Kürt Sorunu: Muhatap kim? Çözüm ne?
Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki
Değer “O halde ülkemizin en temel meselelerinin çözümünde mantıklı olan geniş,
katılımcı ve derin bir siyasal alanın varlığını tesis etmek” diyor.
Son günlerde “Kürt Sorunu”nun çözümünde
muhatabın kim olacağı üzerinden başlayan tartışma ülkemizin en temel
sorunlarından birisinin yeniden gündemimize girmesine vesile oldu. Uzun
zamandır hem ulusal hem de bölgesel gelişmelerin de etkisiyle baskın siyaset
diline dönüşen güvenlikçi dil ve yaklaşım, sorunu dondurmakla kalmamış aynı
zamanda bunu nihai çözüm olarak kodlayarak sorunu veya sorun etrafında bir
konuşmayı da imkânsız kılmıştı. Bu dil ve yaklaşımdaki belirginleşen tıkanma
arttıkça paranteze alınan sorunlar da yeniden gün yüzüne çıkıyor. Muhatabın kim
olacağı üzerinden seyreden tartışmanın bir boyutunu güvenlikçi dile ve
yaklaşıma yaslanan siyasetin tıkanıklığı, çözümsüzlüğü oluşturuyor ki bu kendi
başına önemlidir, anlamlıdır. En azından siyasette alternatif dillerin,
yaklaşımların, arayışların zorunluluğuna ve daha da önemlisi meşruiyetine
ilişkin bir iklim oluşturuyor. Diğer taraftan sorunun çözümü için muhatap
belirleme arayışı açık ki bir tarafıyla da sorunun sahibinin kim olduğuna
ilişkin bir adres ve irade tayinini içeriyor. Aynı şekilde muhatap tayin etme
işi sorunun ne şekilde ele alındığını ve ne tür bir çözüm perspektifi içerdiğini
de gösteriyor. Dolayısıyla tartışma konjonktürel motivasyonlarından çok daha
önemli olarak Türkiye’nin temel sorunlarından birisini kavrama, tartışma ve
çözüm üretme kapasitemiz ile ilgili bilgi sunuyor.
***
Bu açıdan “Kürt Sorunu” nedir? Neden
önemlidir? “Kürt Sorunu”nun çözümünde muhatap kim(ler)dir? “Kürt Sorunu”nda
çözüm nedir, nerededir? soruları büyük önem taşıyor ve açıkçası bu minvaldeki
her soruyu uzun uzadıya konuşmak, tartışmak gerekiyor. Neden? Çünkü yukarıda da
altı çizildiği üzere sorun önemli hatta Türkiye’nin ve bölgenin en büyük, en
temel sorunu. Adı “Kürt Sorunu” ama Kürtlerin, Türklerin, Arapların vs.
hepimizin sorunu. O yüzden sorunun ne olduğu, sorunun sebeplerinin neler olduğu
ve dolayısıyla çözümün ne olabileceği gibi hususlar üzerinde durmak gerekiyor.
***
Peki, sorun nedir? “Kürt Sorunu”
dediğimizde neyi kast ediyoruz? Bu etiket, bu tanımlama somutta neye karşılık
geliyor? Egemen iki okuma var. Birincisi, PKK tarafından ve ona yakın
duranlarca dile getirilen okuma. Bu da kısaca, uzun uzadıya ekonomik-tarihi-siyasi
sebepler sıralıyor ve sorunu özellikle Türklük-Kürtlük aksına yerleştirerek bir
sömürü anlatısına bağlıyor. Okumanın devamının bir ayrılıkçılığı getirdiği veya
açık veya örtük olarak istenenin bu olduğu görülüyor. Devlet tarafından yapılan
okumada ise mevzu bildiğimiz üzere küresel güçlerin Türkiye aleyhine kullanmak
üzere oluşturduğu ve kullandığı yapay bir sorun olarak görülüyor. Sorun bir
asayiş sorunu olarak görüldüğü için de çözüm askeri tedbirler üzerinden
alınmaya çalışılıyor.
***
Gerçekliğin ne olduğundan ziyade mevzunun
bir mevcut durum ve gelecek tasarımı üzerinden araçsallaştırılması ile karşı
karşıyayız. Devlet mevzuyu kriminalleştirip asayiş sorununa indirgediği oranda
yerleşik statükoyu muhafaza etmeyi hesaplıyor, PKK eksenli taraf ise sorunu
uluslararasılaştırarak, çözümsüzleştirerek hem Türkiye’yi güçsüzleştirmek hem
de kendi olası egemenlik alanını genişletmek için kullanıyor. Bölgesel ve
küresel güçlerin ne tür hesaplar peşinde koştuğu ise önemli ve ayrı bir başlık.
Ancak bu statükodan anlamlı çıkış mesele karşısında bir tür idrak körlüğü
oluşturan bu iki yaklaşımdan farklı bir okumayla mümkün. İşin açığı bu okumanın
ana omurgasının da çok karmaşık ve bilinemez olduğu söylenemez.
***
Çok karmaşık ve bilinemez olmayan okumada
ne var peki? Burada iki hususa dikkat etmemiz gerekiyor. Birincisi ve sanırım
en önemlisi “ulus devlet” dediğimiz yapı, özellikle de ülkemizdeki uygulaması.
Devletin bu tarz bir formülasyonu doğru bir kimlik, doğru bir vatandaş tanımı
yapmakla kalmıyor aynı zamanda bu tanım üzerinden oluşturulan kalıba herkesi
uydurmaya çalışıyor. Bu insani değil, ahlaki değil aynı zamanda
pratik/pragmatik açıdan işlevsel değil. Yüksek maliyetli. Dolayısıyla çözüm
ancak anlamlı bir devlet-toplum ilişkisi ile mümkün. Bunun yeni bir Anayasayı
da içerdiği açık. İkincisi de bununla doğrudan bağlantılı olan devlet-toplum
ilişkisinin, Anayasa’nın ufkunun, perspektifinin, ruhunun nasıl olacağı
hususudur. Yani bu Anayasa siyasal, kültürel, hukuki ve ekonomik eşitliği
gözetecek mi, özgüvenli bir şekilde özgürlüğe alan açma ve onu koruma
noktasında bir imkân taşıyacak mı? Etyen Mahçupyan’ın sorular üzerinden
somutlaştırarak ifade ettiği gibi “Devlet-toplum ilişkisi toplumun gözleme ve
denetleme gücünü artırarak, buna karşılık devletin toplum üzerindeki ideolojik
ve fiziki baskısını azaltarak yeniden nasıl tanımlanabilir? Kamusal alan
kavramını ve uygulamasını şu anki hiyerarşik yapısından daha özgürlükçü bir
noktaya nasıl çekebiliriz? Yargı bağımsızlığını engelleyen ideolojik kabuller
nasıl temizlenebilir? Ordunun hem siyaset üzerinde bir güç olmamasını, hem de
siyasetin sekter bir yaklaşımla orduyu enterne etmemesini aynı anda nasıl
sağlayabiliriz?” Aktörlerin sistem içindeki pozisyon değişiminden ziyade
sistemin kendisinin belirtilen parametreler doğrultusunda değişimini önceleyen
bu yaklaşımın yine Mahçupyan’ın ifadesiyle Kürtlerin “göçmenleştirildiği” bu
kritik sürecin makul çıkış yolu olduğu görülüyor.
***
2011 krizi öncesine hatta ondan bir kaç
yıl sonrasına kadar temel siyaset bilim okumalarından birisi Türkiye’nin devlet
olarak yukarıda çerçevesi çizilen bir siyasete kaydıkça tüm sınırlarının
alabildiğine esnediği/genişlediği tespitiydi. Yani özgüveniniz yüksek,
devlet-toplum ilişkiniz gerilimsiz, ekonomik canlılığınız rasyonel bir zemine
oturuyor ve çevreyle ilişkiniz “kazan-kazan” üzerinden seyrediyorsa Suriye ile
sınırları kaldırır, ticaret hacminizi genişletir, ortak kabine toplantıları
yaparsınız, yapabilirsiniz. Hakeza aynı şey Kuzey Irak, Irak, İran, Ermenistan
vs. diğer ülkelerle ilişkileriniz için de geçerli.
***
Özellikle Ak Parti iktidarı ile kontrolsüz
eklemleşmenin İslami kesimi milliyetçileştirerek bir tür devlet aparatına
dönüştürdüğü şu süreçte konunun hem zor hem de hayati olduğu ortada. “Çözüm
Süreci”nde yaşandığı üzere yerleşik statükonun dışında alternatif bir okuma ve
irade olarak sahne alma şansı ve hatta zorunluluğu olan İslami kesim,
meselesinin devletin imkânlarını, etkili noktalarını kullanmaktan ziyade
devletin ve devlet-toplum ilişkisinin niteliğinin belirli ilke ve değerler
üzerinden yeniden yapılanması olduğunu unuttu. Unutmanın faturasını da asayişçi
dil ve yaklaşımı içselleştirmekte sıkıntı çekmeyecek şekilde ağır bir
mutasyonla ödüyor.
Bugün de esas itibariyle “Çözüm Süreci”yle
billurlaşan yaklaşım içerdiği kimi kafa karışıklıkları bir yana bakılırsa ana
gövde olarak hala meşru ve makul olandır. Neydi bu? Sorunu bir asayiş sorunu
olarak okumak yerine ülkemizin hak ve özgürlük meselesi olarak görmek. Peki
muhatap? Bu kadar büyük ve önemli bir meselenin muhatabının herkes olduğu,
olması gerektiği açıktır. Özel bir muhataplığın, özel bir muhataplık
ilişkisinin anlamsız/gereksiz olduğu izahtan varestedir. Sorunları sözüm ona
sahipleri(!) üzerinden parsellemek siyaseti/sorunları belirli aktörlerin
tekeline indirgemek anlamına gelir ki bunun sorun çözücü olmak bir yana
sorunları kronikleştirmek gibi bir büyük bir yan etkisi var. Özellikle kendi
alanlarını genişletmeyi öncelemeyi yegâne başarılı siyaset formu olarak sunan
mevcut ilişki ağında aktörleri biricikleştiren her çözüm stratejisi
çözümsüzlüğü bağrında taşıyor. Bu mevzudaki diğer önemli bir blokaj ise
varlıklarını bir sorunun sorun olarak kabul edilmesi için seferber edenlerin
paradoksal şekilde sorunun çözümü önünde engel olmaya başlaması oluşturuyor. Çünkü
varlıkları, siyasal bir özne olarak mevcudiyetleri sorunun varlığı ile o kadar
özdeş hale gelir ki bir noktadan sonra sorunun çözümü en başta sorunun sorun
olarak görülmesi için hayatlarını verenleri tedirgin etmeye başlar. Çözüm
Süreci’nin sekteye uğramasının dip sebeplerinden birisinin bu olduğunu
düşünüyorum.
***
O halde ülkemizin en temel meselelerinin
çözümünde muhataplık tartışmasına siyaset üzerinden çözüm aranıyorsa mantıklı
olan belirli bir adres ve irade tayininden ziyade dışlanmış/görünmez kılınmış
aktörlerin de katılımına imkân sağlayacak geniş, katılımcı ve derin bir siyasal
alanın varlığını tesis etmektir. Çünkü Türkiye’nin en temel meselelerinden
birisi olan “Kürt Sorunu”nda muhatap herkestir ve çözüm perspektifi adil ve
özgür bir Türkiye perspektifidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.