- 12 Eylül süreci Alparslan Türkeş’in en
aktif olduğu süreçti. O dönemin milliyetçiliğini ve ülkücü hareketini anlatır
mısınız?
Türk milliyetçiliği ve onun özel ismi
Türkçülük, çok daha eski bir geçmişe ve derin köklere dayanır. Gök-alp,
Akçura... Ve kuşkusuz Atatürk. CHP’nin altı okuna bakınız... Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisidir Türkçülük. “Ülkücü” ve “ülkücülük”, o
dönemin gençlik yapılanması için kullandığımız bir ad. Gökalp’ten, Atatürk’ten,
Atsız’dan esinlenerek... Milleti, sınıf, ümmet gibi büyük toplum birimlerine
tercih edene milliyetçi derdik... Milleti kendisinin ve yakınlarının çıkarından
üstün tutana da ülkücü denir diye tarif etmiştik. Türkeş’in getirdiği
yenilikler var. Milliyetçiliği bir siyasi partiyle iktidara taşıma girişimi onundur.
Bir başka atılımı, Atatürk’ün altı okundan sonra ikinci kez, “Beni seçerseniz
bunları uygulayacağım” anlamına gelen yapılandırılmış bir doktrin teklif
etmesidir. Altı ok ve dokuz ışık birbirine benzer. MHP, 1980 öncesinde hızla
büyüdü. 1980 ihtilali olmasaydı ya iktidar yahut iktidar ortağıydı.
- 1980 sürecinde dikkat çeken Türk-İslam
sentezi sizce şimdi ne durumda? Türk-İslam sentezi kavramı var fakat buna
katılmayanlar da var.
Aynı kategoride olan şeylerin birbiriyle
rekabetinden veya sentezinden bahsedebilirsiniz. İslam ve Türk aynı kategoride
kavramlar değildir. Biri dindir, diğeri milliyet. Bu yaklaşım, Sovyetler’e
karşı “Yeşil Kuşak” projesinin taktiğidir. Çok şaşırdım ama menşeini Mao’da
buldum. 1972’deki Nixon-Mao buluşmasının zabıtlarında şu notlar var: “Mao, ABD
ve Çin’in, “Sovyet piçini” halletmede işbirliği yapması gerektiğini söyledi ve
Washington’un müttefikleriyle, özellikle NATO birliğini korumak için daha yakın
çalışmasını önerdi. Mao, ABD’nin Avrupa, Türkiye, İran, Pakistan ve Japonya’yı
da içine alan bir anti-Sovyet ekseni kurmasını da öngördü.” Tabii işin
Türkiye-İran-Pakistan ve hele Afganistan ayağı yeşil kuşak! Afgan mücahitlerine
en büyük destek de Çin’den gelmiş. 12 Eylül’den hemen sonra Türkiye’de Seyyid
Kutb’un ve Mevdudi’nin kitapları dağıtıldı. Çok ucuz veya bedava. Hapishanedeki
ülkücü gençlere de... Kucak kucak... Sonra ne görelim, Kutb’u MİT Müsteşarı
Fuat Doğu Paşa çevirtip bastırmış! Bu kitaplar, Müslüman Kardeşler’in temel
eserleri. Milliyetçi Nasır’a karşı desteklenen Müslüman Kardeşler’in.
Türkiye’de iktidarda olduğu söylenen fikirler de bunlar. Merak ediyorum Fuat
Doğu Paşa ve 12 Eylül’ün askerleri bugünleri görseler ne düşünürdü?
- Ülkücü hareketin geçirdiği evreleri
nasıl tanımlarsınız? Sizce en rahatsız edici dönemi hangisi?
Tercih ettiğim niteleme Türk
milliyetçiliği veya Gökalp’in verdiği adla, “Türkçülük”tür. Türkçülük önce bir
fikir ve edebiyat hareketi, sonra sosyoloji ve siyaset bilimine dayanan bir
tezdir. Cumhuriyet öncesinde Osmanlıcılık ve İslamcılık tekliflerine karşı
Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’inde anlatılan tercihtir. Cumhuriyetin
kurucu ilkesi ve temeli olmuştur. Atatürk’ün mensup olduğu görüştür. Atsız ve
1944 hadiselerinde Türkçüler, iktidara muhaliftir. Sonra Türkeş ve MHP ile
iktidara taliptirler. Halkta karşılık bulan ve dizginlenmeye çalışılan bir
harekettir. En rahatsız edici dönem, bilinçli şekilde parçalandığı 1980
sonrasıdır. Sebebini şu ana kadar anlattıklarımdan çıkarabilirsiniz.
-
Ülkücü hareket devletle iç içe bir sisteme sahip diyebilir miyiz?
Anlatabileceğiniz örnekleri var mı?
Türkçülük, gayet tabii devletle iç içedir,
çünkü devleti kurmuştur... Milli, üniter, laik, sosyal, hukuk devletini. Ve
bugün gürültü devletin bu niteliklerini değiştirme etrafında kopuyor. Çoğu
zaman, Türk milliyetçiliği ve iktidar yan yana değil, karşı karşıyadır.
1938’den değilse bile 1944’ten beri öyledir.
- AKP, ülkücü hareketi yıllar içinde nasıl
etkiledi? İktidarda savunuculuğunu gördüğümüz siyasal İslama ülkücü hareket
nasıl bakıyor?
Türk milliyetçileri 19. ve 20. asırda iki
kozmopolitizmle mücadele etti. Birincisi, komünizm idi. İkincisi, siyasi
ümmetçilik. AKP’nin içinde hâkim olduğu söylenen siyasi İslam, Müslüman
Kardeşler düşüncesidir. Müslüman Kardeşler’in fikir babası Seyyid Kutb’a göre
bakın milliyetçilik nedir: “Milliyetçilik tarihi zamanı geçmiş bir bayraktır...
Dünya, düşünce ve doktrine dayanan ideolojik komplekslere doğru ilerlemektedir.
İslami hareket bu global eğilimin bir parçasıdır. Kabile kimliğine, ırk veya
toprağa dayanan asabiyye gerici, cahili bir kimlik tarzıdır.” Tercümesi: Vatan
da milliyet de cahiliyeden kalma kavramlardır. Siyasal İslam bana böyle
bakıyor. Tahmin edersiniz ki ben de ona aşk ile karşılık veremem.
- Siyasi partiler olarak baktığımızda
MHP’den kopan bir İYİ Parti var. Türkiye’de milliyetçiliği temsil eden
hareketlerde dağınıklık ve bölünme oldu diyebilir miyiz?
12 Eylül zaten bu bölünmeyi sağlamak için
yapıldı. Başarılı da oldu. Sadece MHP-İYİ Parti bölünmesini değil, 12 Eylül’den
önce milliyetçileri iktidara taşımakta olan kitlelerin bölünmesini de
kastediyorum. Darbeden sonraki seçimlerde partilere bakın. Hepsinin tabanında
bol sayıda 1980 öncesi MHP’liler vardır. Halen de öyledir.
- 1990’lara dek milliyetçiliğin “Esir
Türkler” mücadelesi vardı. Bugün Orta Asya’da bağımsız devletler var. Onlarla
milliyetçilik bağlamında ilişkileri nasıl görüyorsunuz?
O mücadele hedefine büyük çapta varmıştır.
Bağımsızlık asla olmaz, hayaldir, diye bakanlar ne diyecekler? Onu merak
ederim. Türk ülküsünün ilk adımı istiklaldir, bağımsızlıktır. Bu, büyük çapta
gerçekleşti. İlişkiler gayet iyi gidiyor. Her geçen yıl yakınlaşma artıyor.
Siyasi açıdan da ekonomik açıdan da bu işbirliğine bütün Türk devletlerinin
ihtiyacı var. Türki dedik, Türkçe konuşan dedik... Artık sadece Türk diyoruz.
Nahcıvan zirvesinde Nazarbayev’in teklifiyle Türk Keneşi (Türk Konseyi) adını
aldı. Başka bazı kurumlara da karar verildi. Bu kurumlar istenen seviyede
olmasa da işliyor. Alfabe birliği bazı harf farklarıyla tamamlandı gibi.
Televizyon, video, internet, yakınlaşmada yönetimlerden hızlı ilerliyor. Aynı
filmleri, aynı dizileri seyrediyoruz. Türk devlet ve toplulukları böyle
kendiliğinden de aynı yöne ilerliyor.
‘ATATÜRK, TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDE ZİRVEDİR’
- Küreselleşme, milliyetçiliği nasıl
etkiledi?
“Globalleşme” net bir kavram değil, fakat
sonuçta dünyanın iletişim ve ulaşımla küçülmesi demektir. İşte milliyetçiliğin
kazanımı tam burada başlar. Globalleşmeye tarihin sonu dendi, iki kutup tek
kutba indi, sonra da yok-kutba inilecek, şirketler, milletlerden daha etkili
olacak dendi. Hiçbiri gerçekleşmedi. Dünya hâlâ milletler evreninde dönüyor.
- Atatürk milliyetçiliği ile bugünkü
Milliyetçilik arasında farklar nedir?
Milliyetçilik, Cumhuriyetin temelinde var.
Halkta, seçmende de karşılığı var. Atatürk düpedüz Türk milliyetçisidir. Bunu
ispata kalkışmaya gerek yok. Bütün sözleri, bütün eylemleri, hayatının tamamı
Türk milliyetçiliğidir. Ve Atatürk, kendinden sonra gelen devlet adamları
arasında Türk milliyetçiliğinde zirvedir. Şöyle bir egzersiz yapınız: Gençliğe
Hitabe’yi her cümleyi düşünerek okuyunuz. Sonra bu sözleri bugün hangi lider
söyleyebilir diye bir düşününüz. Birinin televizyonda söylediğini hayal ediniz.
İmkânsız geliyor değil mi?
PROF. DR. HAKKI UYAR
CHP VE MİLLİYETÇİLİK
Milliyetçilik, Fransız Devrimi ile ortaya
çıkan bir siyasal düşünce olarak bilinmekle beraber sosyal, ekonomik ve
kültürel boyutuyla onun köklerini 16. yüzyıla kadar götürebiliriz. 16. yüzyılda
ulusal burjuvazilerin, ulusal dillerin ve ulusal kiliselerin yükselişi,
milliyetçiliğin temellerinin atılması açısından önemli bir kilometre taşıdır.
Bu, sekülerleşmeye ve ulusal egemenlik kavramının oluşumuna zemin hazırladı.
İşte Fransız Devrimi, bu tarihsel arka planda siyasal bir akım olarak milliyetçiliğin
yayılmasına imkân sağladı.
Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi, çok
milliyetli ve çok dinli bir tarım imparatorluğu olan Osmanlı Devleti’nin sonunu
da getirdi. Ayrılıkçı milliyetçi hareketler karşısında Türk milliyetçiliğinin
yükselişi aslında hem geç ortaya çıktı ve hem de tepki niteliği taşımaktaydı.
Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi Türk milliyetçiliğinin babaları bile
başlangıçta pür milliyetçi değillerdi. Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık ve
Batıcılık arasında bocalamışlardı. Ancak son tahlilde devletin kurtuluşunu
milliyetçilikte görmüşlerdi. Onların milliyetçilikleri bir boyutuyla azınlık
milliyetçiliklerine tepki niteliği taşırken diğer boyutuyla romantik özellikler
de taşıyordu. Bu milliyetçiliğin romantiklikten çıkıp gerçekçi bir zemine
oturması Misakı Milli, Milli Mücadele ve Atatürk ile mümkün olabildi.
Türk milliyetçiliğinin iki ana damardan
beslendiğini söylemek mümkün. Birincisi kültüre dayalı Fransız
milliyetçiliğidir. İkincisi ise ırka dayalı Alman milliyetçiliğidir. İkinci Meşrutiyet’te
Türk milliyetçiliğinin Gökalp, Akçura, Ağaoğlu gibi önemli sembol isimlerinin
Fransız milliyetçiliğine daha yakın oldukları söylenebilir. Türk
milliyetçiliğinde iki çatalın oluşması için 1930’lar sonrasını ve özellikle de
İkinci Dünya Savaşı yıllarını beklemek gerekecektir.
Milli Mücadele döneminde Atatürk’ün
millet, milliyetçilik ve milli egemenlik gibi kavramları sıklıkla kullandığı
görülmektedir. Bununla beraber Birinci Meclis’te dinsel kimlik ile ulusal
kimlik konusunda yaşanan çatışma nedeniyle uzlaşmacı ve arabulucu bir söylem
kullanması dikkat çekicidir. Çünkü Meclis’in önceliği vatanın kurtuluşudur;
devrimler kurtuluş sonrasında olacaktır ve dinsel kimliğin yerini ulusal kimlik
alacaktır.
‘TÜRKİYE’ TARTIŞMASI
Cumhuriyetin ilanı sonrasında kabul edilen
ve en uzun ömürlü anayasamız olan 1924 Anayasası’nın TBMM’deki görüşmeleri
sırasında ele alınan konular arasında bugün de tartışılan Türklük ve
Türkiyelilik kavramları da vardır:
Madde 88: Türkiye ahalisine din ve ırk
farkı olmaksızın Türk denir. Türkiye’de veya dışarıda bir Türk babadan olan
veya Türkiye’de doğup da memleket içinde yaşayan ve rüştünü ispat ettiğinde
resmen Türklüğü benimseyen veya vatandaşlık kanunu gereğince Türklüğe kabul
olunan herkes Türktür.
Bu maddeye ilişkin -TBMM’ce kabul
edilmeyen- iki farklı değişiklik önergesi verildi. Birincisi:
Niyazi Bey (Mersin): “Efendim, kanunun
birçok yerinde Türkiye kelimesi vardır. Anayasa Komisyonu ile de görüştük.
Onlar da bunu kabul ediyorlar. Vatandaşa Türk dedikten sonra Türkiye demek
doğru değildir. Esasen Türkiye deyimi İtalyancadan alınmıştır ve Arapça bir
kelimedir. Buna hiç gerek yoktur. Türk devleti; Türk vatandaşı, Türk Büyük
Millet Meclisi, hepsi Türk, hepsi eşittir. Sonuç olarak Türkeli şeklinde
değiştirilmesini teklif ediyorum.”
İkincisi ise Konya milletvekili Naim Hazım
tarafından Meclis Başkanlığı’na verilen teklifti: “Maddenin birinci
fıkrasındaki Türk kelimesinin Türkiyeli şeklinde tadil ve diğer fıkralarının da
buna göre tashih ve tanzimini teklif ederim.”
1924 Anayasası ve bu anayasa üzerine
yapılan tartışmalar Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik temeller üzerine
kurulduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Aslında Türklük kavramına
yüklenilen içeriğin 1876 Anayasası’nda tanımlanan Osmanlılık kavramından (madde
8) farklı olmadığı dikkat çekicidir. Nitekim sonraki yıllarda da Atatürk’ün
yaptığı iki tanım, resmi milliyetçiliğin etnik ve dinsel kimliğe dayanmadığının
açık bir göstergesidir. 1925’te “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına
Türk milleti denir” tanımı ile 1930’daki “Millet, dil, kültür ve ülkü birliği
ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir
topluluktur” tanımı bu anayasal ve tarihsel arka planın ürünüdür. İkinci tanım
1931 tarihli CHP programında da yer almaktadır (Birinci kısım, madde 2). Bu
tanımın öncesinde CHP programında “vatan” kavramının tanımı da yapılmaktaydı ve
aslında bu tanım, milliyetçilik anlayışı ile örtüşen, yurtseverlik anlamı da
içeren bir tanımdı (Birinci Kısım, madde 1):
“Vatan, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi
ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını koruyan eserleri ile yaşadığı
bugünkü siyasal sınırlarımız içindeki yurttur.
Vatan, hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir bütündür”.
Devrimlerin gelişim sürecine paralel
olarak, 6 ilkenin aşamalı bir şekilde parti programına girdiğini söylemek
gerekir. 1927 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda kabul edilen Cumhuriyetçilik,
Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerine, 1931 yılında toplanan CHF
Kurultayı’nda Devletçilik ve İnkılapçılık ilkeleri ilave edildi. 1935 yılındaki
CHP Kurultayı’nda ise bu ilkeler Kemalizm olarak tanımlandı. 5 Şubat 1937
tarihinde ise 6 ilke anayasaya girdi.
1938 yılında, Atatürk’ün vefatından kısa
bir süre önce yayımlanan On Beşinci Yıl Kitabı’nda, CHP’nin milliyetçilik
anlayışı şöyle anlatılmaktadır:
“Cumhuriyet Halk Partisi’nin
milliyetçiliği, gerek bağımsız ve gerek başka devletin vatandaşı olarak yaşayan
bütün Türkleri bir kardeşlik hissiyle sevmek, onların refahını dilemekle
beraber dışarıdaki bu Türkleri, kendi siyasal faaliyet alanının dışında tutar.
Partinin ve yeni devletin anlayışına göre, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde Türk
diliyle konuşan, Türk kültürüyle yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş
hangi din ve kökenden olursa olsun Türktür. Bu esas anayasada açıkça yazılıdır.
Yeni Türk milliyetçiliğine göre, Türk milleti büyük insanlık ailesinin yüksek
ve şerefli bir parçasıdır. Bu itibarla bütün insanlığı sever ve milli
menfaatına ilişilmedikçe başka milletlere karşı düşmanlık beslemez ve bu yönde
politika izlemez”.
İNÖNÜ FIRSATÇILIĞI SEÇMEDİ
Lozan sonrasında sorunlarını barışçı bir
şekilde çözmeye yönelen, içeride ve dışarıda barışçı politikalar benimseyen
Türkiye, Boğazlar sorununu ve Hatay sorununu diplomasi yoluyla lehine çözmeyi
başarabildi. Yine ayrı politikalar çerçevesinde ve Birinci Dünya Savaşı’ndan
ders çıkararak İkinci Dünya Savaşı’na girmedi. Bunun mimarı başta İnönü olmak
üzere dönemin üst düzey yöneticileriydi. Dönemin lider kadrosu, savaşın dışında
kalmayı temel prensip olarak belirlerken savaşı fırsata çevirmeye yönelik bir
milliyetçilik anlayışına da sahip değillerdi. Almanya ve müttefiklerinin
kazanacağı algısına da sahip değillerdi. Oysa CHP’nin ya da Atatürk’ün
milliyetçilik anlayışının dışında yer alan Türkçü/Turancı milliyetçilik anlayışı,
Almanya’nın da etkisiyle savaşı Almanya’nın kazanacağına inanıyordu ve savaşa
Almanya yanında girmekten yanaydı. Bunlar üzerinde ciddi bir Alman etkisinin
olduğu söylenebilir. Savaş bittiğinde artık Türkiye’de iki ayrı milliyetçilik
anlayışının olduğu açık bir şekilde ortadaydı. Bu günümüze kadar da devam etti.
MİLLİYETÇİ HAREKETİN SİYASAL KRONOLOJİSİ
’27 MAYIS İHTİLALİNİN FİİLİ LİDERİ...’
SELDA GÜNEYSU
Türkeş, 1958 yılında “Kurmay Binbaşı”
görevindeyken Amerika’dan Türkiye’ye döndü. Elazığ 243. Piyade Alayı I. Tabur
Komutanlığı’na atandı. Türkeş, 21 Mayıs 1963 yılındaki ihtilalde “ihtilale
teşebbüs suçundan” yakalanıp idam edilen Kurmay Binbaşı Talat Aydemir ile de
Elazığ’dan arkadaştı.
Türkeş, 21 Mayıs 1963’te, Talat Aydemir’in
idam edildiği darbeye karşı çıktı.
Türkeş, yapılan 27 Mayıs 1960 darbesine
ilişkin de şunları söylemişti:
“27 Mayıs ihtilalinin fiilen lideri benim.
General olmamama rağmen fiilen liderliğini ben yaptım. General olsaydım,
herhalde bir disiplin, sağlam bir disiplin kurmuş olacaktım örgüt içinde.
Örgüt, hiçbir zaman disiplinli bir örgüt olmadı. Bundan dolayı da birçok
aksaklık meydana geldi.”
27 Mayıs 1960’ta Türkiye Cumhuriyeti
tarihine geçen askeri darbenin en önemli noktası “emir komuta zinciri içinde
olmaması.” Tümgeneral Cemal Madanoğlu’nun komutanlığında yürütülen darbe
sırasında DP iktidardaydı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes
ve bazı hükümet üyeleri de darbe sonrası tutuklandı. 235 general ve 3 bin 500
civarında subay da emekliye sevk edilirken, üniversitelerde bulunan 147 öğretim
üyesi de görevden alındı, bazı üniversiteler ise kapatıldı.
37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi
anayasayı ve TBMM’yi feshetti. İşte bu Milli Birlik Komitesi içinde yer
alanlardan biri de Alparslan Türkeş’ti. Türkeş, “darbenin bildirisini” de yazan
isimdi aynı zamanda.
Türkeş, bildiriyi nasıl hazırladığını da
şu sözlerle anlatıyor: “Şube müdürünün odası boştu. Işığı açtım, müdürün
masasına oturdum. Ankara Radyosu’nda yayımlanacak bildiriyi yazmaya başladım.
Bildirinin yarısına gelmiştim ki baktım dışarıdan tank sesleri geliyor.
Gerisini sonra tamamlarım diyerek, yazdıklarımı katladım, cebime koydum. Dışarı
çıktım, baktım, tanklar lambalarını, ışıklarını yakmışlar, komutanlar da
tankların üzerinde, bizi selamlayarak önümüzden geçmeye başladılar. O bildiriyi
yazmayı düşünürken, daima şuna dikkat ettim:
Milletin birliğini pekiştirmek, Halk
Partisi ile DP arasında bulunan zıtlaşmayı ve gerginliği yumuşatmak ve halkın,
yapılan bu askeri müdahaleye sempati duymasını temin etmek. Bu amaçla, bunu
sağlayacak kelimeleri seçerek hazırladım. Bir mühendisin, bir inşaat projesini
hazırlarken hangi taşı, hangi köşeye oturtacağı veyahut dökeceği betonun
yoğunluk hesabını nasıl yapacağı, koyacağı demirin hangi kalınlıkta olacağı
gibi ben de her kelimeyi, her cümleyi, bu amacı sağlamaya hizmet edecek şekilde
seçmeye, hazırlamaya dikkat ettim.” (Hulusi Turgut - Şahinlerin Dansı)
Türkeş, darbeden sonra Hindistan’a
sürüldü.
VE ‘SİYASET SAHNESİ...’
27 Mayıs darbesinin ardından DP kapatıldı.
Deyim yerindeyse “merkez sağ” blokta da boşluk oluştu. Türkeş de Hindistan’daki
sürgünden döndükten sonra, siyasete atılmayı düşünüyordu. Siyaset yapılacak en
uygun partinin ise Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) olduğunu
düşünüyordu.
CKMP, 16 Ekim 1958 yılında Cumhuriyetçi
Millet Partisi ile Türkiye Köylü Partisi’nin birleşmesiyle kurulmuş bir
partiydi. Kurucuları arasında da Osman Bölükbaşı, Ahmet Tahtakılıç, Hasan
Koçdemir gibi isimler yer alıyordu. 1961 genel seçimlerinde de yüzde 14 oy
alarak, CHP ve Adalet Partisi’nden sonra TBMM’ye giren üçüncü parti oldu. Ancak
tarih 1962 yılını gösterdiğinde, partinin genel başkanı Osman Bölükbaşı istifa
ederek, Millet Partisi’nin başına geçti.
Bölükbaşı’nın partiden ayrılmasıyla
birlikte Türkeş de siyaset sahnesinde yerini aldı. Partinin kongresinde “genel
başkan adayı” oldu. Partiye, kurucular arasında yer alan Ahmet Tahtakılıç da
adaydı. Türkeş, kurultayda Tahtakılıç ile yarıştı ve Tahtakılıç’ın 516 oyuna
karşılık delegelerden 698 oy alarak, genel başkanlığa seçildi.
CKMP’nin başına Türkeş’in geçmesiyle
birlikte de “ülkücü hareket” de ivme kazandı. O kurultayda Türkeş ile birlikte
yer alan ve aralarında şimdi İYİ Parti Istanbul Milletvekili Ümit Özdağ’ın
babası olan Muzaffer Özdağ’ın da yer aldığı ve “14’ler” denilen grup da yer
aldı. Türkeş, 1965 yılındaki seçimlerde de Ankara milletvekili olarak TBMM’ye
girdi. Muzaffer Özdağ ise aynı seçimde Afyon’dan seçildi. Böylece fiilen 1965
yılında Türkeş, askeri yaşamdan, siyasete adım atmıştı. Parti 1969 yılında da
Milliyetçi Hareket Partisi adını aldı. Ancak Türkeş’in 1965’te başlayan siyasi
kariyeri, 12 Eylül darbesiyle son bulacak ve yeniden seçimlere girebilmesi için
11 yıl beklemesi gerekecekti.
Türkeş’in siyaset geçmişinde
“Cumhurbaşkanlığı adaylığı” da bulunuyor. CKMP Genel Başkanı ve TBMM üyesi
olduğu dönemde, 1966’da, Cemal Gürsel’in 38 doktorun imzasını taşıyan raporuyla
Cumhurbaşkanlığı yapamayacağı kesinleşince, yeni cumhurbaşkanı için seçim
yapılması kararlaştırıldı. 28 Mart 1966 yılında CKMP’nin genel idare kurulu
toplanarak “Türkeş’i cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi” kararı alındı. Diğer
partiler ise Cevdet Sunay üzerinde mutabakata vardı. Partinin ilk gençlik kolu
başkanı da Kemal Zeybek oldu.