)

- Kara paracılar, uyuşturucu baronları, yargı mensupları ve politikacılara rüşvet dağıtarak cezadan kurtuluyorlarsa bir sorun var demektir.

- Bir savcı Hakimler Savcılar Kurulu’na yazdığı yazıda, yargıda oluşan çetelerden söz ediyorsa bir sorun var demektir.

- Anayasa Mahkemesi kararlarına yargı ve bürokrasi uymuyorsa bir sorun var demektir.

Yaşadığımız bu örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak sadece bu örnekler bile, zeminin giderek bataklığa dönüştüğünü yani toplumsal çürümenin giderek arttığını bize gösteriyor. Rüşvet alanların büyükelçi atandığı bir ülkede artık adaletten ve liyakatten söz edebilir miyiz?

İKİNCİ EKSEN-EKONOMİ

Ekonomiyi kabaca; “sınırsız ihtiyaçlara karşın, var olan sınırlı kaynakları etkin ve etkili kullanmaktır” şeklinde tanımlarız. Ekonomide bu politikayı izlediğinizde, gelir dağılımından kalkınmaya, fiyat istikrarından üretime kadar yığınla soruna sağlıklı bir planlamayla ve iyi işleyen bir hukuk zemininde çözüm üretirsiniz. Dolayısıyla ihtiyaçları toplumsal çıkarları gözeterek giderirsiniz. Ve bunları yaparken de ‘halka hesap vermeyi’ ihmal etmezsiniz. Çünkü siyasal iktidarın harcadığı para, yönetenlerin parası değil, halkın parasıdır. Bu yönetim tarzı toplumda ahlaki davranışı güçlendirir ve kurumsallaştırır. Aksinin yapılması ise toplumsal çürümeye yol açar.

Bir ülkede;

- Asgari ücretliler vergi verirken, ‘kur korumalı mevduat’ adı altında milyarlarını bankaya yatıranlar bu devlete 5 kuruş vergi ödemiyorlarsa bir sorun var demektir. (2023 yılının ilk altı ayında bunlara ödenen 150 milyar liradan tek kuruş vergi alınmadı)

- Milyonlarca insan iş ararken, işsizken, birileri 4-5 yerden aylık alıyorsa bir sorun var demektir.

- Türkiye Cumhuriyeti devletinde kamu ihalelerini (!) döviz cinsinden yapıp, 5’li çetelerin gelir garantilerini döviz cinsinden sağlıyorsanız bir sorun var demektir… (Bu konuda yıllardır halka ve milletvekillerine bilgi verilmemektedir. Bu milletin sırtına bindirilen yükün gerçek rakamı bilinmemektedir)

- Daha acı olanı ise verilen ihalede garanti edilen yabancı para hangi ülkeninse, o ülkedeki yıllık enflasyonu da bu milletin sırtına ayrıca yıkıyorsanız bir sorun var demektir.

- “Faiz haramdır, Kur’an’da ‘nas’ var” deyip, iktisat bilimine aykırı karar aldıktan ve bunun faturasını bu milletin sırtına yıktıktan sonra, faizi artırıp ‘faziletli döngü’ noktasına geldiyseniz bir sorun var demektir.

- Milyonlarca insan açlık sınırının altında bir gelirle hayata tutunmaya çalışırken, o ülkenin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı “Ülkemizde aşırı yoksulluk ve açlık sınırı içinde yaşayan kişi bulunmamaktadır” derse bir sorun var demektir.

- Emek harcamadan, alın teri dökmeden ‘köşeyi dönme’ hevesi yaygınlaşıyor ve kalıcılaşıyorsa bir sorun var demektir. (Debdebeli hayatlarını gün ışığına çıkarmaktan çekinmeyen sosyal medya fenomenlerinin devasa tutarlarda kara para aklama çabaları hepimizin gözü önünde gerçekleşiyor. Fenomenler toplumsal tepkiyi azaltmak için tutuklanıyor ama kirli paranın asıl sahipleri korunuyor.)

- ‘Yeraltı dünyası’nın, yani mafyanın, uyuşturucu baronlarının ekonomik gücü (uyuşturucu, kara para aklama, kumar, fuhuş, mala çökme gibi faaliyetler sonucu elde edilen gelir) sürekli büyüyor ve bu ‘kayıt dışı’ güç, siyaset ve yargı dünyasını kontrol edecek noktaya geliyorsa bir sorun var demektir.

- Ve Türkiye OECD’ye bağlı Mali Eylem Görev Gücü (FATF) tarafından ‘kara para, uyuşturucu ve terörün finansmanı’ alanlarında gereken çalışmayı yapmadığı için ‘gri liste’ye alınıyorsa (21 Ekim 2021) bir sorun var demektir.

SONUÇ

Toplumsal çürümenin yarattığı bataklık zemin kolektif kayıtsızlığı, duyarsızlığı da beraberinde getirir. Ahlaki değerlerin yitirilmesi bu süreçle birlikte başlar. Dolayısıyla ‘altta kalanın canı çıksın’ düşüncesi toplumsal birlikteliğimizi derinden sarsar. Çünkü ‘ahlaki tehlike’ kendiliğinden ortaya çıkmaz. Hukuk düzeninin adil biçimde işlemediği koşullarda belirir, önlem alınmazsa kurumlaşır. Bu bağlamda istek şarkıyı söylemediği için öldürülen sanatçı gerçeği kulağımıza küpe o

5 Aralık 2023 Salı

Bir Türk öldür, soluklan! Taha Özhan-05/12/2023

Dünya Gazzelileri kurtarmadı, kurtaramadı. Ama Gazzeliler dünyanın vicdanını kurtarıyorlar. Sadece bugün değil, muhtemelen yakın dönemde, bir siyasal başlık üzerinden sokaklarının böylesine dolduğu görülmedi. Küresel düzeyde II. Dünya Savaşı’ndan bu yana, ulus devlet sınırlarını bu denli yaygın bir şekilde aşan başka bir olay yaşanmadı. Üstelik katliamlar ikinci ayını doldururken bu vicdan hâlâ meydanlardan çekilmiş değil. Dünyada elbette Gazze’deki katliamlardan çok daha büyük katliamlar yaşandı. Dünya Savaşlarını hariç tutsak bile insanoğlu katliamlar yapmakta hiçbir zaman büyük sorun yaşamadı. Hele modern aklın inşa ettiği düzlemde katliamlar konusunda zirveleri test etti. Mesele insan kanı dökmekse, sadece son 20 yılda Amerika’nın önce Afganistan ve Irak işgalleriyle, ardından da DAİŞ’le mücadele adına yerle bir ettiği bölgelerde çok daha büyük kan aktı. Esed rejiminin, İran milisleri ve Ruslarla Suriye’de oluk oluk akıttığı kan da çok daha büyüktü. Yemen’de Tahran ve Riyad eliyle umursamazca dökülen kan da Gazze’dekiyle mukayese edilemezdi. Benzer şekilde, Ruanda’dan Afrika iç ve vekalet savaşlarına, Kolombiya’dan Endonezya’ya yüzbinlere ulaşan kayıplar da daha büyüktü. Hepsi vahşetti.

Ancak hiçbirisi Gazze kadar küresel vicdanı bu kadar uzunca süre ayağa kaldırmadı. Kaldıramadı. Suriye’de tam bir soykırım yaşandı. 100 bine yakın kişi sadece hapishanelerde işkencelerle hem de kayıt altına alınarak infaz edildi. Sadece bir kısmı “Sezar dosyası” olarak kayıtlara geçti. Muhtemelen bu satırları okuyanların çoğu da “Sezar kim ya da nedir?” diyeceklerdir. Kimyasal silahlar kullanıldı, toplu katliamlar yapıldı. “Guta”yı da “Hule”yi de hatırlayan fazla çıkmayacaktır. Dünya bu katliamları son dakika haberi olarak duydu ve büyük ölçüde unuttu. Dünyanın katliamlar ve hatta soykırımlar karşısındaki bu hafızasızlığına rağmen konu Filistin olunca, özellikle de Gazze gündeme oturunca ortaya çıkan küresel ilginin ve vicdanın varlığı dikkate şayandır. Belki de Gazze, insanlığın vicdanına dair elinde, dilinde ve zihninde kalan son birkaç başlıktan birisi olduğu için görmezden gelinemiyor. Gazze’yi de görmemek için Batı’da tam anlamıyla bir epidemiye dönüşen Saramago’nun “Beyaz Körlüğüne” müptela olmak gerekiyor. Gerçekten de Gazze’ye ve İsrail’e dair hem Batı’da hem de Ortadoğu’da maruz kalınan “Beyaz Körlük” insan haysiyetine dair hayasız bir taarruz anlamına geliyor.

Milenyumla birlikte küresel liberal dalganın eşliğinde siyasal dilini kaybeden Batı, uzun sürmeden bütün dünyayı da “ideolojilerin ölümü” eşliğinde peşinden sürüklemekte gecikmedi. İyi ve kötünün buharlaştığı bu dünyada geniş kitleleri heyecanlandıracak ve misyon yükleyecek ciddi başlıklar tam anlamıyla asimilasyona uğradı ya da hadım edildi. Büyük bir kısmı da gönüllü hayata geçti. Batı’da jeopolitik diskurunu kaybetmiş halde iklim değişimi ve cinsel kimlik parantezine sıkışan, dünyanın geri kalanında ise yeni bir siyasal dil üretemeden asgari demokrasiyi arzulayan ama bu amaç için mücadele yöntemi ve yol haritası geliştirmekte zorlanan toplumsal ve siyasal yapılar oluştu. Bu durumun en belirgin yansımaları ise sokaklarda görüldü. Batı’da sokaklar sahici ve ciddi siyasal dili kaybedince dünyanın geri kalanından her anlamda koptular, Doğu’da ise sokağa çıkmanın ağır faturası demokrasi ve adalet arzusunu asgari insan ihtiyaçlarını sağlayacak istikrar beklentisine indirgedi. Sokakların dolması için hem kitlesel bir vicdana ihtiyaç vardır hem de entelektüel düzeyde sokakları dolduracak, motivasyonu sağlayacak ve istikamet gösterecek tüten düşünce ve ahlak ocaklarına. 90’lardan hatta 80’lerden bu yana, geçen iki yüzyılın hazır entelektüel ve siyasal sermayesinden beslenmenin oluşturduğu kısır döngünün milenyumdan bu yana bunalıma dönüştüğüne şahitlik ediyoruz.

KÜRESEL SİYASAL BUNALIM KRİZİ

Küresel jeopolitik, demokratik ve ekonomik bunalımın farklı düzeylerde yaşandığı bir dönemde, her anlamda artan yönsüzlüğün içerisinde sokakların dolmasını beklemek gerçekçi olmayabilir. İşte Gazze, küresel düzeyde vicdanı takdir edilecek şekilde ayağa kaldırmış olmasından dolayı gerçekten müstesna bir duruma ve belki de bir başlangıca işaret ediyor. Neredeyse dünyanın bütün büyük şehirlerinde insanların devasa veya mütevazı bir şekilde meydanlara çıkmasının siyasal ve toplumsal sonuçları olacaktır. Gazze, bir yönüyle, dünyanın farklı yerlerinde kanayan ne kadar yara varsa, hâlâ peşine düşülen ne kadar dert varsa onların sözcüsüne ve bayrağına dönüştü. Sosyal medya kolaj videolarında iki dakikaya sığan dünyanın farklı şehirlerindeki protestolarda onlarca farklı dildeki sloganların ortak diline dönüştü. Sekizinci haftasına girerken, kesintisiz bir şekilde, küresel düzeyde jeopolitik vurgusu olan, emperyalizmi güncelleyerek hatırlayan, güç matrisine referans veren, ekonomik dinamiklere vurgu yapan, Amerikan Siyonizm’ini ifşa eden, Avrupa’nın Siyonizm’ini ve insan hakları boyasını döken, ırkçılığı gündemine alan, en son Mandela ile telaffuz edilen Apartheid’i kulaklara yeniden değdiren, uluslararası hukuka işaret eden, Siyonizm’i genç nesillere teşhir eden, Holokost’tan 75 yıl sonra toplama kampının ne olduğunu insanlığa hatırlatan, Yahudilerin üzerine ipotek koyduğu soykırımı herkese gösteren ve İsrail’in bütün medya gücüne rağmen sansürsüz tanıtımını gerçekleştiren yeni bir dalga oluştu. Gerek haftalardır devam etmesinden gerekse de kozmopolit şehirlerin tamamında onlarca farklı etnik, dini ve ideolojik kimlikten insanın görünür bir şekilde yer almasından dolayı sahici ve şümullü bir itiraz ortaya çıktı. Özellikle Amerika ayağında, bizzat Yahudilerin de öncülük ettiği bu dalganın orta vadede siyasal ve toplumsal neticeleri görülecektir.

Kısa vadede İngiltere’de kabine değişikliğine yol açan, Amerika’da Biden’ın seçimi kaybetmesi durumunda en önemli etkenlerden birisi olarak şimdiden yüksek sesle dillendirilen, Avrupa’da siyasal, medya ve entelektüel elitlerin tam anlamıyla kaybettikleri bir ahlak ve daha vahimi bir ciddiyet sınavına sokan beklenmedik bir hareketlenmeye yol açtı Gazze. Dünyaya duyarsızlığına ve ilgisizliğine herkesi ikna etmiş olan Çin’in bile ilk kez mütevazı da olsa farklı ve ilgili pozisyon aldığı, BRICS’e bugüne kadarki ilk siyasal açıklamasını yaptıran ve İslam ülkelerinin tam bir felç haliyle jeopolitik iflas ilan ettikleri bir fenomene dönüştü. Gerek çifte standartları ortaya dökmesiyle gerek büyük güçler jeopolitik rekabetinde bir araç haline gelmesiyle gerekse de hükümetleri ifşa etmesiyle artık bir Gazze testi var herkesin önünde. Bütün bu gelişmelerin İsrail katliamlarını durdurmadığı muhakkak. Ancak İsrail’in Gazze üzerinden yükselen küresel vicdana yönelik her türlü doğrudan ve dolaylı girişiminin başarısız olduğu da muhakkak.

İsrail’in Gazze katliamından, on binlerce can kaybına ve yıkıma rağmen, bir her türlü saygıyı hak eden Gazzeliler canlı çıktılar bir de bütün dünyada sokakları dolduran milyonlar. Bunlar dışındaki herkes ve her şey İsrail’in enkazı altında kaldı. Gazzeliler canlarıyla Ortadoğu’da Tel Aviv’le normalleşme sürecinin, sanki yeterince işgal ve diktatörlük yokmuş gibi bölgenin tam bir İsrail düzenine geçmesini engellediler. Sönmüş, tükenmiş ve üzerine ölü toprağı serpilmiş Batı’da siyasal canlanmanın ilk işaretlerinin görülmesine yol açtılar. İsrail desteği artık ancak kolluk kuvvetlerinin, yargının, devletin, medyanın ve sermayenin koruması altında sürdürülebilir bir suça dönüşmeye başladı. İsrail’i savunmak ve desteklemek, ancak İsrail’deki gibi bir Apatheid halini hayata geçirmekle mümkün olabilecek duruma dönüştü. Batı’nın iki yıldır en önemli gündem maddesi olan Ukrayna işgaline karşı geliştirdikleri bütün argümanlar çöktü. İsrail’in Gazze’yi “Nazilerden temizleme operasyonunu” dillendirenler, Putin’in eksantrik “denazifikasyon” tezleri karşısında sefil bir hale bürünmek durumunda kaldılar. Birbiriyle yarışan Amerikan ve Avrupa Siyonizm’i sadece ahlaki ve entelektüel bir iflasın içine girmedi, asgari akla ve ahlaka tecavüz anlamına gelen ebleh argümanların sözcüsü konumuna düştüler. Biden’ın, gerek yaşından dolayı melekelerini kaybetmiş olmasından gerekse de Edward Said’in deyimiyle “Son Amerikan tabusu İsrail”in Evanjelik seçmenle nikâhından mütevellit Amerikan tepkileri şaşırtıcı olmayabilir. Bir taraftan 2024 için Michigan ve genç seçmen kâbusları görürken diğer yandan “tabusuyla” yüzleşmesi kolay olmayacaktır. Amerikan tabularını bir kenara bırakacak olursak, Avrupa Siyonizm’inin dikkat çekici iki mekânı İngiltere ve Almanya’nın tam bir siyasal trajedi ve entelektüel tefessüh içerisine düştükleri görünüyor. İngiltere’de, toplumun ezici çoğunluğunun İsrail karşıtı pozisyonuyla kavgaya tutuşan sağ ve sol partilerin garabet durumunun ne gibi siyasal sonuçlar doğuracağını da göreceğiz.

ALMAN İDEALİZMİNDEN ALMAN FANATİZMİNE

Ancak İsrail’in Gazze katliamına destek konusunda ne Amerika ne İngiltere ne de İsrail, Almanya ile yarışabilir konumda. Mesela İsrail’in en eski gazetesi Haaretz’i Almanca ve Almanya’da yayınlamak pek sorunsuz bir şekilde hayata geçemeyebilir. Rahmetli Edward Said, Almanya’nın halini görseydi Amerika için “son tabu” dediği İsrail’i, “Son Alman Fobisi” olarak isimlendirir miydi? Bunu bilmiyoruz ama Said’in 1999’da Daniel Barenboim’le beraber “İsrail-Filistin barışı” için kurulan müzik okulu Barenboim-Said Akademie’nin 30 metre karşısındaki Deutschse Telekom’da konuşan, demokrasi ve insan hakları gündemleriyle nam salmış Yeşiller Partisi’nden Alman Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un “Alman vatandaşlığı için ‘İsrail’e sadakat’ anlamına gelecek şartlar getirme arzusunu” duysaydı, fobiden başka bir tarif bulmakta zorlanabilirdi. Benzer şekilde Alman Şansölyesi Sholz’un “İsrail bir demokrasidir. İnsan haklarına ve uluslararası hukuka bağlı ve buna göre hareket eden bir ülkedir. Bu nedenle, İsrail aleyhindeki suçlamalar saçmadır” sözlerindeki muhteşem akıl yürütmesi ve ahlaki düzey Almanya’yı ayrı bir seviyeye taşımış durumda. Adorno, “Alman, kendisi inanmadan yalan söyleyemeyen kişidir” derken bugünleri düşünmüş müdür bilemeyiz. Bildiğimiz; Alman siyasal, medya, iş dünyası ve üniversite elitlerinin, bir aydır, İsrail’e desteğini ilan ederek 94 yaşında ahlaki ötenaziyi tercih eden Habermas’ın “iletişimsel eylem” teorisinde dillendirdiği meşrulaştırma krizinde bocaladıklarıdır.

Batılı elitlerin yaşadığı krizi basitçe bir tefessüh olarak görüp geçmek mümkün değildir. Zira yaşanan ahlak ve hukuk iflası sadece Batı’nın meselesi değildir. Çünkü Batı bu krizi yaşarken yeryüzünün başka bir yerinde Batı’da çürütülen ve insanlığın birikimine ait değerlere sahip çıkacak bir damar görülmemektedir. Dolayısıyla insanlık birikimine Batılı elitler tarafından ihanet edilmesinin, küresel düzeyde yaşanan “insanlık halinin bunalımını” artırması muhtemeldir. Ancak Batı’nın içine düştüğü bu derin çelişkiyi irdelemek gerekmektedir. Zira ne popülist demokrasi dünyasında ne de ulusal çıkarları açısından takındıkları tavrın ikna edici bir açıklaması bulunmaktadır. Bu yönüyle bakınca İsrail’in sadece Filistin’i işgal etmediği, Batı elitlerinin aklını ve ahlakını da işgal ettiği söylenebilir. Batılı siyasal elitlerin aklı açık bir şekilde İsrail Apartheid yönetimi altına girmiş durumda. Bu yönüyle, Tel Aviv’in sadece Filistinlilerin topraklarında inşa ettikleri kolonileri bulunmuyor aynı zamanda Batı başkentlerinde de oluşturdukları illegal yerleşim bölgeleri bulunuyor.

Bu koloniler bazen Amerika’nın hiçbir sorununda (mesela Irak’ın işgaline bile hem Senato’da hem de Kongre’de çıkan kadar bile hayır oyu çıkmadan) görülmemiş bir sıfır itirazla İsrail’i koruma altına alıyor. Kendi ülkesinin hiçbir sorunuyla ilgili yapmadığı kadar ateşli konuşmalar yapan Amerikan Kongre üyeleri, İngiliz ve Alman bakanların gerçeklikten tamamen kopmuş fanatik sözlerine şahitlik ediyoruz. Uluslararası kurumlarda bütün dünyanın vicdanı karşısında rezil olmayı göze alarak asgari düzeyde insani yardımları bile veto eden ellerin kalktığını görüyoruz. Bütün bunlar ancak İsrail’in Amerika’da ve Avrupa sürdürdüğü siyasal Apartheid muhasarasıyla açıklanabilir.