Hepimizin bildiği ve göz önünde olup biten bazı şeyler var. Yaklaşık yirmi iki yıllık iktidarla Türkiye’de bütün dengeleri önce alt üst eden ve en nihayetinde alışık olduğumuz bir sona evrilen Ak Parti’nin ve siyasal İslam’ın sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bunu küresel ölçekte değerlendirmek ve bir Türk-İslam siyasetinin politik karşılığını deşifre etmek zaman alacak elbette. Birçok bileşen ve aslında belirleyici sinir uçları ile Türkiye’de İslam’ın iktidarı, her açıdan ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken malzemelerden müteşekkil. Çoğu akademisyen ve düşünürün bir ucundan tutup aydınlatması ile manzaraya daha geniş bir açıdan, belki de yüksekçe bir yerden bakma şansımız olabilir. Tek ve yekpare bir anlam, tatmin edici bir sonuç çıkar mı ve Türkiye, siyasî ritmini bozup her yirmi yılda bir dönüştüğü bu kaotik ilişkiden kurtulabilir mi hep beraber yaşayıp göreceğiz.
Ancak uzun uzadıya beklemeden de bazı
şeyleri çözmek mümkün. Basit genellemeler ve alışkın olduğumuz, aslında çok da
sevdiğimiz düz bir mantıkla işin içinden çıkmak gerçek anlamda bir
hesaplaşmanın önünü tıkayacağı için mümkün olan en sade haliyle bu konudaki
fikrimi belirtmek isterim. 2002’deki iktidarın coşkusunu bizzat yaşayan ve en
nihayet bir şeylerin değişeceğini uman ilk gençliğim, bugün yerini büyük bir
hayal kırıklığına bırakmış olan orta yaşa teslim olmuş durumda. Benzer şekilde
coşkusundan sıyrılan ve makro düzeyde yaşanan her şeyle mikro ölçekte
hesaplaşan birçok insandan biriyim ben de. Sayımız aslında çok belirgin, adına
inançlı, muhafazakâr, sağcı ya da her ne denirse densin, Ak Parti tabanı olarak
bilinen seçmenin değişip dönüştüğünü söylemek mümkün. 2024 yerel seçimleri ile
ayyuka çıkan ve görünür bir şekilde mevcut politikalara bir şamar indiren bu
dönüşüm, kendi mahallesinden tekfir edilen yersiz yurtsuzlardan müteşekkil bir
cemaati aslında çok daha önceden oluşturdu. (Cemaat kelimesinin Ak Parti
iktidarına nasip olan eciş bücüşlüğü üzerine de başka bir zaman konuşmak güzel
olabilir).
İktidar ayrışması olarak tanımlayacağım ve
Ak Parti ile muhafazakâr bazı seçmenler arasında yaşanan fikrî düzeydeki
ayrılığı kastedecek olan bu ifade, sadece siyaseten gerçekleşen bir eylemden
çok daha fazlası olarak, beraberce yola çıkarken sırtlandığımız her anlam için
de gerçekleşen bir farklılaşmaya dönüştü. Siyaseten kazanılan ancak dinen
kaybedilen ya da zayıflayan bazı kavramların problemi, görünür zaferlerin
arasında silik birer kaygı emaresi muamelesi görse de aslında çok gerçek ve
önemli. Bu mananın peşinde olan ve gittikçe kayan merkezin endişesini
taşıyanların söylediklerinin duyulmasını engelleyen şeyleri düşününce, iç içe
geçmiş ve aslında fark edilmesi çok da zor olmayan bir örüntü görmek mümkün.
Zafer, rövanş, hırs ve güçlü olmanın verdiği haz, Ercan Geçkin’in ifadesiyle
nöbetleşe bir hınçla bir elden ötekine geçen bir aynîlik halinden fazlası
olamadı.
Türkiye’de muhafazakârlığın üzerinde
taşıdığı damga ile kendisini kabul ettirme gayreti ki burada damga ifadesinin
bir aşağılama ya da ötekileştirme gayretinden ziyade muhafazakârlığın karşıtlık
üzerinden kendini tanımlamasına referans verdiğini belirtmek isterim, çatışma
üzerinden bilinirlik, Kemalist ve laik devlet düzeninde inancın, inançlı
insanların görünür olmak çabasını ifade etme biçimine dönüştü. Sen oysan ben de
buyum ifadesinin, yavan ama bariz olan anlamına selam veren bu çatışma, kendi
görünürlüğünü de bu yolla inşa etti.
Çamlıca Camii, Aysofya’nın ibadete
açılması ve ‘külliye’lerin inşası gibi Türkiye’ye muhafazakâr bir veche
kazandırmanın bir gayretiydi ve orada bir cami olmasının mutluluğu, orada bir
cami olmasını istemeyenleri huzursuz etmenin verdiği hazla karıştı. Dindarların
uzun süre önemsenmemiş olan aidiyeti, onları görmeyenlerin gözlerinin içine
baka baka bu şekilde sağlandı. Görünürlüğü bastırılan ve yok sayılan olmanın
verdiği öfkeyi arkasına alan Ak Partinin, ilk on yılında olmasa da sonraki
süreçte itici güç olarak bunu kullandığını iddia etmek yanlış olmaz. İç
siyasetin çoğu kritik sorununu, parmak sallayan bir ifade ile geçmişe
referansla çözüyor olmak iktidarın asıl merkezini muhafaza ederken muhalefetin
de başka bir yöne kaymasına bir bakıma engel oluşturdu. İktidarın ihtiyaç
duyduğu hayat öpücüğü, geçmişin türlü zaman aralıklarından çıkıp gelerek
herkesi yerli yerine sabitledi. Buna ihtiyatla yaklaşıyorum çünkü bu çaba bütün
bütün başarılı olmuş değil. Muhalefetin yerinden kıpırdayıp ‘halka’ inme çabasının,
siyaseten bir anlaşma olduğu iddia edilse de hatırı sayılır bir karşılık
bulduğunu itiraf etmek gerekiyor. En nihayetinde ben değiştim diyerek kendisini
Beyaz Türklere kabul ettirmeye çalışan Recep Tayyip Erdoğan’dan sonra bakın ben
de değiştim diyen bir Kemal Kılıçdaroğlu’nu muhafazakârlar neden kabul
etmesindi?
Sağ ve sol seçmendeki direnç noktaları
konuşulması gereken başka bir konu olduğu için tartışmaya açık olarak
bırakıyorum. Benim üstünde durmaya çalıştığım, Türkiye sağının, eleştirdiği sol
siyasete dayanan pratiğini fark edip bu denklemden dinî inancını çıkarıp almaya
çalışan muhafazakârların tercihleri. Birçoğu için ki bu hatırı sayılır bir
miktara denk geliyor, siyasî örüntünün ortaya çıkardığı sonuç bir ve aynı.
Geçmişin mağduru bugünün zalimi olurken zorlanmadığı gibi müminin alamet-i
farikası sayılan ferasetin işini yapmasına da izin vermiyor.
Bu sonuç en basit haliyle inancın siyasal
İslam’a karşı tam bir yenilgisi olarak okunabilir mi? Belki evet belki de
hayır. Ne ferasetin kuvvetli bir kavram olarak bir mümini tanımlaması
meselesini ve ne de bu dini terminolojiyi tartışmak niyetindeyim. Din ve
siyaset ilişkisinde mutlak bir doğrunun çıkmaması üzerine düşündüğümüzde,
iktidar lehine teslim edilen inancın, hakikatin doğasını eğip bükmek konusunda
mahir olan siyasete karşı sıkıştığı yeri konuşmak bireysel bir mesuliyet
olabilir mi diye düşünüyorum. Bunu konuşmaya teşebbüs edenlerin uğradığı
tekfirin yegâne sebebinin de neyi nasıl ve ne kadar anlayacağımızın sınırlarını
belirleyen bu ilişkinin biçimi olabilir mi diye soruyorum.
Bu soruları, kendimi muhafazakâr bir
seçmen olarak tanımladığım için önce kendime sordum. Hatta uzunca bir süredir
hesaplaştığım birçok konu ile hiçbir amaya sığınmadan ve geçmişin
mağduriyetlerine ağlamak kolaylığından da sıyrılarak yaptım bunu. İnancı adım
adım kabul etmek yerine, hazır dikim, kalıp bir elbise gibi giyinmiş olmanın
getirdiği şaşkınlık gariptir ki kendini en çok bu hesaplaşmalarda gösteriyor.
Yeniden kurmak, tekrar düşünmek ve soru sormak inancın doğasında mevcutken,
dinin siyasetle olan ilişkisinde kimseye alan bırakmayan bir Gulyabani’ye
dönüşmesine bu şekilde şahit oluyorsunuz. Edhem Eldem Hoca’nın, ‘’Osmanlı
Tarihini Türklerden Kurtarmak’’ makalesinden mülhem bir ifade ile İslam’ı
siyasetin elinden alıp yerli yerine koymak ve hatta acaba yeri neresidir diye
yeniden bir tartışma yapmak mümkünmüş gibi geliyor bana. Tecrübe edilmiş ve
sorunlarla yüzleşilmiş her ilişkide olduğu gibi böylesi bir yaklaşım bize yeni
bir davranışı öğrenme fırsatı tanıyacaktır. Bilmediğimiz ya da yanlış bildiklerimizi
düzelttiğimiz yeni bir yorumla, din nedir ve tam olarak nerede durup hangi
dertlere derman olmalıdır sorularını yeniden sorma imkânını bularak ve bunu
konuşmaktan korkmayarak.
Yirmi iki yıllık iktidarın getirip
kucağımıza bıraktığı sonuç, siyaseten yenilginin nedenselliğinden ziyade, bazı
şeylerle yeniden muhatap olma hali olabilir. Romantik bir bakış açısından
ziyade kimseyi suçlamadan mesuliyet almak ve daha derin bir çözüm için gayrete
niyet etmek. Bunun kabulü de en temel ve en bilinir argümanların sorgulanıp
tartışılması ile mümkün. Yani dinin bilinen en vurucu emri olan akletmekle. Çok
dar bir dairede ki buna bireysel bakış açısı demek yanlış olmaz,
gerçekleşebilecek bir manevra ile en azından dinin siyasetle ilişkisini kesmek
gibi bir mesuliyeti kişisel olarak üstlenebiliriz.
Bu yüzleşme ve hakiki anlamda hesaplaşmayı
gerçekleştirmeden muhafazakâr mefkûrenin kendi normatif standartlarını
belirlemesini beklemek havanda su dövmekle eş değer bir çabaya karşılık
gelecektir. Ak Parti siyasetinin bel kemiği olan bu çatışma refleksine teslim
edilen din, görünürde muhafazakâr kimlikli bir bilinç inşa etse de arka planda
gerileyen bir anlam, kavram ve pratik yoksunluğu doğurdu.
Gittikçe zayıflayan, siyasetin
manevralarına göre şekil alan bir dinin doğması ile inançla kurulan bağ
zayıfladı. Türkiye’nin dindarlığı ve aslında ne kadar muhafazakâr olduğuyla
ilgili soruları tartışmaya açan çalışmalar mevcut. Bu çalışmalar bize muhafazakârdan
kastın ne olduğu, dinî pratiklerin sürdürülebilirliği ve dindarlık kavramının
neyi kapsayıp neyi dışarda bıraktığı ile ilgili detaylı veriler sunabilir.
Ancak acil olan ve bugünden bakınca fark edilen şey görülmesi gereken bir
hesaplaşmanın bizi beklediğidir. Hakiki anlamda değişim ancak ve ancak bütün
amaları ve savunmaları bir kenara bırakarak gerçekleşecek olan bu eylemle
mümkün. Çünkü Kemalist söylem ve laikliğin çarpık yorumunun reddine sırtını
dayayan AKP iktidarı, yerleşiklere karşı verdiği savaşta kendine ait bir dil ve
beceri geliştiremediği gibi aslında var olan hiyerarşiyi pekiştirmekten öteye
geçemedi. Aksine, kural koyucu olarak varlığına karşı çıktığı her şeyin
belirleyiciliğinin altını daha da çizdi. Bu ilişki biçimi doğru bir sonuç doğuramayacağı
için de öncelikli olanın herkesin kendi adına bireysel bir hesap ile masadan
kalkması olmalıdır. Bu hesabın doğrudan ve ilk muhatabı da ne kadar kaçarlarsa
kaçsınlar, din ve siyaset ilişkisi sonucunda ölü doğan iddianın sahipleri olan
muhafazakâr seçmen ve belki de dinî kaygıya sahip olan herkestir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.