Sabancı Üniversitesi Rektör Yardımcısı Fuat Keyman, Batı-sonrası dünyanın bugün için Türkiye’ye potansiyel değil, ciddi riskler getirdiğini dile getiriyor.
2024 ve yakın gelecek için yapılan “risk”
araştırmalarının ortak sonucu, “savaş” ve “iklim krizi”nin ilk ikiye yerleşmesi
oldu.
Daha önce ilk ikide çıkan “eşitsizlik” ile
“hayat pahalılığı ve ekonomik sorunlar” üçüncü ve dördüncü sırada yer alıyor.
Bu sıralamayı “gıda güvenliği” ve
“şiddet-yoksulluk-yoksunluk sarmalı” izliyor.
Başta savaş ve sonra iklim krizi,
birlikte, “güvenlik” alanını ve “güvenlik dünyası”nı, “eşitsiz dünya”, “dijital
dünya”, “kabile dünyası” ve “kurallar-temelli dünya”nın önüne koyuyor.
Savaş ve iklim krizi, küreselleşme üzerine
yazılarımda ve konuşmalarımda belirttiğim gibi, sadece devlet güvenliği için
değil, daha da önemlisi “insani güvenlik”, “çevre güvenliği” ve en genelinde
“yaşam güvenliği” için de dünyanın en önemli riskleri.
Üstelik, savaş ve iklim krizi, hem küresel
dünyada hem ülkelerde yaşadığımız ve toplumsal ve bireysel psikolojiyi çok
etkileyen, “belirsizlik”, “güvensizlik” ve “endişe” duygularının
yaygınlaşmasına ve derinleşmesine neden oluyor.
Aynı zamanda yaşamımızda “kıyamet” riskini
artıran, “Soğuk Savaş 2.0”, “Üçüncü Dünya Savaşı”, “Nükleer Savaş”, “Yaşamı Yok
Edici Afetler” olasılığını, komplo teorisi değil, aksine “gerçekleşme olasılığı
olan bir olgu” konumuna getiriyorlar.
Nasıl olmasın?
2022’den beri Rusya’nın işgaliyle başlayıp
devam eden, devam edecek olan “Ukrayna Savaşı”;
7 Ekim 2023’ten beri devam eden, Gazze’de
soykırım düzeyinde katliamlar sahneleyen, Yemen ve Kızıldeniz’den başlayıp
İran’a, Lübnan’a ve bölgeye yayılma riski olan “İsrail-Filistin Meselesi”;
Irak ve Suriye, Azerbaycan-Ermenistan,
Balkanlar, dünyanın farklı yerlerinde de yaşanacak ve 2024 ve sonrasına
damgasını vuracak olan savaşlar;
Diğer taraftan, sadece 2023’ün değil, son
10 yılın, dünyanın yaşadığı en sıcak yıl ve dönem olması; ve Yunanistan, Libya,
Haiti, Türkiye başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde yaşadığımız korkunç
afetler, savaş ve iklim krizini en büyük risk konumuna getiriyorlar.
Dahası, 1945-sonrası Batı merkezli liberal
düzenin sonunu, bitimini yaşıyoruz.
Bu düzen artık “eski”: Hegemonu ne Amerika
ne Amerika-Avrupa’dan oluşan Transatlantik İttifakı ne de başta BM Güvenlik
Konseyi olmak üzere bu düzenin uluslararası kurumları dünya siyasetine şekil
verebiliyor, sorunları çözebiliyor.
“Batı-sonrası dünya”da yaşıyoruz.
Batı-Batı-dışı dünya ilişkilerinde güç ve
etki dengesi değişiyor, dünya çok-kutuplu, çok-kümeli, çok-eksenli hale
geliyor, ama ne Çin ne de Batı-dışı dünya küresel ya da bölgesel lider, hegemon
konumunda. “Yeni” doğamıyor ya da daha doğmuyor.
Yeninin ne olduğunu bilmiyoruz.
Eski ölüyor, yeni daha doğamıyor:
Uluslararası sistemde “geçiş”, “interregnum” dönemindeyiz.
Üstelik, 7 Ekim’de gerçekleşen Hamas terör
eyleminden sonra İsrail’in Gazze’de sivil insanlara soykırım ve etnik temizlik
düzeyinde uyguladığı bilinçli politika ve bu politikaya Amerika, Almanya,
İngiltere’den başlayarak Batı hükümetlerinin “koşulsuz destek” vermesi,
“demokrasi-soykırım” sorusunu gündeme getiriyor.
7 Ekim ve Gazze’de soykırım ölçeğinde
yaşananların, sadece 1945-sonrası Batı merkezli liberal düzenin bitimine değil,
aynı zamanda Batı ve Batı modernitesi fikrinin de çok ciddi hasar görmesine
neden olduğunu düşünüyorum.
Batı’da aşırı sağ ve kültürel ırkçı
partilerin ve liderlerin güç kazanmaya devam etmesinin ve bu yıl farklı
ülkelerde ve kurumlarda yapılacak seçimleri de kazanma olasılıklarının yüksek
olmasının, Batı-sonrası dünyanın Batı içinde de ortaya çıktığı anlamına
geldiğini görebiliriz.
Demokrasinin çok zayıflaması ve kültürel
ırkçı düşüncenin güçlenmesi, dolayısıyla bir tür faşizmin Batı içinde giderek
yaygınlaşması ve derinleşmesi, demokrasiden otoriterleşmeye sapmanın çok
ötesinde, dünyayı belirsizlik-güvensizlik-endişe sarmalına iyice savuruyor.
Batı-sonrası dünyanın, sadece Batı-dışının
güçlenmesi değil, Batı içinde demokrasinin giderek zayıflaması ve bu iki
sürecin birlikte yaşanması anlamına geldiğini de görmeliyiz.
“Eskinin bittiği, yeninin doğmadığı”,
“Batı sistemi-fikri-modernitesinin bittiği ve büyük zarar gördüğü” ve
“Batı-sonrası dünyanın başladığı ama nasıl şekilleneceğini bugün bilmediğimiz”
bir sistemsel-düzensel geçiş döneminin tanımladığı bu tarihsel bağlamın iyi
anlaşılması ve değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamalıyım.
TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE BATI SONRASI
DÜNYA
Özellikle Türkiye için.
Türk dış politika yapımcıları ve
destekçileri, Batı-sonrası dünya düşüncesine çok fazla irdelemeden, tartışmadan
sahip çıkmış, hatta güçlü şekilde destekliyor gözüküyorlar.
Batı-sonrası dünyanın Türkiye’nin yararına
olduğunu ve bu dünya bağlamının Türkiye’nin önemini artırdığını düşünüyorlar.
Batı-sonrası dünyanın çok-kutuplu yapısı
içinde, Türkiye’nin önemi, değeri ve gücü artıyor algısının kabulüyle, dış
politikanın da Batı ile tarihsel ve kurumsal çapanın-bağlantının zayıfladığı,
Batı-dışı ile ilişkilerin güçlendiği ve ülkenin kendi kararları ve çıkarları
doğrultusunda tek-taraflı belirlendiği bir nitelik göstermesi gerektiğini
öneriyorlar.
Buna da “stratejik otonomi” deniyor.
Doğru: Türkiye, Batı-sonrası dünyanın
önemli bir aktörü olabilir, değeri ve etkisi artabilir, bu dünyanın
şekillenmesine katkı verebilir.
Doğru: Batı’dan Batı-dışı dünyaya güç ve
etki kayışı var, Amerikan hegemonyası ve Avrupa-AB artık ne uluslararası
sistemi şekillendiriyor ne de sorunlara çözüm olabiliyor.
Doğru: Çok-taraflı/kümeli/eksenli bir
yapıya doğru gidiyoruz.
Fakat bugün bu geçiş döneminin Türkiye’yi
nasıl etkilediği ve nasıl bir Türkiye tablosunu ortaya çıkardığına baktığımız
zaman, bu sorunun yanıtını olumlu vermenin mümkün olmadığını, dahası Türkiye
için risklerin potansiyellerden çok daha fazla olduğu bir tabloyla karşı
karşıya olduğumuzu görüyoruz.
Risklerle dolu bu tablo,
Batı-sonrası dünyanın bitim tarihi olabilecek 7 Ekim 2023’ten bu güne giderek
de netleşiyor ve olumsuzlaşıyor.
Birincisi; kuzeyinde
“Ukrayna Savaşı”, güneyinde “Gazze Savaşı”, doğusunda
“Azerbaycan-Ermenistan-İran gerilimi” olan, üç tarafı savaşla, dahası “Büyük
Güçler Rekabeti” ile çevrilmiş durumdayız.
İkincisi; 7 Ekim’den
bugüne, Irak’ta başlayan ve Suriye’ye kayabilecek olan 11 terör saldırısı oldu
ve bu saldırılarda 31 şehit verdik. Tüm bu saldırıların arka arkaya gelmesi,
Gazze meselesinden bağımsız değil.
Üçüncüsü; Ukrayna savaşında
uzlaştırıcı ve gıda koridoru konumundayken, İsrail-Gazze savaşında bu konumda
değiliz, olmamız da istenmiyor gözüküyor.
Dördüncüsü; Avrupa ve AB
Güvelik Mimarisi toplantılarına davet edilmiyoruz.
Beşincisi; ne BRICS
ülkelerine yeni ülkelerin katılması sürecine katılma daveti aldık ne de
Hindistan’da yapılan G20 Zirvesi ve sonrasında yapılan toplantılarda ve
açıklamalarda yer aldık.
Altıncısı; BRICS ve G20
toplantıları Türkiye-Hindistan gerilimini artırırken, Hindistan’ın kendisinin
stratejik otonomi temeli yaptığı Batı-sonrası dünya tahlillerinde Türkiye’yi
dışladığını gördük.
Yedincisi; İsveç’in NATO
üyeliğini onaylamada çok geç kalan Türkiye, bugün F-16 alımı gibi al-ver
ilişkisine sıkışmış durumda.
Sekizincisi; Türkiye-AB ve
Avrupa ilişkileri, al-ver ilişkileri içinde, “mülteci barındırma” konumuna
indirgenmiş durumda. Böyle bir durumda, Türkiye vatandaşlarına “vize vermeyen”,
sadece nitelikli “beyin göçü”ne açık, Türkiye’nin aleyhine ve tek taraflı bir
ilişki güçleniyor.
Bu listeyi uzatabiliriz. Ama görüntü
değişmeyecektir.
Batı-sonrası dünya bugün için Türkiye’ye
potansiyel değil, aksine ciddi riskler getiriyor. II. Dünya Savaşı sonrası
değerli Türkiye tablosunun tersine, Türkiye’nin güvenlikten ekonomiye oyunun ve
masanın dışında kalma riskini güçlendiriyor.
Türkiye’nin bugün demokrasi ve hukuk
sorunu kadar, büyük güçler rekabetinin yaşandığı Batı-sonrası dünyada “dışlanma
ve oyun dışında” kalma sorunu da var.
Al-ver ilişkisiyle şekillenmiş stratejik
otonomi, bu bağlamda ne anlama geliyor ve ne sonuç yaratıyor?
Bugün için olumlu yanıt gerçekçi olmaz.
Bu yazıyı bu hafta konuşmalar ve
toplantılar için gideceğim Amerika seyahatimden önce yazıyorum. Amerika
gözlemlerimle devam edeceğim...
FUAT KEYMAN KİMDİR?
Sabancı Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve
öğretim üyesidir. Aynı zamanda İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) direktörü ve
Türkiye Bilim akademisi üyesidir. Çok sayıda uluslararası düşünce kuruluşunun
ve akademik derginin danışma kurulunda bulunan ve 2013 yılında başlayan Çözüm
Süreci’nde Akil İnsanlar Komisyonu üyesi olarak da görev yapan Keyman;
demokratikleşme, küreselleşme, uluslararası ilişkiler, sivil toplum ve
Türkiye’de devlet-toplum ilişkileri üzerine çalışmalar yürütmektedir.
Yurt dışı ve içinde yayımlanmış çok sayıda
makaleye imza atan Keyman’ın, Hegemony Through Transformation: Foreign Policy,
Identity, and Democracy in Turkey (Dönüşüm Yoluyla Hegemonya: Türkiye’de Dış
Politika, Kimlik ve Demokrasi), Symbiotic Antagonisms: Competing Nationalisms
in Turkey (İç içe Çatışmalar: Türkiye’de Milliyetçilik) isimli kitapları da
bulunmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.