Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler, yazısında imanın ‘akaidleşmeye’ başladığını dile getiriyor.
1- İmanın İtikada Dönüşmesi
Tarihte ve günümüzde İslam dünyasının ve
yüzde doksan dokuzu Müslüman olan Türkiye halkının temel dini problemlerinden
biri budur. İmanda “istikamet” yani doğru bir imana veya akaide sahip olmak
ayrı bir problemdir. Konumuz o değil. Konumuz, Allah ve Ahiret ile her bir
bireyde diri, artıp eksilebilen, canlı ve dinamik olması gereken imanın
edilememesi/edinilememesi veya ateş-yanma halinde olması gereken imanın
ocağının sönmesi ve küle dönüşmesi; kinetik enerji üreten kaynar su gibi olması
gereken imanın, donması ve buza dönüşmesi; canlı insana benzeyen imanın ölmesi
ve cenazeye dönüşmesi yani “Akaid (Amentü)” leşmesidir.
İman, kalbin fiili; amel, organların
fiilidir. İman ve amel, iki ayrı şey; fakat ikisi birbirine bağlı şeylerdir.
Yani aralarında sebep-sonuç/nedensellik ilişkisi vardır. İman olmayınca, amel
de olmaz. “Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz.” veya “Küpün içinde ne varsa,
dışına o sızar.” deyimlerinde olduğu gibi. Bu izah, dindeki durumu tasvir eder;
imansız, salt vicdan ve mutluluk saiki ile kimi ahlaki amellerin/fiillerin
yapılmayacağı anlamına gelmez. Nitekim Kant’ın “Ödev Ahlakı”, J. S. Mill’in
“Faydacılık”ı ve W. James’in “Pragmatizm”i böyle teorilerdir.
İslam’ın erken döneminde “İman-Amel
İlişkisi” , yani “Müslüman-Mü’min” kimliğin mahiyeti, teolojik bir problem
olarak belirmiş ve başlıca üç tarzda teorileştirilmiştir. Hariciler, ameli yani
yapılması veya kaçınılması gereken helal ve haramları, emir ve yasakları,
imanın parçası olarak görmüş ve ameli ihmal edenleri tekfir etmiştir. Buna
karşılık, Ebu Hanife ve Mürciîlik, bu görüşün tam zıddı olarak iman ve ameli
birbirinden ayırmış yani koparmış; imanı da kalp fiilleri olarak değil;
zihinsel kesin tasdik olarak “Akaid” e indirgemiştir. Yani hiç ameli olmasa da,
itikadı/tasdiki olan kişi mü’min ve Müslümandır. “Müslüman” olmak için “amel”
zorunlu değildir; olsa, daha iyi olur. Bu görüş, -Hariciliğin yaratmış olduğu
şiddet/terör ve iç savaştan sonra- Sünniliğin resmi görüşü olmuştur. İslam’ın
geniş kitlelere yayılmasını ve iç barışın sağlanmasını temin etmiştir.
Mu’tezile ise, tasdiki olduğu halde, ameli olmayan kişiyi: “El-menziletü
beyne’l menzileteyn= İman ile küfür arasında bir yerde” olarak nitelemiştir.
Yani böyle birisi, Mü’min-Müslüman kimliğini hak etmediği gibi; böyle birine
“Kâfir” de denemez. Çünkü tasdiki başarmıştır. Bu konumu Türkçeye
“Araftakiler”, “İki arada bir derede” veya “Sıfatsız”, “Adam değil”, “İnsan
değil”, meyvesiz “ot-ağaç” olarak çevirebiliriz. Hariciler ve Mu’tezile,
böylesi kişilerin, -tövbe etmedikleri takdirde- Ahirette kesin olarak azap
göreceğini ileri sürerken; Ebu Hanife ve Mürciîlik, bunların Ahiretteki durumunu,
Allah’a havale etmiştir (İrca).
Bu görüşleri, Kur’an açısından yeniden
gözden geçirdiğimizde, Dünyadaki durumu izah bakımından Mu’tezile’nin görüşü,
daha tutarlı iken; Ahiretteki durumu izah açısından, Sünniliğinki daha
tutarlıdır. Şöyle ki Ebu Hanife (Mürciîlik) yani Sünnilik, imanın canlı
doğasını yani yoğunluğu artıp eksilebilen kalp fiilleri olan Allah’a karşı
saygı/huşu, korku/haşyet, şükran hissi, sevgi, tazim, hayâ ve güveni; Ahirete
karşı korku ve umudu (havf ve reca), artıp eksilmesi olmayan salt zihinsel
“tasdik”e indirgemesi yanlıştır. Kur’an şöyle der: “Müminler, ancak o
kimselerdir ki; Allah anıldığında kalpleri ürperir; onun ayetleri kendilerine
okunduğunda, bu, onların imanını artırır; onlar, sadece Rablerine tevekkül
ederler.” (8/2). “Onlar, görmedikleri halde Rablerinden ve kıyamet gününden
korkarlar” (21/49).
Mü’min ve Müslim/Müslüman kavramları
Kur’an’da çoğunlukla müradif olarak kullanılır(3/52, 10/84, 43/69, 28/52-53).
Ancak “teslimiyet yani tasdik”, imandan ayrılır: “Bedeviler, “iman ettik”
dediler. De ki: iman etmediniz; fakat “Boyun eğdik/teslim olduk/tasdik ettik
(eslemna)” deyin. Çünkü henüz iman kalplerinize girmedi…” (49/14). Bir sonraki
ayette “müminler” şöyle tanımlanıyor: “Allah’a ve peygambere iman ederler,
şüpheye düşmeden Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad ederler. İşte
bunlar, imanlarını doğrulayanlardır.” (49/15). Başka bir yerde Kur’an şöyle
der: “İnsanlar, “inandık” diyerek, (amel ile) denenmeden başıboş
bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” (29/2).
Ehl-i Kitap (Yahudiler ve Hristiyanlar) ın
tarihi süreç içinde başına gelen imanın zayi olması yani ölü itikada dönüşmesi
ve istikametten çıkmasını Kur’an, muhataplarına şöyle tasvir ederek onları
uyarır: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamak ve kendilerine indirilen hakikatten
dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Onlar/mü’minler,
daha önce kendilerine kitap verilip de aradan uzun zaman geçince kalpleri
katılaşanlar gibi olmasınlar; onlardan birçoğu fâsıktır.” (57/16).
Aradan 1400 sene geçince mü’minlerin
başına gelen şey de aynısıdır. Yani canlı imanın kaybolması, kalplerin
katılaşması, iman’ın itikat’a dönüşerek amel doğurmaz hale gelmesi ve
birçoğunun fâsık/günahkâr olması.
2- Allah’a Karşı İbadetin, İnsanlığa
Karşı Ahlaki Amele Yeğlenmesi
Spinoza: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma
peşindedir” der. Bu söz, doğrudur. Avam/ahali/halk/sokak insanı, kendince
ritüelleri/ibadet-i mersumeyi “yükte hafif, pahada ağır” bir tasavvurla
Tanrı’nın gözüne girmenin, işi “baştan bağlamanın” bir yolu olarak görür. Böylece
ibadetleri, örneğin, ucunda ölüm ve yaralanma, malından bağışta bulunma olan ve
zorluk, çile, sabır, zarar içeren cihat etmek ile eşitler. İnsanlara karşı adil
ve merhametli olma amellerini ıskalamaya çalışır. Kur’an, bu konuda şöyle der:
“ Siz hacılara su dağıtmayı ve mescid-i haramın bakım ve onarımını, Allah’a ve
Ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihat eden kimselerin amelleri ile eşit
mi tutuyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit değildirler; Allah, zalim toplumu
hidayete erdirmez. “(9/19). Bir örnek de biz verelim. Genellikle din adına
siyaset yapanlar, ibadetler(Namaz-Oruç-Hac) ile Tanrıyı kandırmaya
çalışarak(“Alnı secde görme”), siyaseti, kendileri gibi/partili olmayanlara
karşı tahakküm/güç istenci aracı ve çıkar maksimizasyonu olarak icra etmektedirler.
İman ve Ahlakın kaybedilerek itikat ve
ibadetin “din” haline getirilmesi konusunda rahmetli Nurettin Topçu, yıllar
öncesinde “İslam ve İnsan” (İst. 1970) adlı kitabında büyük bir vukufiyetle
ortaya koymuştur. Biraz uzun da olsa, ehemmiyetine binaen ondan bazı iktibaslar
yapacağım:
“Asırlar arasında İslam’ın ruhu katı
kaidecilikle, taassubun tehditleriyle, saltanat ve merasimin gurur ve
tahakkümleriyle eritildi. Dinî müesseseler, dinin ruhundan tamamen sıyrıldı.
Din elbisesine bürünmüş, dini kaidelerle bezenmiş devlet ve dünya müesseseleri
halini aldı. Bunların etrafında istismarcı bir din adamları sınıfı teşekkül
etti. Bu adamlar, içyapısını yüz yılların yıprattığı devlet ile el ele vererek
ve onun manevi kudreti halinde sömürme sahalarını mütemadiyen genişlettiler.
(a.g.e, s. 8-9).
“Her sene milyonlarca ziyaretçi ile dolan
Kâbe’nin etrafında ruh birliği ve beraberliği meydana gelemiyor. Bunun sebebi
ne siyasi, ne iktisadi, ne de aslında ilmi ve fikridir. Bu halin sebebi,
İslam’ın temeli ve Kur’an’ın özü olan ahlakın kaybedilmiş olmasıdır. Bugünkü
Müslümanlar, birtakım geleneksel hareketleri dikkat ve titizlikle yapmaktan
başka endişesi olmayan ilkçağın ve ilkel devrin sihirbazlarını andırıyorlar.
Kur’an harikası olan ilahi ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür… Asırların
artığı sözde din adamlarımız, devrimizin maddeci yıkımını göstererek, onu itham
yoluyla kendilerinin Allah yolcusu oldukları vehmini halka sunuyorlar.
Hakikatte ise onlar, dini hayatı maddi şekil ve hareketlere bürünmüş
maddecilerdir; din ve ahiret maddecileridirler; ruhlarını kaybetmişlerdir.”
(a.g.e, önsöz).
“Dinin bütün dünyası ruh dünyasıdır.
İslam’ın bütün hareketlerimizi ve bütün dünya işlerimizi düzenlemiş olması,
dünyaya ait emellerimizde bize daha iyi “başarı” sağlamak için değildir.
Ticarette daha iyi tüccar, siyasette daha mahir diplomat olmamız için değildir.
Belki dünya işlerimizi ruhun selametini hiç engellemeyecek tarzda düzenlemek
içindir. Ticaret ve siyasette kazanç ve muvaffakiyet hırslarımıza gem vurmak
içindir. Dinin konusu ruhtur… ; din, bedene saadet ve bolluk getirmek davasında
değildir; bilakis, ruhu bedene hâkim kılmak davasıdır. İnsan bedeni ile
birlikte yaşadığı için, bu bedenin ruhun yüksek gayesine uygun hareketler
yapması için “şeriat” bildirilmiş ve onda bedenin hareketleri, ruha zarar
vermeyecek ve onu besleyecek tarzlarda tertiplenmiştir.” (a.g.e, s. 31).
“Zamanla yıprana yıprana birer otomatik
hale getirilen ve bu şekilde emrolunduğu anlatılan ibadetler ise, iyi
hesaplayan ve dikkatle kaydeden meleklerin takip ettiği bedende bir takım şekil
değişmeleri haline getirildi. El, ayak, baş, beden hareketlerinde maharet,
dindarlığın şartı oldu; bunlar, dinin esasları sayıldı. Bütün ruh ve manasından
sıyrılan dini hayatın bu şekilperestliğine “zühd ve takva” adını verenler, bu
vehimlerinin kaskatı gururu içinde gömülüp kaldılar ve bu yolda yürürken
Allah’a götüren ahlak yolunun izlerine bile rastlamadılar.” (a.g.e, s.33)
“Asırlardır milyonlarca Müslümanın,
yurtlarında aç ve sahipsiz inleyen mü’min kardeşlerini çiğneye çiğneye ziyarete
koştukları Kâbe’den dönüşte, onlar hakkında olsun biraz merhamet, hatta
insanlar hakkında olsa da bir parça aşk ve muhabbet getirdikleri görülmüş
müdür? Hâlâ İslam âlemi birbirine düşmandır ve Kâbe’nin bekçileri de, Müslüman
kardeşlerini soymakla görevlidirler. Siz, Allah’a iftira ediyorsunuz! Allah,
böyle bir ibadet istememiştir! Haccın manası, ruhsuz bedenlerin sırf mekân
değiştirme şeklinde muayyen bir beldeye gitmiş olmaları değildir. Haccın İslam
Kongresi olan gerçek ahlaki ve içtimai gayesinin yanın da büyük manevi (mistik)
değerini gerçekleştirecek olanlar, dini aşk ile kalbin ebediliğe götüren yolu
olduğunu bilen ve yaşayan gönüllerdir. Bedenlerini putlar gibi şekiller ve
kütleler halinde kımıldatmakla Allaha yaklaştıklarını vehmeden ölü ruhlar
değil.” (a.g.e, s. 35).
3- Sonuç
1- Kurucu tecrübenin üzerinden uzun zaman
geçmesi ile (1400 sene) Müslümanlar da –Kitap Ehli gibi- canlı iman ve
ahlaklarını büyük ölçüde kaybedip ölü itikad (Amentü) ve ibadetler (İslam’ın
Beş Şartı) ile yetinmektedirler.
2- Sünnilik, Kur’an’da varit olan canlı ve
artıp eksilen imanı, artıp eksilmeyen ölü itikada/inanca dönüştürmüştür.
3- Kur’an’da varit olduğu hali ile iman ve
amel iki ayrı şey; fakat ikisi birbirine zorunlu olarak bağlı şeylerdir.
4- Canlı İmanı olmayanın, yaratıcı ahlaki
ameli (takva) olmaz. Dogmatik taklit ile oluşturulan “Amel Ajandası” büyük
ölçüde ibadetlerden oluşmaktadır.
5- Alışkanlık, ezber ve borç ödeme
gerekçesinden dolayı yerine getirilen ibadetler, Allah’a saygı ifadesi ve
kullarına karşı ahlak (adalet-merhamet) üretme yerine; cenneti garantilemenin
ticarî “alış-veriş”ine dönüşmüştür.
6- Sünniliğin “Mü’min/Müslüman” tanımı,
çoğunlukla toplumdan taklit/miras yolu ile elde edilen; amel/ahlak içermek
zorunda olmayan “beleş/bedava” bir kimliktir. Yüzde biri eksik olan –döviz
cinsinden- bir kâğıt parayı “geçersiz” sayan Sünni halkımız; dini kimliğindeki
yüzde 90lık eksikliği “tam” saymaktadır. Kur’an’daki mü’min ve Müslüman kimlik
tanımı, ameli-ahlakı içermektedir. Tasdiki olan kişiye politik olarak “Müslüman”
kimliği verilebilse de; teolojik olarak ameli/ahlakı olmayan kimseye “mü’min”
kimliği verilemez. O, sıfatsız veya iki arada bir derededir. Böyleleri tekfir
de edilemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.