Hukuk, asla ahlaka aykırı olamaz. Bu nedenle her hukukçu, aynı zamanda bir ahlakçıdır, eğip bükmeden “HUKUK DER” (juris-dictio) ki diyen biridir.
İşte bu ahlak ve hukuk birleşiminin
gereğince her hukukçu, “2017 oylaması hukuk dünyasında doğmamıştır” demek
zorundadır.
Çünkü YSK yargıçları, yasama erkinin
(TBMM) ve Anayasa Mahkemesinin yerine geçerek ve de bu organların yetkilerini
yağmalayarak, gasp ederek (yetki / salahiyet gaspı, usurpation de pouvoir,
usurpazione di potere) “mühürsüz oy yasağı” maddesini yürürlükten
kaldırmışlardır.
İşte bu yüzden 2017 oylaması, ne yazık ki,
hukukun dediğine göre, asla “hukuk dünyasında doğmamış”tır; dolayısıyla tıpkı
kaymakamın tutuklama, valinin boşanma kararı vermeleri gibi, hiç kimseyi
bağlamamaktadır. Zira bu türden kararları, ne adli polis dinler, ne de nüfus
memuru. Dinlerlerse, elbette sorumlu olurlar.
Çünkü yetki yağmasıyla yapılan her işlem,
hukukta en ağır yaptırımla sakattır; hukuk dünyasında asla doğmaz, doğamaz.
Doğmadıkları için de, bütün dünyada bu sakat işlemlerin yaptırımları,
“YOKLUK”tur (keenlemyekün, non-existent, inexistense, inesistente); yok
sayıldıkları için de bu türden işlemler (kararlar, dolayısıyla oylama
işlemleri), hiç kimseyi ve hiçbir kurumu bağlamaz (Selçuk, Sami, Hukuk
Dünyasında Doğmayan Halk Oylaması, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2018).
Radbruch’un herkesçe benimsenmiş “AHLAKA
aykırı hukuk, hukuk değildir” ve Ferrari’nin “HUKUKSALLIK,” yaygın deyişle
“MEŞRULUK,” sitenin / devletin / toplumun görünmeyen BARIŞ MELEĞİDİR”
formüllerine göre, hiç kuşkusuz YSK yargıçlarının kararlarıyla tescil edilen
2017 oylamasını ürünü olan günümüz Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın bu
oylamayla değiştirilen ve yoklukla sakatlanmış maddeleri, “MÜSECCEL GAYRI
MEŞRULUK”la sakattır.
İşte bütün bu nedenlerle ahlaka dayanan
hukuka saygılı ve ahlaklı her hukukçu, bu sakatlığı, yüksek sesle haykırmak
zorundadır.
Elbette birilerine yaranmak isteyen
bilinçli ikiyüzlüler, düşünür Sakallı Celâl’in deyişiyle “ancak yükseköğretimin
ürünü bilgisiz”ler, bu konuda seslerini çıkaramazlar.
31 MART 2024 TARİHİNDE YAPILAN
YEREL SEÇİMLERE GELİNCE, hemen baştan belirtmek gerekir ki, demokratik hiçbir
ülkede yerel seçimlerde adayların dışındaki kişiler, özellikle cumhurbaşkanı,
başbakan, parti başkanları vb. gibi bütün ülkeyi yönetenler ya da yönetme
iddiasında bulunanlar, eylemli olarak propagandalara katılmazlar, seçim
alanlarına inmezler.
Neden?
Çünkü alanlara inerler ve azınlıkta
kalırlarsa, seçim genel seçime ve oylama da güven olmasına; seçim de güven
oylamasına dönüşürse; seçimin sonucuna katlanmak ve azınlıkta kalırlarsa halkın
istencine (irade) boyun eğerek çekilmek zorunda kalırlar.
Ülkemizde, ne yazık ki, böyle bir
demokratik bilinç, hiç gelişmemiştir.
Nitekim bu bilinç eksikliği yüzünden 2017
oylamasına göre seçilen devletin başkanı, yerel seçimlerde devletin uçaklarıyla
gittiği bütün illerin ve pek çok ilçenin alanlarında, yerel sorunları değil,
ülkenin temel sorunlarını gündeme getirerek söylevler çekmiş, yerel seçimlerde
partisinin adaylarına oy istemiştir. Bununla da yetinmemiş, adalet, iç ve dış
işleri dâhil, on yedi bakanını da seçim alanlarına yollamış; dahası, “İstanbul
seçimlerini kaybeden, Türkiye’de seçimleri kaybetmiş sayılır” diyerek taahhütlerde
bulunmuş; kısaca kendi davranışlarıyla ve bağlayıcı sözleriyle bu seçiminin bir
“GENEL SEÇİM” düzeyinde, dolayısıyla iktidarı için bir “GÜVEN OYALAMASI”
olduğunu sağır sultanlara bile duyurmuştur.
Dolayısıyla seçimin, öznel değil, bu çok
çarpıcı, asla ÇÜRÜTÜLEMEZ NESNEL SONUCU bir yana bırakılarak basında ve kimi
toplantılarda hangi partinin kazançlı çıktığı vb. nesnel değil, kişisel, öznel,
dolayısıyla sonuçsuz yargılarda bulunmak anlamsızdır, olasılıkla bilinçli bir
şaşırtmanın ürünü; bilim ve mantık dışıdır.
Herkes, özellikle de siyasetçiler, Türk
halkının bu iletisini, Adorno ve Horkheimer’in kapalı aklın otoriter olacağına
ilişkin görüşlerinin ışığında, açık akıl ile değerlendirmelidir.
Zira 31 Mart 2024 oylamasının öznel
değerlendirmeleri bir yana bırakırsak –ki, bu zorunludur- kimsenin karşı
çıkamayacağı NESNEL, ÇARPICI SONUCU açıktır ve şudur: İktidar partisi ve
destekçisi parti, azınlıkta kalmıştır. 31 Mart 2024 tarihinden bu yana TÜRKİYE,
AZINLIK TARAFINDAN VE, ne yazık ki, ANTİDEMOKRATİK OLARAK YÖNETİLMEKTEDİR.
Öyleyse, iktidar da, muhalefet de,
gerçeklere dönmeli, seçimin nesnel sonuçlarını çarpıtmamalı, halkı da asla
aldatmamalıdır.
Bir bilim insanı ve hukukçu olarak
iktidara ve muhalefete sesleniyorum: Bilindiği üzere Tanrı’nın en önemli ve
demokratik bilinci destekleyen buyruklarından biri “AHDE VEFA”dır (pacta sunt
servanda), sözünde durmadır (Bakara, 177; Mâide, 1; Enfâl, 56; Tevbe, 4, 7;
Nahl, 91, 95; Ra’d, 25; İsrâ, 34; Ahzâb, 15; Fetih, 10) ve ahde vefayı
çiğnemenin cezası çok ağırdır ( Âl-i İmrân, 134, 159; A’râf, 199;Şûrâ, 37, 40,
43; İsrâ, 34; Mü’minûn, 8; Meâric, 32; Bakara, 24, 258, Nisa8; En’âm, 21, 135;
Ar’âf, 199; Tevbe, 109; Hûd, 18, 101; Yusuf, 23; İbrahim, 7, 45; Ahkaf, 10;
Zümer, 10).
Bu bağlamda halkın söz konusu iletisi,
kendi halkına, cumhuruna “Ananı da al git!” sözleriyle başlayarak
“sürtükler!..” vb. diye sövmelere dek uzanan iktidara ve destekçilerine “YETER
ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.
Bu ileti, “Her akşam yatarken manda
yoğurdunun içine (…) Medine hurması doğrarım. Ona çay kaşığı biraz kestane
balı, bir de yulaf ezmesi atarım. Karıştırarak yer, yatarım” diyenlere, aç ya
da yarı aç yatanların; “itibardan tasarruf edilmez” kandırmacasına
başvuranlara, sayısı onları geçen uçaklarıyla saraylarda yaşayanlara “YETER
ARTIK, ÇEKİL!” çığlığıdır.
Bu ileti, namazlarını mütevazı camiler
yerine, bine yakın koruma ordusuyla, sokakları inleten kornalarla büyük
camilerde cuma selamlığına giderek dini araç kılanlara “GÜNAHTIR, AYIPTIR,
İNANÇLARI SÖMÜRME, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.
Bu ileti, “Zamanın değişmesiyle hükümlerin
değişmesi yadsınamaz” (Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz)
şer’i hükmünü (Mecelle, m. 39) bile unutarak, göğsüne vura vura “Ben,
ekonomistim. Enflasyonun nedeni faizdir. Nass, faizi yasaklar” diyenlere; banka
ve benzeri kurumların, iktisat biliminin bile olmadığı, nüfusu sekiz bini
geçmeyen bir kentte on dört yüzyıl önce tapınmadan çok, halkın ezilmesini
önleyenlerin tersine, halkı ezdirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi,
dediklerini unutarak yüzde ellilerin üzerinde faizi benimseyenlere, “BİLGİN
YETERSİZ, ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.
Bu ileti, AİHM, antidemokratik uygulamalar
yüzünden “T. C. Devleti”ni ne zaman mahkûm etse, üzülmek, ders almak ve yanlışı
düzeltmek şöyle dursun, “Cezayı öder geçeriz;” bir bakıma hız sınırını
aştığında ceza yazan polise “Benim param var. Yine sınırı aşacağım” örneği
“AYM’nin kararına saygı duymuyorum da, uymayacağım da” kaygısızlığına, istediği
kişiyi iki üç günlük Yargıtay üyesi iken AYM’ye üye seçtirenlere, “HUKUKA UYMA
BİLİNCİNDEN YOKSUNSUN, YETER ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.
Bu ileti, çok utanç verici dönemi
kapatarak, hukuk, bağımsız yargılama bilinci, en önemlisi de “çağcıl
demokrasi,” yaygın deyişle “gün ışığında demokrasi” (démocratie à ciel ouvert)
bilinciyle, “BU BİLİNÇTEN YOKSUN OLAN İKTİDAR SAHİPLERİNE, YETER ARTIK, ÇEKİL!
” diyenlerin çığlığıdır.
Bu ileti, “Hukukta açık metin
yorumlanamaz” ilkesine karşın “Yeni sistemin bu ilk seçimidir” diyenlere –ki,
ne yazık ki, onlardan biri, bakan olarak adaletin başında; biri de, Yasama
organının başında ve hukuk tarihi profesörü olduğu halde Anayasa profesörü
geçinen, ama bunu saklayan biridir- “yorumda gözetilecek temel öğe,
yürürlükteki yazılı ve değiştirilmemiş yasal metindir” demeyenlere, sistematik
yorumu yasal sistematiğe göre yapmayan hile-i şeriyecilerin torunlarına, bu
saçmalıklarla var olan yazılı metni çiğneyenlere, bu çiğnemeyi çarpık
fetvalarla savunanlara ve de özellikle şerefleri üzerine ant içtiği halde
“ANAYASA’YA UYMAYAN İKTİDAR VE SAHİPLERİNE, YETER ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin
çığlığıdır.
Bu ileti, her yerde ve Türkiye’de açılan
davalar üzerine yasaların anayasaya aykırı olup olmadığını ve / ya bizdeki gibi
yargılama sürecinde bir insanın temel hak ve özgürlüklerinin çiğnenip
çiğnenmediğini “belirlemek”le görevli Anayasa Mahkemesine ya da yargıçlara
talimat vermeye kalkışanlara, ahlaka dayanan “HUKUK İLE DEMOKRATİK KURALLARA
UYMA BİLİNCİNDEN YOKSUN İKTİDARA VE SAHİPLERİNE YETER ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin
çığlığıdır.
Bu çığlık, yargı(lama) erkinin
bağımsızlığı ve hukuk içinde yürütülen yargılamaya göre, yargıcın karar
özgürlüğü ile hukuk düzeninin bütünlüğünü ve tutarlılığını birbirine
karıştırarak, kavramları ve ilkeleri çarpıtarak sözüm ona hukuksal görüşler
üretmeye kalkışanlara, yoksuldan alıp zenginlere verenlere, yandaşlarını ve
yakınlarını varsıl, zengin, karşıtlarını yoksul kılarak kayırmacılık (nepotizm)
yapanlara, insanlarını yoksullaştıranlara, onu et ve ekmek kuyruklarına mahkûm
edenlere, hekimlere “giderlerse gitsinler” diyenlere, hiçbir ülkenin kabul
etmediği insanları sınırsızca ülkesine taşıyarak “Türk insan varlığı”nın
yapısını bozanlara, çiftçileri ezenlere, Filistinlilere bomba yağdıran İsrail
ile ticareti, ikiyüzlü bir politikayla zamanında kesmeyenlere, özetle 21 yılda
Cumhuriyetin bütün ilkelerini ve kazanımlarını yok ederek “tek adam sistemi”ni
getirenlere, büyük Türk halkının, “ARTIK YETER, YAKAMI BIRAK, ÇEKİL!” ve de,
Nikos Kazancakis’in ünlü yapıtının adının benzerini anımsatan “GÜNAH(LAR)A SON
VER ÇAĞRISI”nın çığlığıdır.
Cumhurbaşkanı Macron, eşiyle birlikte
parkta gezinmek için Elisée sarayından çıktığı bir pazar günü, bir sarı
yeleklinin sorusu üzerine sesini yükselterek dinlenmek için dışarı çıktığını
söylemesi üzerine o sarı yelekli şöyle demişti: “Siz, benimle konuşurken
sesinizi yükseltemezsiniz. Siz o makamda benim uşağımsınız.” İşte 31 Martta
yükselen bu çığlık da, sokaktaki istenci (irade) küçümsenen insanımızın
“müseccel gayrı meşruluk”un “müseddid ve müseccel gayri meşruluk”a dönüşmesi
tehlikesine karşı “ülkenin efendisi” olduğunu kanıtlayan halkın en yüksek sesi,
çığlığıdır.
Dolayısıyla demokrasi ahlakının gereği
olarak, saptırıcı gerekçelere başvurmaksızın, objektif akılla, mertçe ve
dürüstçe iktidar partisi dâhil, bütün partiler, halkın bu istencine (irade)
hiçbir özür ileri sürmeksizin uymak, zorundadır.
Bu çığlığı anlamayan, halkın bu iletisini
yollara dökülerek haykıramayan bir Ana Muhalefet Partisi ise, elbette asla
halkın sözcüsü, dolayısıyla çoğulcu ve çoğunluğun, kısaca demokrasinin partisi
olamaz.
İzninizle, bu konuda iktidar, ana
muhalefet partisiyle bütün siyasetçilere çağcıl demokrasiyi yakalayan
ülkelerden birkaç örnek sunmak isterim.
Birinci örnek şudur: İkinci Dünya Savaşı
sona erince, İtalya’da halkoyuyla krallık rejimine son verilmiş ve anayasayı
hazırlamak üzere bir Kurucu Meclis (Costituante) oluşturulmuş, Devlet
Başkanlığına da geçici olarak Prof. De Nicola getirilmişti. Anayasa’nın
benimsenmesi üzerine seçimler yapılmış, De Nicola da görevini seçilen
Cumhurbaşkanına bırakmış, kendisi de Anayasa Mahkemesinin (AYM) Başkanlığına
getirilmişti.
Bu arada İtalya’da faşist dönemden kalma
“zorunlu sürgün” (foglio di via obligatorio) yasası, hâlâ yürürlükteydi. Bu
Yasa’ya göre, doğduğu ilden zengin kuzey illerinden birine giden ve orada iş
sahibi olamayan bir kimseyi, o ilin valisi sınır dışı edebiliyordu. Amaç,
yoksul güneyden varsıl kuzeye göçü, bu göçün yol açtığı suç patlamasını
önlemekti.
Sol partilerden biri, bu Yasa’nın
özgürlüğü sınırladığını ileri sürerek iptal davası açmış ve Anayasa Mahkemesi
(AYM) de, o Yasa’yı iptal etmişti.
Ancak dönemin halkça çok sevilen, AB’nin
kurucularından Başbakan Alcide de Gasperi, bu karara uyamayacaklarını, Yasa’nın
büyük kentlerde düzenin sağlanması, işsiz güçsüz insanların, başta hırsızlık
olmak üzere, bazı suçların önlenmesi bakımından gerekli olduğunu açıklamıştı.
Bunun üzerine AYM Başkanı De Nicola, bir
bildiri yayımlayarak ve Başbakan De Gasperi’yi eleştirerek yargılama erkinin
bağımsızlığını dile getirdi ve hükümet, AYM’nin kararına uyuncaya dek Başkanı
olduğu Mahkemenin hiçbir davaya bakmayacağını, kendisinin de Roma’dan ayrılıp
Napoli’ye taşınacağını açıkladı.
Dediğini de yaptı.
Derken, bunalım büyüdü, grevler
yaygınlaştı. Bütün kamu hizmetleri durdu.
Sonuçta Başbakan De Gasperi, halkın
çığlığını duydu; yargılama erkinin bağımsızlığı ilkesi doğrultusunda geri adım
attı, iptal kararına uyulacağını açıkladı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı De
Nicola ve yargıçlardan özür diledi.
Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri de,
görevlerine döndüler.
İkinci örnek ise şu: İsveç sosyal demokrat
partisinin eski genel başkanı Mona Sahlin, 1995’te Ingvar Karlsson hükümetinde
başbakan yardımcısıydı. Olof Palme okulundan yetişmiş genç politikacı,
geleceğin başbakanı olarak görülüyordu. Bir akşam evine dönerken, özel kartını
unuttuğu için, görev yaptığı bakanlığın harcamalarında kullanması gereken resmi
kredi kartıyla çikolata ya da çocuk bezi almış, ertesi günü de aldığı parayı
hazineye hemen yatırmıştı.
Ancak toplum, bu davranışı sindiremedi,
halkın “devlette dürüstlük” çığlığı üzerine Sahlin, siyasetten çekildi, yıllar
sonra kızının otelinde temizlik işçisi olarak çalışmaya başladı.
Üçüncü örnek de, bizde yaşanmıştı.
TBMM’nin on altıncı yasama döneminde boşalan beş ilde milletvekilliği için 14
Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerini, -evet, ara seçimlerini- muhalefetin
kazanması üzerine, 1977 seçimlerinden sonra, en büyük partinin başkanı olarak
hükümeti kuran Başbakan Ecevit, TBMM’de çoğunluğu olmasına ve yandaşlarının
direnmesine karşın, halkın çığlığına ve çoğunluğa dayanan demokratik anlayışa
saygı duymuş, hemen görevinden ayrılmış; geleceğin siyasetçilerin önemli bir
demokrasi ve ahlak dersi vermiştir.
Unutmayalım, “Dünya,” demişti Napoléon,
“kötü insanların şirretinden değil, iyi insanların sessizliğinden acı
çekmektedir.”
Hiçbir hukukçu, taşıdığı hukukçu yurttaş
ve bilim sorumluluğuyla ülkemizde yaşanan hukuk dışılıklara sessiz kalamaz,
kalmamalıdır.
Nitekim özür dileyerek kendimden bir örnek
vermek isterim. Dünya görüşüne hiç katılmadığım halde, sanık R. T. Erdoğan
hakkında verilen hukuka aykırı hükümlülük kararına “Hukuk der ki” diyerek sesiz
kalmamışımdır (Selçuk, Sami, Yargının “Hukuk Sınavı / Türkiye’nin Demokrasi
Sınavı,” Ankara, 2002).
Bunu kendisi de çok iyi bilir.
Çünkü HUKUKUN KARŞISINDA KİMLİKLER SUSAR.
Kısaca bu yazıyı sadece hukuka olan saygım
yüzünden, “hukuk der ki” diyerek yazdım, yazıyorum.
Şu anda bizlere düşen, yerel seçimin
nesnel iletisini, hiç çarpıtmadan dürüstçe, mertçe değerlendirmektir.
Şu anda iktidar da bilenlere danışmalı,
bilgisizlerden ve damara göre şerbet verenlerden, özellikle de ikiyüzlülerden
uzak durmalı.
Özellikle iktidar sahipleri
unutmamalıdırlar ki, ülkemizde kurnazlık ve ikiyüzlülük, kısaca bu ahlaksızlık,
çarpık bir mantıkla çoğu kez zekânın kanıtı olarak benimsenmiş; halkın
deyişiyle “Tarlasını yağmurun yağdığı yere taşıyanlar,” sürekli övülmüştür.
Oysa kurnaz, “ikiyüzlü davranış” (brutalité, brutalità, brutality), Brutus
sözcüğüyle akrabadır ve bu türden davranış, Türk Ceza Yasalarına insan öldürme
suçunda ağırlaştırıcı nedenlerden biri olup, “canavarca his” olarak girmiştir
(Eski TCY, m. 450/3; Yeni TCY, m. 82/1.b, Selçuk, Sami, Karşılaştırmalı Hukuk
Açısından Canavarca His Sevkiyle Adam öldürme, Yargıtay Dergisi, 1988; Adalet
ve Yaşayan Hukuk, İmge Kitabevi, Ankara, Ankara, 2009, s. 415436); Erman, Sahir
/ Özek, Çetin, Kişilere Karşı işlenen Suçlar, İstanbul, 1994, s. 39; 1.C.D.
7.2.2023, E. 2022/7748, K. 2023/338; 10.1.2023, E. 2022/7395, K. 2023/47;
21.11.2022, E. 2022/862, K.2022/9097; karşı oyda, 1. CD. 6.12.2007, E.
2006/7654, K. 2007/9171).
ABD başkanlarından Eisenhower’ın çeşitli
kesimlerden gelen, ünlü danışmanları vardı. Bu danışmanlar, asla “Sultanın
sofrasına oturan güvenilemez bilginler” (İmam-I Azam Ebu Hanîfe) değildi.
Görevleri, bir gün önce Başkanın yapmış olduğu işlemleri, sadece eleştirmekti,
övmek değil. Başkan, önce onları dinler, gereken dersleri çıkarır, daha sonra
da çalışmalarına başlardı.
Türkiye’yi yönetenler de böyle yapmalı.
Ve de bütün siyasetçiler, bu son seçimi
nesnel olarak çok iyi değerlenmeli.
Oylamanın nesnel sonucuna göre, Türk
halkı, özgür istenciyle iktidar partisini azınlığa düşürerek sarı kart
göstermiş, ona açıkça “HAYIR, ARTIK ÇEKİL!” muhalefete de “ÇOĞUNLUKTA OLMANIN
SORUMLULUĞUNU YÜKLEN!” demiştir.
Evet. “Meşruluk, barış meleği”dir. İletisi
ve HUKUKUN BU ÇAĞRISI da, yoruma, özürlere, mızıkçılığa kapalıdır; açık ve de
kesindir.
İktidar çekilmeli, ülkeye hukuk ve barış
yeniden gelmelidir. Çünkü demokraside hiç kimse çoğunluk istencini ortaya koyan
gücün üstünde değil; o gücün buyruğu altındadır. Bu kurala uymayan her girişim,
hukuk ve adalet dışıdır.
Şunu da hiç kimse unutmamalı: Anasından
doğan her İNSAN için Alman Anayasası’nın birinci maddesinin birinci fıkrası
şöyle demektedir: “İnsanın şerefine (özsaygı, saygınlık) dokunulamaz. Bütün
devlet gücü, bu değere saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.”
Hukukta bu kuralın adı, “SONSUZLUK,
EBEDİLİK KURALI”dır (Rüthers, Bernd / Fischer, Christian / Birk, Axel, [Doğan,
İlyas / Aldudak, Rukiye / Eyman, Aydın], Hukuk Teorisi, Ankara, 2020, s. 363).
Bu yüzden iktidar, “Yanlışlarımızı
anladık. Başka partilerden seçilenler de bizim insanlarımız” gibilerden
sözlerle hiç kimseyi kandırmaya kalkışmamalıdır. İnanmış Müslümanlar, Kur’an’ı
dinler. İkiyüzlülere, riyakârlara, mürailere asla kulak vermez (Bakara, 264,
266, 270, 272; Âl-İmrân, 188; Nisâ, 38,39,108; Mâûn, 6), hile-i şeriyelere
(yasayı dolanma, fraude à la loi, frode alla legge) kalkışmaz. Köşesine
çekilerek, Merhum Ecevit gibi, geleceğin siyasetçilerine ahlak dersi verir,
vermesi de gerekir.
İnanıyoruz ki, en azından “sarı
yelekliler” (gilets jaunes) kadar saygın ve şerefli olan Türk halkı, bu sonuca
katlanmayanlara her türden hukuksal, meşru, yasal yollarla elbette karşı
çıkacak; yirmi bir yıldır yaşananları, kuşkusuz tarihin yargılarına bırakarak,
bir daha yaşanmaması için, soğukkanlı olarak değerlendirecek ve de asla
unutmayacaktır.
Çünkü unutanlar, tarih bilinci olmayanlar,
aynı şeyleri yeni baştan yaşamaya mahkûmdurlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.