Kur’an’a göre dinin özü, insanın hayrete düşerek iç içe olan Güneş sistemi, Ekosistem ve İnsanın birer lütuf olduğunu idrâk ederek, bu manidar verilmişliğin bir “Veren”i olduğunu keşfetmek (iman); ona şükran ve tazim (ibadet) göstermek; Tanrının bize yaptığını, bizim de hemcinslerimize yapmak (adalet-merhamet) ve bunların karşılığını ödül olarak Tanrıdan umut etmek/beklemek (menfaat-Ahiret)’tir.
Bunu başaracak
olan, Tanrının yaratılışta herkese eşit olarak bahşetmiş olduğu vicdan
kapasitesidir. Vicdan, Tanrının içimizdeki sesidir. Kendisi de, vicdanın küpü
olarak, kudretini adalet ve merhametle yoğurmuş ve sınırlamış bir kişidir.
“Esmau’l-Hüsna” ve “Sünnetullah” kavramları, bu gerçeği-hakikati ifade eder.
Kur’an, “insan”lığın “Arap” formasyonunun yedinci yüz yıldaki tarihi/tabii
formu içinde yirmi üç sene boyunca gerçekleşmiş ahlaki-pedagojik bir çabadır.
Önceki tarihlerde olduğu gibi, İnsanlığın vicdani gelişmesine, tekâmülüne yani
nesh (2/106), imha-isbat (13/39), tebdile (16/101) paralel olarak, yenilenmeye
ve gelişmeye açıktır.
1- TANRI
TASAVVURU
Tanrıya imandan
sonra, dinin en temel sorunu, Tanrının ahlaki karakterini ve insani ilişkilerde
doğru olanın ne olduğunu doğru takdir etmektir. Müşrikler, Tanrı’yı doğru
takdir edemedikleri gibi (6/91, 77/23); Yahudiler (2/93) ve Hristiyanlar da
(5/73) doğru takdir edememişlerdir. Bu tehlike, Müslümanların da başının
üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır. Örneğin, Cebriyenin Ve
Eş’ârîlerin, istisnasız her şeyi belirleyenin Allah olduğu şeklindeki (Kadir-i
mutlak, Alim-i mutlak ve Mürid-i mutlak) “Kadercilik” teorileri, -cahilce tazim
görünümünde veya kurnazlıkla- Allah’ın üstüne atılmış en zalimce bir iftiradır
(29/68, 61/7). Yani Müslümanlar da,22/74) Allah’ı “gereği gibi takdir
edememişlerdir.”(
Ateist, Agnostik
veya Pagan-Müşrik olmaktan çıkıp, kafasına/keyfine göre -ve samimiyetle- tek
bir Tanrı kavramı/imgesi/resmi/tasavvuru yaratmak, “müstakim” bir dindarlık
için yeterli değildir. Cahil halk başta olmak üzere, sûfîlerin, teologların ve
filozofların temel sorunu budur. Bundan dolayı, peygamberlerin, vahiyle
tanıttıkları tasavvura (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) şiddetle ihtiyaç olduğu
gibi; bunlara yaslanarak çizilen resimlerin sürekli gözden geçirilmesine ve
eleştirisine de şiddetle ihtiyaç vardır. Tanrı, ortalıkta olmayıp, “Ğayb/Aşkın”
olduğu için, Xenephones’in dediği gibi: O’nun hakkındaki her türlü “Kanı,
herkesi gafil avlar.” Süpekülatif Felsefe, Tanrı tasavvuru konusunda
“Diri/Hayy” ve “Kişi/Huve” olmaktan öte, kavramsal bir put yaratırken; Teolojik
Fideizm(İmancılık), yani Rousseau, Pascal(Kalp), Kant(Pratik Akıl) ve
Kiergegard(Öznellik), sıfatlarını/kim olduğunu bilmediğimiz bir Tanrı’ya körü
körüne “İman” etmeyi savundular. Oysa, Allah, tenezzül buyurarak kendini bize
“Esmau’l-Hüsna” ile tanıtmıştır. Ona iman etmek ise, ne flozofların savunduğu
gibi merdivenleri mantıkla(zorunlu) çıkılan/ispat edilen bir zirve; ne de
Fideistlerin iddia ettikleri gibi risk alarak uçurumdan atlamadır. Kur’an’da
iman, sırıkla(akıl-ahlak) ve cüretle bir yüksek atlama/zıplama/sıçramadır.
Oluşturulan
“Tanrı” tasavvurları, insanların vicdan kapasitelerini, özgürlüğünü, iradesini
ve yaratıcılığını geliştirdiği, serpilmelerine yardımcı olduğu gibi; bütün bu
kapasitelerin dumura uğramasına, insanın kendine yabancılaşmasına sebebiyet
verebilir. Örneğin: “Hristiyan tanrı kavramı –hasta tanrısı olarak tanrı,
örümcek olarak tanrı, tin olarak tanrı- yeryüzünde ulaşılmış en yoz
kavramlardan biridir. Belki de tanrı tipinin batış sürecindeki en düşük seviye
işaretini temsil eder. Tanrının, yaşamın aydınlanması ve bengi/ebedi “Evet”i
olmak yerine; yaşamı çelecek kadar yozlaşması! Tanrı’da yaşamın, doğanın,
yaşama isteminin düşman ilan edilmesi! Tanrının, “Dünyevi”liğin her türlü
yalanlanması için, her türlü “öte dünya”lık yalanı için, formül haline gelmesi!
Tanrı’da hiç’in tanrısallaştırılması, hiçlik isteminin tanrısallaştırılması.”
(F. Nietzsche, Deccal (Hristiyanlığa Lanet). Çev: Oruç Aruoba. İst. 1995. s
29-30). Yahudilik ve Müslümanlıkta da benzer “Tanrı” tasavvurları mevcuttur.
2- İMANIN
İTİKADA DÖNÜŞMESİ
Tek tanrıcı
dinlerin ikinci önemli handikabı, canlı “iman”ın ölü itikada/inanca dönüşmesi
ve insan ile Tanrı arasında diyalektik bir “ilişki” olmaktan çıkmasıdır. Bu
durumda, her türlü ahlaksızlık kolayca işlenir veya meşrulaştırılır. Bir Kur’an
ayeti, bu gerçeği, çok net bir şekilde ortaya koyar: “İman edenlerin Allah’ı
zikretmekten ve ondan inen hakikatten dolayı kalplerinin ürperme zamanı hâlâ
gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman
geçince kalpleri katılaşan (Hristiyan ve Yahudiler) gibi olmasınlar. Onların
çoğu, fâsık kimselerdir.” (57/16). Müslümanlar da, aradan çok uzun zaman
geçmeden aynı vartaya düşmüşlerdir. Bugün ise, aradan 1400 sene geçmiştir. Oysa
Allah: “İnsanlar, “İnandık” demekle, imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı
zannederler? And olsun, biz, onlardan öncekileri de imtihan etmiştik; Allah,
doğru söyleyenleri de yalan söyleyenleri de bilir.” (29/2-3) diyerek işin
peşini bırakmamaktadır. Zorunlu olarak amel/ahlak doğuran (“Ateş olmayan yerden
duman çıkmaz.”, “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.”) canlı iman ile ölü
kesin inanç/tasdik arasındaki farkı, Kur’an, şöyle ortaya koyar: “Bedeviler,
“İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz; “Tasdik ettik” deyin. Çünkü, iman
henüz kalplerinize yerleşmedi… İman edenler, ancak, Allah’a ve peygambere iman
ettikten sonra şüpheye düşmeden, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat
edenlerdir. İşte onlar, imanlarını ispat etmiş olanlardır.” (49/14-15).
3- İLMİHAL
DİNDARLIĞI
Dindarların sıkça
başvurdukları kurnazlıklardan biri de yükte hafif, pahada ağır
ibadetleri/ritüelleri abartarak Tanrı’yı kandırma girişiminde bulunmalarıdır.
Şu ayet, bu gerçeği gözler önüne koyar: “Siz, Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i
Haramın bakım ve onarımını, Allah’a ve Ahiret gününe iman edip Allah yolunda
cihad eden kimselerin yaptıkları ile eşit mi tutuyorsunuz? Bunlar, Allah
katında eşit değildirler; Allah, zalim topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip
cihad eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin mertebeleri,
Allah katında daha üstündür; işte onlar, nihâî kazananlardır.” (9/19-20).
Tanrı ile sürekli
irtibatta olma, onu unutmama; bu vesile ile de vicdanını ve imanını koruma
amaçlarından uzaklaştırılıp, alışkanlık ve borç ödeme moduna dönüştürülen
“İlmihal/İbadet Müslümanlığı” hakkında rahmetli Nurettin Topçu şöyle diyor:
“Zamanla yıprana yıprana birer otomatik hareket haline getirilen ve bu şekilde
emrolunduğu anlatılan ibadetler ise, iyi hesaplayan ve dikkatle kaydeden
meleklerin takip ettiği bedende bir takım şekil değişmeleri haline getirildi.
El, ayak, baş, beden hareketlerinde maharet, dindarlığın şartı oldu; bunlar,
dinin esasları oldu. Bütün ruh ve manasından sıyrılan dini hayatın bu
şekilperestliğine “zühd-ü takva” adını verenler, bu vehimlerinin kas katı gurur
içinde gömülüp kaldılar ve bu yolda yürürken, Allah’a götüren ahlak yolunun
izlerine bile rastlamadılar.” (N. Topçu. İslam ve İnsan. İst. Tarihsiz. S. 33.)
4- SONUÇ
Sonuç olarak biraz
düşünme (tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur), biraz azim
ve irade, biraz iyi niyet/samimiyet ve biraz teyakkuz (takva), iman ve ahlakı
herkes için mümkün hale getirebilir. Oysa bugün Türkiye’de ve İslam dünyasında
canlı vicdan ve diri imandan doğan amel, tutum, tarz ve davranışlar yerine;
anakronik, ezber, alışkanlık ürünü taklit ve tekrarlar görüyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.