Kasım toplantısında ve sonrasında işler iyice tatsızlaşacağından, devletlerin Ankara'daki büyükelçileri aracılığıyla Türkiye'ye son bir uyarı yapmak ve sorunun tatsız bir mecraya girmesini önlemek istediklerini düşünüyorum
Osman Kavala ile ilgili olarak Ankara'da
görevli 10 büyükelçi açıklama yaptılar. Açıklamada Kavala'nın serbest
bırakılmaması için başvurulan yolların demokrasiye saygıyı, hukuk ve saydamlık
ilkelerini gölgelediği belirtilmekte ve AİHM kararına uygun olarak Osman
Kavala'nın serbest bırakılması için Türkiye'ye çağrıda bulunulmakta.
Büyükelçilerin çağrısı bizi çok kızdırdı.
Büyükelçiler, Dışişleri Bakanlığı'na çağrılarak hadleri bildirildi. İktidar
partisinin ileri gelenleri de yaptıkları açıklamalarla büyükelçilere hadlerini
ve hudutlarını anımsattılar.
Büyükelçilerin açıklamaları Türkiye'de
görülen herhangi bir davaya ilişkin olsaydı, bu tepki haklı olabilirdi. Oysa
Osman Kavala davasıyla ilgili 10 büyükelçinin çağrısını değerlendirirken
davanın özelliklerini göz önünde bulundurmak gerekir.
Bir kere ortada bir insan hakları sorunu
var.
2. Dünya Savaşı'ndan sonra meydana gelen
büyük dönüşümle, insan hakları devletlerin iç işi olmaktan çıktı. Devletlerin
egemenlik alanı dışına çıkarıldı. Bütün uluslararası toplumun sorunu oldu.
Bugün hiçbir devlet, "ben kendi vatandaşlarımın insan haklarını istediğim
gibi ihlal ederim. Sen ne karışıyorsun?" diyemez.
Osman Kavala'nın tutukluluğunun ağır bir
insan hakkı ihlali olduğu uluslararası bir mahkeme tarafından saptandı. AİHM,
10.12.2019 tarihli kararıyla Kavala'nın tutuklanmasında makul şüpheyi doğuracak
nesnel eylemler bulunmadığına, o nedenle tutuklamanın hukuka aykırı olduğuna
karar verdi. Bunun yanında, tutuklamanın siyasal nedenlerle, Osman Kavala'yı ve
Türkiye'deki sivil toplumu susturmak amacıyla gerçekleştirildiğine hükmetti.
Bütün bunlardan hareketle, Osman Kavala'nın derhal serbest bırakılmasını
istedi. Türkiye taraf olduğu sözleşmeden doğan kararı uygulama yükümlülüğü
olmasına karşın, uygulamamak için hukuk cambazlıklarına girişti. Aynı olgulara
dayanan yeni bir casusluk davası soruşturması başlattı. Bu da yeterli
olmayınca, Kavala'nın beraat ettiği davalar İstinaf Mahkemesi'nde bozuldu,
hukuka aykırı bir biçimde, hiç ilgisi olmayan Çarşı davasıyla dava ile
birleştirildi.
Türkiye'nin hukuksal kurnazlıklarla Osman
Kavala'yı serbest bırakmaması ve AİHM kararını uygulamaması başlıbaşına bir
ihlal konusu. Bütün bunlar dururken, siyasal iktidar,"yargı
bağımsızlığı" gibi inandırıcı olmayan bir örtünün altına girip kimsenin
ses çıkarmamasını istiyor.
Büyükelçilerin çağrısına tepki gösterirken
dikkate alınması gereken başka bir husus, bu sorunun Avrupa Konseyi Bakanlar
Komitesi önünde olması. AİHM kararlarının uygulanmasının sorumluluğu, 47
devletin büyükelçilerinden oluşan Bakanlar Komitesi'ne ait. Bakanlar Komitesi
siyasal bir organ. Kararların uygulanması için başvurulan yöntem de siyasal
baskı. Bakanlar Komitesi'nin bu sorumluluğu, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nden kaynaklanıyor. Dolayısıyla siyasal baskı, hukuki nitelik
kazanıyor, meşrulaşıyor.
Büyükelçiler, AİHM'in Osman Kavala
kararının uygulanmasını bir yıldan fazla bir süredir, her toplantısında
görüştü, birçok karar kabul etti. Bu kararların tümünde Türkiye'den Osman
Kavala'nın derhal serbest bırakılmasını talep etti. Türkiye bu çağrılara
kulaklarını tıkadı. Kararı uygulamamakta ısrar etti. Ankara'da çağrı metnine
imza atan devletlerin Strasbourg'daki büyükelçileri zaten Osman Kavala'nın
serbest bırakılmasını öngören pek çok kararı kabul etmiş bulunmakta.
Strasbourg'da alınan kararlar sorun yaratmıyor da, aynı talep aynı devletlerin
büyükelçileri tarafından Ankara'da tekrarlanınca mı sorun oluyor?
Bu konu Strasbourg'da Avrupa Konseyi
Bakanlar Komitesi çerçevesinde yürütülürken, neden Ankara'daki büyükelçiler
böyle bir girişimde bulundular? Benim tahminim şu:
Strasbourg'da Bakanlar Komitesi
çerçevesinde yürütülen görüşmelerde de, kabul edilen kararlarda da yolun sonuna
gelindi. Bakanlar Komitesi kararlarıyla alay edercesine Osman Kavala davasının
ilgisi olmayan başka bir davayla birleştirilmesi de gösterdi ki, bu kararların
Türkiye üzerinde etkisi yok. O zaman Bakanlar Komitesi'nin elinde yapacak tek
şey kalıyor: İhlal prosedürünü başlatmak. Zaten Eylül toplantısındaki karar da
Bakanlar Komitesi'nin bu yola gitme niyetini gösterdi.
Bu şu anlama geliyor: 30 Kasım
toplantısında büyük bir olasılıkla Bakanlar Komitesi üçte iki çoğunlukla ihlal
prosedürünün başladığına ilişkin bir karar kabul edecek. Kararın kabulünden 6
ay sonra Bakanlar Komitesi, AİHM'den ilgili devletin kararı uygulayıp
uygulamadığı hakkında bir karar vermesini isteyecek. AİHM kararlarının
uygulanmadığı ve bu nedenle Sözleşme'nin ihlal edildiğine karar verirse,
Bakanlar Komitesi giderek ağırlaşan yaptırımlar uygulayacak. Bu yaptırımlar,
ilgili devletin Avrupa Konseyi'nden çıkarılmasına kadar gidebilir.
Kasım toplantısında ve sonrasında işler
iyice tatsızlaşacağından, devletlerin Ankara'daki büyükelçileri aracılığıyla
Türkiye'ye son bir uyarı yapmak ve sorunun tatsız bir mecraya girmesini önlemek
istediklerini düşünüyorum.
Ankara'daki çağrı metnine imza atan Avrupa
Konseyi üyesi olmayan, dolayısıyla Bakanlar Komitesi'nde oturmayan üç devlet
var. ABD, Kanada, Yeni Zelanda.ABD ve Kanada gözlemci üye. Bu devletlerin insan
hakları konusunda kamuoyundaki duyarlılıklar nedeniyle çağrı metnini imzaladıklarını
düşünmek olanağı var.
Bir husus daha var: AİHM'a açılan davalar,
devlet aleyhinedir. Verilen kararların muhatabı da devlettir. Kararları
uygulama yükümlülüğü de devlete aittir. O nedenle siyasal iktidar omuzunu
silkip "Yargı bağımsızdır. AİHM kararını uygulamazsa uygulamaz. Ben ne
yapayım?" deyip sorumluluktan kurtulamaz. Sorumluluk devletindir. Yargı da
devletin bir parçasıdır.
Kararın uygulanmamasının nereden
kaynaklandığı AİHM'i ya da Bakanlar Komitesi'ni ilgilendirmez. Onlar bakınca
karşılarında devleti görürler.
Türkiye, kendisini insan hakları,
demokrasi, hukuk devleti alanlarında eleştirenlere hadlerini bildireceğine,
insan hakları ve hukuk devleti ilkelerine saygılı, demokrasiyle yönetilen bir
devlet olmak yolunda çaba gösterse, uluslararası konumu çok farklı olurdu.
Her şey bir yana, Osman Kavala hiçbir suç
ve kanıt olmadan, sadece siyasal irade istediği için 4 yıldır cezaevinde
bulunmakta. Bu yitirilen yılların bedeli nasıl ödenecek?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.