Gülencilerin iktidara yönelik hamleleri 4-5 yıl sürdü.
2012 Şubat’ında Hakan Fidan’ın ifadeye
çağrılması, iktidarın direnmesi, MİT binaları etrafında çatışma öncesini
andıran gerginlik, o günlerde sanıldığından daha vahimdi. Ertesi yıl buna, 2013
Aralık ayı “yolsuzluk dosyaları/darbe girişimi” hadiseleri eklendi.
İktidar sallandı. Takiben yayınlanan kasetler, devlet içindeki kutuplaşma ve
savaş, tasfiyelerle, sallantı 2014 ilkbaharına kadar sürdü. 2016’da ise malum
darbe girişimi geldi. O gece iktidarın devrilmesine ramak kaldı.
Gülen grubu, 2007’den itibaren Erdoğan’ın
kendisine yönelik baskılar karşısında, özellikle askere karşı verdiği
mücadelede en önemli destekçisiydi. İktidar ve Gülenciler arasında, ortak hasım
ve ortak aidiyetten kaynaklanan ve doğal sadakat üzerine oturduğu varsayılan
zımni bir ittifak oluştu. Bu ittifakın gölgesi altında Gülencilerin devleti
içinde yayılma, yaptırım, özerk hareket hızı da kendiliğinden arttı. Formel ve
informel iki iktidar odağı arasındaki ilişki, Erdoğan zaten yatkın olduğu, el
altında tuttuğu meşru ile gayrimeşru, yasal ile yasa dışı halleri bilinçsiz
iyice harmanlamaya başladı. 2008-2012 arası siyaset bu zemin üzerinde yaşandı.
Sonra müttefikler arasında 2016’ya kadar süren o büyük bir savaş başladı.
Erdoğan’ın, bu meseleyi muhtemelen birçok
kez değerlendirme fırsatı olmuştur.
Önünde iki yol vardı.
İlki, benimsediği modelin imha ve
kaos gücünü görmekten geçiyordu. Partizanlığın, partizan kadrolaşmanın,
sadakat-itaat mantığına dayalı siyaset anlayışının, bu çerçevede ihalelerden
bütçeye, kadrolaşmaktan kamu kaynağı kullanmaya uzanan kayıt dışı ilişkilerin
tahrip gücünü görerek, bunlardan arınmaya çalışmaktı. Arınmak, liyakat ve
kurumsallığa dönmeyi, denetim ve hukuku öne almayı gerektiriyordu. İkinci yol,
kullandığı iktidar modelin vidalarını sıkılaştırarak, bununla yola devam
etmekti. Artık her gelişmeyi bir güç mücadelesi ve tehdit olarak algılayan
Erdoğan, siyaset anlayışına da yakın bulduğu yol tercih etti.
Ülke için el bombasının pimi böylece çekildi.
Vidaları sıkmak, hukuktan ve demokrasiden
iyice uzaklaşmak, AK Parti’yi ve hükümeti tek sesli, kendisine tam bağlı
cihazlara dönüştürme anlamına geliyordu.
Ayrıca, ayakta durabilmek ve bunu
yapabilmek için taze güce, yeni müttefiklere ihtiyacı vardı. Nitekim 15-16
Temmuz günlerinden itibaren ortak düşmanlara karşı, (modern unsurları ve
silahlı gücüyle) devlet, Erdoğan ve ulusalcılar ittifakı devreye girdi. MHP’nin
bu noktada kurucu rol oynadı. Velhasıl, güvenlik siyasetinin, 2017 Anayasa
metninin ruhunu da bu iktidar bloğu oluşturdu.
Üçüncü risk, yeni müttefikler arasında
ittifak ilişkisi yanında, devlete yönelik alan denetimi ve rekabetine dayalı
bir çatışma ilişkinin de doğmasıydı. Darbe sonrası on binlerce memurun
tasfiyesi ve yeni alımlar buna kapıları açtı. Farklı kollardan gelen sadakat
kadrolaşmaları ve aralarındaki doğal güç çekişmesi başladı. Yetkileri tek elde
toplayan kişiselleşmiş siyasi güç, paradoksal olarak, kendi altında farklı ve
gizil güç tabakalarının oluşumu teşvik etmeye başladı.
Zaman zaman bu dokuya ve risklerine işaret
eden yazılar yazıyorum.
TÜGVA etrafındaki kadrolaşma tartışmaları
da tehlikeyi riski gündeme getiriyor. Bu tartışmalarda gündeme gelen Silahlı
Kuvvetler, silah gücü ve gelenekleri itibariyle en riskli kurumu oluşturuyor.
Bunun da altını aylardır çiziyorum.
Dikkat buyurun:
Hulusi Akar, 2020 Ağustos ayı sonunda 2016
sonrası TSK’ya alınan (elbette artık jandarma hariç) yeni personel rakamını 93
bin 327 olarak açıklıyordu. Bu açıklamayla ordunun darbe sonrası uzaklaştırdığı
personelin 5 katını işe aldığı görülüyordu. Yeni personelin yüzde 70’inin,
yaklaşık 65 bininin uzman ve sözleşmeli personel, 28 bin askerin ise subay ve astsubay
olduğunu yine Akar söylüyordu. Ekleyelim: Mevcut subayların 15.000’i Akar
öncesi dönemde, çeşitli üniversite mezunlarından toplandı ve 6 aylık kursla
birliklere gönderildi.
Bu askerler ordu bünyesine, Sınav,
güvenlik soruşturması (ideolojik denetim), mülakat (siyasi denetim) esasına
göre alındılar. Mülakatları kimler yaptı? Orduya kimler alındı? Kim bu
askerler? Bunlar karşımızda dev bir sual olarak duruyor.
TÜGVA bir ipucu sunuyor.
Bugün, ordu bünyesi içinde farklı
eğilimlerin bulunduğunu düşünmemek için hiçbir neden yok.
Diğer kurumlarda da benzer bir tablo
olmadığı söylenebilir mi?
Bu tablo, bu işleyişi imkan vermek, bu
ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.