Türkiye Cumhuriyetinin ilk anayasası olan 1924 Anayasasının kabul tarihi, -bugünlerde tam 100. yılı doldu- 20 Nisan 1924; 40 yılı aşkın yürürlükte bulunan 1982 Anayasasında köklü değişiklik yapan ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümeti Sistemi’nin referandum tarihi de 16 Nisan 2017’dir.
1924 Anayasasının 100. yılında -geçen
haftalarda- değerli yazar Taha Akyol’un, bu anayasanın kabul sürecinde TBMM’de
ve dönemin basınında yapılan tartışmaları içeren ve anayasa sürecimize ışık
tutan bir kitabı yayınlandı. Akyol, ilgiyle okuduğum kitabında, Cumhuriyeti
kuran İkinci Meclisin, ‘milli egemenlik’ kavramı üzerindeki hassasiyetini ve
-bizzat Atatürk tarafından atanmış üyelerinin- egemenliğin kişiselleşmesi
olasılıkları karşısında sergilediği duyarlılığı ilginç alıntılarla okurların
bilgisine sunuyor. 1924 Anayasasının hazırlanma ve kabul sürecinde, egemenliğin
asli unsurları olan ‘yasama /yürütme /yargı’ erklerinin görev ve yetkileri
üzerinde -bugün de güncelliğini koruyan- önemli tartışmalar yapılıyor.
***
Bizim anayasacılık tarihimizin yaklaşık
150 yıllık geçmişi var.
1808 tarihli, merkezi iktidarın taşralı
toprak ve güç sahiplerine karşı yetkilerini kısıtlamayı öngören ve uygulamada
gerçeklik kazanamayan Sened-i İttifak bir yana bırakılırsa, anayasa
sayılabilecek ilk hukuk belgemiz 1876 tarihli Kanun-u Esasi’dir.
Kanun-u Esasi, Ayan Meclisi ve Meclis-i
Mebusan olmak üzere iki kanatlı bir parlamentoyu öngörmekle birlikte, Ayan
Meclisi üyelerinin atanması ve Bakanların (Heyet-i Vükela’nın) seçimi ve azli
ile Meclisi fesih yetkisinin padişaha ait olması açısından, yetkileri büyük
ölçüde tek elde toplayan ve etkili bir yürürlük süreci yaşayamayan bir
‘parlamenter monarşi’ denemesi olarak kaldı. İlk kez bir parlamento ve Bakanlar
Kurulu oluşturmak bakımından bir tür ‘Tefrik-i Kuvva’ (kuvvetler ayrılığı)
niyet ve girişimi olarak nitelense de, kurulan sisteme bu vasfı atfetmek
oldukça zordur.
Buna karşılık, 1876 Anayasasını
yürürlükten kaldırmayan, ancak Kurtuluş Savaşı şartlarında, devletin yapısı
hakkında yeni hükümler getiren 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun öngördüğü
sistem ise, tam bir Meclis İktidarıdır. Kanunun bu belirleyici özelliği 1. ve
2. maddelerde, hiçbir yoruma izin vermeyecek açıklıkla yazılıdır:
“Hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir.”
“Yürütme gücü ve yasama yetkisi, milletin yegane ve hakiki temsilcisi olan
Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.”
Bu dönemde Meclis Başkanı, aynı zamanda
hükümet (icra vekilleri heyeti) başkanı olduğu gibi, Meclis kendi üyeleri
arasından özel yetkili mahkemeler kurdu ve bu mahkemeler (İstiklal Mahkemeleri)
itiraz ve temyizi olmayan kararlar verdi. Bu açıdan, yasama, yürütme ve yargı
tartışmasız Meclisin elinde ve hükmündedir.
1921- 24 dönemi, ‘kuvvetler birliği’
(zamanın diliyle: Tevhid-i Kuvva) anlayışının, en sert biçimde uygulandığı
dönemdir.
Birinci Dünya Savaşı yıkıntısından yeni
bir devlet çıkarmaya çalışan Gazi Meclis’in bu tutumu, dönemin şartları içinde
anlayışla karşılanabilir. Nitekim, Birinci Meclisin bazı üyeleri, bu hak ve
yetkilere sahip çıkmayı her koşulda ve herkese karşı özenle korumaya çalıştılar
ki, TBMM Başkanı M. Kemal (Atatürk) Paşa’nın bazı tasarruf ve olağanüstü
yetkilerini de titizlikle ve cesaretle tartışma konusu yapmaktan çekinmediler.
Gazi Meclisin, sonra hiç bir Mecliste
görülmeyen özgür ve cesur tartışma ortamı, bir süre sonra bazı gruplaşmalara
neden oldu; merkezini M.Kemal’e tam bağlıların oluşturduğu Birinci Gruba karşı,
daha eleştirel yaklaşımlarda bulunanlar İkinci Grubu oluşturdular.
Birinci Meclis, Kurtuluş Savaşının 30
Ağustos 1922’de zaferle sonuçlanmasından sonra 1 Nisan 1923’te seçimlerin
yenilenmesine karar verdi ve 15 Nisan 1922’de (yine Nisan) son oturumunu
yaparak görevini onurla tamamladı. 28 Haziran 1923’te yapılan seçimlerde
adaylar ve seçilenler tümüyle Birinci Grup üyeleriydi. Muhalefet ilk seçimde
tasfiye edilmişti.
1924 Anayasasını hazırlayan ve kabul eden
İkinci TBMM üyeleri, hemen tümü M. Kemal Paşa’nın onayından geçmiş isimler
olmasına karşın, anayasa tartışmalarında ilkeli ve cesur tavırlar aldılar;
hazırlık komisyonunun -büyük olasılıkla M. Kemal’in isteği doğrultusunda-
önerdiği, Cumhurbaşkanının Meclisi feshedebilme yetkisine, kararlılıkla karşı
çıktılar ve sonunda -1876 Anayasasının padişaha verdiği bu yetkiyi- önlediler.
Sayın Akyol kitabında, BMM tutanaklarını
ve dönemin basınını inceleyerek bu konularda çarpıcı örnekler veriyor. Komisyon
Başkanı Yunus Nadi, Recep Peker; Şükrü Saracoğlu gibi Tek Parti döneminin önde
gelenleri ‘kuvvetler birliği’ anlayışını savunurken, Ahmet Emin (Yalman),
Hüseyin Cahit (Yalçın) gibi tanınmış gazeteciler, Ağaoğlu Ahmet Bey gibi
aydınlar ve Mustafa Necati, Mahmut Esat (Bozkurt) gibi genç Kemalistler,
yazıları ve konuşmalarıyla, daha dengeli bir sistemden yana tavır alıyorlar.
İlginçtir; Ankara hükümetinin bazı
politikalarına tecrübenin verdiği itidalle yaklaşan ve eleştirel tutum takınan
İttihatçı Hüseyin Cahit Bey (Yalçın), Tek Parti döneminde tutumunun bedelini
zaman zaman nezarete alınmak, hatta tutuklanmakla öderken, aynı eleştirel
tutumunu sürdürdüğü yazıları nedeniyle Demokrat Parti döneminde de tutuklanacak
ve 80 yaşında cezaevine girecektir.
Bizim siyaset dünyamızda ‘doğru söyleyenin
dokuz köyden kovulması’, her devirde tekrarlanan acı bir gerçektir.
***
Meclisteki itiraz ve basındaki
eleştirilere rağmen sonuçta 1924 Anayasası da, ‘kuvvetler birliği’ ilkesinin
ağırlık kazandığı bir metin oldu: Egemenliğin sahibi millettir ve millet,
yasama ve yürütme yetki ve görevlerini Meclis eliyle kullanır. TBMM tarafından
seçilen cumhurbaşkanı, aynı zamanda çoğunluk partisinin başkanı olarak TBMM
üyelerini de kendisi belirlemektedir. Yetkiler, tek eldedir; anayasada yazılı
Meclis egemenliği, 1921’e göre fiiliyatta daha kişiselleşmiştir.
1921 Anayasasından farklı olarak, bu kez
yargı yetkisinin bağımsız mahkemelerce kullanılacağı belirtilmiş olmasına
karşın, tabii hakim ilkesi ve hakimlik teminatı sağlam temellere bağlanmış
değildir.
Nitekim, hemen 1925’te Şeyh Said isyanının
ardından ‘Takrir-i Sükun Kanunu yürürlüğe girer ve yine İstiklal Mahkemeleri
kurulur. (Bu mahkemelerin tutumu ve Cumhuriyetin ilk muhalif partisi olan
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılması ve kurucularının sudan
sebeplerle yargılanması, konumuzu aşan ayrı bir yazı konusudur).
Tek Parti döneminde fazlaca tartışma
konusu olmayan 1924 Anayasasının, 1946’da çok partili döneme geçilirken, yeni
dönemin gereklerine uygun biçimde değiştirilememiş olması büyük talihsizlik
oldu. Bir yanda ‘kuvvetler birliği’ anlayışına dayanan anayasa, öte yanda
çoğunluk tahakkümüne yol açan seçim yasası ile, yeni dönemde Demokrat Parti
iktidarı, ilk dört yılın ardından, ‘demokrat’ olmak yerine, yeni bir Tek Parti
iktidarı olmaya yeltendi.
Akyol, tanınmış gazeteci Metin Toker’den
de alıntı yaparak, DP kurucularına ilişkin isabetli bir tespit yapıyor,
(s.162). Demokrat Parti kurucuları, esas olarak siyasi tecrübe ve terbiyelerini
CHP’de kazanmış kişilerdi. Celal Bayar ve Refik Koraltan ilk Meclisten, Adnan
Menderes 15 yıldan beri CHP milletvekilleriydiler. Çoğunluk sistemine dayanan
adaletsiz seçim kanunu nedeniyle kazandıkları ‘ezici’ çoğunluğun, onları Tek
Parti takliti bir yönetime sürüklemesi doğaldı.
Gerçi, Taha Bey, 1950 seçimine giderken
İsmet (İnönü) Paşa’nın ‘kuvvetler ayrılığı’na dayanan yeni bir sistem
önerdiğini, Celal Bayar’ın buna karşı çıktığını yazıyor, (s.161).
Celal Bayar’ın bu konudaki katı tutumu
biliniyor. Ancak İsmet İnönü’nün bu öneride -bulunduysa- geç kaldığı da
açıktır. 1946’da çok partili sisteme geçme kararı verirken, bu kararına koşut
olarak kuvvetler ayrılığına dayalı bir yeni anayasa ve adaletli bir seçim
yasası getirseydi, bunu kim önleyebilirdi?
***
1924 Anayasasının zamanında
değiştirilmemiş olması, Türkiye demokrasisinin çocukluk çağında önce krize ve
ardından talihsiz bir kazaya uğramasına yol açtı. Ancak, 27 Mayıs 1960 darbesi
sonrası hazırlanan ve yürürlüğe giren 1961 Anayasası ‘kuvvetler ayrılığı’
ilkesini demokratik siyasetin temeli yapmak isteyen bir hukuk belgesi oldu.
Millet Meclisi ve Senato olmak üzere iki
kanatlı parlamento, bağımsız ve tarafsız cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi,
idarenin eylem ve işlemlerine yargı denetimi, yargı bağımsızlığı ve yargıç
güvencesi gibi yeni kural ve kurumlar, insan haklarına ve kuvvetler ayrılığına
dayanan gerçek bir ‘demokratik hukuk devleti’ kurmayı amaçlıyordu.
1961 Anayasasının bu olumlu niteliği, 27
Mayıs darbesinin ve bu süreçte yaşanan haksız yargılama ve cezaların ve
talihsiz infazların gölgesinde kaldı; önemi yeterince anlaşılamadı, kurumlar
sahiplenilemedi, kurallar içselleştirilemedi. Üstelik anayasada yer alan ‘Tabii
Senatörlük’ ve darbecilere getirilen yargılama yasağı gibi kurum ve hükümler,
anayasanın demokratlık niteliğini gölgeliyordu.
Oysa, 27 Mayıs 1960’da darbe yerine, aynı
yıl sonbaharda yahut 1961’de seçim olsa, büyük olasılıkla iktidar değişecek ve
yeni anayasa, halk oyuyla seçilmiş Meclisin eseri olacaktı. 1957 seçim
sonuçları bu umuda haklılık kazandırıyordu.
1961 Anayasasının ardından gelen on
yıllarda yaşanan siyasi krizlerin faturası, ehliyetsiz, liyakatsiz
yöneticilerden ve seçim sonuçlarını içlerinde sindiremeyen birtakım asker-sivil
‘sözde’ aydınlardan daha çok ve öncelikle anayasaya çıkarıldı; böyle olması
herkesin işine geldi.
1971 Müdahalesi ve 1980 darbesi sonrasında
kuvvetler ayrılığı ilkesi örselendi; döneme ve kişiye uygun düzenlemeler
yapılmaya çalışıldı. Devletin ve siyasetin hukuk içinde kalmasının
içselleştirilmesi yerine, hukukun devletin ve siyasetin güdümüne girmesine
yönelik arayışlar gelişti. 1982 Anayasasının bir darbe liderine göre
düzenlediği cumhurbaşkanı yetkileri, 1982’den 2012’ye kadar geçen kırk yılda
parlamenter demokrasinin gereklerine uygun olarak yeniden düzenlenemedi. Bu
yolda yapılan girişimler, iktidarların ve muhalefetin ortak aymazlığıyla
sonuçsuz kaldı.
2007’de muhalefetin anlamsız ve talihsiz
engellemesi yüzünden cumhurbaşkanının TBMM yerine, genel oyla seçilmesi yoluna
gidildi. 2014’de ilk kez genel seçimle seçilen cumhurbaşkanının, yetkilerinin
arttırılmasını talep edeceği açıktı. Öyle de oldu. 2017 değişikliğiyle,
Cumhurbaşkanına partili (taraflı) olma yolu açıldı. Başbakanlık ve Bakanlar
Kurulu kaldırıldı; yürütme yetkisi tek başına cumhurbaşkanına verildi.
Bugün, Cumhurbaşkanı partili olmakla
yetinmeyip parti başkanı da olunca, partisinin tüm TBMM üyelerini belirleme
imkanına ve böylelikle Yasama’ya egemen olma gücüne de sahip. Yüksek yargıda,
tarafsız cumhurbaşkanı için düzenlenmiş atama yetkilerini kullanıyor ve yargıda
da büyük ölçüde etkili.
Geldiğimiz yer, tam bir ‘tevhid-i kuvva’
manzarası; bir bakıma 1921’in de gerisinde.
Çünkü Meclis, egemenliğin kişiselleşmesine
dirayetle karşı koyabilen 1921’in Gazi Meclisi değil.
Özetle, 150 yılın tecrübesinin öğrettiği
şudur: Demokrasi olmak için önemli olan kuvvetler ayrılığıdır. Kuvvetler
ayrılığı olmayınca, rejimin ve sistemin adı ne olursa olsun (monarşi yahut
cumhuriyet, başkanlık yahut parlamenter), demokratik hukuk devleti olmak mümkün
olmuyor.
Sayın Taha Akyol’a, 23 Nisan’ın
yıldönümünde ve 1924 Anayasasının 100. yılında, kitabıyla bu konulara yeniden
değinmemize vesile olduğu için teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.