BİR PARADOKSUN ÇÖZÜMÜ VE HAYAL KIRIKLIĞININ ONARIMI
Hüseyin Atay, İslam medeniyetinin farklı alanlarda
gittikçe derinleşen krizine, Müslüman halkların tarih dışına savrulmalarına
şahitlik eden bir kriz dönemi mütefekkiridir ve düşüncesi doğal olarak hem
eleştiriye hem de inşaya yönelen bir karaktere sahiptir. Mütefekkir bir âlim
olarak Hüseyin Atay’ın bütün fikrî çabası aslında bir paradoksun çözümüne
yöneliktir. O paradoks şudur: İnsanlara daha iyisini vadederek yaşamlarına
giren din, bugünün dünyasında Müslüman halkların durumuna baktığımızda nasıl
olup da bir hayal kırıklığı olarak karşımıza çıkmaktadır? ‘Biz ve onlar’, ‘yeni
ve eski’, ‘gelenek ve modernite’ gibi karşıtlıklarla örgütlenen ve sürekli
savaş düzeninde tutulan bir din söyleminin, bireyin anlam toplumun adalet talebini
karşılayamadığında hayal kırıklığı yaratacağı açıktır. Dinin kendinden
bekleneni veremediğinde ortaya çıkan hayal kırıklığı, insanda inanılırlığını
bütün unsurlarıyla kaybetmiş radikal bir tanrısızlığa ve din karşıtlığına
evrilir. Bunu dine değil de dindarlık iddiasında bulunanların din anlayışındaki
sorunlara bağlayan Hüseyin Atay gibi zihinler bu durumu yaratan sebepler
denklemini yeniden kurarlar. Bu denklemde insanı sonuçlara maruz kalan değil,
sebeplere etki eden bir güç olarak konumlandırırlar. Anlam düzeninin çöktüğü ve
insana dair her şeyin alaşağı edildiği bir dünyada daha iyiyi, daha doğruyu,
daha güzeli, daha adil olanı ortaya çıkarmaya yönelen eleştirel bilinç ve
estetik tefekkür bu zihinlerin temel özelliğidir. Dinin varlık sebebini ahlaka,
bilinme sebebini akla dayandıran Hüseyin Atay’ın imana ve ahlaka başka bir
deyişle Allah’a ve insana dair söylemini, arzulanan ama ulaşılamayan ahlak
deneyiminin yarattığı hayal kırıklığını onarma çabası olarak okumak gerekir.
İNANCIN KORUYUCU KALKANI BİLGİ
Hüseyin Atay, modern dönemde din ve bilim arasında
varsayılan çatışmanın İslam inancı bağlamında söz konusu olmadığını göstermek
üzere bilgiyi imandan öne almış, dinin aklın ve tecrübenin sınırlarının bittiği
yerde başladığı tezinin aksine İslam inancını aklın ve bilginin sınırları
içinde konumlandırmıştır. Zira insanın neye niçin inandığını bilmesi, inancın
ahlakı gereğidir. Allah’ın varlığını ve birliğini bilmenin imana öncelenmesi
Kur’anî bir taleptir (47/Muhammed, 19). Bu düşüncenin köklerine İslam düşünce
geleneği fazlasıyla aşinadır. İnsana ilk farz olanın ne olduğu sorusuna
Müslüman âlimlerin bir kısmı ‘Allah’ı bilmek’, bir kısmı ‘düşünmek’ cevabını
verir. Ebû Hâşim insana ilk farz olanın şüphe etmek olduğunu söyler. Atay,
süreç içinde yerini kesin bilgiye terk eden şüphenin insana ilk farz olarak
gösterilmesini olumlayarak aktarır. Zira şüphe, verili bütün sisteme ve sistemi
ayakta tutan unsurlara karşı teyakkuzda bulunmayı gerektirir. Bu teyakkuzun
gereği olarak Atay, din ve din kültürü/fıkıh arasında ayrım yapar ve özellikle
ilk üç asır ulemasının rey ve içtihat çabalarını takdirle anar. Üçüncü asırdan
sonraki ulemanın karşılaştıkları sorunlara bizzat cevap üretmek yerine daha
önce üretilen hazır cevapları kullanma alışkanlığının çok kötü bir model olarak
arkadan gelen bilginleri de esir aldığını ifade eder. İlk üç asır ulemasının
rey ehli olduğunu, sonra gelenlerin Kur’an’a gitmek yerine bu rey ehlinin
görüşlerini anlayıp uygulamaya yöneldiklerinden yani reyin yerine fıkhı ikame
ettiklerinden yakınır.
Atay’a göre, akıl/rey, sadece kutsal metni anlayıp
yorumlamaz, hüküm de koyar. Akıl aynı zamanda koyduğu hükmü ortak insan
hayatına egemen kılan kudrettir. Dünyayı yorumlamayı değil, değiştirmeyi
hedefleyen her düşüncenin, aklın ortak insan yaşamına dokunan bu gücünü dikkate
alması gerekir. Atay’ın akıl vurgusu, daha derinde yatan iki kurucu unsuru açık
eder: İnsan ve dil. Akıl ilahî bir mevhibe olarak insanda tecelli eden en
yüksek kudret, dil de bu kudretin değer ve normlara dönüşmesine aracılık eden temsil
gücüdür. Atay’ın geleneği bir haber olarak görüp en güzeline uymak için bir
kısmını kaldırıp atmak gerektiği yönündeki düşüncesi ile insanı bir akıl ve dil
varlığı olarak tanımlaması arasında sıkı bir ilişki vardır. Gelenek (atalar)
tarafından kurumsallaştırılan dinsel, ekonomik, siyasal güç, çoğunlukla
toplumun bir kısmına diğerlerine kıyasla daha fazla imtiyaz tanır. Aklın ve
dilin devreye alınarak tekil insanın merkeze çekildiği bir düzende ise hakikat
imtiyazlı grupların tekellerine aldıkları alanlarda aranmaz. Şüphe hermenötiği
denilen bu durumda adalet, adaleti tanımlayanlardan veya adalet dağıtanlardan
değil adaletsizliğe uğrayanlardan, baskı altında tutulanlardan öğrenilmektedir.
Hüseyin Atay, devralınan mirası, oluşumunu tamamlamış,
yedeğine girilecek bir norm kaynağı olarak değil, sürekli geliştirilmesi
gereken bir inşa süreci olarak görür. Bu süreçte kendisine kadar gelen
külliyatı da, herkesi bağlayan, eleştiriye kapalı bir kaynak olarak değil akıl,
vicdan, tecrübe gibi objektif ölçütlerle değerlendirilmesi gereken bir haber
olarak alır ve Kur’an’ın haber değerlendirme kriteri olan, ‘”Bir sözü/haberi
dinleyip en güzeline uymayı’ (39/Zümer, 18) bu geleneğe uygular. Atay’a göre;
“Bir düşünce geleneği içindeki insanlar ya kendilerini geleneksel kurallara,
örf ve adetlere sıkı sıkıya bağlayan taklitçilerden ya da bütün insanların
sorunlarını dikkate alarak mevcudu aşmayı amaçlayan idealistlerden oluşur.
Taklitçi grup geriye, idealist grup geleceğe bakar. İslam’ın ilk üç veya dört
asrına idealistler, sonraki asırlara taklitçiler hâkim olmuştur.” Atay hocanın
bu ifadesi, gelenekli toplumların içine düştükleri trajediye karşı bir uyarı
olarak okunmalıdır.
TEVHİDİN GEREĞİ OLARAK ÇOĞUNLUĞUN TAHAKKÜMÜNE KARŞI
İNSANIN TEK(İL)LİĞİ
Hüseyin Atay’a göre, bir olan Allah’ın kulunun herkese
benzeyerek değil aksine farklılık göstererek var olma iradesi, tevhidin
tezahürüdür. Tevhide dayalı insan tekilliğine ve farklı olma, farklı düşünce
ortaya koyma hakkına vurgusuyla Hüseyin Atay’ın düşüncesinin bir yandan saf
insan tabiatına ve Kur’an’a bir çağrı; diğer yandan da yığınla adet, örf ve
geleneğe bir sırt çeviriş ve İslam düşüncesinin Kur’an’ın dışında beslendiği
geleneksel külliyatın insan ruhunu yağmalayan çelişkilerinden kurtuluş çabası
olduğu görülür. Hüseyin Atay’ın “Kitaba mahkûm değil, hâkim olan insan”
söylemi, insanı olup bitenin sorumlu öznesi olarak konumlandırma arzusunu
yansıtır. Atay, “Her bilenin üzerinde bir başka bilenin olduğu/olması
gerektiği” (12/Yusuf, 76) ayetini, çoğunluğun imhaya yöneldiği özne insanı ihya
hamlesi olarak öne çıkarır. Atay’a göre, bilgide mutlak otorite iddialarını
reddeden bu ayet tekil olan bireyi yüceltirken ona aynı zamanda olağanüstü bir
sorumluluk yüklemektedir. Bu sorumluluk, insanı hayat planının onurlu, dinamik,
etkin, egemen ve sorumlu gücü olarak inşa etmekle yerine getirilebilir. Aksi
takdirde Kant’ın şu sözü sahne alacaktır: “Eğer insan kendini bir solucan
haline getiriyorsa, üzerine basıldığında şikâyet etmemelidir.”
YAŞAMI KOLAYLAŞTIRMANIN ARACI OLARAK DİN: AZİMETE
KARŞI RUHSAT
Hüseyin Atay, ahlakın fıtrîliği ile bir toplum içinde
yaşıyor olmanın getirdiği dış baskı arasındaki paradoksu çözmek için, insan
doğasına sürekli vurgu yapar. İnsanın fıtratının, akıl ve vicdanının kendisine
dayatılanlara karşı sürekli teyakkuzda durması gerektiğini söyler. Bunun için
de, kurulu düzenin normlarına ayak uydurma değil, mevcudu dikkate alarak kendi
tekilliğini mevcut normlarının üzerinde yeni bir düzenin kurucu unsurlarından
birine dönüştürme iradesi gösterme arzusunda olmuştur. Atay’ın çağdaş olayları
analizi, "Kur’an’ın insan doğasına ilişkin görüşünde kaynağını bulur” ve
“İnsanın daha yüksek bir statüyü hak ettiği gerçeğine” dayanır. Bu anlamda tam
bir realist tutum takınır. Hiçbir hükmü insanın doğasını zorlayacak bir formda
sunmamaya, hükmün kendisini hükme konu olan kişinin üzerine çıkarmamaya dikkat
eder. Zira “Allah hiç kimseye kaldıramayacağı bir teklifte bulunmaz.”
(2/Bakara, 286). İslam ahlakının nirengi noktasını Atay temiz insan doğası
olarak tespit eder ve hayatın ham gerçeklerini olgunlaştıracak etik köken
olarak bu temiz fıtrata güvenir. Fıtrata günah diye yüklenen birçok uygulamanın
temelsiz olduğunu hatırlatır. Kur’an günahları sayıp dökmez; aksine insanların
günahtır diyerek yaşamın olağan akışını tıkadıkları birçok uygulamanın günah
olmadığını onlara hatırlatır (2/Bakara, 235; 24/Nur, 61).
Buna bağlı olarak, dinî geleneğin dinde zor olanı
seçmek/azîmet olarak adlandırdığı ve bir tür huzursuzluk etiği olarak kendini
gösteren tercihlere karşı Atay sürekli olarak, “Biz Kur’an’ı sana zorluk
çekesin diye indirmedik” (20/Tâ-Hâ, 2) ayetini seslendirmiştir. Onun hayatın
olağan akışını bloke eden fıkhî hükümlere itirazının temelinde bu ayet yatar.
Atay, düzen dayatmaya yönelen her girişimin öncelikle akıl, Kur’an ve vicdan
tarafından değerlendirilip onaylanması gerektiğine inanır. Vicdan vurgusu,
benliğin temelde ahlaki bir şekilde kurulduğunu kabul eder. Böyle bir onaydan
geçmiş olan talep, kesinlik hissini doyuran bir bağlılık ve güçlü bir eylem
motivasyonu yarattığı için kişiyi ahlakî özneye dönüştürür. Vahyin insana
nüzulüne/taleplerine onay verdiğimiz anda onaylayan mekanizma olarak akıl ve
vicdan insanı dünyayı kuran faaliyetlerin merkezi gücüne dönüştürür. Talep ve
onay süreci, etik bir varlık olarak insanı önce bilme kudretinde bir varlık
olarak inşa eder; sonra ona bir tür otarşi (kendi yasalarını kendi koyma)
yetkisi verir. Çağdaş dünyanın ayartıcı birçok unsuru tarafından örselenen
insan onurunu onarmak ve dini böyle bir dünyanın vicdanına dönüştürmek ancak böyle
bir değerleme ile mümkün hâle gelebilir.
Hocamızla ilgili daha ileri okuma için 2016 yılında
yazdığım Kur’an’a Dönüşte Öncü Bir İsim: Hüseyin Atay başlıklı yazımı
okuyucularımızın dikkatine sunmak isterim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.