30 Temmuz 2023 Pazar

Mısır gezisi ve geçmişle hesaplaşmak Mustafa Everdi-30/07/2023

MISIR MI EGYPT Mİ?

Yakınlarda Mısır seyahati yaptım. Seyahat insanın dünyaya açılan penceresidir. Zaman ve imkân bulunca arada bu pencereden bakmak gerekir. Ülkelerin geçmişi hakkında en temel kaynaklar arasında seyahatnameler var. Ayrıca başka bir coğrafyaya geziye gidince ülkeni de sevmeye zaman bulursun. Seyahate çıkınca oluşan özlem, ülkendeki iyi yönleri getirir hatırana. Ben ayrıca kendi geçmişimle, ideolojik geçmişimle de hesaplaşma fırsatı buldum bu gezide.

Biz Mısır’a neden Mısır diyoruz da uluslararası adı Egypt? Egypt; Kıptî Ülkesi demek. Mısır’ın asıl sahipleri Kıptîlerdi. Bugün genelde Hristiyan olan Kıptîler nedeniyle Batı Egypt adı verdi. Mısır ise Mim Sad Ra harflerinin kolajıdır. Meşakkat, Sabır, Refah kelimelerini içerir. Geçmişte refah içinde olduğu antik şehir ve tapınaklardan belli. Meşakkat ve sabır bugüne yaklaştıkça sorunu Mısr’ın.

Mısır, batılılaşmayı bizim gibi “şeytanlaşma” ya da emperyalist sömürü görmediği için Fransa’ya olumlu bakıyor. Bu sayede eğitim sistemi Fransa ekolünü takip ediyor. İlkokuldan liseye kadar eğitim zorunlu ve parasız. Ortaokuldan sonra meslek okullarına yönlendiriliyor, bir meslek edinsin diye öğrenciler. Zeki ve çalışkanlar da Lise ve Üniversiteye. Arapça ve İngilizce zorunlu derslerden olduğu için yabancı dil öğretimi de başarılı.

Mısır’da, gerek Hristiyanların mevcudiyeti gerek batılı ilişkiler nedeniyle, kılık-kıyafet sorunu, farklı inanç meşrep ve hayat tarzları bir arada sürüyor. Bazı radikaller Hristiyan turistlere saldırma olayları olsa da gezi boyunca mini etekli, örtülü, her insan hiçbir tepki görmeden dolaşabiliyor Mısır’da. Sadece camilere girerken mazbut örtüler gerekiyor.

AYDINLANMIŞ BATI, IŞIKLI DOĞU

Benim için eski hatıralar, İslamcı geçmişimin hesabının görüleceği bir yerdi Kahire. Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile birlikte batılılaşmanın muhasebesinin yapılacağı bir yer aynı zamanda. İslam medeniyeti zirvedeyken bu batı neden güçlendi ve İslam coğrafyası güçlü olmak için batıya benzeme yoluna neden girdi? İslam sadece güç üzerinden, devletin fetihler yapabileceği, ganimetlere ulaştıran, üç kıtada at oynatan dönemlere erişebilmek için bir zafer sarhoşluğunu mu ima etmeliydi?

Türkiye’nin Cumhuriyet inkılapları karşısında Mehmet Akif’in sığındığı Kahire bu mu? Türkiye’ye bakınca ne kadar arkaik bir çağdan kalmış, bizden 40-50 yıl geriden bu ülke mi Müslümana sığınak? Mısır Hidivi ailesinden Osmanlı’da İslamcılığın en tutarlı görüşlerini sergileyen Said Halim Paşa’nın memleketi, aynı zamanda. Öğrenci bütçesini talan eden “Fizilalil Kuran” tefsirini edinmek için katlandığımız o mahrumiyetler. Günler geceler boyu cilt cilt külliyatını okuduğumuz Seyyid Kutup’un fikirlerine hayat veren coğrafyayı görmek, böyle bir karmaşaya mı sürüklemeli bizi?

Muhammed Kutup’tan İslami edebiyat ve sanat anlayışı kazanmak için bütün o geceler boyu kitap okumaktan yaşamaya zaman bulamadığımız tarihimizle yüzleşmek demekti bir yerde Kahire. Müslüman Kardeşler teşkilâtının önde gelen liderlerinden Abdülkadir Udeh’in İslam Ceza Hukukunu okuyup İslam Devletinde geçerli olacak hukuk düzenini kurmaya çalıştığımız o romantik gençlik çağlarında. İdealist gençlerin dinî otorite olmak amacıyla El-Ezher Üniversitesinde eğitim görebilmek için yayan yapıldak yollara düştüğü Kahire böyle mi olmalıydı? Yoksulluk, karmaşa, darbelerle süren bir idare.

Enver Sedat’ı bir törende öldüren Yüzbaşı Halid el-İslâmbûlî kahraman mı yoksa ülkesini kaosa sürükleyen bir kurban mı? Hasan El Benna’nın kurduğu Tahrir Meydanında toplanarak Hüsnü Mübarek’i alaşağı edip Mursi’yle iktidara ulaşan Müslüman Kardeşlere ne oldu? Rabia işareti ile çağdaş firavunlara isyan eden bir kurtuluş ordusu mu yoksa İslam muhayyilesinin son çırpınışı mı idi İhvan-ı müslimin? Risaleler okuyup bir odaya tıkılmakla geçen bütün o tarihimiz bugünleri görüp hicrana düşmek için miydi? Enver Sedat’ın öldürüldüğü platformu, görkemli mezarını görünce, hangi silahlı eylem bir milletin hayatını kurtaracak diye soru sormak lüks değil mi bir turiste?

DEVRİM Mİ EVRİM Mİ?

30 milyona yaklaşan nüfusu ile kaos, fakirlik, plansızlık ve yoksulluğu ile sefaleti mücessem hale getiren bu şehir mi, başka medeniyetlerle yarışabilecek? Antik medeniyetin on binyıldır hala ayakta ve hayatta olan Tanrı Kralların devasa eserleri ile bu şehirler mi yarışabilecek? Mısır mitolojisinin gücü ile Çoban Kralların mesajı hangi üstünlükle karşılaşacak? Bugün Müslüman coğrafyanın o çağların ihtişamından sonra bu düşüşü nasıl açıklanabilir? Antik Medeniyet seçkinler, asiller, saray çevresinde inşa edilebilen ihtişamlı bir geçmiş ise, bugünkü fakirlik ve sefalet, dış yardımlara muhtaç bir ülke, döviz sınırlaması ile hayati ihtiyaçlarına yabancı para bulmak için ülkeyi turistlere cennet, halkına cehennem kılan bu sonuçlar nasıl açıklanabilir?

Kafamda derin ve çetrefilli sorular ve turiste güzelliklerini sergileyen mekânlar çelişkilere düşürüyor beni. İhtişam ve sefalet, baskı, terör ve sindirilmiş halklar, ülkesi için mi yoksa ihtirası için mi hükmeden yöneticiler ile hareketli bir hayatı zevk arzu ve eğlenceli bir cümbüşe çeviren zenginler mi? Yoksa fakirliği görünen bir resme çeviren yoksullar mı? Bu ülkenin bir gerçeği? Bütün bir coğrafyanın görünen resmi?

Tahlil, analiz ve bizi ikna eden bir yoruma ulaştıran çıkmadı aramızdan! MİT bile Seyyid Kutup’un İslamda Sosyal Adalet kitabını Türkiye’de bestseller kılarken ne öngörmüştü acaba? Modernleşmeyi Mısır üzerinden taklit eden Türkiye, İslamcılık için adresi de neden Mısır göstermişti?

BATILILAŞMANIN DİKENLİ YOLLARI

Başbakan idam eden ve darbelerle yönetilen Mısır, Türkiye’nin 1960’lı yıllarını yaşıyor, bir yerde. Askeri yönetim herkesi sindirmiş ve ben tekbir getirdikçe, “Hazreti Mursi keremellahu veche” dedikçe neden gelip bana sarılıyor ve gözleri ışıldıyor garip Müslümanların? Minyeli Abdullah’ı yazan neden Türkiye’yi zemin kılmamıştı da Mısır’a taşımıştı bu mücadeleyi?

Tahtavi’nin nesnel batı yorumlarına bakınca aradan geçen 200 sene bizi neden daha irrasyonel ve hamasete sığınan bir anlayışa ulaştırdı? Mısır’dan 40 yıl ilerde olan Türkiye tekrar geçmişin anlayış ve zihniyetine düşmek için neden bu kadar iştahlı? Firavunlar ülkesinde hak ve batıl mücadelesi, yoğun yaşanmış diyenlere selam söylemek Hasan el Benna’ya ,Mursi’ye rahmet dilemek de kişisel tarihimize bir vefa sayılmaz mı? Yoksa artık İslamcı değilim ve hatta dinle de mesafeliyim diye geçmişimizi sileyim mi? Türkiye neden bir muhasebe ve hesaplaşmaya girmez de hala hamaset ve hamakate prim verir?

SILA HASRETİ

Mehmet Akif’in sıla hasreti ile mekân edindiği Han El Halil Çarşısındaki Fişavi Kıraathanesine gitmek, Necip Mahfuz’un yemek yediği lokantasına uğramak, Ettahrir’e yakın kitapçıları ve Mevlevihane’yi dolaşmak, Mühendisyn’de bir balık yemek, Cafe Laguna’da bir nargile tüttürmek planlarımız arasında. Ne mümkün. Çarşıya girince, bir kahve içebilmek ancak turiste sunulan. Üstelik oynak müzikler eşliğinde şenlikli bir kalabalık, her bir kahveye davet çığlıkları arasında çarşının curcunasına nasıl katlanmıştı Mehmet Akif acaba? Biz bir saatlik seyir için bunca azaba düşerken?

Hemen karşıdaki El Ezher, Sorbon, Trinity ve Salamanca Üniversitesi ile aynı zamanda kurulmasına rağmen bu yarıştan nasıl koptu? Geçmişi ihtişamla yaşamak çabasından, haşr zeyl ve tekrardan bugüne ve geleceğe merhem olacak bir ufka neden sahip olamıyor? Hemen yanıbaşındaki Hüseyn Camisindeki Hz. Hüseyin’in hatırasına yapılan türbe demirlerine yapışan, öpen ve ağlayan Şiiler ve türbeye bitişik görkemli camide namaz kılan Sünniler neden umutlu görünmüyor, geleceğe aydınlık bir yüz ışıltılı bir gözle bakamıyorlar?

Müze gezisinden sonra buluşma saatini beklediğimiz sırada Sisi askerlerinin karakol kurduğu alanda rabia işareti ve tekbir getirerek günlerce televizyondan seyrettiğimiz Tahrir Meydanı eylemlerine kendimi kattım ben. İçimdeki çocuğun sesini kırmayayım diye. Devrimci gençliğimize bir selam olsun diye de. Ne meydanlar bir atılıma çağrı ne eylemim devrime bir ima! Turist olunca hayatımızı adadığımız dava, teatral bir görünüme, turistik bir resme fit oluyor. İdealist devrimler gerçekleşmeyince midealist bir turist olmak ne kadar kolay!

Kalbimiz bu iniş çıkışlar, darbeler, kaotik dönemler yaşamaktan yorgun düşünce en iyisi Nil’de bir tekne gezisi ve raks dans ve ışıklı Mevlevi gösterisi ile gezinin eğlenceli bir programı da olduğunu ispat etmek istiyor, Mısır. Turisti müşteri görünce ona eğlenceli bir gece ayarlamak da ülkenin zenginliği. Kültürel bilinçlenme de “over dose” olmuşuz. Biraz eğlenmek de hakkımız. Turist dediğin sürekli yolunmak üzere yabancı diyarlara gelmiş bir kaz. Her beklentisinden yararlanmak gerekir. Para onda çünkü. Başka bir diyarda kazanmış ve buralara harcamak için gelmiş. Dövizleri geri götürmesine fırsat vermemek lazım. İstediği kadar cimri olsun. Bir şekilde söğüşlemek için cazibeli fırsat ve teklifler sunabilir her ülke.

O kadar yoğun düşünce, bireylerin, ülke tarihindeki önemsizliği dank edince kafamıza, dava diye yorulduğumuz hayatımız hiçbir yere ulaşmadığını kabullenince vur patlasın çal oynasın diyecektik en sonunda. Her yeri bıngıl bıngıl titreyen dansözlere eşlik etmek, Kahireli kadınla evlenmeyen bakir sayılır diyenlere hak vermek için el çırpmak, her alanda kutsal virajlar alırken kıvırmak da bir yetenek bizlerde.

Allah var, gecenin o vaktinde Nil’in esintisi, gemilerden yükselen müziğin şamatası, ne düşünce ne dert tasa bırakıyor kafamızda. Oynak bedenlere iştirak ederek hayatın şenlikli yanına düşmek de bir imtihan diye sarılıyoruz kameralara. Nasıl olsa büyük davalar, idealler ve üstanlatılar dönemi sona erdi.

Kahramanlık Çağından özgür bireyleri öne çıkaran postmodern bir zamandayız. El Ezher, dindarlar ve doğu hala bunun farkında olmasa da.

18 Temmuz 2023 Salı

Türkiye’nin sorunu ne? İbrahim Kiras-18/07/2023

Türkiye’nin sorunu ekonomi değil. Ekonominin kötü yönetilmesi, cebimizdeki paranın hiç uğruna eriyip gitmesi, iktisadi manada önümüzü göremez durumda olmamız vs… elbette ciddi sorunlar ama bunların da gerisinde, bunları da üreten bir ana sorun var. Aslında bu “ana sorun”, yalnızca ekonomideki felaket tablosunu değil, eğitim sistemindeki çarpıklıkları da dış politikadaki yanlışları da tarımdaki aksaklıkları da ilah… üreten kaynak.

Çok sayıda ekonomistin ve az sayıda siyasetçinin her fırsatta sözünü ettikleri -ve çözümü için “yapısal reform” önerdikleri- yapısal problemlerin de kaynağı aynı.

Dünyaca ünlü ekonomistimiz Daron Acemoğlu geçen hafta -İskender Öksüz Hocamızın da okunmasını hararetle tavsiye ettiği- euronews röportajında, “Türkiye’nin problemleri çok daha yapısal, bir tek enflasyonu azaltarak çözülecek şeyler değil” dedikten sonra bu yapısal problemlerin neler olduğunu açıklıyordu: “Yolsuzluk, verimsizlik, teknolojiye yeterince yatırım yapılmaması, eğitimin durumu, kurumların kötüleşmesi…” diyerek.

Peki, bu yapısal problemler niye ortaya çıkıyor? Hadi yolsuzluğu anladık, işin içinde para var. Hukuk milletin parasını koruyamıyorsa, siz de helal haram dinlemiyorsanız anlaşılır bir sonuç. Tamam da diğer alanlarda bozulmaya neden izin veriliyor? Kurumların çökmesinde, eğitime boş verilmesinde, yönetimde rasyonalitenin kapı dışarı edilmesinde kimin menfaati var?

Aradığımız cevap galiba bütün bu sorunların birbiriyle bağlantılı olmasında. Hepsinin bileşik kaplar gibi çalışmasında.

Görüyoruz ki bir kurumda yolsuzluk varsa o kurumda zaten iyi yönetim de olmuyor, liyakat da gözetilmiyor, kurumsal gelenekler de önemsenmiyor. Şu ya da bu sebeple devlet yönetiminde hukukun dışına çıkılınca yine diğer bütün olumsuzluklar hemen sökün ediveriyor. İpin ucu bir yerden kaçtı mı gerisi geliyor.

Zaten yolsuzluk, liyakatsizlik, keyfi yönetim, kurumların çürümesi vs. temel işlevleri itibarıyla aynı kapıya çıkıyor. Mesela liyakatsizlik de bir tür yolsuzluk. Hak edenin yerine hak etmeyeni getirince kurumların yozlaşması da rasyonaliteden kopuş da yolsuzluk da kendiliğinden beliriyor.

Demek ki bir yönetim anlayışı veya bir siyasi zihniyet üretiyor bütün bu sorunları.

***

Mevcut iktidarın taşıdığı zihniyeti kastetmiyorum yalnızca. Her ne kadar 2017’den itibaren en büyük bayraktarı olmuş olsa da bu zihniyeti mevcut iktidar üretmedi. Seksenleri, doksanları hatırlıyoruz mesela.

Ama yirmi küsur yıldır tek başına iktidar olmanın avantajıyla, son dönemde de tek kişilik yönetim modelinin rahatlığıyla AK Parti çıtayı çok yükseklere çıkardı.

Göç politikamıza bakın mesela: Afganistan’dan çoban alıyoruz, Avrupa’ya doktor ve mühendis gönderiyoruz. Geçen yıl üç bin doktor yurtdışına gitmiş, bu yıl bu sayının dört bine ulaşması bekleniyormuş.

Burada tek mesele ekonomi değilse de neslinin en parlak zekaları arasından seçilen ve yıllarca okuyarak yetişen bir doktorun maaşıyla müstahdem maaşı arasında sembolik denebilecek bir fark var bugün.

Müstahdemin maaşı da açlık sınırının altında gerçi ama eğitimin, kariyerin, kişisel donanımın değersizleşmesi bambaşka bir sorun.

Dar gelirli vatandaş enflasyonun altında ezilmesin diye asgari ücrete sık sık zam yapıyorlar, sağ olsunlar.

Buna mukabil doktorun, mühendisin, mimarın maaşları veya esnafın kazancı aynı oranda artmadığı için eğitimli kalifiye çalışanın geliri her geçen gün asgari ücrete biraz daha yaklaşıyor.

Türkiye’deki “ortalama ücret” 2006’da asgari ücretin iki katıydı. Bugün aradaki fark yüzde 5 civarında. Demek ki Türk toplumunun bir orta sınıfı yok artık. Küçük bir zenginler zümresi var, bir de geri kalan yoksullar.

Son dönemde uygulanan politikalar hepimizi yoksullukta eşitledi. Bu politikaların arkasında toplumun orta sınıfını teşkil eden eğitimli seçkinleri hor gören bir anlayış mı var? Buna ihtimal vermek çok abartılı bir komploculuk olur ama netice itibariyle böyle bir kuşkuya yol açıldığı da ortada.

İşin gerçeği, bizim toplum olarak eğitime de eğitimli zümrelere de bir süredir eskisi kadar sıcaklık hissetmiyor oluşumuz belki. Baksanıza, dünyada öğretmenlerinin aldığı ücret en düşük seviyede olan ülkeler arasındayız. Eğitim konusunu önemseme seviyemiz bu.

Üniversitelerin ve üniversite mezunlarının sayısı dünya ortalamasının epeyce üstünde ama akademik üretim kalitesi yerlerde sürünüyor. Dünyadaki en iyi üniversiteler sıralamasında ilk beşyüze veya ilk bine bazı dallarda bir iki üniversitemiz girebiliyor, bazı dallarda ise hiçbiri giremiyor. Yine de eğitimin sayısal boyutuyla övünmekten geri durmuyoruz. Dağa taşa, köye mezraya fakülte açılmasını iyi bir şey zannediyoruz.

***

Takdir edeceğiniz üzere, bütün bunlar ekonomiyle ilgili sorunlar değil. Toplumda egemen durumdaki zihniyetin ürettiği çarpıklıklar. Onun için genellikle devlet yönetiminde izlerini fark ettiğimiz ehliyet ve liyakat sorununun aslında hayatımızın her alanında örnekleri var.

Geçenlerde bir tarikat şeyhinin vefatı vesilesiyle bir kere daha gördük: Tarikatlarda manevi rehberlik ve irşad makamı olduğu varsayılan şeyhlik postu hanedan sistemiyle tevarüs ediliyor. Bir şeyh efendi ölünce yerine geçecek kişi tarikatların çoğunda aile içinden çıkıyor. Oğullar, kardeşler, damatlar dışında bu göreve layık biri bulunamıyor. Tarikatlar veya tasavvuf konusunda görüşünüz ne olursa olsun burada bir liyakat sorunu olduğunu görmek zor değil.

Kimilerimiz tüyü bitmemiş yetimin hakkının bulunduğu devlet malına el uzatılmasını en büyük günah olarak görüyor ama yolsuzluklar, hukuksuzluklar günlük hayatımızın olağan pratikleri.

Hazine arazisini gasp edip üstüne bina diken vatandaşın ne kendisi yaptığının hırsızlık olduğunu aklına getiriyor ne de başkaları “Burada benim de hakkım var” diye düşünüyor. Çünkü modernite öncesi asırlardan bugüne taşıdığımız devleti bir ailenin mülkü sayma anlayışına göre millet değil, devleti yönetenler devletin sahibidir. Devlet bizim millet olarak sahip olduğumuz ortak hukuk çatısı değildir. Zaten burada millet yoktur, birbirine düşman veya rakip gruplar vardır.

Ve böyle bir toplumda siyaset, devleti “onların” mı “bizimkilerin” mi ele geçireceğine ilişkin bir mücadele demektir.

Bu yaklaşım dolayısıyla hukukun üstünlüğü veya kanun hakimiyeti kavramlarına da aşinalığımız pek yok.

Yasaların ve kuralların her şart altında herkes için geçerli olması gerekmiyor. Parayı veren düdüğü çalıyor. Mühür kimdeyse Süleyman o oluyor. Bu çifte standart yolsuzluğu da hukuksuzluğu da kurumsal çürümeyi de mümkün hale getiriyor. “Yapısal problem”lerin yolu işte böyle açılıyor.

Enrique Dussel ve kurtuluş felsefesi Halil Turhanlı-16/07/2023

‘Şenlik Sanat ve Sabotaj’ kitabının yazarı Halil Turhanlı, modern kapitalist dünya sistemini dönüştürme girişimi olarak doğan kurtuluş felsefesine mercek tutuyor.

***

Enrique Dussel, Latin Amerika’da köklü bir gelenek oluşturan kurtuluş felsefesinin ve kurtuluş teolojisinin günümüzdeki en önemli temsilcisi, en sistematik düşünürü. Dünyaya ezilenlerin, dışlananların, mülksüzlerin yurtsuzların, Fanon’un “yeryüzünün lanetlileri” olarak adlandırdığı insanların perspektifinden bakıyor. Ezilen halkların küresel kurtuluşu için öncelikle Avrupamerkezcilikle hesaplaşmanın gereğini vurguluyor. Eşitsizliğe dayalı, hiyerarşik ve hegemonik ilişkiler üzerine kurulu neoliberal küreselleşmeye alternatifler öneriyor. Sömürgeciliğin gönümüzde aldığı yeni biçimlere karşı eşitlikçi, adil, çoğulcu bir değişimi etik açıdan da zorunlu görüyor.

Dussel, 1970lerin ortasında Arjantin’de üniversitede dersler verirken sivil- askeri diktatörlük tarafından görevinden uzaklaştırıldı; akademik ve entelektüel etkinlikleri engellendi, yazıları sansürlendi. Nihayet, paramiliter grupların evine saldırı düzenlemeleri üzerine Meksika’ya sürgüne gitmek zorunda kaldı.

***

Arjantinli kurtuluş felsefecisi, Simon Bolivar, José Marti gibi devrimcilerin ve bağımsızlık savaşçılarının Latin Amerika ve Karayipler’de sömürgeciliğine karşı yürüttükleri mücadelenin zaferle sonuçlandığının, İspanyol ve Portekizlilerin bu toprakları terk etmek zorunda kaldıklarının altını çiziyor; fakat Monroe doktrininden sonra ABD’nin Latin Amerika’yı bir arka bahçe olarak gördüğünü, bunun da yeni bir kurtuluş ve özgürleşme mücadelesini gündeme getirdiğini ekliyor.

Latin Amerika halklarının sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadeleleri gerçekten köklü bir geleneğe sahip. Dussel’nin özgürlük felsefesi de bu gelenekten besleniyor. Toplumsal taban hareketlerini yakından ve dikkatle izliyor. Bolivya’daki değişim sürecini savundu. Meksika’daki demokratik sol parti MORENA’nın (Ulusal Yenilenme Partisi) siyasal eğitim sekreteri oldu. Bolivarcı hareketlerin destekçisi. Bu hareketlerin, siyasi-iktisadi politikalarını günümüze uyarlayarak uygulama imkânı bulan partilerin bir bakıma Dussel’nin geliştirdiği ve savunduğu kurtuluş felsefesini hayata geçirdiklerini söylemek de mümkün.

Dussel’e göre yaygın kabul gören ve hâkim olan modernite anlayışı aslında Batının Avrupamerkezcilik temelinde inşa ettiği bir kurgudur. Avrupamerkezci modernite yerli halkları vahşi ve barbar olarak görüyor, onların kültürlerini değersizleştiriyor. sömürgeciliği meşrulaştırıyor.

***

Dussel Avrupamerkezci dünya düzeninin, başlangıç yılı olarak 1492’yi gösteriyor. Neden? 1492’de ne olmuştu? 1492 İspanyolların fetih ve zafer yılıydı. Önce Kastilya Kraliçesi I. Isabel ve Aragon Kralı II. Fernando’nun evlenmesiyle İspanya İmparatorluğu’nun siyasi birliği konusunda ciddi bir adım atıldı. Sonra 1492’de fetihlere girişildi. Önce Gırnata’da Müslümanlar kılıçtan geçirildiler. Endülüs Müslümanlarının İspanya’da asırlar süren hâkimiyetine son verildi, incelikli kültürlerine saldırıldı. İspanyolların “Yeniden Fetih” (Reconquista) adını verdileri bu katliamı Yahudilerin kitlesel olarak İspanya’dan sürülmeleri izledi, Elhamra Kararnamesi ile Yahudiler kovuldular.

Ardından gemiciliğin, coğrafya bilgisinin genişlemesiyle denizaşırı toprakların keşfine ve sömürgeleştirilmesine girişildi.1492’de Kristof Kolomb Amerika kıtasını keşfetti. İspanya Krallığı kısa sürede büyük bir sömürge imparatorluğuna dönüştü. İspanyollar fethettikleri topraklardaki yerli halklara Endülüs’teki Müslümanlara yaptıklarını yaptılar. Yerlilerin başına gelen Gırnata’daki şiddetin devamı, İber Yarımadası’ndaki Müslüman kıyımının uzantısıydı. Dussel’e göre birbirini tamamlayan bu katliamlar modern Avrupa’nın kurucu şiddetidir. (1995: 13)

***

İspanyol fatihler sömürgeleştirdikleri topraklardaki yeri halkların barbar ve gelişmemiş olduğunu söylüyorlardı. Oysa İspanyolların kıtaya ayak basmasından önce Latin Amerika’da üç büyük uygarlık mevcuttu. Maya, Aztek ve İnka uygarlıkları. İspanyollar bu uygarlıkları ortadan kaldırdılar. Yetmezmiş gibi yerlilerin kitlesel ölümlerine yol açan salgın hastalıklar getirdiler. Bölgenin gasp edilmesinden sonra oradaki yeraltı zenginliklerini talan ettiler; ele geçirdikleri altınları, diğer madenleri İspanya’ya taşıdılar.

Fatih-kâşifler gasp ettikleri topraklardaki yerli halkları kendi tanrılarına tapınmaya zorladılar. Hıristiyan inancını yayma esasen ‘keşifler’in amaçları arasındaydı. Yerli halkların zihinsel ve ruhsal açıdan da sömürgeleştirilmesi amaçlanıyordu. Kurtuluş teolojisinin bu dayatmaya bir tepki olduğu ve alternatif olarak geliştiği de söylenebilir.

On beşinci yüzyıl sonunda keşifler ve fetihler çağının açılmasıyla Avrupa genişlemesi gerçekleşti. Bir diğer deyişle, 1942’de Avrupalıların Atlantik’i geçmeleriyle, Atlantik’in fethedilmesiyle dünyanın jeopolitik organizasyonu tamamen değişti. Asırlardan beri dünyanın jeopolitik merkezi olan Akdeniz havzası yerini Atlantik’e bıraktı. Arapların hakimiyeti altında buluna Orta Doğu’daki yolların kullanılmasına artık gerek kalmadı, ticaret deniz yoluyla yapılacaktı. Çin ve Hindistan’a deniz yoluyla gidip gelinecekti. (1978:3)

***

Dussel bunun “zararsız bir jeopolitik gerçek” olmadığını belirtir. (1978:8). Çünkü söz konusu değişiklik ve genişleme katliamların, kıyımların neticesinde gerçekleşmiş, derin bir eşitsizliğe, adaletsizliğe yol açmış, sömürgeler dünyasını doğurmuştu. İspanyollar Amerika ve Asya’da, Portekizliler Brezilya, Afrika ve Asya’da sömürge sahibi oldular; onları izleyen Britanya İmparatorluğu Afrika ve Hindistan’da sömürgeler oluşturdu. Merkez ve çevreden (çeperlerden) oluşan “bütünlük” ortaya çıktı.

İşte, Dussel bu olayları ve gelişmeleri göz önüne alarak Avrupamerkezli dünya düzeninin yükselişinde İspanyol fatihlerin Amerika’yı sömürgeleştirmelerini kurucu olay olarak işaret ediyor ve Avrupa modernitesinin köklerini 1492’de buluyor. Gerçekten, İspanyol İmparatorluğu okyanus ötesi keşiflerin, ticaret yolları açmanın öncüsüydü; bu sayede dünyadaki ilk küresel imparatorluk ve Avrupamerkezli modernitenin kurucusu oldu.

***

Avrupa dışındaki halkları tarihin dışında bırakan, onları tarihsizleştiren, tarihin değişik dönemlerinde Avrupalı insanın deneyimlerini belirleyici kabul eden, kültürel ve bilimsel gelişmeleri onların çabalarından ibaret gören, önemli dozda ırkçılık barındıran Avrupamerkezci tarihyazımı Avrupa ve kolonileri arasındaki hiyerarşik güç ilişkilerini olumluyor, sömürgeciliği meşrulaştırmada Batılı moderniteye eşlik ediyor, hatta onu tamamlıyor, ona temel kazandırıyordu. Dussel insanlık tarihinin yaratıcısı olarak Batı Avrupalı insanı gören bu tarih anlayışının en belirgin ifadesini Hegel’in tarih felsefesinde, onun ‘dünya tarihi’ anlayışında bulduğunu ileri sürüyor.

***

Alman idealizminin doruğunu temsil eden filozofun 1837’de yayınlanan Tarih Felsefesi Ьzerine Dersleri’ndeki teorisi aslında Avrupa’nın dünyanın geri kalanına üstünlüğü açıklama girişimidir. Ona göre akıl, bilim, medeniyet hep Batıya özgüdür, hep oraya aittir. Avrupa dışındaki halklar güçsüz ve ilkeldir. Kuzey Amerika yerlileri “ aydınlanmamış halklar”dır. Köleliğin nedeni de (Batılıların acımasızlığı, insanlık dışılığı değil de) yerli halkların zayıflıklarıdr. Avrupa’yı merkeze alan bu dünya tasarımı böylelikle Batı’nın kurduğu hegemonik güç ilişkilerini meşrulaştırır. Akıl sahibi ve yaratıcı Avrupa’nın kültürel üstünlüğü çoğu kez açıkça savunur, insanlığın ortak geçmişini reddeder. Jack Goody’nin ifadesiyle söyleyecek olursak “tarih hırsızlığı” yapar.

***

Hegel’e göre ‘Avrupa’nın ruhu’ kimseye bir şey borçlu olmaksızın kendi aracılığıyla kendini gerçekleştirmiştir. Dussel, Hegel’in “mutlak geçek” olarak öne sürdüğü modernitenin kendine gönderme yapan bağımsız bir sistem olduğu tezine karşı çıkar ‘Avrupamerkezli paradigma’ olarak nitelediği bu tezin Batı epistemolojisini inşa ettiğini belirtir. Arjantinli kurtuluş felsefecisine göre bu tek yanlı, sınırlı, yanlış, dar ve indirgemeci bir değerlendirmedir; bunun ideolojik bir kurgu olduğunun altını çizer.

Modernite Avrupa’da meydana gelmiştir, ancak Avrupa’nın dışıyla kurduğu diyalektik ilişkiyle gerçekleşmiştir. Avrupa kendi dışındaki toprakları sömürgeleştirerek ‘dünya sistemi’ni düzenlemiş, kendini bu sistemin merkezine yerleştirmiştir. Oysa bu sistemin çevresi de mevcuttur; modernite merkez ile başta Latin Amerika ve Karayipler olmak üzere çevreyi oluşturan topraklarla ilişki içinde ortaya çıkmıştır. Özetle, modernite, Avrupalının öteki ile karşı karşıya gelmesinden doğmuştur. (1995:12)

Esas sınav Vahap Coşkun-13/07/2023

14 ve 28 Mayıs seçimlerinin hararetli konularından biri de, HÜDA PAR’ın Cumhur İttifakı’na dâhil olmasıydı. Dönemin İçişleri Bakanı Soylu’nun katıldığı bir televizyon programında konuyla ilgili yaptığı bir açıklama da, bu bağlamda çok ses getirdi. Soylu, HÜDA PAR’ın AK Parti listelerinden seçime girmesini “bir devlet projesi” olarak tanımlamış ve bunun ne denli mühim bir adım olduğunun 10 yıl sonra anlaşılacağını söylemişti:

“Bundan 10 yıl sonra göreceksiniz. HÜDA PAR adımının hangi stratejik akılla atıldığı ve kimlerin önünü tıkadığı ve bu adımla beraber Türkiye’de Doğu ve Güneydoğu politikasında muhafazakârlık aksının nasıl yeniden devreye gireceği ve Türkiye’nin bir kesiminin yani… HÜDA PAR adımı öyle bir stratejik bir adım oldu ki… Bazı adımlar ülkeler açısından devletler açısından öyle stratejiktir ki… Nicelik değil nitelik adımlarıdır… Burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti çok önemli ve stratejik bir adım atmıştır. Bunun faydasını Türkiye 10 yıl sonra anlayacak, bunu bir fani Süleyman Soylu söyledi diyecekler ama bunu Tayyip Erdoğan yaptı.”

Tabiatıyla söyleyen bir İçişleri Bakanı olunca, bu sözlere çok büyük anlamlar biçildi ve buradan hareketle birçok teori inşa edildi. Mesela, devletin HÜDA PAR’ı HDP’ye karşı konumlandırarak HÜDA PAR’ın üzerine oturacağı bir geniş zemin oluşturacağı, orta ve uzun vadede Kürt seçmenlerin siyasi yönelimlerini değiştirmeyi planladığı belirtildi. HÜDA PAR’ın programı ve söylemleri de, bu vesileyle, kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışıldı.

Lakin Soylu’nun sözleri de, ona atfedilen manalar da çok abartılıydı. Zannımca, Soylu’nun gayesi, HÜDA PAR ile yaptıkları işbirliği nedeniyle kendilerine yöneltilen ağır eleştirileri savuşturmaktı. Zira Türkiye toplumunda çok menfi bir algısı olan Hizbullah’ın bir devamı olarak kabul edilen HÜDA PAR ile aynı şemsiyenin altına girmek, iktidar için bile, izahı zor bir durumdu.

Soylu da bunun farkında olduğundan, “bir devlet projesi” gibi ulvi bir misyon yükleyerek bu beraberliği meşrulaştırmaya çalıştı. Ne de olsa devlet denildiğinde akan sular dururdu! Türkiye’de milliyetçilik ve devletçilik, siyasi tercihleri halka kabul ettirmede son derece elverişli enstrümanlardır. İktidar da seçimlerde bu enstrümanları kendisine azami fayda sağlayacak şekilde kullandı ve kendi tabanına dahi açıklamakta güçlük çektiği HÜDA PAR birlikteliği için devletin/devletçiliğin koruma kalkanına sığındı.

HÜDA PAR’IN SINIRLARI

Elbette iktidar, her daim arkasında duran HÜDA PAR’ın HDP karşısında siyaseten güçlü bir aktöre dönüşmesini ister, bundan büyük bir memnuniyet duyar. Fakat HÜDA PAR, siyasi bir ağırlık merkezi teşkil edebilecek bir parti değil. HÜDA PAR’ın HDP gibi büyük kitlelere sirayet eden bir parti olmasını engelleyen ciddi sınırları var. Cuma Çiçek’in belirttiği üzere bu sınırları beş noktada toplamak mümkün:

1- Sadece HDP’liler değil AK Partilileri de kapsamak üzere Kürtlerin büyük çoğunluğunun Hizbullah deneyimine ilişkin negatif bir hafızaya sahip olması.

2- Partinin köktenci İslam anlayışının, Kürtlerin geleneksel dindarlık anlayışıyla bağdaşmaması.

3- Parti kadro ve örgütlerinin kitle partisi oluşturabilecek bir profile sahip olmaması.

4- HÜDA PAR’ın, kısa sayılmayacak geçmişine rağmen, diğer İslami Kürt camialarla gülü bir bağ kuramaması.

5- IŞİD ve daha öncesinde El Kaide tecrübesinin yalnızca bölgesel ve küresel ölçekte değil Türkiye’de de radikal/köktenci İslamcı siyasetin normatif/değer odaklı zeminini çürütmesi.

HÜDA PAR, kısa bir vakitte bu sınırları aşamaz, muhafazakâr-dindar Kürtlüğü taşıyan bir adrese dönüşemez. Hâlihazırda bu Kürtlük tahayyülü AK Parti tarafından temsil ediliyor.

Eğer HÜDA PAR büyüyecekse, bu HDP tarafına değil, AK Parti tarafına meyleden bir büyüme olacaktır. AK Parti’nin ise kendisinin küçülmesi pahasına HÜDA PAR’ın büyümesine razı olması beklenemez.

Ezcümle, mevcut şartlar altında HÜDA PAR, HDP’nin yerine ikame edilemez. HDP’nin bu noktada bir telaşa düşmesine hacet yok! Ama HDP’nin gerçekten endişelenmesi ve üzerinde uzun boylu düşünmesi gereken bir mesele var. O da, HDP’nin dindar-muhafazakâr Kürt seçmenlerle kurduğu ilişkinin zayıflığı ve bu seçmende HDP algısının olumsuzluğudur.

HDP’NİN SINIRLARI

Spectrum House’un Aralık 2022 tarihli “Dindar-Muhafazakâr Kürt Seçmen Eğilimi” başlıklı araştırması, bu konuda önemli veriler içeriyor. 11 ilde 1.164 kişi ile yüz yüze gerçekleştirilen araştırmada, katılımcıların yüzde 82’si kendilerini “dindar ve muhafazakâr” olarak tanımlıyor. Yüzde 68’i Şafi, yüzde 31’i Hanefi olduğunu söylüyor, yüzde 1’lik bir kesim mezhep belirtmiyor. Yüzde 54’ü her gün, yüzde 25’i bazen namaz kılıyor; yüzde 79’u düzenli, yüzde 12’si ara sıra oruç tutuyor.

Katılımcıların yüzde 43’ü AK Parti’ye, yüzde 19’u HDP’ye, yüzde 13’ü CHP’ye oy veriyor. İlk defa oy kullanacak seçmenlerin yüzde 32’si AK Parti’yi, yüzde 17’si CHP’yi, yüzde 11’i de HDP’yi tercih ediyor. İlk oyunu veren seçmende AK Parti ve HDP’nin payı azalıyor, CHP’nin payı artıyor.

Araştırma, bölgedeki dindar-muhafazakâr Kürt seçmenler ile Batı’daki dindar-muhafazakâr Kürt seçmenler arasında ciddi farkların olduğunu ortaya koyuyor. Mesela bölgede AK Parti’yi ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı sahiplenme oranı yüksek seyrederken Batı’da bu oran düşüyor.

Dindar-muhafazakâr Kürt seçmenler, genel olarak, HDP’nin en çok din (yüzde 52) ve sol ile ittifak (yüzde 50) politikalarından şikâyet ediyor. Keza HDP’ye oy veren dindar-muhafazakâr Kürt seçmenler de en çok HDP’nin ekonomi (yüzde 37) ve din (yüzde 26) politikalarını beğenmiyor.

“HDP’ye oy vereceğini belirten katılımcıların HDP’nin din politikalarını değerlendirme verilerinin yaş gruplarına dağılımı detaylandırıldığında, 18-30 yaş ile 61 üstü yaş gruplarının beğenme oranının yüzde 50’ler seviyelerinde olduğu; hem 31-45 hem de 46-60 yaş arası gruplarda beğenme oranının yüzde 39 olduğu görülmektedir. En genç ve yaşı en fazla ilerlemiş kesimin beğenme oranının diğer yaş gruplarından daha yüksek olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak HDP’ye oy verenlerin hiçbir yaş grubunda kendi partisinin din politikalarını beğenme oranının yüzde 55’i geçmediği tespit edilmiştir.”

Araştırmada, HDP’ye oy vermeyen seçmenlere “HDP ne yaparsa oy vermeyi düşünürsünüz?” sorusu yöneltildiğinde, bu seçmenlerin yüzde 43’ü HDP’ye asla oy vermeyeceğini ifade ediyor, yüzde 12’si cevap vermek istemiyor. Yüzde 20’si HDP’nin Kürt sorunu dışında da politikalar üretmesi, yüzde 19’u ise daha dindar olması halinde HDP’ye oy vermeyi düşünebileceğini belirtiyor. Bu da HDP’ye oy vermeyen seçmenlerin yaklaşık yarısının partinin izleyeceği politikalara göre pozisyon alabileceğini gösteriyor.

“Yine, ‘Kürt sorunu dışında da politika üretirse’ cevabını verenlerin yüzde 62,2’sinin Kürt illerinden, yüzde 37,8’inin ise Batı illerinden olması oldukça dikkat çekicidir. Bu sonuçlar, Kürt coğrafyasında yaşayan dindar/muhafazakâr ve HDP’ye oy vermeyen katılımcıların HDP’nin Kürt sorunuyla daha az uğraşması gerektiğini ya da farklı politikalarının da daha görünür olmasını istediğini göstermektedir.”

Araştırma, AK Parti’den uzaklaşan seçmen için HDP’nin bir seçenek oluşturamadığına işaret ediyor. AK Parti ile arasına mesafe koyan seçmen, ya partisini eleştirse de yine partisinin içinde kalmaya devam ediyor ya da sağ blok içindeki bir başka partiye gidiyor. Fakat HDP açısından durum farklı; HDP’li seçmenlerin üçte biri ikinci parti olarak CHP’yi görüyor.

Yani HDP için sorun iki yönlü: Bir yandan kendisine oy vermeyen dindar-muhafazakâr Kürt seçmeni kendi tarafına çekemiyor, diğer yandan ise kendisine oy veren dindar-muhafazakâr Kürt seçmende bir aşınma tehlikesi yaşıyor. Bir başka ifadeyle, ne başka partilere oy veren dindar Kürtler için bir albenisi var HDP’nin ne de HDP’ye oy veren dindar Kürtler mutmain.

HDP’nin evvela bu alana odaklanması gerekiyor. Bu meyanda, hazır seçim sonrası ister istemez bir muhasebe sezonu açılmışken, HDP’nin “Dindar-muhafazakâr Kürt seçmenlere dair politikamız ne, onlar için hangi politikaları üretiyoruz? Partinin her kademesinde onları ne kadar temsil ediyoruz? Siyasi önceliklerimizi belirlerken bu kesimi ne kadar gözetiyoruz? Başka toplumsal gruplara, misal sosyalistlere, verdiğimiz önemi bu seçmenlere gösteriyor muyuz?” gibi bazı çok temel sorular üzerinde düşünmesinde fayda var. Çünkü bu, HDP için en esaslı sınavlardan biri ve doğru cevaplar verilmezse çakma ihtimali de yüksek!

15 Temmuz direnişi statükonun aparatına dönüştürülmemeli! Abdülkadir Değer-17/07/2023

Michel Foucault “aklın delilik üzerine bir monoloğu”ndan başka bir şey olmayan psikiyatri dilinin tarihini yazmaktansa, deliliğin sessizliğinin “arkeolojisini yapmak” istediğini belirtir ısrarla. Delilik, hapishane, cinsellik, psikiyatri gibi alanlara ilişkin çalışmalarının hepsinin neredeyse ortak ufkunu bu ısrarda buluruz. Bir anlamda bizi sokak lambasının altında aramaya yönlendiren egemen yaklaşımın yönlendirmesine çekince koyarak karanlıkta bırakılan, karanlıkta kalan yerleri de içeren geniş bir perspektifle hareket etme zaruretimizin altını çiziyor. 2016 yılı 15 Temmuz’unda yaşadığımız sıra dışı hadisenin yıldönümü vesilesiyle birbirimize ezberlediğimiz, akredite edilmiş bir söylemi kolektif olarak tüketmek yerine Foucault’un belirttiği üzere sessizliğe bırakılan, görmezden gelinen, görülmeyen hususlara değinmekte yüksek yarar görüyorum. 15 Temmuz hadisesi şüphesiz siyasi tarihimizin istisnai bir hadisesi. Milletin iradesine ipotek koymaya, devleti tüm kurum ve kuruluşlarıyla vesayet altına almaya kalkışan hadisenin sadece sıra dışı aktörleri değil aynı zamanda destekçileri, bağlantıları, iş görme tarzı da çok boyutlu bir okumayı zorunlu kılıyor.

Diğer taraftan hadisenin teknik detayları üzerinden devam edegelen tartışmaların, spekülasyonların varlığı da ortadadır ve konu bu yönüyle de ilgili olan araştırmacıların, tarihçilerin dikkatini, ilgisini ve merakını bekliyor.

15 Temmuz ihanetinin yıldönümünde bize bu ihaneti yaşatanları lanetlemek, destansı bir direniş gösteren, tarihi bir varoluş refleksi gösterenleri hayırla anmanın yanında yapılacaklar var. Daha doğrusu 15 Temmuz’u efsaneleştirerek, mitleştirerek görünmez kılan, ruhuna ve anlamına kasteden ve giderek yeni düzenin kurucu, meşrulaştırıcı anlatısına dönüştüren araçsallaştırmadan koparıp adil ve özgür bir Türkiye’nin inşası için taşıdığı kritik önemi, anlamı açığa çıkartmakla yükümlüyüz. 15 Temmuz’da elbette Türkiye bir ihanete maruz kalmıştır ve hiç şüphesiz toplum şanlı bir direniş ortaya koymuştur. Ancak 15 Temmuz hadisesini ihanet ve direniş dikotomisinde tutmak ve tüketmek başımıza gelen hadiseden hiç ders almamaktır. O yüzden “yaşadığımız şey”, “yaşadığımız şeyle nasıl baş ettiğimiz” hayati önem arz ediyor.

Ülke olarak bizi bu tür şeyler yaşamak zorunda bırakan veya bu tür şeyler yaşama konusunda açıkta bırakan genel görünümümüze dikkat çekmek istiyorum. Bu dikkati çekerken aynı zamanda iktidar pratiğinin kullanışlı bir enstrümanına dönüşen hadisenin bitmek bilmeyen bir mazerete, siyasetin akışını, yönünü ve iklimini çerçeveleyen bir dizayn aparatına dönüşmesinin problemli oluşunun da altını çizmek gerekiyor.

Gelelim meselenin kritik yönüne. Konu netameli ve nazik olduğu için tekrar etmek mecburiyetinde hissediyorum. İhanet kalkışması, aktörleri, kullandıkları yol ve yöntemler şüphesiz siyaseten, hukuken meşru olmadıkları gibi maşer-i vicdanda da karşılıkları yoktur. Ancak diğer taraftan bize kastedenlerin sıra dışı kimlikleri bizim saldırıya açık oluşumuza mazeret olamazlar. Bizim ne halde olduğumuza, işleyişimizin ne nitelikte olacağına karar verecekler bize kastedenler olamazlar. Türkiye tarihsel olarak düşmanlarının varlığını ve çokluğunu kullanışlı bir mazerete dönüştürerek kendi sorumluluk alanlarına karşı boyutlarını kestiremediğimiz bir kayıtsızlık-sorumsuzluk alanı oluşturuyor ve oluşturduğu bu alanda da keyfe keder hareket etmek istiyor. Kullanışlı mazeretler üreterek yürürlükteki düzenin kör topal ayakta kalmasıyla yetinen ve bunu zamanla siyasal bir pozisyona/stratejiye dönüştüren konforlu, imtiyazlı bir varoluşun bedellerini ödüyoruz esas itibariyle.

Türkiye’nin varlık iddiası kullanışlı mazeretlere sığınarak lakayt bir hayat organizasyonuyla sürdürülemez. FETÖ’nün kötücül karakterine ilişkin dönen resmi anlatının kendi başına bir anlamı vardır ancak çok sınırlı ve yetersiz olduğu bilinmelidir. Türkiye’nin bu tip hadiselerle bir daha karşılaşmaması devletin işleyişinin nitelikli, standartları yüksek bir hâl almasıyla doğrudan ilintilidir ve maalesef bu yönde ciddi bir çalışmamız olmadığı gibi ülkemizin kronik sorunları, sorun çözme tarzı aynıyla yürürlüktedir. Yapıyı, yerleşik tarzı ve ilişkiyi dönüştürmedik, 15 Temmuz’un açtığı fırsatı kullanarak bu yönde adım atmak yerine 15 Temmuz’u maalesef radikal bir tutuculuğun, statükoculuğun mazeretine dönüştürüyoruz.

İşinden olan, mahkemelerden beraat edip görev bekleyen pek çok insanımızın kurumsal ve toplumsal intibakı ülkemizin temel meselelerinden birisine dönüştü. En az bunun kadar önemli olan diğer husus ise devletin bir tüzel kişilik olarak yapılanması, işleyişi, toplumla ilişkisinin günümüz dünyasının standartlarında regülasyonu ki bu yönde maalesef ne toplumsal bir talep ne de devletin/siyasetin günümüz dünyasının yönelimine uygun bir konumlanışı söz konusu.

Dikkatleri çekmek istediğim hususun bir daha altını çizmek istiyorum: Yaşadığımız hadise ezoterik bir anlatı ve dizginsiz bir güç istenci üzerinden kafayı sıyırmış bir şahsın ve örgütünün akıl almaz eylemliliği gibi ele alınamaz. Meselenin sosyal, siyasal boyutu yokmuş gibi cari sistemi ısrarla gözden kaçıramayız. Sistemin yapılanması, ilişki ağı ve biçimi tartışılmadan, vesayetçi niteliği vs. dikkate alınmadan tartışma yapılamaz. Kalkışma, FETÖ’nün kötücül karakterinden kaynaklandığı gibi aynı zamanda bir türlü yüzleşemediğimiz mevcut sistemin sonucudur. Bu açıdan mevcut sistem muhafaza edildikçe yaşadığımız darbe girişimi ne ilk ne de son olacaktır. Dolayısıyla bilinmelidir ki hangi görünüm altında olursa olsun varoluşumuzu tehdit eden unsurlar, esasında sistem kaynaklı bir sıkıntı olarak kıyılarımıza vuruyor. Bu tartışma düzeyi ne darbeyi anlamamızı sağlar ne de kimi dönemler alevlenen olası tehditleri görmemizi ve engellememizi sağlar. Ne hazindir ki bu çapta bir hadisenin akla getireceği reformlar ve devletin yeniden inşası gibi başlıkları öne çıkarmak yerine köhnemiş bir düzene can suyu taşıma, bugüne kadar hiçbir aktüel soruna cevap üretemeyen bir düzeneğe methiyeler düzme girişimleri ile karşı karşıyayız. Eğer tüm bunlar şartların zorladığı ittifaklara ödemek zorunda olunan bedel ise bilinmelidir ki ittifak yapılacak yer; adil ve özgür Türkiye idealidir. Bu ideale halel getirecek her ittifak arayışı Büyük Millet Direnişi’nin istismarı ve destansı mücadelenin sulandırılmasıdır. Büyük bedeller pahasına kazanılmış şanlı bir zaferin yağmalanmasıdır.

NASIL BAŞ EDELİM Kİ BİR DAHA BAŞIMIZA GELMESİN?

FETÖ, bir ihanet şebekesi olma yanında aynı zamanda usûle, edebe, erkâna riayet etmeyen, amaç için aracı meşru gören bir iş/ilişki tarzı ve zihniyetidir. Bu husus çok önemli! “Düşmanlarımız öğretmenlerimiz olamaz” diyen Aliya’nın ve Ömer Muhtar’ın şanlı direnişlerine bir kez daha selam olsun. Başımıza gelen şeyin bir daha başımıza gelmemesi için yapılması gereken iki şey var. Birincisi; bu ihanet kalkışmasında rol almış olanlardan “Düşmanımıza adalet borçluyuz.” şiarına uygun hesap sormak. Bu hesabın sorulması olmazsa olmazdır ve Türkiye’nin darbelerle mücadele tarihinin önemli bir göstergesidir.

İkincisi ise kısa ve net bir şekilde mevcut sistemi hak ve özgürlükler temelinde dönüştürmek, sivil siyaseti güçlendirmek, genişletmek dolayısıyla katılıma ve çoğulculuğa imkân tanımaktır. Bu amaçlılığı “Usûl, esasa mukaddemdir.” ilkesi uyarınca titizlikle yürütülecek bir mücadeleyle sürdürmektir. O yüzden cari sistemin sorun üreten yapısı ile hesaplaşmak, toplumun talep ve beklentilerini ilke ve değerler üzerinden görmek, gözetmek ve ‘zamanın ruhu’nu, tarihsel-toplumsal yönelimi dikkate almaktır. 15 Temmuz ihanetinin failleri maşeri vicdanda ve adalet önünde zaten mahkûm ve gayrı meşrudurlar. Anma/hatırlama çabamız özü itibariyle bize ve bugünümüze/yarınımıza dönük bir duyarlılıktır ve sorumlusu olduğumuz hak ve adalet mücadelesini yükseltmek ile ilintilidir. Evet, 15 Temmuz FETÖ’nün milleti hedef alan hain saldırısıdır. Ancak aynı zamanda 15 Temmuz, bu ihanet ve şer şebekesi için mümbit bir zeminin, yapının, ilişki ağının ve iklimin varlığının da işaretidir. Bizim anma ve hatırlamamızda önemli olan 15 Temmuz şanlı direnişi ve hain FETÖ kadar bu zeminin, yapının, ilişki ağının ve iklimin sorun edilmesidir. Aynı zamanda FETÖ ile mücadelenin esas zemini; yapıyı, ilişki ağını, zihniyeti, felsefeyi, sorun çözme tarzını ve iklimi dönüştürme mücadelesi olduğunu bilmek ve ona göre davranmaktır.

12 Temmuz 2023 Çarşamba

Pis gerçekler ve güzel teoriler arasındaki Türkiye Abdulbaki Değer-13/06/2023

Bu ülke ve bu ülkenin insanları olarak durumumuzun ne olduğu ve ne olacağı mevzusu modernleşme hikâyemizin temel varlık gerekçesi. Bunun temel nedeni de mevcudiyetimizin tatminkâr bir hüviyet teşkil etmediği gerçeğidir. Gerek iç işleyişimizde gerekse de içinde yer aldığımız dünyayla münasebetlerimizde bu nitelikteki varlığımızın varoluşsal bir tehdide dönüşmesi özellikle de dış gelişmelerle ve içerdeki yansımalarıyla bu tehdidin tüm yakıcılığı ile görülmesidir. Dolayısıyla varlığımızın bütün boyutlarıyla anlamlı bir bünyeye ulaşması, bize yönelen tehditleri püskürtecek ve içine düştüğümüz varlık krizini aşmamızı sağlayacak direniş ve diriliş hamlesi bir zorunluluk olarak önümüze gelmiştir. Bu zorunluluk nedeniyle verdiğimiz cevapların, uyguladığımız çözümlerin ne kadar işlevsel olduğu, içine düştüğümüz bu derin krizi ne oranda giderdiği hâlâ önemli bir sorudur. Bu soruya herkesi(mi)n kendince bir cevabı var şüphesiz. Ancak nihayetinde soruya dair yaptığımız değerlendirme ne olursa olsun bu değerlendirmeye eşlik eden somut bir gerçekliğin varlığı önümüzdedir.

Bilindiği üzere pis gerçekler güzelim teoriyi berbat ediyor çoğunlukla. Durumumuza ilişkin anlatımız ne şekilde olursa olsun gerçekliğin kendisinin esas şeyi söylediğinin altını çizmemiz gerekiyor. Diğer taraftan tarihsel olarak yakalandığımız bu derin varlık krizinin bitmeyen bir anafora dönüşmesi karşısında kurtuluş vadeden her söylemin esas itibariyle krizin varlığını teyit ettiğini, bu varlık üzerinden bir gelecek vaadinde bulunduğu gerçeğini göz ardı etmememiz gerekiyor. Anlamlı yarınlara ilişkin destek talebindeki tüm siyasal söylemlerin dayandıkları temel, tevarüs edegelen derin krizin ciddiyetini koruduğu hatta akut hale geldiği iddiası ve itirafıdır. Bu iddia ve itirafın gerçekliğe ne oranda tekabül ettiği ayrı bir tartışma olmakla birlikte sosyal-siyasal hayatımızın kaderini tayin edecek nitelikte olan bir söylem olması hasebiyle bile başlı başına krizin, kırılganlığın göstergesidir. Zaten seçim süreci boyunca koca bir ülkenin kazanma-kaybetme dikotomisinde sıkışması yaşadığımız savrulmanın nasıl sınır tanımaz boyutlarda olduğunu gösteriyor. Türkiye varoluşsal sorunlarını görmezden gelerek, geleceğe öteleyerek anlamlı çözümler ürettiğini varsayıyor.

Anlamı, önemi, etkisi sınırlı hususları alabildiğine abarttığında, bunun sorunları çözmekten ziyade hasıraltı ettiğini fark etmemiş gibi yapmayı tercih ediyor. Zaten “mış gibi yapmak” neredeyse temel alamet-i farikamız maalesef. Seçimleri kimin kazandığının elbette bir anlamı var. Ancak bizatihi kazanmanın büyük anlamlar taşıdığı bir yaklaşımın yüzeysellikle malul olduğu izahtan varestedir. Nitekim bir toplumun tüm enerjisini kimin kazandığı veya kaybettiği lokasyonunda tüketmesi yaşadığımız derin krizin neden kuşaklar boyu katlanarak devam ettiğinin göstergesi olduğunu gösteriyor. Bu vesileyle tekrar altını çizmekte yarar var. Odağımızı kaydıran bu tarz okumalar bizi kendi gerçekliğimize yabancılaştırıyor, kronik sorunlarımızı, yapısal problemlerimizi çarpan etkisiyle büyütüyor.

Şüphesiz meselemiz derin ve zor. Mareşal Foch'un dediği gibi zaten "zor olmasaydı mesele olmazdı." Ancak meselenin zor olması, büyük olması sadece çözüm bulmanın ciddiyetine ve aciliyetine vurgu yapar. Topluma ve onun tarihine musallat olan ve def edilmesi mümkün olmayan bir lanet anlamına gelmez, gelmemelidir. Türkiye; yaşadığı sorunu, tarihsel olarak maruz kaldığı problemi kendi varlığına kasteden ve mutlak surette giderilmesi gereken bir sorun olarak görmek yerine adeta kimliğinin bir parçası kılmış, varlığının mütemmim cüzü haline getirmiştir. Bulunduğu hastalıklı hale bir gerekçe, köklü ve zorlu atılımlarla yüzleşmeme, kalkışmamanın dayanağına çevirmiştir.

Türkiye'yi sorumsuzluğa, ergin olmayışa yazgılı hale getiren bu durum her türlü saçmalık için alan açmakta, istinailikleri, olağandışılıkları beslemektedir. Çünkü istisnai, olağandışı koşulları haklı-haksız şekilde söylem mimarisinin omurgasına yerleştiren bir varoluş tarzı, açık konuşmak gerekirse tüm iddialı çıkışlara, stratejik bir şekilde hedef seçilen yüklü şuuraltına rağmen tarihin bekleme odasında takılıp kalmayı iradi olarak tercih etmektedir. Başkaları tarafından bu tarz bir bekleme odasına mecbur edildiği için değil kendisi böyle bir konumlanışı kabul ettiği için durum böyledir.

Çok uzun ve teferruatlı bir bahis burası. Şimdilik tam da ikinci yüzyıla giriş vurgularının yapıldığı bu tarihsel süreçte durumun altını yeniden çizmek ve yapısal anlamda bazı şeyleri dönüştürmediğimiz sürece bir deja vu halinde bazı şeyleri yaşamaya devam edeceğimizi belirtmek durumundayım.

Mevcut durumumuza yönelik söylemimiz, sıraladığımız sorun başlıkları, geliştirdiğimiz cevaplar daha da önemlisi sorun tanılama ve cevap üretme sistematiğimizde paradigmatik anlamda bir dönüşüm yaşadığımızı söylemek imkansız. Elbette gerçekliğe örtülen ideolojik bir tülün varlığı ortada. Ancak yoğunluğu, rengi, karışımı konjonktürel ihtiyaçlara göre yeniden ayarlansa da esas itibariyle ana yapı varlığını aynıyla sürdürmektedir. Muhtemelen gerçekliğe ilişkin yoğun ideolojik örtmece gayreti de bir değişim yaşandığı sanrısı oluşturmak içindir. Statükoyu değişime karşı koruma, dirençli hale getirme çabasıdır. Değişime karşı direnilmez mottosuna kolayca teslim olmanın gereği yok. Elbette direnilebilir. Pek çok komplikasyonlara mal olsa da denilebilir ve bu yönde şiddetli arzularla gerçekliğin sert devinimine karşı savaş açılabilir, açılıyor. Bu savaşın beklentileri karşılaması elbette zor ancak değişimin bizatihi belirlenmiş bir hedef doğrultusunda bizi deterministik şekilde götüreceği varsayımı da büyük bir yanılgıdır.

Değişimin varlıkları aleyhine işleyen bir tür komplo olduğu ve mutlak surette direnilmesi gerektiği ne yeni bir şey ne de bizimle sınırlı bir şey. Gelgelelim bu değişim baskısını ve kaçınılmazlığını yönetmek, ihtiyaç ve gereksinimleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışmak kendi gereksinimleri ile bu değişimin yönü ve hızı arasında bir senkronizasyon oluşturmak zor, çok zor elbette. Ancak siyasetteki maharet ve anlamlılık tam da bu mahareti gösterebilme becerisiyle ilintili ve Türkiye’nin iki yüzyılı aşkın süredir istisnai bir kaç periyod dışında muhtaç olduğu şey de budur.

Bekaya, güce, güvenliğe dönük bitmeyen vurgularımızın yeniden pik yaptığı bu süreç toplumsal genetiğimize yönelmiş, hem zaaflarımızı hem de zaaflarımızın arka yüzüne yapışık arzularımızı kışkırtıyor. Kısır çekişmelerin, ideolojik-politik kamplaşmaların, ideoloji örtüsüyle kamufle edilmiş basit çıkarların çekişmesinde olduğu için ne anlamlı konuşmak ne de nitelikli bir seviye edinmek mümkün. Ötekinin varlığının sorun edildiği yerde sorun çözmekten, anlamlı bir düzen kurmaktan bahsetmek zor. Hele hele siyasetin bu yönde paralize olması bırakın sorunları çözmeyi bizatihi soruna, sorun üretim merkezine dönüşmesine yol açıyor. O yüzden zaten Türkiye’de kazanmak-kaybetmek Türkiye’nin yapısal sorunlarının çözümünden daha önemli, daha anlamlı, daha hayati geliyor.

Nurettin Topçu’nun 'millet mistikleri' arasında saydığı 1. Meclis’in sıra dışı vekili Hüseyin Avni Ulaş’ın arkadaşı, Erzurum Kongresi’nin hazırlayıcılarından ve yine 1. Meclis vekili Süleyman Necati’nin (Güneri) Yunan ordularının Eskişehir önlerine geldiği (1921) sıralarda yazmaya başladığı “Türkiye’nin ihyası ve tecdidi için düşündüklerim” kitabının ele geçen müsveddelerindeki şu satırları paylaşmakta yarar görüyorum: “Milletin ihyası ve tecdidi yolunda bugünküler de dünküler gibi her şeyi süngünün ucunda görüyor ve harp cephesinde kazanılacak bir zaferden başka şey düşünmüyorlar. Böylelikle gün gelip Yunan ordusu denize dökülse ve Misak-ı Milli dahilinde hür ve müstakil Türkiye kabul eden sulh yapılsa bile, bu zafer dahi Kanuni’nin zaferleri yanına kuru bir unvan ile yazılmaktan başka bir işe yaramayacak, bilakis Türk’ün omuzuna yapışmış olan binlerce tufeylinin bir müddet daha istirahat ve tahakkümünü temin edecektir. Bu taktirde pek çok sevdiğim milletimin ve vatanımın tecdit ve ihyası ümitlerini mahşere talik etmek lazım gelecektir.

Türk'ün düştüğü saha muharebe meydanı değil, iktisat ve ahlak çukurudur. Kişi düştüğü yerden kalkar.” Süleyman Necati haklı olarak o günkü şartlar içerisinde sorunun sadece askeri değil aynı zamanda ve daha temelde ekonomik ve ahlaki yönleri olduğunu belirtiyor. Bugün de aynı şeyin altını çizmek durumundayız. Türkiye’nin çok köklü, yapısal ve bütüncül meseleri var ve meseleler bütüncül ele alınmadıkları sürece ne seçim kazanmanın ne de aktörlerin değişimleri üzerinden hâl yoluna koyulmasının imkân ve ihtimali yoktur.

9 Temmuz 2023 Pazar

Azap askeri iktidarı Mustafa Everdi-09/07/2023

Başaran ayaktadır.

Anadolu başarıya odaklanır. Her ne pahasına olursa olsun başarıya.

Gençliğin önünde hedefler vardır. Hayat yolunda ilerlerken. Hayat, doğru cevapları olmayan bir sınav.

Önceden doğru-yanlış anahtarına sahip değil. Hedefler mi? Hedefler kültürün, taşrayı saran havanın içindedir. Biz onları soluruz. Beraber büyüdüğümüz bütün gençler aynı hedefleri kuşandılar. Hepimiz Anadolu taşrasından daha ileri tırmanmaya; yükselmeye; başarı, zenginlik ve saygınlık elde etmeye kilitlendik. Güdümlü füzeler gibi. Bunları herkes isterdi! Hiçbirimiz oturup kendimize hedef belirlemeye çalışmadık, zaten önümüzdeydi, zamanımızın, arkadaşların, ailelerin doğal sonuçlarıydı. ‘Çok büyük umutlar vaat eden bir gençlik” olarak büyükşehirlere, ideolojik yarışlara, cedelleşmeye, rövanşlara sürdüler bizi.

***

Her şey okuyup adam olma gibi masum bir hevesle başladı aslında. Her sınavda başarılıydık. Her bir imtihanda kazananlar listesinde ismimiz okundu. Minareye tırmanır gibi döne döne yükselişimiz göz önündeydi işte. Üniversiteler kazandık. Akademide, bürokraside, seçkin mesleklerde masalar işgal ettik.

Önümüze sürekli engeller çıkmasına rağmen. Mülakat gibi zalim bir tasfiye yöntemine tabi olmamıza rağmen.

Babalarımız bulundukları yere, statüye, sınıfa, tabakaya bakınca bizi gizli teşviklerle iteklediler. Bizim yaşama hedefimiz babaların tutkularını gerçekleştirmek biçimini aldı her zaman. Ukdeleri de diyebiliriz. “İnsan yalnızca genetik değil, ayrıca zihinsel dünyasında anne ve babasının damgasını taşıyordu.”

***

Biz çocuklar bunu çok çabuk hisseder, içselleştirir ve yaydan fırlayan ok gibi hedefe kilitleniriz. O yaşta, oyun ve oynaş arasında, hercai bir hayatın içinde bir an duraklatan, o içten dokunan kültürel darbeyi hissederiz. Ne olursa olsun başarmak arzusunu.

Ortaokulda, lisede her hazırlığı tamamlamış, silahlarını kuşanmış bir serdengeçtidir, Anadolu çocuğu. Farkında olmasa da. O gün tam adını bilmese de. Bu nedenle üniversiteye geldiğinde kaderini aşan bir rolün arayışına girer. Gündemine, millet, memleket, devlet hatta dünya oturur. O olmasa ülke parçalanır, kültür bozulur, edebiyat sanat gayri millî emellerin aracına dönüşür. Aile parçalanır, nesiller heba olur. O halde kavşakta durup kalabalıkları sevk edecek, yoldaşları ile ülkeyi kendine yakın düşürecek bir ‘dava’ bulacaktır muhakkak.

***

Okul ve ders kitapları dışında kitaplar, dergiler vardır. Zaten kasaba kendine ait değerleri olan bir beldedir. Köy değildir hemen teslim olsun. Bulunduğu kabın şeklini alsın. Kasaba çocukları bulunduğu yere rengini ve kokusunu sindirecek illaki. Bilinmez tesadüfler sonucu bir ‘üstadın’ yanına ulaşır. Bilinmeyen bir âlemden gelen şarkıların genişlettiği bir ruhun, türkülerle kurduğu geleneğe ilişkin kültürün bedenlenmiş halidir zaten o üstatlar. Ağır abiler, makasçılar gibi Anadolu’dan yola çıkanlara yürünecek istikameti gösterir, intisap edilecek merkezleri işaret eder.

Bir harekete katıldığında içindeki dağı sığdıracak alan bulamaz. Bütün önemli köşeler tutulmuştur. Vakıf dernek hiyerarşik olan tamamlanmış, sana kalan sempati sandalyesi, bağlılar salonu, alkış kuyruğudur. Oluşan rüzgâr yola “ilk çıkanın” yelkenini şişirecek. Hiçbir lider ikinci bir ismin öne çıkmasına katlanamaz Türkiye’de. Liderin, cemaatin, grubun tayin ettiği kadarı yetmez kendisinin farkında olanlara. Bütünüyle kopmasa da hareketten, bağımsızlığını koruyacak bir konuma çekilmek hem bir kaçış hem özgürlüğünü koruyabilmenin savunma hattıdır. Ona göre, düşünmekten, okumaktan, yazmaktan kaçınanlar sınırlı sorumlu rolleri kabullenir. Hâlbuki işte oradaki sadakatten ve tarafgirlikten gelecektir izzet, ikbal iktidar. Akıllı olduğunu sananlar, ahmaklara tabi olmak zorunda kalırlar.

SÜRÜDEN AYRILAN

Anadolu başarıyı ölçü alır sürekli. Tutunamayan sanatçı, bir kulübeye çekilen filozof, sultan olamayan şehzade, şehirden yüzgeri dönen ricat ehli, kaybedenler, halkımızın anlayışında kötü yola düşmüştür. Onlar matah biri sayılmaz. Sait Faik öldüğünde BBC’nin bunu haber yapmasına şaşırır, yazarı tanıyan halkımız. Aylak aylak gezen, işsiz güçsüz bir âdem baba! Neden gâvurlar değer verir, bu kadar önemli ne buldu bu insanda diye hayrete düşer. Diyojen bugün yaşasa çocuklar taşlar, eğlence diye seyrederdi halkımız.

Sürüden ayrılan, hor görmektedir yığın faaliyetlerini. İçindeki ülkenin daraltılmış, rolleri tayin edilmiş alanlara sığmayacağını yazıp konuşur. Büyüklerin tayin ve tespit ettiği çitlerin arasında iktidara, meclise, yüksek makamlara yürümek yerine Meksika’ya kaçmak, onuncu köye göçmek, fildişi kulesine çekilmek bir tercih, belki itildiği bir reddin sonucudur. Her halükârda tecride uğraması kaçınılmaz. Mesafeyi ayarladığını sandığı bir yakınlık/uzaklıktan seyretmek en güvenli alan gibi görünse de ailenin, şehrin, toplumun beklentileri, ateşe atılmaya teşne bir sürece sokar o “gençleri”.

“Vardığımız hedeflerin sahte hedefler olduğuna inanıyorum; büyük umutlar vaat eden delikanlının asıl alınyazısı bunlar değildi. Sık sık yolumu şaşırdığımı düşünüyorum: Eski hedefler artık işe yaramıyor ve yenilerini de bulacak halde değilim. Hayatımın nasıl aktığını düşündükçe kendimi ihanete uğramış ya da oyuna gelmiş gibi hissediyorum; sanki göklerdeki birileri bana bir oyun oynuyor, sanki bütün hayatım boyunca yanlış melodiyle dans edip durmuşum.” (İrvin D. Yalom Nietzsche Ağladığında, s.230)

“Yaşlanan delikanlı, artık daha ilerisini göremeyeceği bir noktaya ulaştı. Yaşama amacı; benim amacım, hedeflerim, yaşamayı anlamlı kılan her şey, hepsi şu anda bana çok saçma geliyor. Bu saçmalıkların peşinden nasıl koştuğumu, bir daha ele geçmeyecek bir hayatı bunlar için nasıl harcadığımı düşündükçe korkunç bir ümitsizlik çöküyor içime.” ( age. s.232)

MODERN MAKYAVEL

Artık hayatın, ülkenin, ailenin, bütün bir milletin yanında birlikte yola çıkılanlara da kendini ispat yükü gelip binmiştir omuzlara. Bu nedenle zengin olmak, seçilmek, atanmak, göz önünde etkili görevler edinmek, her yerde var olduğunu, yaşadığını, yükseldiğini göstermek çabasına kapılır. Şöhret için değil, para kazanmak için değil kendini kabul ettirmek içindir, başkalarının hakkımızda ne düşündüğü beklentisidir bu yorgunlukların sebebi. Bizim, ülkenin, toplumun, ailenin gözündeki değerimiz, önemimiz nedir sorusu her yolu mubah kılar. Modern bir Makyavel postunda postmodern bir Prens’i yazmak toplu yapılan bir faaliyete dönüşür.

Halden hale değişim, ilke ve değerlerden feragat, inancına aykırı hayat ve iddiasını tekzip eden, tükürdüğünü yalayan kararları desteklemek, kınadığı ne varsa başına gelmek modern prensin ilk sayfasında yazılıdır.

Bulunduğumuz hal, depresyona, hicrana, kedere ve hüzne sürükler bizi. “büyük umutlar vaat eden o gençlik” başarısız olmuştur. Beklenti büyüdükçe hayal kırıklığı çoğalır. Hâlbuki köyden gelip okumuş adam olmuştur, evi, arabası, çok şükür orta halli bir statüsü vardır. Çevresinde arkadaşları, dostları bile var. Onları bağrına içtenlikle basan bir mahfil, lobi, cemaati olmasa da.

“Yoksul adam evden işe, işten eve gidip gelirken kimse onu fark etmez. Dışarıda kalabalığın içinde yürümesi ya da hiç dışarı çıkmadan kendi ‘ininde’ yaşaması hiçbir şeyi değiştirmez: her iki durumda da aynı silikliğin ve görünmezliğin içindedir.”

Onlar bu görünmezliği sindiremez. Herkesin bakmaya can attığı, sözlerine kulak verdiği, her hareketi, sözü ilgiyle karşılanan biri olmaktır muradı. Bir doktor, kaynakçıyla, hukukçu bir hademeyle aynı masada oturup kahve içmez. Fakir bir işçi kendisini bir müdürle eş göremez. Bu nedenle her şey ahrete ertelenir, boynuzsuz koçun boynuzlu koçtan hakkını alacağı söylenir orada. Cennet vaadi, içinde bulunduğumuz kast’a katlanmanın hem mazereti hem ödülüdür.

STATÜ HER ŞEYDİR

Hâlbuki herkesin işi önemlidir. Çöpçüler olmasa şehirler kokuşur, sinekler basar, kanalizasyon görevlileri olmasa her yeri bk. basar. Şimdi Sosyal Sigortada müdürden, hükümette bakandan daha önemsiz diyebilir miyiz diğer bütün meslekleri?

Batıda statü ve sınıfsal konumlar önemini kaybetmiştir bugün. Bir şort bir tişörtle herkes aynı kafede bir arada bulunabilir, aristokrat ve milyonerlerin mekânlarına damlayabilir.

Oysa doğuda statü her şeydir. Doğuda havaalanını andıran makam odası, milyonluk makam araçları, korumalar, “önemli” insanların, değersiz, başarısız, fakir insanlardan üstün olduğunu anlatan göstergelerdir. Seçilmek için halka yalvaranlar, tepeden bakan tiranlara dönüşür. Şehrine, mahallesine, cenazesine kalabalık konvoylarla memleketine ziyaret yapanlara ihtiram eder halkımız. Hayranlık duyar ve saygılarını sunar. Her nasılsa can alıcı bir cümle, kırık bir şiir için kılını kıpırdatmaz. Bunlarla uğraşanları da boş işlerle meşgul görür.

***

Bir genç, hayat projesini hayal ederken kültüre bağımlıydı; ama yaşarken gerçeklere ve mensup olduğu çevrenin (grubun/ağanın/tarikatın/partinin) iradesine tabidir. Kendi seçtiği yolda yürüse, siyaset ve bürokrasi dışında bir alana yönelse “Senin için büyük umutlar besleyen insanları hayal kırıklığına uğrattın,” bile denilebilir onlara; suçluluk duygularını artıran sözler duyarlar. Travmalar da genetik çünkü. Sağ kalabilmek en büyük başarıdır bu yüzden.

Anadolu başarı diye iktidara, iktidardan koltuk kapana bakar işte. Doğal ve vatandaşlık haklarını sağlayan hukuk, adalet, mülkiyet ve çalışma özgürlüğü olmadığı için onurunu ayaklar altına alarak emniyet ve güven duygusuna teslim olur. Her başarı, biatını verdikten sonra doğacak lütfa bağlıdır çünkü. O yüzden kültürü, zihniyeti, anlayışı zalim bir sadakat, yaranma ve yarışa odaklanır. Herkesi bu sürece zorlar. İnsanı değil, statüyü önemser ahali.

Sizi şölene, ziyafete, kamusal bütçeden lütuflara, muktedirler davet edebilir ancak. Alinin ‘sözü’ güçlü olsa da Muaviye’nin zengindir sofrası. Aradan geçen çağlara rağmen insana ve iktidara ilişkin bir değişim yoktur bu coğrafyada.

Azap askeri iktidarı bu kısırdöngüyü besleyen bir süreçtir.

4 Temmuz 2023 Salı

Tarihi hakikatler ışığında Batı Azerbaycan gerçeği: Kendi evinden kovulmak Elsevar Salmanov-02/07/2023

Azerbaycan'ın Malezya Konsolosu Dr. Elsevar Salmanov, Batı Azerbaycan’da yaşanan zulme mercek tutuyor.

***

Çar Rusyası ve İran’ın çıkarları doğrultusunda Güney Kafkasya’da Hıristiyan bir devlet kurulması “gerekiyor” idi. Siyasi coğrafya mühendisleri buna karar vermişlerdi. Etnik milli bir topluluk bulunmuştu, bunlara “devlet” kurulması için toprak aranıyordu. Anadolu Türkiyesi’nin de coğrafi olarak diğer Türk devletleri ile ilişkilerinin kesilmesi büyük önem arzediyordu. Zayıflamaya yüz tutmuş Osmanlı’nın son dönemleri. Anadolu ve İran’da bulunan etnik olarak Ermeni kökenli insanlar şimdiki Ermenistan olarak bilinen bölgeye çeşitli aralıklarla göç ettirildi. İşte bu projenin acısını Batı Azerbaycan’da bulunan yüzbinlerce müslüman çekmek zorunda kaldı. Çünkü bölgeye göç ettirilen Hristiyan Ermeniler onları oraya getirenlerin cesaretlendirmeleri ile yerli Müslümanları göçe zorladılar. Aslında Hitler’in Lebensraum’u kanlı faşist liderden çok önce 19. yüzyılın ortalarından başlayarak 20. yüzyıl boyunca devam ettirildi.

***

Rus tarihçi Nikolai Nikolaevich Shavrov bir araştırmasında şu ifadelere yer vermektedir: “20. yüzyılın başında 1.300.000’den fazla Ermeni Transkafkasya’ya yerleştirildi, onların 1 milyondan fazlası bölgenin yerlisi değildi, bizim (Rusya) tarafımızdan yerleştirildi.”

***

Alexander Sergeyevich Griboyedov Çar Rusyası’nın Tahran’da Büyükelçisi olarak çalıştığı dönemde kendi başkentine gönderdiği bilgilendirme belgelerinde İran’da bulunan Ermenilerin Azerbaycan topraklarına göç ettirilerek bölgede bir Hıristiyan devletinin kurulmasını ısrarla tavsiye etmekte idi. Rus İmparatoru I. Nicholas’ın 21 Mart 1828 tarihli fermanı Azerbaycan’a getirilen Ermeniler’e yurt belirlemenin ilk adımları ile ilgilidir.

Amerikalı ünlü tarihçi Justin A. McCarthy’nin konu ile ilgili bilimsel çalışmaları Ermenilere vatan ve devlet yaratılması sürecinin sanki bir laboratuvar çalışması ile nasıl gerçekleştirildiğini gün yüzüne çıkarmaktadır.

Şimdiki Ermenistan’ın başkenti yapılan İrevan şehrinin tarihi ile ilgili önemli çalışmalara imza atmış Rus tarihçi Stepan Pavlovich Zelinsky Müslüman Azerbaycan halkının yaşadığı bölgelere Hıristiyan Ermenilerin göç ettirilmeleri ile ilgili gerçekleri doğrulamaktadır.

Tüm bu gerçeklerle ilgili olarak tarihsel Azerbaycan kaynaklarını bilinçli bir şekilde örnek olarak göstermiyorum. Azerbaycan topraklarında Ermenistan isimli yapay bir devletin yaratılması gerçeği ile ilgili Azerbaycan tezlerinin yabancı kaynaklar tarafından da doğrulandığının görülmesi açısından bu son derece önemlidir.

Çok ilginçtir ki, Çar Rusyası’nın projeleri SSCB yönetimi tarafından kesintiye uğratılmadan iştiyakla devam ettirildi. Şimdiki Ermenistan bölgesinden Müslüman Azerbaycan halkı ağırlıklı olarak SSCB öncesinde 1905-1906, 1918-1920 ve SSCB sonrasında 1948-1953, 1988-1991 yıllarında şimdiki Azerbaycan Cumhuriyeti’nin farklı bölgelerine yerleştirilmek üzere göçe zorlandılar. Kanlı göç politikalarının “doğal” devamı olarak yerleşim birimlerinin, ırmakların, nehirlerin, göllerin, ormanların vs. Azerbaycan’a has isimleri hızlı bir şekilde değiştiriliyor, mezarlıklar, camiler, tarihi mekan ve binalar yok ediliyordu. Ermeni ulus-devleti inşa süreci böylesine bir vandallığı gerektiriyordu.

KİLİT KORİDOR ZENGEZUR

1920 yılında Moskova’nın talimatları ile Azerbaycan SSC Komünist Partisi Merkez Bürosu ve Rusya Komünist Partisi Kafkasya Bürosu’nun aldığı karar doğrultusunda Azerbaycan’ın Zengezur bölgesi Ermenistan’a birleştirildi. Yani yeni bir devletin coğrafi inşa süreci böylece tamamlandı.

Ayrıca bir diğer önemli husus da şu ki, şimdiki Ermenistan`ın yerli halkı Müslüman Azerbaycanlılar için hayat, Moskova ve Ermenistan SSC’nin çeşitli devlet politikaları sonucunda da yaşanmaz duruma düşürülmüştü. Yükseköğretim kurumlarına kabul edilmeyen Müslüman Azerbaycanlılar’ın Azerbaycan SSC’nin eğitim kurumlarına yönlendirilmesi ve teşvik edilmesi gerçekleri çok iyi hatırlanmakta. Eğitim sonrası iş olanakları hususunda da Azerbaycanlılar devlet eliyle yaratılmış engellerle karşılaşmakta idi.

Her yıl 20 Haziran’da dünya, vatanından kaçmak zorunda kalan insanlara değer verdiğini göstermek adına Dünya Mülteciler Günü’nü kutluyor. Dünya Mülteciler Günü, Birleşmiş Milletler tarafından dünyanın dört bir yanındaki mülteciler adına belirlenmiş uluslararası bir gün.

***

1989 yılında Azerbaycan Mülteci Derneği isimli bir sivil toplum kuruluşu oluşturuldu. Vatanından kovulmuş yüz binlerce insanın ortak acısını dile getirmek, son 150 yıl süresince onların temel insan haklarının çiğnendiği gerçeğini dünyaya duyurmak, sorunlarına çözüm aramak adına demokratik sivil bir oluşum. Azerbaycan Mülteci Derneği 2022 yılında Batı Azerbaycan Topluluğu olarak yeniden örgütlenerek daha da etkinleşti. Topluluk, uluslararası hukuk çerçevesinde bu yılın Ocak ayında Geri Dönüş Konsepti`ni ilan etmiştir. Bu çerçevede BM, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu, UNESCO, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği gibi uluslararası kurumlarla ilişkiler kurulmuştur.

ANA YURDA DÖNÜŞ BİR İNSAN HAKKIDIR

Batı Azerbaycan Topluluğu’nun kuruluş amacı ve faaliyetleri İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi çerçevesindedir. Uluslararası hukuka aykırı faaliyetlerden dolayı onlar için oluşturulmuş mağduriyetlerin giderilmesi çağrısı ve amacı Topluluğun temel misyonudur. Ana yurtlarına barış içinde ve onurlu bir şekilde dönebilmek, kutsal mekanları ve yakınlarının mezarlarından geri kalanları ziyaret edebilmek en temel insan haklarıdır. Ait oldukları topraklara geri dönmek, orada yaşamak ve Ermenistan toplumuna entegre olmak kötü bir şey değildir, Ermenistan Cumhuriyeti Hükümeti’nin desteklemesi gereken bir girişimdir. Monoetniklikten kurtulmak Ermenistan’a sadece ve sadece büyük faydalar sağlayacaktır. Ne yazık ki, Azerbaycan Cumhuriyeti Hükümeti’nin Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde yaşayan kimin elinde esir tutuldukları çok açık olan Ermeni kökenli vatandaşlara entegrasyon çağrılarına benzer yaklaşımı Ermenistan Cumhuriyeti Hükümeti’nden Azerbaycanlılara karşı göremiyoruz.

Temel ihtiyacın reddi durumundaki ateizm Namık Kemal Okumuş-03/07/2023

Beşer açısından temel ihtiyacın reddi anlamında var olan ateizmin, kısa zaman içinde onu besleyen bir kabule dönüşemeyeceği hususu öteden beri bilinmektedir. İnsanın esaslı donanımları ile ana kazanımları hakkında reddiye tavrını öne alan ateist yaklaşımın, yine insanın genetik yapısıyla uyumlu olmadığı da yakinen bilinmektedir. Belki de, sırf bu yüzden Yüce Allah’ın muhatap kümesine dâhil etmediği bir kazanım olmuş gibidir. O açıdandır ki, seçkin donanımlı varlık olan insana tevdî edilen dünya kurulalı beri akleden insanın kabulüyle uyuşmayan bu işlem, merak edip araştırmadan çok, topluca reddiyeyi merkeze almak koşuluyla, düşünen insanın üretimi olamayacağı kuşkusuzdur.

***

Benzer şekilde, doğrudan muhatap alınan insanın temel ihtiyaçlarının var kılınması, kanaatimizce insanın halk edilmesinden önce devreye alınan tanrısal bir projedir. Beşerin olası yeteneğine hasredilen bu tercihin açlıktan tutun beslenmeye, yeme içmeden tutun sahip olmaya değin hemen her kazanımda gerekli unsurların merkeze alındığı yakinen ortada durmaktadır. İşin farkında olan Tanrının muhatabı olan seçkin varlığa olası sınırlar üzerinden belirlemede bulunduğu ise, O’nun adaleti timsali olan bir durumdur.

***

Yasak tercihine izin veren her kabulün insan tarafından bilinebilecek bir alanı teşkil etmesi, bu donanımla var edilen insanın sahipsizliğini de açık etmektedir. Cinayet ve zina gibi beşerin aleyhine olan tutumlarında Tanrı tarafından eleştirilmesi, öne alınan seçkin varlığın güven duyulan donanımlarına yakışmadığı da her dem bilinebilmektedir. Bu yüzdendir ki, kendi donanımlarını aşan insana sayısal ve geometrik anlamda olmasa bile, yapıp-edebilme aşamasında itiraz eden varlığı şeytan olduğundan uzak durulmamalıdır.

***

Doğru ve yalanın beşer nezdinde tanınan bir unsur olması, dünya hayatından itibaren hemen her köşede devreye girebilecek olan hususların onayını verebilen etkin varlığın merkeze alınacağını ve dahi alındığını öne sermektedir. Gelinen bu aşamadır ki, melek, cin ve şeytan tanımlamasında sınavı geçen insanın, aynı zamanda dünyayı imar edebilecek olan yegâne varlık olacağını yakînen haber vermektedir.

Tanrısal düzenin merkezinde olup her dem gerekli olan kabullere fırsat sunan ergin varlık olan insanın, öne alınan bu yapısı gereği tanrısal güvene de layık olduğu açıkça ortada durmaktadır. Benzer şekilde, O’nun var eylediği diğer varlık kümesinde de sunulan önerinin gerekli olan kabulüne yakın varlıkların olması, onları dahi sistem dışına alan azınlık kabulü durumundaki ateizmin devre dışına aldığı olası hesabın farkında olunmasını da kolaylıkla gündeme taşımaktadır.

Maddî âlemde olması gerekenin reddiyle işe başlayan ateizm, zaman içinde bahsedilen gerekliliğe dair sonsuzluk kavramını kullanabildiği ortada durmaktadır. Bu algılayışın sistemik manada olanı reddetmeye yakın durması ise, kendilerinin devreye aldıkları şıkkın işlevsiz olacağından emin olunmayı da gerekli kılmaktadır. Belki de, yanlış ve dahi eksik de bulunsa dediğine iman etmenin kümülatif manada reddine sebep olan bu yaklaşım, olanı tanımlayan aşamadan, olması gerekeni öne alan yaklaşıma fırsat sunduğu da yakından açık edilebilmektedir.

***

Olması gerekenin reddiyle hayata bakan ateizmin, zaman içinde bu gerekliliği ebedî anlamda devam eden maddesel dokunuşa da kapı aralamış bulunmaktadır. Onun aktive edilen bu kabulü, kendi açılarından haklı duruma evrilen yaklaşımları da merkeze taşımakta gibidir. Hatta değişen ve gelişen zamanlarda bilimsel açıklamadan da faydalanan bu tarzın, olması gereken sistemi devre dışına alan yaklaşımların merkezinde yol aldığı izlenmektedir. Azınlık kesim tarafından bile olsa iman esası hâline getirilen bu yaklaşımın otantik bir kabule fırsat sunamayacağı da açıklıkla deşifre edilebilecektir.

***

Ekser olarak Tanrısal yokluk üzerinde yol alan ateist kabulün, işin merkezinde olan adaletin sağlanması adına devre dışı kalan önerilerin sahibi olduğu da öteden beri bilinmektedir. Zira devreye alınan bu kabule göre Âhiret hayatının merkezi durumundaki öte dünyanın imkânsız olması, olası adaletin sağlanmasındaki bütün umutların kaybı, devamında ise, güç ve erk sahiplerinin zulümlerine verilecek olan karşılıkların devre dışılığından bahsedilebilecektir. Tanrısal yokluğun bu denli güç kaybına neden olması ise, ateizmin değil, deizmden tutun, agnostizme oradan da yaratılan varlık kümesinde merkezî kabul durumundaki teizmin yaklaşımına da fırsat sunmakta gibidir.

Kanaatimizce, ateizmin haklı olduğu pek çok durumda gerçekleşeni reddetme tercihine dayalı düşünme şekli, zaman içinde ideal kabule benzetilmiş gibidir. O yüzden de, insanın genetik eğilimlerini devre dışına alan bu gibi seçenekler, olması gerekenin reddine daha yakın olan bir duruşa kapı aralamakla, toptan inkârın yaşanılır olmasına yardım etmekte gibidir. Var edilen insan açısından bu eğilimin genel manada %5’i geçememesi ise, onlara itiraz eden beşerin zamanla şirk/aracılık/ortaklık/ denilen dinsel öneriye daha yakın durduğunu göstermektedir.

Bahsedilen yaklaşımın olmayanı merkeze taşımak suretiyle olanı reddedebilme seçeneğine de fırsat verdiği öteden beri yakinen izlenebilmektedir. Olanı anlama konusunda yetkin durumda var edilen insanı devre dışına alan bu sunumun, haklılığını devreye sokabildiği zaman içinde robotik kabule de fırsat sunduğu aşıkârdır. Böylelikle, azınlık gurp tarafından ideolojik kabul sonrasında sıklıkla merkeze taşınan Tanrısal yokluğun, adeta laboratuvar çıktısına ulaşabildiği aşamada reddiyeye dönüşen kabuller gibi durmaktadır.

***

Yaratılan varlık kümesindeki olası sunumun sadece siyah-beyaz aktivitede olamadığının bilinmesi, bu işiten bahsedilen bazı çıkarsamalarda kendi kabulünü merkeze taşıyan ateizmin yaklaşımına duvar örmekte olduğu yakinen bilinmektedir. O açıdandır ki, ara kabullerin yanında durabilen din olgusu, ateizmin külliyen reddine de yakın durmamaktadır. Üstelik, renk cümbüşü denilen zenginliğin farklı boyutları olacağından haberdar olmak, reddedilen şemanın ara seçeneklerle bezendiğin de tecrübe edilebileceğini ortaya koymaktadır. Olanı analiz edebilme sonrasında kolaylıkla gelinen bu aşama, bazı sunumların reddiye konusu olsa dahi, Tanrısal düzenin asla ve kata reddiyeye sebep olabilecek bir tazının olmayacağından emin olma durumu gibidir.

Dünya ölçeğinde yaratılan en değerli ve dahi donanımlı varlık olan insanı tanıma becerisi, onun Tanrısal kabule yatkınlığından haberli olmayı da merkeze taşımakta gibidir. Peşinen de, onun akledebilme becerisi sayesinde ilk Yaratıcının devrede olduğu var etme aşamasının testi de kolaylıkla devreye girebilmektedir. Her iki basamağın donanımlı varlık olan insanın iradesel tercihine de fırsat veren test aşaması olduğu tezi, ateizmin yanında durduğu reddetme tercihi sonrasında kolaylıkla reddedilmemelidir.

***

Zaman içinde sunulanlarla sorun yaşama konusunda bazen haklılık payı bulunmasıyla birlikte, hemen her zaman gerekli olandan uzak durmayı kendine yol addeden ateizmin olanı değil, olması gerekeni işlevsel kılması, Tanrı tarafından ilelebet var edilen yasal durum zarfında esas yaklaşım olmalıdır. Hâlbuki ateizm denilen reddiye kümesinin yanlış olanı eleme yerine olanın inkârına mazhar olabilen kabullerden yana yol katettiği açıkça bilinmektedir. O nedenledir ki, kendini bilimsel üretimle besleyen ateizmin olması gerekeler konusunda tabiat yasaları anlamındaki sünnetullah yasasından da haberdar olması gerektiği önerisi, olanı anlama konusunda açık bir delil hükmündedir.

***

İnsanı besleyici sunum hatta öneri hükmünde olan dinsel önerini ona yardım eden Tanrısal bir katkı olduğu şüphesizdir. Böylesi sunumlardan uzak duran ateizmin ise insanı besleyen Tanrısal katkılardan haberdar olamaması, aktif olan elçilerin etkin olduğu devreleri düşünürsek, olanı anlamaya kolaylık sunabilen gelişen dünya ölçeğinde de söz konusu edilmemelidir. Yaşamsal katkıların inkârı pozisyonunda iş tutan ateizmin, olanı anlama konusunda akışkan durumda olan beşer tarafından elimine edilmesi de çoğu zaman tercih edilen bir seçenek gibi durmaktadır.

***

Dinin eleştirisinden kaçıp reddine ulaşan ateizm, hesap bilincini de inkâr etmek suretiyle, olası adalet tasavvurunun da önünü kesmiş olmaktadır. Sunulana itiraz eden bu yaklaşımın, olması gereken konusunda daha olumlu bir eğilime yakın durması da beklenirdi. Yanlış ve de eksik olanı düzeltme peşinen de reddetme kültürünün toptan yok saymaya evrildiği bu gibi kabullerin insan tarafından sağlıklı bir seçim olarak ele alınamayacağı da açıkça ifade edilmelidir. Donanımlı varlık olan insanı öne alarak gelinen bu aşamada ise, beşerin tercih kümesine dâhil edilen her sunum, aynı zamanda sağlıklı düşünmeye fırsat veren eğilimlere de kapı aralayabileceği seçeneği kolaylıkla devreye sokulmalıdır.

***

Ateist eğilimlerin insan tarafından haklılık payı verilmeyen kabul olması, yaratılan insan olgusunun yeniden ele alınmasını açık etmekte gibidir. Gelinen bu aşamada demek lazımdır ki, dünyada hayat süren kişi ve toplumların reddiyeden yana değil, ortaklık denilen şirk, olanı saklama denilen nifak ve bazen de yok sayma şeklinde cereyan eden küfür kabulüne yakın durabilmeyi öne aldığı öteden beri test edilebilen bir kazanım hükmündedir. Ateizmin bu yaklaşımlardan dahi onay almaması demek, onun Hak Dinler bazında geçerliliğinin olamayacağını da kolaylıkla ifade edecektir.