30 Eylül 2020 Çarşamba

Kılıçdaroğlu da olmasa! Şenol Kaluç/30.09.2020

Türkiye’nin en önemli sorunu sanırım aydın sinizmi. Herkes kendi mahallesinden karşı mahalleye bağırmayı marifet sanıyor, halbuki aydının asli görevi kendi mahallesindeki aşırılıkları, yanlışları vs. dile getirebilmek ve uyarmak olmalı ama gelin görün ki bunların hiçbiri bizde olamıyor.

Neden olamadığını aslında hepimiz biliyoruz. Türkiye’de gerçek manada fikir işçisi bir aydın sınıfı yok. Daha çok memur tipli, kadrolu aydınlarımız var. Ve ben kendimi de bu gurubun dışında sayamıyorum çünkü çoğunluğumuzun çok ciddi bir maişet problemi var. Ekonomik olarak özgür olmayan ve özgür olamayınca da iaşesini sağladığı mahalleye sımsıkı sarılmak durumunda kalan bir eklektik aydın tipi ortaya çıkıyor.

Yıllar önce katıldığım bir TV tartışma programında sıramızı beklerken, bugünlerde de TV programlarının baş yıldızlarından olan bir isimle sohbet etme fırsatı bulmuştuk. Kuliste mangalda kül bırakmayan baş yorumcumuz program sırasında inanılmaz bir kıvraklıkla saf değiştirmiş ve ağzım iki karış açık kalmıştı. Hatta bu nedenle konuşmalara bir süre konsantre olamamıştım. Program sonrası serzenişte bulunduğumda “Şenol’cuğum sen buraların havasını bilmezsin, daha çok öğreneceğin şey var!” demişti.

Hoş yine insan hakları örgütlerinde çok aktif çalışan ve devletle bir zamanlar sık sık başı derde giren sevdiğim bir arkadaşım yıllar sonra hükümetin önemli açılımlarında görev aldığında da beni çok saf olmakla itham etmiş ve “bana açıklayamayacağı ve benim bilmediğim çok şey” olduğunu söyleyerek “bilseydin böyle beklentiler içine girmezdin” deyivermişti.

Gerçekten ya ben çok safım ya da çok cahil. Keşke bizi toplayıp bir güzel aydınlatıverseler de bizde bu acı rüyadan uyansak…

Aslında mevzu basit, Türkiye’de cemaat, tarikat dedi mi herkes sadece Cübbeli Ahmet Hoca ve efradı gibi bir şeyler anlaşılıyor; halbuki Türkiye onlarca, yüzlerce dini-ladini cemaate ev sahipliği yapıyor. Devletimizde bu cemaatler arasında parsel parsel pay edilmiş olması hasebi ile herkes kendince bir yol tutturuyor. Bu nedenle kimse ne elindekini bırakmaya cesaret edebiliyor ne de kendi cemaatini terk etme cesaretini gösterebiliyor. Çünkü ayrıldığı anda hemen her şeyini kaybedebileceğini ve gidebilecek başka bir muhit bulamayacağını çok iyi biliyor.

Nereden mi? Kendinden tabii ki de! Kendi de daha önce çizginin dışına çıkan eski dostlarının linçine büyük bir iştiyakla katılmıştı. İçlerindeki vahşiliğin ne boyutlara ulaşacağını bildiği için konforunu bozmamayı tercih ediyor.

Örnek mi dediniz; rahmetli Akif Emre’nin arkasından edilen güzel sözler bizlere ömrünün son demlerinde yapılan saldırıları sanırım unutturmamıştır.

Allah acil şifalar versin geçenlerde sayın Mesut Yılmaz’ın vefat ettiği ile ilgili haberler yayılınca sosyal medyada bir linç hareketi alıp başını gitmişti. 28 Şubat’ın ve pek çok mağduriyet ve yanlışın baş müsebbiplerinden biri olarak Yılmaz adeta çarmıha gerilmişti. Ama bu işin başını çekenler yıllardır bizlere hep sadece CHP’den bahsediyor ve sağ siyasetin temizliğinden dem vuruyordu…

Tehlikeli sulara girmek gibi bir niyetim yok. Sonuçta bu ülkede genel kitlenin ve de aydın(?) denen sınıfın hakikat gibi bir derdi yok. Karınca kararınca ima ile bir şeyler anlatmaya çalışıp tarihe not düşmeye çalışıyoruz burada.

CHP demişken, CHP Genel Başkanı sayın Kılıçdaroğlu’nun kıraathane esnafının derdini dile getireyim derken yapmış olduğu gafa pek çoğumuz mal bulmuş Mağribi gibi saldırdık. Halbuki daha fecileri bizzat bugünün yetkili ve etkili isimlerince defalarca yapılmıştı. Ama Kılıçdaroğlu ile dalga geçen akıllı, bilgili bildiklerimizin çoğunun bir kere bile bu yetkili ve etkili zevata tek bir kelime ettiğini duymadık.

Biliyorum çok şey bekliyorum. Çoğumuz rahmetli Fuat Köprülü’nün bir zamanlar dediği gibi ‘Evimizi sırtımızda taşımıyoruz’ ki alıp başımızı yeni bir mahalleye taşınabilelim. Böyle bir ortamda sözü rahmetli Cemil Meriç ile noktalamamak olmaz “Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?”

Demokrasiye ve hukuka güven olmadan ekonomi büyümez Fikret Bila/30 Eylül 2020

Petrol ürünleri başta olmak üzere doğalgazda hemen hemen tümüyle dışa bağımlı olan Türkiye'de "döviz yükselmesi önemli değil" demek gerçeğe gözlerini kapamak olur

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak Yeni Ekonomi Programı'nı açıkladı.

Bu program, Albayrak'ın açıkladığı ilk program değil. Daha önce de orta vadeli ve iddialı iki ekonomik program daha açıklamıştı. O programlardaki iddialı hedeflerin hiçbiri tutmadı. Gerçekleşmeler hedeflerin çok uzağında kaldı. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiği 2018 yılından bu yana ekonomideki makro göstergeler önceki yıllara göre hep kötüye gitti.

Bakan Albayrak'ın dün açıkladığı ve "yeni dengelenme, yeni normal, yeni ekonomi" kavramlarına oturttuğu program 2023'e kadar pembe bir tablo çizdi. Ekonomi 2021'de yüzde 5,8, izleyen iki yılda ise yüzde 5 büyüyecek.

Enflasyon 2020 sonunda yüzde 10.5, 2021'de yüzde 8, 2022'de yüzde 6, 2023'te yüzde 4.9'a düşecek.

2020 için işsizlik tahmini yüzde 13.8, 2021 tahmini yüzde 12,9, 2022 tahmini yüzde 11,8, 2023 tahmini yüzde 10,9.

Bakan Albayrak, doların 2018 krizinin de üstüne çıkarak 7,85 TL'yi görmesinin ise önemli olmadığını söyledi, "Kur benim için hiç önemli değil, ben hiç işin o tarafına bakmıyorum. Sanayi sağlam, üretim tarafı sağlam. Kur meselesinden, göreceksiniz en kârlı çıkan biz olacağız. Çünkü artık kurun kontrolü bizim elimizde" dedi.

Albayrak, her zamanki gibi gayet iddialı ve iyimser bir konuşma yaptı.

Büyüme

Ancak ekonomideki gerçekler karşısında iyimser olmak çok kolay değil.

Önce şu gerçeği vurgulamak gerekir ki Türkiye ekonomisi büyümüyor, küçülüyor. Bakan Albayrak'a göre 2020'de Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH) tahmini 702 milyar dolar, 2021'de tahmini 735 milyar dolar, 2022'de tahmini 801 milyar dolar, 2023'te ise tahmini 875 milyar dolar olacak.

Bu iyimser hedefler bile 2019 yılı öncesindeki milli gelir rakamlarının altında. Türkiye, 761 milyar dolar, 850 milyar dolar gayri safi yurt içi hasılalara ulaşmış hatta 900 milyar doları aştığı yıllar olmuştu.

Yatırım

Ekonomik krizden geçtiğimiz bu dönemde Türkiye'nin yüzde 5 ve üzeri reel büyüme sağlaması için hem iç hem de dış sermayenin büyük yatırımlar yapması lazım. Oysa 2020'nin ocak ayından eylül ayına kadar sadece portföy yatırımlarından14 milyar dolarlık yabancı sermaye kaçışı oldu. Reel sektöre yabancı sermaye yatırımı gelmedi. Yerli sermaye de reel sektörde büyük bir yatırım yapmadı.

Döviz

Albayrak'ın "oraya bakmıyorum, önemli değil" dediği döviz fiyatları fırlamış durumda.

Reel ekonomisi ara malı olarak dışa bağımlı Türkiye'de doların değer kazanması, TL'nin değer yitirmesi çok önemlidir. Üretim için vazgeçilmez hammadde ve ara malı ithalatı dolarla yapıldığına göre, kurun yüksek olması üretim maliyetini ve dolayısıyla maliyet enflasyonunu artıracak bir faktördür.

Petrol ürünleri başta olmak üzere doğalgazda hemen hemen tümüyle dışa bağımlı olan Türkiye'de "döviz yükselmesi önemli değil" demek gerçeğe gözlerini kapamak olur.

TL karşısında sürekli yükselen doların hazineye maliyeti de çok yüksektir. Doların yükselmesi demek dış borcun yükselmesi demektir.

İktidara yakın, sayıları 10'u geçmeyen altyapı projelerini üstlenen holdingler sözleşmelerini dolar üzerinden yapıyorlar ve hazineden dolar üzerinden garanti istiyorlar. Ayrıca anlaşmazlık halinde de Türk mahkemelerini değil İngiltere mahkemelerini yetkili kılıyorlar.

İktidara yakın Türk iş insanlarının bile Türk Lirası'na ve Türk yargısına güvenmediği bir ortamda, yabancı sermaye nasıl gelip Türkiye'de yatırım yapacak?

Dün itibariyle 7,85 TL'yi gören doların, 2021'de yıllık ortalamasının 7,67 TL, 2022'de 7,87 TL, 2023'de ise 8.00 TL olması bekleniyor. Türk vatandaşlarının Türk Lirası'na güvenmeyip 25 milyar dolarlık döviz ve altın satın aldığı bir ortamda bu nasıl gerçekleşecek? Bu vatandaşlar döviz ve altınlarını neye güvenerek bozdurup ekonomiye katacaklar, yabancılar neye güvenip Türkiye'ye oluk oluk dolar akıtacaklar?

İşsiz sayısının 10 milyonu aştığı, gençler arasında işsizlik oranının yüzde 30'a vardığı bir ortamda, reel sektör yatırımları artmadıkça işsizlik nasıl düşürülecek?

Bu hedeflerin gerçekleşmesi hiç mümkün değil mi?

Elbette mümkün, ancak bunun için Türkiye'nin demokratik hukuk devleti niteliğini kazanması, hukukuna güven duyulması ve yargısının da gerçekten tarafsız ve bağımsız olması gerekir.

Bu sağlanmadan ortaya konulan hedeflere ulaşılması mümkün değildir.

25 Eylül 2020 Cuma

CB sistemi erken kireçlendi Taha Akyol/25.09.2020

AK Parti sözcüsü Ömer Çelik, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin birinci yıldönümünde “bazı yerlerde tıkanmalar, kireçlenmeler olabilir, bakacağız, bunları revize etmemiz lazım” demişti. (11 Temmuz 2019)

Çok erken bir kireçlenmeydi bu.

Aslında siyasi tarih ve siyaset bilimi çoktandır gösteriyordu ki, büyük bir ülkenin pek çok kurumlardan oluşan yönetimini böylesine merkezileştirmek ve şahsîleştirmek kaçınılmaz olarak “tıkanma ve kireçlenmeler” yaratır.

Ama CB sistemi hazırlanırken bu uyarılara kulak verilmedi. AK Parti ve MHP kurullarında bile müzakere edilmedi. Hemen hazırlanıverdi, Meclis’ten geçiriliverdi…

Referandum kampanyasında denize at süren Fatih Sultan Mehmet ve Çanakkale şehitleri görüntülerinin eşlik ettiği propagandalarla kabul edildi…

Ve iki buçuk yıla yaklaşıyor; vaziyet ortada.

NASIL İŞLİYOR?

İsmail Küçükkaya’nın programında Ali Babacan söyledi; “Orta Vadeli Programı açıklamadılar, gecikiyor.”

Bu işleri iyi bilen İbrahim Çanakçı’yı aradım. Çanakçı DPT’de, Hazine Müsteşarlığında, BDDK’da, IMF Türkiye temsilciliğinde yüksek görevler üstlenmiş birikimli bir bürokrat. Şimdi Babacan’ın partisinde.

Çanakçı hemen anlattı:

“5018 Sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na göre…”

Her sene Eylül ayının ilk haftası içinde, gelecek iki yılı kapsayan Orta Vadeli Program yayınlanır.

Bu sene de Eylül ayının ilk haftasında 2021-2023 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Mali Program açıklanmalıydı. Aynı kanuna göre hemen ardından Orta Vadeli Program’ın da açıklanmış olması gerekirdi. Çünkü bütçe bu iki dokümana göre hazırlanır!..

Bütçenin 17 Ekim’de yani yirmi gün sonra Meclis’e sunulması anayasa emri. Ama bütçenin dayanağı olacak iki Program henüz ortada yok!

Hani “daha hızlı” bir sistem gelmişti!

Çok dana önemlisi: Yarım asırdır hiç geciktirilmeden çıkarılan Beş Yıllık Kalkınma planları ilk defa bu sistemde bir yıldan fazla gecikerek Meclis’e sunulabilmişti: Temmuz 2019’de yasalaşan 11. Beş Yıllık Kalkınma Planı.

KAMU KURUMLARI

Anayasa hukukumuzun en saygın isimlerinden Prof. Kemal Gözler, CB sisteminde karar ve kararnamelerin nasıl gecikerek, ya da iyi hazırlanmadan yayınlandıktan sonra düzeltmek için yeni karar ve kararnameler çıkarıldığını çok sayıda örneklerle yazmıştır. (http://www.anayasa.gen.tr/cbhs-bilanco.htm)

Bu iktidarın Temmuz 2019’da yasalaştırdığı 11. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda mesela deniliyor ki:

“Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi tarafından, yatırımcılara yönelik yatırım ortamı değerlendirme anketi yapılacak ve bu kapsamda sorun ve öneriler ilk elden tespit edilecektir.” (Parag. 326.6.)

Ne aşamada bilmiyorum ama Kanal İstanbul’dan daha önemli değil mi?

Bir ülkenin yatırım çekme kapasitesi güvenilir hukuki alt yapının olmasına ve böyle teknik çalışma ve düzenlemelerin varlığına bağlıdır.

Bunu yapacak olan da kurumlardır.

Ama aşırı merkeziyetçi böyle bir sistemde kamu kurumları ve liyakatli uzmanlar inisiyatif kaybederler; hele de liyakat yerine sadakat öne alınırsa…

Bunun bir örneği Merkez Bankası ve Türkiye’nin faiz macerasıdır.

MESELA MERKEZ BANKASI

Merkez Bankası’nın bağımsızlığı 2011’de kanunla gerçekleştirilmişti. Bu kanun 703 Sayılı KHK ile değiştirildi: Atamalarda siyasi iktidarın yetkisi büyük ölçüde artırıldı, liyakat kıstasları da gevşetildi. (9 Temmuz 2018)

KHK düzenlemeleri devam etti, sonra bankanın ana sözleşmesi de bu yönde değiştirildi.

6 Temmuz 2019’da “laf dinlemiyor” denilerek Başkan Murat Çetinkaya görevden alındı.

Ondan sonra faiz indirimleri başladı.

Ama enflasyon ve döviz de tırmanmaya başladı.

120 milyar döviz piyasaya sürülerek Dolar 6 lirada tutulmak istendi olmadı; dolar 7 lirayı aştı…

Nihayet dün faiz artırıldı; dolar biraz indi.

Görüyor musunuz, Merkez Bankası neden bağımsız olmalıymış?

Keşke “laf dinlemeyip” faizi hep pozitifte tutsaymış da 120 milyar dolarlık rezervleri erimeseymiş değil mi?

Biz niye geçmiştik CB hükümet sistemine?

Niye Bakanlar Kurulu’nu ortadan kaldırmıştık?

Niye Devlet Planlama Teşkilatı ve Başbakanlık Kanunlar Dairesi gibi devletin beyni olan kurumları dağıtmıştık?

Faturası çoook ağır oldu; işte ekonominin hali…

Hiç olmazsa devlet idaresinde “kurallar ve kurumlar”ın her şeyden önemli olduğunu milletçe anlamış olsak.

Geri kalmışlığı dış güçlere bağlamak acziyettir Mehmet Ocaktan/25.09.2020

Gelişmiş ülkelerle geri kalmış ülkeler arasındaki mesafenin giderek açılması Sanayi Devrimi ile başlamıştır.

Genellikle Üçüncü Dünya ülkeleri ve İslam coğrafyalarındaki hakim dil, Batılı ülkelerin sömürü ve İslam düşmanlığı üzerinden bu ülkeleri geri bıraktığı şeklindedir. İslam ülkeleri dahil geri kalmış ülkelerin aydınlarının temel tezleri de daha çok emperyalist mağduriyet üzerine bina edilmiştir.

Defansif, geç modernleşme yaşayan ve geri kalmışlığını yenemeyen ülkelerde en yaygın anlatının, dış dünyanın kolonyalizm ve emperyalizm üzerinden gerçekleştiği sömürü ve yıkıcılığı merkeze aldığına dikkat çeken Prof. Dr. Ali Tekin diyor ki: “Dış dünya ile etkileşim önemliyse de tek başına geri kalmışlığı ve ileri gitmişliği açıklamada yetersiz kalır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilişi önemli bir örnektir. Her ne kadar bazı ülkelere tanınan kapitülasyonlardan bahisle sömürücü ‘dış etki’den söz etmek mümkünse de, İmparatorluğun Batı’nın ticari emperyalizmi ile tanışması 1838 Baltalimanı Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması’ndan sonra önem kazandı. Oysa imparatorluğun zayıflaması zaten çok daha önceki dönemde ortaya çıkmıştı. Diğer yandan, koloniyal/emperyal politikaların süjesi (konusu) olmuş Japonya’nın ve sonrasında da Güney Kore’nin dış dünya faktörünü tersyüz etmeyi başarmış olmaları oldukça önemli ve öğreticidir.” (1)

Hristiyan dünyanın ancak Rönesans ve Aydınlanma yoluyla gelişme ivmesini yakalamasına rağmen, Müslüman dünyanın modernleşme ve endüstrileşmenin önündeki engelleri neden kaldıramadığını anlamadan geri kalmışlığı izah etmek mümkün değildir.

Maalesef İslam toplumlarında tarihsel süreç içinde oluşan geleneksel normlar ve bu yapı içindeki görece yaygın yolsuzluk ve akraba kayırmacılığı sonraki yüzyıllara aktarılmıştır. İşte böyle bir atmosferden beslenen toplumsal yapı, doğal olarak otokratik yönetimlere karşı duyarsızlığın kaynağını oluşturmaktadır. Dolayısıyla böylesine bir kültürel ve toplumsal ortamda yaşanan ekonomik başarısızlıklar, zaman içinde küresel gerçeklere uyum sağlamayı sınırlamış, bu da içe dönük ideolojilerin güçlenmesine yol açmıştır.

Hemen belirtmek gerekiyor ki Müslüman dünyanın geri kalışının sorumlusu İslam değildir. Böyle bir yaklaşıma itibar edildiği taktirde 12. Yüzyıla kadar ekonomik, teknolojik, bilimsel, sanatsal ve kültürel alanda İslam toplumlarının Batı’nın ilerisinde olduğu gerçeğini izah etmek mümkün olmayacaktır.

Kabul etmek gerekiyor ki Müslüman toplumların temel problemi, tıpkı Ortaçağ’ın ilk döneminde Hristiyan yöneticilerde olduğu gibi Müslüman yöneticilerin de dini bir “meşruiyet” aracı olarak kullanıp itaat toplumu oluşturmalarıdır.

Pek tabiidir ki itaat kültürünün hakim olduğu toplumlarda eleştirel düşünce gelişemeyeceği için bilimsel ve teknolojik gelişmelerin önünün kapalı olması kaçınılmazdır. Kısacası esas problem İslam değil, düşünce ve ifade özgürlüğünü boğan zihniyet iklimidir.

Hal böyleyken, özellikle 20. Yüzyılda Müslüman ülke aydınları, siyasetçileri, Müslümanları emperyal güçlerin geri bıraktığı tezini güçlü bir şekilde dillendirerek sorumluluktan kaçmayı tercih etmişlerdir. Oysa Batı ile İslam dünyası arasındaki büyük ayrışmaya baktığımızda gördüğümüz manzara şudur; İslam dünyasındaki siyasi ve dini elitler başlangıçta, Rönesans sonrasında Batı’da yükselişe geçen bilimsel ve teknolojik gelişmeleri bloke etmişler, yeniliklere karşı duyarsız kalmışlardır. Özellikle ulema, faiz konusunda çözüm üretemediği için kredi sistemi geliştirilememiş ve doğal olarak güçlü sermaye yapıları oluşamamıştır.

Bugün geldiğimiz noktadan baktığımızda da aslında çok fazla bir şeyin değişmediğini görüyoruz. Zira bugün de akla ve bilime yeterince itibar etmiyoruz, ekonomimizi piyasa kurallarına göre değil, “biz bize yeteriz” anlayışıyla düzenlediğimiz için başarısızlıktan başarısızlığa koşuyoruz.

 

Dış politikamızı diplomasi diliyle değil, hamasetle şekillendirdiğimiz için uluslararası hukuktan doğan haklarımızı bile birilerinin inayetiyle savunmak durumunda kalıyoruz.

 

Ve sonunda saklanamaz bir şekilde ortaya çıkan beceriksizliklerin, başarısızlıkların faturasını ödeyecek bir muhatap olmadığı için “Uluslararası güç odakları ve yerli işbirlikçileri ittifak edip bizi yok etmek istiyorlar” diyerek ortadan kayboluyoruz.

 

1-Kısır Döngü, s.25-26, İnkılap yayınları

 

 

 

 

 

 

Aptal kendini akıllı sizi aptal sanır İskender Öksüz/25.09.2020

Bazı insanlar çevrelerinde olup biteni hakkıyla algılayamıyor.

Bu tiplerin bir takım ortak davranış kalıpları var. Bunlar, kendi eksikliklerini kavrayamaz; başkalarının farklılığını onların eksikliğine, kusuruna yorarlar. Mesela asırlardır Batı’nın ahlâk yokluğundan bugün veya yarın çökeceğini beklerler. Bir asırdan fazla oldu, hâlâ bekliyorlar. Yurt dışına çıktıklarında da etraflarına “bu gâvurcuklar ne aptal” diye bakarlar.

İNTERNETÇİ ARKADAŞ

Aşağılamaları dışarısıyla ve dünyayla sınırlı değildir. Dünyadan yeterince kopuksalar, yurt içinde de, mesela İnternet kullananlara, çevrim içi alışveriş veya bankacılık yapanlara şööööyle bir tepeden bakarlar. “Dolandırılacak bu aptallar, dolandırılacak” diye… Kim kiminle ne yapmış programları seviyesindeki medya da buna çanak tutar. Adam gece ATM’den para çektikten sonra soyulmuş, manşetimiz: İşte elektronik bankacılığının sonu!

İstanbul Büyük Şehir Belediye Meclisinde, metroda İnternet ulaşımı olmasını öneren üyeye, bir “muhafazakâr” üyenin alay ederek, ağzını yaya yaya sırıtarak, “İnternetçi arkadaş… “diye hitap etmesi mesela. Farkında mı acaba? İnternet, matbaa gibi, yazı gibi, insanlığın geleceğini değiştiren bir sıçramadır. Eski Sümer’de tablet ve yazı için alet edevat isteyeni “yazıcı arkadaş”, İbrahim Müteferrika’ya, “matbaacı arkadaş” diye aşağılamak gibi bir şey bu.

Hani ilim Çin’de olsa gidip alacağız ya. Hiç gereği yok. Cep telefonunuzu tıklayın, İnternet vasıtasıyla Çin’den de Hint’den de, Amerika’dan da alabilirsiniz.

Değişiklik rahatsız edicidir. İnsanlar bu rahatsızlığa karşı savunma mekanizmaları geliştiriyor. İşte o tepeden, aşağılayıcı, alaycı bakış bir savunmadır. Değişimi hafife almak, değişimle alay etmek savunma mekanizmalarının en masumu: Neymiş, otomobil diye bir şey yapmışlar, artık atlara gerek kalmayacakmış. Ha ha ha. Ne yani, insan bir gün uçacak da desinler salaklar, yetmedi, aya da gitmeye kalkar bunlar!

EYYY TELEVİZYON, EYYY VİDEO, EYYY İNTERNET!

Attan, atlı arabadan vaz geçildiği günlere yetişmedim tabi. Fakat İzmir’deki sokağımızda hâlâ “binek taşı” ve evimizin duvarında, kim bilir hangi tarihten kalma, artık kullanılmayan, gazlı sokak lambası vardı. Akşam üstü bir görevli, lamba lamba dolaşıp gazı açar ve elindeki uzun bir ucu ateşli çubukla onları yakarmış. Ben görmedim. Ama hâlâ, turistik değil de ulaşım amacıyla fayton kullanırdık. Pazardan da eşek yüküyle dönülürdü.

Değişimin çılgınca hızlandığı bu son elli yılda, mesela, televizyonu, video oynatıcıları toplum ahlâkına ve her hâlde “aile yapımıza” büyük bir tehdit diye görenler de vardı. Onlara da yetiştim, o nutukları da dinledim.

Eh daha önce de kızların okur-yazar olmasının ahlâkı bozacağını söylerlerdi ya.

TELEVİZYON, İNTERNET’İN YARISINDAN AZ!

Birkaç yıl önce, bir kongrede, çok ağır bir ağabeyin- yaşına bakılırsa ağabey kısa düşüyor, dedenin demek lazım- “Sosyal medya dedikleri kötü bir şey. Vakit kaybı. Girmeyin şu sosyal medyaya!”  dediğini hatırlıyorum. Aradan beş yıl falan geçti. Hadi girmeyin bakalım sosyal medyaya!

İstatistikler İnternet’e bağlı hane oranını %90, İnternet kullananlar arasında aktif sosyal medya üyesi oranını %64 veriyor. İnternet kullanıcılarının çoğunluğu da alışveriş yapıyor. Bunlar 2019 sonu ve 2020 Ocak ayı rakamları. Salgından sonra, bütün bu yüzdeler sıçradı. Sırf uzaktan alışveriş için yazlıklarına İnternet bağlayan arkadan gelen (laggards) grubu var. Belki en çarpıcı istatistik, televizyonda geçirilen zamanın, İnternet’te geçirilenin yarıdan azına düşmesi.

Nüfusumuzun %74’ü İnternet kullanıcısı. Bir yılda %4 artmış. İnternet kullanıcılarının, yani altmış milyona yakın insanın günde İnternet’te geçirdiği zaman ortalam 7 saat 29 dakika; aynı grubun televizyonda harcadığı zaman 3 saat 4 dakika.  Tekrar edeyim, bunlar Corona öncesi rakamları. Şimdi çekinmeden nüfusumuzun %80’i İnternet kullanıcısı diyebiliriz.

GERİ DÖNDÜRÜLEMEYEN DEĞİŞİMLER

Gezi gösterileri terör gruplarıyla GONGO’ların hâkimiyetine geçmeden önce Konda’nın yaptığı bir anket vardı. Geziye katılanlara ve katılmayanlara haberleri nereden aldıkları soruluyordu. Geziciler arasında İnternet diyenler %77,6, TV diyenler %7 idi. Gezi’ye katılmayanlarda İnternet %22,3, TV %71,3 idi. “Haber kaynağı bakımından iki ayrı halkla karşı karşıyayız! “ diye yorumlamışım o günlerde. Şimdi ne olmuş? 12 yıl sonra artık iki ayrı halk yok. Çoğu İnternet’te azınlığı TV’de bir halk var. Havuz medyası da bu gidişe set değil.

Ya yasaklarlarsa? Televizyonu yasaklamaktan iki kat daha fazla tepkiye muhatap olurlar!

Rakamlar için şu bağlantıya bakabilirsiniz: https://bit.ly/3cmV6If

 İşte böyle, televizyoncu arkadaş!

Teknolojinin doğrudan yol açtığı değişim, geri döndürülemeyen değişimlerdendir. Bir de gel-gitler hâlinde yükselip alçalan döngülü değişimler var. Gelecek yazıya…

 

 

 

24 Eylül 2020 Perşembe

Akıl kullanmaya yeniden davet Servet AVCI/24 Eylül 2020

Yeri ve zamanı tekrar gelmişken, önemine binaen:

Aklın dondurularak başkasına ciro edildiği yapılar ve onların başındakiler kim olursa olsunlar, milletlerin başına belâdırlar…  Dün, bugün, olmazsa yarın, mutlaka vâdesi vardır ve günleri geldiğinde o belâ ortaya çıkar…

O yapılar, cemaat olabilir, parti olabilir, dernek olabilir, birlik olabilir, legal veya illegal olabilir… Başındakiler de lider olabilir, önder olabilir, genel başkan olabilir, şeyh olabilir, imam olabilir, komutan olabilir, şef olabilir…

Bir cemaat düşünün, bütün akıllara kilit vurulmuş, irade öndere teslim… Görülmeyeni görüyor, bilinmeyeni biliyor, düşünülmeyeni düşünüyor!.. Hiçbir sözü ve talimatı tartışılmıyor, tartışılamıyor… Oysa bu yetki Allah resulünde bile yoktu…

Ne güzel sistem!.. Allah'ın kendi resulüne vermediği yetkiyi, kendi önderlerinize verebiliyorsunuz!.. Üstelik 'akletme'yi emreden din adına!..

***

Kendimce not düşmüştüm: Her derde iyi gelen ilacı alan kişi, her derde iyi gelen seçmen, her derde iyi gelen mürit, her derde iyi gelen militandır aynı zamanda... Sorgusuz inanmaya ve râm olmaya müsait; düşünmeyi, yapmayı ve riski başkasına havale etmeye meyilli bir insan yapısıdır bu... İşte ancak böyle yapılarda, kimi 'dinî' önderler Allah'ın peygamberlerine bile vermediği yetkilerle donatılır...

Akıl devreden çıkmışsa, o önderlerin sadece kendileri değil, çocukları da Allah resulünün çocuklarının sahip olmadığı imtiyazlara sahip olur… Tabii o da din adına!..

Biliyoruz ki İslâm akla önem verirken o aklın 'ilâhlaştırılması'nı da yasaklıyor… Bunun anlamı kendi aklımızın ıskartaya çıkarılıp, topyekûn bir şekilde bir başkasının aklının ilâhlaştırılması değil elbette… Peki bunu kime anlatacaksınız? Bir başkasında bu ağır kusurunu rahatlıkla görebilen ama kendi teşkilatı veya önderi söz konusu olduğunda 'ama bizimki farklı'ya sığınana mı?

***

Nass'lar dışında nerede 'tartışılmazlar' varsa o yapı çürür ve çürütür… Tartışılmaz genel başkan!.. Kendisine gayb bildirilen din adamı!.. Değil çocuğu, çorabı bile 'farklı' şeyh!.. Kendisini yarım Tanrı zanneden önder!..Kendisini  Allah tarafından 'seçilmiş' zanneden dâvâ adamı!.. İhraç fazlası mehdi … Yanılmaz bilge vs…

Bu sadece onların kusuru mu? Hepsinin gıdası 'insan'sa kusur nasıl sadece onlara atılabilir ki? Partizanlar, militanlar, müritler, kurşun askerler fark etmiyor, meselâ aklın bir başkasına ciro edildiği kötü örnekleri birine anlatın sizi  şaşkınlıkla dinleyecek ve hak verecektir… Halbuki muhtemelen kendisi de bir başka saçma sapan ilişki zincirinin içerisinde… Onu hatırlattığınızda tepki gösterecek, 'fark'ı anlatmaya çalışacaktır…

İslâm'la biraz ilgisi olan Abese sûresinde geçen Ümmü Maktum hadisesini bilir… Orada Peygamber efendimiz âyetle ikaz edilmiştir… Hangi yapıya dahil olursa olsun, bunu bilen partizana, militana, müride veya kurşun askere sorulsun bakalım: "Sizin komutanınız, önderiniz, lideriniz, şeyhiniz her neyse, hayatında hiç hata yapmış mıdır?" diye… Muhtemelen birinden bile 'yapmıştır' cevabı alamazsınız…

Eğer 'akıldan münezzeh'seniz, tâbi olduğunuz da otomatikman 'hatadan münezzeh' hâle geliyor!.. İstisna yapılar var mıdır, elbette vardır ve onlar 'akletme'ye ve 'akleden'e kıymet verdikleri sürece bu yazıların konusu değildir…

***

"Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?", "Allah size âyetlerini gösterir, belki aklınızı başınıza alırsınız", "İşte akıllarınız ersin diye Allah size âyetlerini açıklıyor", "Ey temiz akıl sahipleri", "Akıllarını kullanmayan bir topluluk", "Onların çoğunun akılları ermez", "Akıllarını kullanmayanlar üzerine Allah bir uğursuzluk yükler", "Artık akıllanmayacak mısınız?", "Gerçekten de onların kıssalarında üstün akıllılar için bir ibret vardır", "Fakat bunu ancak üstün akıllı ve temiz vicdanlı kimseler idrak ederler", "akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir tebliğ", "aklını kullanacak bir kavim için oradan apaçık bir ibret nişanesi ", "Belki aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık"

Kur'an'da akla yapılan vurguların bir yalnızca bir bölümüydü bunlar… 'Aklı kullanma potansiyeli'yle 'yapıların sağlıklı kalma' ihtimalleri kesinlikle doğru orantılı… Siyasî veya ilahî cennetlere kavuşmayı 'kendinden çok daha üstün gördüğü ve aklını ciro ettiği' önderlere bağlayan ve bu yöntemle o cenneti beleşe getirdiğini düşünen, muhtemel vebali de onun boynuna atan ve sözde 'sıfır risk' alan kafa… Ne büyük problem bu…

23 Eylül 2020 Çarşamba

Dış güçler Taha Akyol/23.09.2020

Moody’s adlı yabancı derecelendirme kuruluşu Türkiye’ye musallat oldu! On gün önce Türkiye’nin derecesini “yatırım yapılabilir” seviyesinin beş kademe altına düşürmüştü! (12 Eylül)

Bu tarihimizin en kötü kredi notuydu. Zaten yatırım sermayesi gelmiyordu, bu rapor daha da olumsuz etkileyecek.

Bu yetmiyormuş gibi dün de Türkiye ekonomisinde “sert devalüasyon” riski olduğunu söyleyen bir açıklama daha yayınladı.

Moody’s, Fitch’s, S&P gibi kuruluşlara biz inanmasak bile, uluslararası ekonomik çevreler ciddiye alıyor. Bizde sermayeyi ve krediyi onlardan istiyoruz zaten!

DIŞ TETİKÇİLER

Böyle durumlarda “propaganda”nın ötesinde inandırıcı teknik açıklamalarla, reform programlarıyla cevap vermek gerekir.

İktidarın açıklamaları ise “dış güçler” söylemi niteliğinde…

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Ne yaparsanız yapın sizin bu puanlamalarınızın kıymet-i harbiyesi yok… Şu anda Türkiye ekonomisi pik yapıyor’” dedi.

İktidar cenahından Nurettin Canikli’ye göre Moody’s “tetikçilik” yapıyordu. “Salgın sürecinde en az üretim kaybı ve istihdam kaybı yaşayan ekonomilerden birisi Türkiye”dir. Dahası, Türkiye “4 adet savaş gemisi ihraç edebilen, insansız hava aracı teknolojisinde adını en iyiler arasına yazdıran… 2023 yılından itibaren milyarlarca dolarlık kaynak girişi sağlayacak doğalgaz keşiflerini üreten” bir ekonomidir, böyle bir ekonomi hakkında böyle raporlar yazılabilir mi?

Fakat Moody’s Canikli’nin saydığı gelişmeler olmadığı için değil, para politikalarındaki ağır sorunlar yüzünden olumsuz derecelendirme yapmıştı; asıl onlara cevap vermek gerekirdi.

GERÇEK TAM TERSİ

Moody’s raporunda üç olumsuz etken zikrediliyordu: Jeopolitik riskler, ödemeler dengesindeki bozukluk ve kredi profiline yönelik riskler.

Jeopolitik riskler konusunda dün Erdoğan, Merkel ve Michel arasında yapılan video konferansta “Türkiye ile Yunanistan görüşmeye hazır” mutabakatının çıkması olumlu bir gelişmedir. Deniz sorunları çatışmaya dönüşmeden uzun sürecek bir müzakere dönemine giriyor.

Suriye ve terör riskleri ayrı konu.

Fakat Türkiye’nin “ödemeler dengesi” ve “borçlar” sorunlarının ciddi olmadığı söylenebilir mi?

Hatta bütün sorun, Türkiye’nin yüksek katma değerli sanayi üretimi yapamadığı için ihracatını yeterince artıramamasından kaynaklanan döviz açığıdır!

Çünkü kaynaklar kısa sürede oy getirebilecek inşaat ve tüketime sarf edildi. Bunu iktidarın hazırladığı 11. Kalkınma Planı da yazıyor.

İktidarın “faizi indirirsen enflasyon düşer, üretim artar” şeklindeki politikası, bilimsel gerçeğin tam tersiydi. İşte faiz emirle indirildi, tasarruf sahipleri bankalardaki paralarını dövize çeviriyor!

İthalatımız hâlâ ihracatımızdan fazla artıyor, makas büyüyor.

KURUMLARIN DEĞERİ

Dahası, Merkez Bankası “laf dinler” hale getirildi. Doları 7 TL’nin altında tutmak için Merkez Bankası’nın rezervleri harcandı.  Ali Babacan “100 milyar doları adeta kibrit çakıp yaktılar” diyor.

Döviz açığı böyle büyürken Moody’s “devalüasyon” uyarısı yapıyor.

Gelecek Partisi’nden iktisatçı İbrahim Turhan, dünkü dijital Pencere gazetesindeki yazısında, Türkiye’de Merkez Bankası’nın bağımsızlığı kayboldukça iktidarların banka kaynaklarını kullanarak enflasyonu tırmandırdığını yazıyordu. Merkez Bankası bağımsız davranıp siyasi iktidara “hayır” diyebildiği zaman para politikası disipline oluyor, enflasyon dizginleniyor.

Merkez Bankası ile birlikte bütün Düzenleme ve Denetleme kurullarının araçsal bağımsızlığını ve tabii yargının aslî bağımsızlığını düşünün…

Buralardaki bozulmalarla ekonomideki bozulmanın ilişkisi açık değil mi?

REFORM DÜŞÜNCESİ?

İçeride kurumsal yapıları “laf dinler” hale getirmek çözüm değilmiş, diye düşünecek miyiz artık?

Böyle düşünmeden inandırıcı bir reform programı ortaya konulabilir mi?

Bakın, ülkenin acil sanayi programına ihtiyacı var, iktidarın önceliği Kanal İstanbul.

Sorun ‘dış güçler’ değil, kendi yanlışlarımız diye düşünecek miyiz?

Bütün iktisatçılar ve derecelendirme kuruluşları “negatif faiz tehlikelidir” diyorlardı, acı tecrübeyle göndük ki doğruymuş.

Yapısal reformlar, güçlü kurumlar ve modern rasyonel iktisat politikaları… Yani hukuk devleti ve kurallı piyasa ekonomisi.

Dış güçlere karış güçlü olmanın da içeride ekmeğimizi büyütmenin de başka yolu yok.

İktidar yine ne zafer kazandı! Akif Beki/23.09.2020

Elini değdiği altın, her yaptığı zafer oluyor.

İktidar propagandası, benzersiz algı zaferleri peşinde. Yeter ki inanın.

MISIR SEFERLERİ

İbrahim Kiras, geçenlerde AK Parti dış politikasının ne idealist ne realist tanımlara uyduğunu yazdı. Olsa olsa pragmatistlikle açıklanabilirmiş.

Oysa 7 yıl önceki tavır, Kiras’a gelen tokat gibi bir yalanlamaydı.

İktidar, Sisi darbesine ideal tavrı koydu. Demokrasiye nasıl sahip çıkılır, ikiyüzlü çıkarcı dünyaya gösterdi. Bu, idealist dış politikanın bir zaferiydi. Kiras’ı doğrulamıyordu.

7 yıl sonra ise iktidar, Mısır’ın Türkiye’yle bağlarının, Yunanistan’la bağlarından çok çok farklı olduğunu anladı.

Yunanistan’la bize karşı güç birleştirmesini, din ve ümmet kardeşimiz Mısır’a yakıştıramadı. Teessüf ve üzüntülerini bildirdi.

Aramızda istihbari görüşmeler yapılmasında hiçbir engel ve sakınca bulunmadığını da ilan etti.

Kazandı mı bir zafer daha!

Realist dış politikanın zaferiydi bu kez.

Kiras da aldı mı böylece okkalı bir cevap daha! Gerçi haklı çıkarıldığında hala ısrarcı. Tutturmuş, ‘kah idealist kah realist takılıyorsa pragmatisttir o’ diyor.

‘Bre gafil’ diye heyheylenmeyesiniz hemen...İdealist gösterip realist vurarak pragmatist propagandaya kazandıran hamlelerin ardı arkası kesilmiyor burada.

ORUÇ REİS GALİBİYETLERİ

Yedi düvele karşı yelken açtı. Yunan kim, tekmili birden dünyaya mesajdı.

Eski Türkiye yoktu artık karşılarında, dünyanın kaç bucak olduğunu öğreneceklerdi.

Yeni Türkiye’nin gücünü gösteren büyük bir zaferdi.

Ve bu çene kuvvetiyle yine kazanmıştı iktidar.

Gel zaman git zaman...Çok geçmedi...

Oruç Reis, yedi düvele karşı yelken açtığı ufuklardan şanlı bir manevrayla limana çekildi.

Diplomasiye bir şans vermek içindi.

Tehdit, şantaj ve haydutluğa boyun eğmediğimizi cümle alem görmüştü.

Propaganda gazasında üstün gelerek yine kazanmasın mı iktidar, coşkuyla kutlandı.

MACRON’A TATTIRILAN EFSANE HEZİMETLER

Ankara’dan gelen “Atanamayan Napolyon” gibi resmi yakıştırmaların altında kalmıştı küstah Macron. “Çakma Napolyon” diye dile düşürülmüştü.

Yine de Abdülmahid benzetmesi üzerinden bunu geri çevirmeye dili dönmedi.

Eşsiz bir zaferdi. Namağlup iktidar propagandası, bir çentik daha atmıştı başarı anıtına.

Macron, madara olmuştu. Ne ki akıllanmadı. Oruç Reis’in limana avdetinden günler sonra bir zafer takı daha hediye etti. Türkçe bir tivit attı.

Ne dediği önemli değil. Ona Türkçe tivit attıran iktidar, yine kazandı işte.

“İktidar da hep kazanıyor yahu, ne yapsın, huyu böyle” yazıları döşendi propagandacılar.

“Türkiye’nin dediği oldu, müzakere masası kuruldu, iktidarın Türkçe tivit attırdığı liderler arasına Macron da katıldı” satırları döktürüldü.

Yok Macron, başımıza yeni Trump kesilmiş. Yok, Türkçe paylaşımla anladığımız dilden konuştuğu mesajını vermiş...

Kimse, kabaran milli gururumuzun okşanmasını engelleyemezdi.

Her ne kadar “Fransız horozu” o tivitte...Türkiye’nin kendi dediğine geldiğini, böyle yaparsa AB’nin yaptırım uygulamayacağını söylese, gurur okşamayan bir ima ile ‘hah şöyle laftan anlayın, aferin’ çekse de... Propagandacılar, bu Türkçe mesaja pek sevindi, havalara uçar gibi yaptılar.

Demeye getirdiklerine bakılırsa Macron uslanmıştı. Sopamızı görünce değneğini saklamış, dersini de almış ezber ediyordu. AB’den ve Almanya’dan umduğu desteği bulamamış, dizlerinin üstünde sürünerek ‘ben ettim siz etmeyin’ diye kıvranıyor, yenilgiyi kabulleniyordu.

Alın size, yenilgi yenilgi değil zaferden zafere büyüyen bir propaganda muzafferiyeti daha!

MERKEL VE AB’NİN HİZAYA GETİRİLİŞİ

Cihat zamanı “Küfür tek millettir, alayı Haçlı, bunlar Nazi artığı” toptancılığıyla Batı’ya yüklendiğinde, tarihi bir diplomasi zaferi kazanmıştı iktidar.

Haç ile Hilal arasındaki kutsal din savaşları, Kızılelma akıncılarının galebe çalmasıyla taçlandı.

Şansölye Merkel kıymete bindi, AB hakiki dost oldu tekrar.

Türkiye’ye karşı Yunanistan ve Fransa’yı tutmasınlar, destekleriyle AB zirvesinden yaptırım kararları çıkmasın diye...İktidar, şimdi de Merkel’le komiser Borrell’in cesur liderliklerini övgüye boğuyor.

Dobra, harbi, sözünü esirgemeyen dış politika yine çok acayip kazanmasın mı!

Yarın AB liderleri toplanıyor. Bakalım, iktidar propagandası daha ne destanlar yazacak?

NOT: Merkel ve Macron’la son dakika temasları derken, yarınki zirve bir hafta ertelendi. Sanırım koronavirüs, rica minnetleri üzerine onlara son bir mühlet verdi. Yaptırım lafını bir daha ağızlarına almamaları ve huyumuza suyumuza gidecek  ilave adımlar atmaları için.

Tuhaf gelişmeler Mustafa Çağrıcı/23.09.2020

Son zamanlarda Arap dünyasında ibretlik gelişmeler oluyor.

Hıristiyan Batı’nın 1400 yıl öncesinden gelen haçlı ruhu ve pratiğine karşı, Müslüman dünyada da onun kadar kadîm bir cihad ruhu ve pratiği vardı. İki dünyanın bu husumeti inişler çıkışlarla günümüze kadar geldi. Son olarak Doğu Akdeniz meselesinde haçlı ruhu yine iş başında. Meriç kenarına yeni dikilen azametli haç bu kafayı sembolize ediyor. (Sanırsınız ki Hz. İsa’yı haça kendileri değil de Türkler asmış!)

Fakat son birkaç yıldır iki dünya arasında daha garip şeyler oluyor. Bence bunlardan şu ikisi tarihî bir kırılmaya işaret ediyor:

1. Önce el-Kaide, DAİŞ, Boko Haram gibi tuhaf ve kuşkulu “cihatçı terör örgütleri” oluşturuldu. Perdede seyrettiklerimize göre, acı olayların ardından bu örgütler beklendiği (belki de planlandığı) gibi başarısız oldular; fakat başka bir yerden bakınca Hıristiyan Batı dünyası (ve yanında İsrail) adına son derece yararlı işler yaptılar: Öncelikle İslam’la terörü iç içe gösteren görüntüler, haberler dünyaya servis edildi. Böylece, ilk olarak, vahşi dünya düzenine karşı iyi niyetli, haklı ve ahlaken meşru duruş sergileyen tüm İslâmî oluşumlar cihatçı Selefî-Vahhâbî terör örgütlerinin yanına konularak dünyanın gözünden düşürülüp etkisizleştirildi. İkinci ve daha önemli olarak, “İslam bir terör dinidir” hükmü dünyanın beynine kazındı. 10-15 yıl öncesine kadar dünyada birçok gayrimüslim İslam’a giriyordu. (Başkan Obama 2009’daki Türkiye ziyareti sırasında, diğer dinî liderlerin de bulunduğu bir toplantıda bana, “Ülkemizde en çok din değişmeleri İslam’a geçiş şeklinde oluyor” demişti.) Bugün ise birçok Müslüman gencin dahi kendi dininden şüphe eder hale geldiği söyleniyor. Böylece Kilise, bütün iftiralarına rağmen, 1400 yıldır başaramadığı İslam’ın imajını lekelemeyi –şimdilik- başarmış görünüyor.

***

2. İslam dünyasında yaşanan en sıcak ve ibretlik gelişme ise Arap liderlerinin İsrail devletine talimatlı yakınlaşmalarıdır. İbretlik ve hatta utanç verici olan, yakınlaşmanın kendisinden ziyade gelişme biçimidir. Öncelikle kabul edelim ki, Arap-İsrail çatışmasının seyrine bakıp da bu çatışmanın Filistin lehine sonuçlanacağını beklemek saflık olur. Bu durumda “keşke iş buralara gelmeden Araplar kendi iradeleriyle bir karar verip İsrail’le anlaşma yolunu seçselerdi” denebilir. (İngiltere’nin AB’den ayrıma yöntemini düşününüz.) Ama Arap dünyasında son gelişmeler çok farklı ve onur kırıcıdır. Çünkü Filistin’in, Arap toplumlarının, hatta Arap yönetimlerinin genel rızası hiçe sayılmış; birkaç Amerikan yöneticisinin talimat ve belki de tehditleriyle bu işler kotarılmıştır.

Böylece düne kadar okullarında cihatçı Selefî-Vahhâbî eğitimi veren, o zihniyeti başka ülkelere ihraç eden, cihatçı Selefî-Vahhâbî terör örgütlerine çok büyük finans desteği sağlayan bu liderler bir akşam yattılar, sabah kalkıp İsrail’le dostu oluverdiler. Bize de tecrübeli hariciyecilerin yıllardır uyarıp durdukları yalnızlık kaldı; şu farkla ki, elimizle ördüğümüz koza içine kendimizi hapsettiğimiz (izolasyon) ve artık kozanın içinden milletin halini de göremez olduğumuz için, bu yalnızlık hallerimizi “değerli” görüyoruz. Ama bu bir züğürt tesellisi.

***

Müslüman dünya olarak ana sorunumuz şu: Özetle beş yüz yıl öncesinden başlayan bilinçsiz muhafazakârlığımız, akıl ve bilim dışı eğitimimiz, sorunlu din tasavvurumuz sebebiyle çağdaş dünyadan koptuk. İnancımızı, kültürümüzü, medeniyetimizi akıl, bilim ve onların üreteceği güç ile koruyacağımız yerde, kuru hamaset ve husumet tepkileriyle savunmaya çalıştık. Bireyler ve topluluklar, eğer kendilerini koruyacakları kadar güce sahip olamamışlarsa, güvenlikleri için başka güçlerle iyi ilişkiler kurarlar. Belki şanlı geçmişimize yakıştıramadığımız için bunu da içimize sindiremedik. Ve elimizde değerli yalnızlığımız kaldı.

Ama değerli yalnızlığımızla gidemeyeceğimize göre, şimdi buradan -yanlışlarımızı da birer tecrübe bilerek, içimizle ve dışımızla kavga etmenin bize maliyetini de görerek- bütün kurumlarımız ve halkımızla birlikte topyekûn bir yenileşme, değişim ve “yeniden doğuş” hareketi çıkarabiliriz.

22 Eylül 2020 Salı

TÜRK-İSLAM SENTEZİ YEŞİL KUŞAK TAKTİĞİYDİ PROF. DR. İSKENDER ÖKSÜZ

- 12 Eylül süreci Alparslan Türkeş’in en aktif olduğu süreçti. O dönemin milliyetçiliğini ve ülkücü hareketini anlatır mısınız?

Türk milliyetçiliği ve onun özel ismi Türkçülük, çok daha eski bir geçmişe ve derin köklere dayanır. Gök-alp, Akçura... Ve kuşkusuz Atatürk. CHP’nin altı okuna bakınız... Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisidir Türkçülük. “Ülkücü” ve “ülkücülük”, o dönemin gençlik yapılanması için kullandığımız bir ad. Gökalp’ten, Atatürk’ten, Atsız’dan esinlenerek... Milleti, sınıf, ümmet gibi büyük toplum birimlerine tercih edene milliyetçi derdik... Milleti kendisinin ve yakınlarının çıkarından üstün tutana da ülkücü denir diye tarif etmiştik. Türkeş’in getirdiği yenilikler var. Milliyetçiliği bir siyasi partiyle iktidara taşıma girişimi onundur. Bir başka atılımı, Atatürk’ün altı okundan sonra ikinci kez, “Beni seçerseniz bunları uygulayacağım” anlamına gelen yapılandırılmış bir doktrin teklif etmesidir. Altı ok ve dokuz ışık birbirine benzer. MHP, 1980 öncesinde hızla büyüdü. 1980 ihtilali olmasaydı ya iktidar yahut iktidar ortağıydı.

- 1980 sürecinde dikkat çeken Türk-İslam sentezi sizce şimdi ne durumda? Türk-İslam sentezi kavramı var fakat buna katılmayanlar da var.

Aynı kategoride olan şeylerin birbiriyle rekabetinden veya sentezinden bahsedebilirsiniz. İslam ve Türk aynı kategoride kavramlar değildir. Biri dindir, diğeri milliyet. Bu yaklaşım, Sovyetler’e karşı “Yeşil Kuşak” projesinin taktiğidir. Çok şaşırdım ama menşeini Mao’da buldum. 1972’deki Nixon-Mao buluşmasının zabıtlarında şu notlar var: “Mao, ABD ve Çin’in, “Sovyet piçini” halletmede işbirliği yapması gerektiğini söyledi ve Washington’un müttefikleriyle, özellikle NATO birliğini korumak için daha yakın çalışmasını önerdi. Mao, ABD’nin Avrupa, Türkiye, İran, Pakistan ve Japonya’yı da içine alan bir anti-Sovyet ekseni kurmasını da öngördü.” Tabii işin Türkiye-İran-Pakistan ve hele Afganistan ayağı yeşil kuşak! Afgan mücahitlerine en büyük destek de Çin’den gelmiş. 12 Eylül’den hemen sonra Türkiye’de Seyyid Kutb’un ve Mevdudi’nin kitapları dağıtıldı. Çok ucuz veya bedava. Hapishanedeki ülkücü gençlere de... Kucak kucak... Sonra ne görelim, Kutb’u MİT Müsteşarı Fuat Doğu Paşa çevirtip bastırmış! Bu kitaplar, Müslüman Kardeşler’in temel eserleri. Milliyetçi Nasır’a karşı desteklenen Müslüman Kardeşler’in. Türkiye’de iktidarda olduğu söylenen fikirler de bunlar. Merak ediyorum Fuat Doğu Paşa ve 12 Eylül’ün askerleri bugünleri görseler ne düşünürdü?

- Ülkücü hareketin geçirdiği evreleri nasıl tanımlarsınız? Sizce en rahatsız edici dönemi hangisi?

Tercih ettiğim niteleme Türk milliyetçiliği veya Gökalp’in verdiği adla, “Türkçülük”tür. Türkçülük önce bir fikir ve edebiyat hareketi, sonra sosyoloji ve siyaset bilimine dayanan bir tezdir. Cumhuriyet öncesinde Osmanlıcılık ve İslamcılık tekliflerine karşı Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’inde anlatılan tercihtir. Cumhuriyetin kurucu ilkesi ve temeli olmuştur. Atatürk’ün mensup olduğu görüştür. Atsız ve 1944 hadiselerinde Türkçüler, iktidara muhaliftir. Sonra Türkeş ve MHP ile iktidara taliptirler. Halkta karşılık bulan ve dizginlenmeye çalışılan bir harekettir. En rahatsız edici dönem, bilinçli şekilde parçalandığı 1980 sonrasıdır. Sebebini şu ana kadar anlattıklarımdan çıkarabilirsiniz.

 - Ülkücü hareket devletle iç içe bir sisteme sahip diyebilir miyiz? Anlatabileceğiniz örnekleri var mı?

Türkçülük, gayet tabii devletle iç içedir, çünkü devleti kurmuştur... Milli, üniter, laik, sosyal, hukuk devletini. Ve bugün gürültü devletin bu niteliklerini değiştirme etrafında kopuyor. Çoğu zaman, Türk milliyetçiliği ve iktidar yan yana değil, karşı karşıyadır. 1938’den değilse bile 1944’ten beri öyledir.

- AKP, ülkücü hareketi yıllar içinde nasıl etkiledi? İktidarda savunuculuğunu gördüğümüz siyasal İslama ülkücü hareket nasıl bakıyor?

Türk milliyetçileri 19. ve 20. asırda iki kozmopolitizmle mücadele etti. Birincisi, komünizm idi. İkincisi, siyasi ümmetçilik. AKP’nin içinde hâkim olduğu söylenen siyasi İslam, Müslüman Kardeşler düşüncesidir. Müslüman Kardeşler’in fikir babası Seyyid Kutb’a göre bakın milliyetçilik nedir: “Milliyetçilik tarihi zamanı geçmiş bir bayraktır... Dünya, düşünce ve doktrine dayanan ideolojik komplekslere doğru ilerlemektedir. İslami hareket bu global eğilimin bir parçasıdır. Kabile kimliğine, ırk veya toprağa dayanan asabiyye gerici, cahili bir kimlik tarzıdır.” Tercümesi: Vatan da milliyet de cahiliyeden kalma kavramlardır. Siyasal İslam bana böyle bakıyor. Tahmin edersiniz ki ben de ona aşk ile karşılık veremem.  

- Siyasi partiler olarak baktığımızda MHP’den kopan bir İYİ Parti var. Türkiye’de milliyetçiliği temsil eden hareketlerde dağınıklık ve bölünme oldu diyebilir miyiz?

12 Eylül zaten bu bölünmeyi sağlamak için yapıldı. Başarılı da oldu. Sadece MHP-İYİ Parti bölünmesini değil, 12 Eylül’den önce milliyetçileri iktidara taşımakta olan kitlelerin bölünmesini de kastediyorum. Darbeden sonraki seçimlerde partilere bakın. Hepsinin tabanında bol sayıda 1980 öncesi MHP’liler vardır. Halen de öyledir.

- 1990’lara dek milliyetçiliğin “Esir Türkler” mücadelesi vardı. Bugün Orta Asya’da bağımsız devletler var. Onlarla milliyetçilik bağlamında ilişkileri nasıl görüyorsunuz?

O mücadele hedefine büyük çapta varmıştır. Bağımsızlık asla olmaz, hayaldir, diye bakanlar ne diyecekler? Onu merak ederim. Türk ülküsünün ilk adımı istiklaldir, bağımsızlıktır. Bu, büyük çapta gerçekleşti. İlişkiler gayet iyi gidiyor. Her geçen yıl yakınlaşma artıyor. Siyasi açıdan da ekonomik açıdan da bu işbirliğine bütün Türk devletlerinin ihtiyacı var. Türki dedik, Türkçe konuşan dedik... Artık sadece Türk diyoruz. Nahcıvan zirvesinde Nazarbayev’in teklifiyle Türk Keneşi (Türk Konseyi) adını aldı. Başka bazı kurumlara da karar verildi. Bu kurumlar istenen seviyede olmasa da işliyor. Alfabe birliği bazı harf farklarıyla tamamlandı gibi. Televizyon, video, internet, yakınlaşmada yönetimlerden hızlı ilerliyor. Aynı filmleri, aynı dizileri seyrediyoruz. Türk devlet ve toplulukları böyle kendiliğinden de aynı yöne ilerliyor.

‘ATATÜRK, TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDE ZİRVEDİR’

- Küreselleşme, milliyetçiliği nasıl etkiledi?

“Globalleşme” net bir kavram değil, fakat sonuçta dünyanın iletişim ve ulaşımla küçülmesi demektir. İşte milliyetçiliğin kazanımı tam burada başlar. Globalleşmeye tarihin sonu dendi, iki kutup tek kutba indi, sonra da yok-kutba inilecek, şirketler, milletlerden daha etkili olacak dendi. Hiçbiri gerçekleşmedi. Dünya hâlâ milletler evreninde dönüyor.

- Atatürk milliyetçiliği ile bugünkü Milliyetçilik arasında farklar nedir?

Milliyetçilik, Cumhuriyetin temelinde var. Halkta, seçmende de karşılığı var. Atatürk düpedüz Türk milliyetçisidir. Bunu ispata kalkışmaya gerek yok. Bütün sözleri, bütün eylemleri, hayatının tamamı Türk milliyetçiliğidir. Ve Atatürk, kendinden sonra gelen devlet adamları arasında Türk milliyetçiliğinde zirvedir. Şöyle bir egzersiz yapınız: Gençliğe Hitabe’yi her cümleyi düşünerek okuyunuz. Sonra bu sözleri bugün hangi lider söyleyebilir diye bir düşününüz. Birinin televizyonda söylediğini hayal ediniz. İmkânsız geliyor değil mi?

PROF. DR. HAKKI UYAR

CHP VE MİLLİYETÇİLİK

Milliyetçilik, Fransız Devrimi ile ortaya çıkan bir siyasal düşünce olarak bilinmekle beraber sosyal, ekonomik ve kültürel boyutuyla onun köklerini 16. yüzyıla kadar götürebiliriz. 16. yüzyılda ulusal burjuvazilerin, ulusal dillerin ve ulusal kiliselerin yükselişi, milliyetçiliğin temellerinin atılması açısından önemli bir kilometre taşıdır. Bu, sekülerleşmeye ve ulusal egemenlik kavramının oluşumuna zemin hazırladı. İşte Fransız Devrimi, bu tarihsel arka planda siyasal bir akım olarak milliyetçiliğin yayılmasına imkân sağladı.

Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi, çok milliyetli ve çok dinli bir tarım imparatorluğu olan Osmanlı Devleti’nin sonunu da getirdi. Ayrılıkçı milliyetçi hareketler karşısında Türk milliyetçiliğinin yükselişi aslında hem geç ortaya çıktı ve hem de tepki niteliği taşımaktaydı. Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi Türk milliyetçiliğinin babaları bile başlangıçta pür milliyetçi değillerdi. Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık arasında bocalamışlardı. Ancak son tahlilde devletin kurtuluşunu milliyetçilikte görmüşlerdi. Onların milliyetçilikleri bir boyutuyla azınlık milliyetçiliklerine tepki niteliği taşırken diğer boyutuyla romantik özellikler de taşıyordu. Bu milliyetçiliğin romantiklikten çıkıp gerçekçi bir zemine oturması Misakı Milli, Milli Mücadele ve Atatürk ile mümkün olabildi.

Türk milliyetçiliğinin iki ana damardan beslendiğini söylemek mümkün. Birincisi kültüre dayalı Fransız milliyetçiliğidir. İkincisi ise ırka dayalı Alman milliyetçiliğidir. İkinci Meşrutiyet’te Türk milliyetçiliğinin Gökalp, Akçura, Ağaoğlu gibi önemli sembol isimlerinin Fransız milliyetçiliğine daha yakın oldukları söylenebilir. Türk milliyetçiliğinde iki çatalın oluşması için 1930’lar sonrasını ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı yıllarını beklemek gerekecektir.

Milli Mücadele döneminde Atatürk’ün millet, milliyetçilik ve milli egemenlik gibi kavramları sıklıkla kullandığı görülmektedir. Bununla beraber Birinci Meclis’te dinsel kimlik ile ulusal kimlik konusunda yaşanan çatışma nedeniyle uzlaşmacı ve arabulucu bir söylem kullanması dikkat çekicidir. Çünkü Meclis’in önceliği vatanın kurtuluşudur; devrimler kurtuluş sonrasında olacaktır ve dinsel kimliğin yerini ulusal kimlik alacaktır.

‘TÜRKİYE’ TARTIŞMASI

Cumhuriyetin ilanı sonrasında kabul edilen ve en uzun ömürlü anayasamız olan 1924 Anayasası’nın TBMM’deki görüşmeleri sırasında ele alınan konular arasında bugün de tartışılan Türklük ve Türkiyelilik kavramları da vardır:

Madde 88: Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk denir. Türkiye’de veya dışarıda bir Türk babadan olan veya Türkiye’de doğup da memleket içinde yaşayan ve rüştünü ispat ettiğinde resmen Türklüğü benimseyen veya vatandaşlık kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür.

Bu maddeye ilişkin -TBMM’ce kabul edilmeyen- iki farklı değişiklik önergesi verildi. Birincisi:

Niyazi Bey (Mersin): “Efendim, kanunun birçok yerinde Türkiye kelimesi vardır. Anayasa Komisyonu ile de görüştük. Onlar da bunu kabul ediyorlar. Vatandaşa Türk dedikten sonra Türkiye demek doğru değildir. Esasen Türkiye deyimi İtalyancadan alınmıştır ve Arapça bir kelimedir. Buna hiç gerek yoktur. Türk devleti; Türk vatandaşı, Türk Büyük Millet Meclisi, hepsi Türk, hepsi eşittir. Sonuç olarak Türkeli şeklinde değiştirilmesini teklif ediyorum.”

İkincisi ise Konya milletvekili Naim Hazım tarafından Meclis Başkanlığı’na verilen teklifti: “Maddenin birinci fıkrasındaki Türk kelimesinin Türkiyeli şeklinde tadil ve diğer fıkralarının da buna göre tashih ve tanzimini teklif ederim.”

1924 Anayasası ve bu anayasa üzerine yapılan tartışmalar Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik temeller üzerine kurulduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Aslında Türklük kavramına yüklenilen içeriğin 1876 Anayasası’nda tanımlanan Osmanlılık kavramından (madde 8) farklı olmadığı dikkat çekicidir. Nitekim sonraki yıllarda da Atatürk’ün yaptığı iki tanım, resmi milliyetçiliğin etnik ve dinsel kimliğe dayanmadığının açık bir göstergesidir. 1925’te “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımı ile 1930’daki “Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir topluluktur” tanımı bu anayasal ve tarihsel arka planın ürünüdür. İkinci tanım 1931 tarihli CHP programında da yer almaktadır (Birinci kısım, madde 2). Bu tanımın öncesinde CHP programında “vatan” kavramının tanımı da yapılmaktaydı ve aslında bu tanım, milliyetçilik anlayışı ile örtüşen, yurtseverlik anlamı da içeren bir tanımdı (Birinci Kısım, madde 1):

“Vatan, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını koruyan eserleri ile yaşadığı bugünkü siyasal sınırlarımız içindeki yurttur.  Vatan, hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir bütündür”.

Devrimlerin gelişim sürecine paralel olarak, 6 ilkenin aşamalı bir şekilde parti programına girdiğini söylemek gerekir. 1927 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda kabul edilen Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerine, 1931 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda Devletçilik ve İnkılapçılık ilkeleri ilave edildi. 1935 yılındaki CHP Kurultayı’nda ise bu ilkeler Kemalizm olarak tanımlandı. 5 Şubat 1937 tarihinde ise 6 ilke anayasaya girdi.

1938 yılında, Atatürk’ün vefatından kısa bir süre önce yayımlanan On Beşinci Yıl Kitabı’nda, CHP’nin milliyetçilik anlayışı şöyle anlatılmaktadır:

“Cumhuriyet Halk Partisi’nin milliyetçiliği, gerek bağımsız ve gerek başka devletin vatandaşı olarak yaşayan bütün Türkleri bir kardeşlik hissiyle sevmek, onların refahını dilemekle beraber dışarıdaki bu Türkleri, kendi siyasal faaliyet alanının dışında tutar. Partinin ve yeni devletin anlayışına göre, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde Türk diliyle konuşan, Türk kültürüyle yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş hangi din ve kökenden olursa olsun Türktür. Bu esas anayasada açıkça yazılıdır. Yeni Türk milliyetçiliğine göre, Türk milleti büyük insanlık ailesinin yüksek ve şerefli bir parçasıdır. Bu itibarla bütün insanlığı sever ve milli menfaatına ilişilmedikçe başka milletlere karşı düşmanlık beslemez ve bu yönde politika izlemez”.

İNÖNÜ FIRSATÇILIĞI SEÇMEDİ

Lozan sonrasında sorunlarını barışçı bir şekilde çözmeye yönelen, içeride ve dışarıda barışçı politikalar benimseyen Türkiye, Boğazlar sorununu ve Hatay sorununu diplomasi yoluyla lehine çözmeyi başarabildi. Yine ayrı politikalar çerçevesinde ve Birinci Dünya Savaşı’ndan ders çıkararak İkinci Dünya Savaşı’na girmedi. Bunun mimarı başta İnönü olmak üzere dönemin üst düzey yöneticileriydi. Dönemin lider kadrosu, savaşın dışında kalmayı temel prensip olarak belirlerken savaşı fırsata çevirmeye yönelik bir milliyetçilik anlayışına da sahip değillerdi. Almanya ve müttefiklerinin kazanacağı algısına da sahip değillerdi. Oysa CHP’nin ya da Atatürk’ün milliyetçilik anlayışının dışında yer alan Türkçü/Turancı milliyetçilik anlayışı, Almanya’nın da etkisiyle savaşı Almanya’nın kazanacağına inanıyordu ve savaşa Almanya yanında girmekten yanaydı. Bunlar üzerinde ciddi bir Alman etkisinin olduğu söylenebilir. Savaş bittiğinde artık Türkiye’de iki ayrı milliyetçilik anlayışının olduğu açık bir şekilde ortadaydı. Bu günümüze kadar da devam etti.

MİLLİYETÇİ HAREKETİN SİYASAL KRONOLOJİSİ

’27 MAYIS İHTİLALİNİN FİİLİ LİDERİ...’

SELDA GÜNEYSU

Türkeş, 1958 yılında “Kurmay Binbaşı” görevindeyken Amerika’dan Türkiye’ye döndü. Elazığ 243. Piyade Alayı I. Tabur Komutanlığı’na atandı. Türkeş, 21 Mayıs 1963 yılındaki ihtilalde “ihtilale teşebbüs suçundan” yakalanıp idam edilen Kurmay Binbaşı Talat Aydemir ile de Elazığ’dan arkadaştı.

Türkeş, 21 Mayıs 1963’te, Talat Aydemir’in idam edildiği darbeye karşı çıktı.

Türkeş, yapılan 27 Mayıs 1960 darbesine ilişkin de şunları söylemişti:

“27 Mayıs ihtilalinin fiilen lideri benim. General olmamama rağmen fiilen liderliğini ben yaptım. General olsaydım, herhalde bir disiplin, sağlam bir disiplin kurmuş olacaktım örgüt içinde. Örgüt, hiçbir zaman disiplinli bir örgüt olmadı. Bundan dolayı da birçok aksaklık meydana geldi.”

27 Mayıs 1960’ta Türkiye Cumhuriyeti tarihine geçen askeri darbenin en önemli noktası “emir komuta zinciri içinde olmaması.” Tümgeneral Cemal Madanoğlu’nun komutanlığında yürütülen darbe sırasında DP iktidardaydı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve bazı hükümet üyeleri de darbe sonrası tutuklandı. 235 general ve 3 bin 500 civarında subay da emekliye sevk edilirken, üniversitelerde bulunan 147 öğretim üyesi de görevden alındı, bazı üniversiteler ise kapatıldı.

37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi anayasayı ve TBMM’yi feshetti. İşte bu Milli Birlik Komitesi içinde yer alanlardan biri de Alparslan Türkeş’ti. Türkeş, “darbenin bildirisini” de yazan isimdi aynı zamanda.

Türkeş, bildiriyi nasıl hazırladığını da şu sözlerle anlatıyor: “Şube müdürünün odası boştu. Işığı açtım, müdürün masasına oturdum. Ankara Radyosu’nda yayımlanacak bildiriyi yazmaya başladım. Bildirinin yarısına gelmiştim ki baktım dışarıdan tank sesleri geliyor. Gerisini sonra tamamlarım diyerek, yazdıklarımı katladım, cebime koydum. Dışarı çıktım, baktım, tanklar lambalarını, ışıklarını yakmışlar, komutanlar da tankların üzerinde, bizi selamlayarak önümüzden geçmeye başladılar. O bildiriyi yazmayı düşünürken, daima şuna dikkat ettim:

Milletin birliğini pekiştirmek, Halk Partisi ile DP arasında bulunan zıtlaşmayı ve gerginliği yumuşatmak ve halkın, yapılan bu askeri müdahaleye sempati duymasını temin etmek. Bu amaçla, bunu sağlayacak kelimeleri seçerek hazırladım. Bir mühendisin, bir inşaat projesini hazırlarken hangi taşı, hangi köşeye oturtacağı veyahut dökeceği betonun yoğunluk hesabını nasıl yapacağı, koyacağı demirin hangi kalınlıkta olacağı gibi ben de her kelimeyi, her cümleyi, bu amacı sağlamaya hizmet edecek şekilde seçmeye, hazırlamaya dikkat ettim.” (Hulusi Turgut - Şahinlerin Dansı)

Türkeş, darbeden sonra Hindistan’a sürüldü.

VE ‘SİYASET SAHNESİ...’

27 Mayıs darbesinin ardından DP kapatıldı. Deyim yerindeyse “merkez sağ” blokta da boşluk oluştu. Türkeş de Hindistan’daki sürgünden döndükten sonra, siyasete atılmayı düşünüyordu. Siyaset yapılacak en uygun partinin ise Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) olduğunu düşünüyordu.

CKMP, 16 Ekim 1958 yılında Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Türkiye Köylü Partisi’nin birleşmesiyle kurulmuş bir partiydi. Kurucuları arasında da Osman Bölükbaşı, Ahmet Tahtakılıç, Hasan Koçdemir gibi isimler yer alıyordu. 1961 genel seçimlerinde de yüzde 14 oy alarak, CHP ve Adalet Partisi’nden sonra TBMM’ye giren üçüncü parti oldu. Ancak tarih 1962 yılını gösterdiğinde, partinin genel başkanı Osman Bölükbaşı istifa ederek, Millet Partisi’nin başına geçti.

Bölükbaşı’nın partiden ayrılmasıyla birlikte Türkeş de siyaset sahnesinde yerini aldı. Partinin kongresinde “genel başkan adayı” oldu. Partiye, kurucular arasında yer alan Ahmet Tahtakılıç da adaydı. Türkeş, kurultayda Tahtakılıç ile yarıştı ve Tahtakılıç’ın 516 oyuna karşılık delegelerden 698 oy alarak, genel başkanlığa seçildi.

CKMP’nin başına Türkeş’in geçmesiyle birlikte de “ülkücü hareket” de ivme kazandı. O kurultayda Türkeş ile birlikte yer alan ve aralarında şimdi İYİ Parti Istanbul Milletvekili Ümit Özdağ’ın babası olan Muzaffer Özdağ’ın da yer aldığı ve “14’ler” denilen grup da yer aldı. Türkeş, 1965 yılındaki seçimlerde de Ankara milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Muzaffer Özdağ ise aynı seçimde Afyon’dan seçildi. Böylece fiilen 1965 yılında Türkeş, askeri yaşamdan, siyasete adım atmıştı. Parti 1969 yılında da Milliyetçi Hareket Partisi adını aldı. Ancak Türkeş’in 1965’te başlayan siyasi kariyeri, 12 Eylül darbesiyle son bulacak ve yeniden seçimlere girebilmesi için 11 yıl beklemesi gerekecekti.

Türkeş’in siyaset geçmişinde “Cumhurbaşkanlığı adaylığı” da bulunuyor. CKMP Genel Başkanı ve TBMM üyesi olduğu dönemde, 1966’da, Cemal Gürsel’in 38 doktorun imzasını taşıyan raporuyla Cumhurbaşkanlığı yapamayacağı kesinleşince, yeni cumhurbaşkanı için seçim yapılması kararlaştırıldı. 28 Mart 1966 yılında CKMP’nin genel idare kurulu toplanarak “Türkeş’i cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi” kararı alındı. Diğer partiler ise Cevdet Sunay üzerinde mutabakata vardı. Partinin ilk gençlik kolu başkanı da Kemal Zeybek oldu.