Şükrü Hanioğlu, yeni yayınlanan “Atatürk, Entelektüel Biyografi” adlı kitabı hakkında Taha Akyol’un sorularını cevapladı.
Neden böyle bir araştırma için Atatürk’ü seçtiniz?
Ben, bu çalışma öncesinde, ilk baskısı
2011 yılında neşrolunan bir İngilizce Atatürk’ün entelektüel biyografisi kaleme
almıştım. Bu, ünlü İslâm tarihi uzmanlarından Patricia Crone’un editörlüğünde
hazırlanan “Makers of the Muslim World” adlı bir dizi için ısmarlanmıştı.
Ancak, metin uzun olunca kısaltılması istendi; ben de bunu kabûl etmeyerek,
bâzı değişikliklerle bir diğer yayınevinden yayımladım. Düşüncem, ileride
İngilizce kitapta kullanılmayan malzemeye dayanarak genişletilmiş bir Türkçe
baskı hazırlamaktı. Üzerine binlerce kitap yazılmış olan Atatürk’ün kapsamlı,
detaylara inen, “hagiography” sakıncaları taşımayan bir entelektüel
biyografisinin bulunmaması şüphesiz büyük bir eksiklikti. Tabiî bir konuda
çalışmaya karar vermek, diğer projelerin ertelenmesi veya rafa kaldırılması
benzeri bir maliyeti beraberinde getiriyor. Ben, İttihad ve Terakki Cemiyeti
üzerine, örgütün iktidar dönemini kapsayacak üçüncü bir cilt yazmayı
planlıyordum, aynı şekilde 1839 sonrası Osmanlı entelektüel tarihini analiz edecek
bir kitap için de ayrıntılı notlar çıkartmıştım. Uzun süre düşündükten sonra,
Atatürk’ün entelektüel biyografisinin daha büyük bir boşluğu dolduracağı
kanaatine ulaşarak bu konu üzerinde yeni araştırmalar yaptım. Son tahlilde,
ulus-devlete geçiş sürecini yöneterek yeni bir millet projesi geliştiren kurucu
liderin dünya görüşü, yaklaşım ve siyasetlerinin nasıl şekillendiğini,
dolayısıyla “kurucu ideoloji/felsefe” şeklinde kavramsallaştırılan fikir ve
ilkeler manzumesinin nasıl inşa edildiğini ortaya koymaya çalışmanın daha
önemli olduğuna karar verdim ve elinizdeki kitabı hazırladım.
BÖYLE ARAŞTIRMALAR VAR MI?
Dünyada bu çapta, bu tarzda
yazılmış “entelektüel biyografi” örnekleri var mı?
Kitapta da değinmeye çalıştığım gibi,
entelektüel biyografi sadece Comte, Descartes, Hegel yahut Adorno, Hayek,
Sorokin benzeri büyük düşünür ve önde gelen “entelektüeller”in kuram ve temel
yaklaşımlarının nasıl şekillendiğini ortaya koymayı hedefleyen bir yazım türü
değildir. Şüphesiz, onun aslî özneleri böylesi kişiliklerdir; buna karşılık,
son tahlilde, “entelektüel” değil “literatus” olan siyasî liderlerin Homo
politicus olarak geliştirdikleri siyasetlerini yaratırken etkilendikleri
düşünce ve ideolojiler ile benimsedikleri dünya görüşleri de bu türün önemli
ilgi alanlarından birini oluşturmaktadır. Bir anlamda, Atatürk’ün entelektüel
biyografisi, ikinci sınıflamaya girecek bir çalışma oluyor; çünkü, son
tahlilde, kurucu lider, bir düşünür ve zikrettiğimiz anlamda “entelektüel”
olmayıp, iki savaş arası dönemde yeni bir devlet oluşturmak ve millet inşa
etmek hedefiyle siyasetler geliştiren bir “literatus”tur. Entelektüel biyografi
alanında en çarpıcı örnekler Kühn’ün Kant, La Vopa’nın Fichte, Beiser’in Strauss
ve Cohen, West’in St. Augustine biyografileri benzeri eserlerdir. Buna
karşılık, ikinci tür için Gupta’nın Gandhi’yi, Gregor’un Mussolini’nin iktidara
geliş öncesini ele alan, Kotkin’in daha geniş anlamıyla biyografi karakteri
taşımakla birlikte, entelektüel eğilimler üzerine yoğunlaşan Stalin çalışması
benzeri yapıtlar zikredilebilir. Bilindiği gibi, Ronald Reagan ve Barack Obama
üzerine kaleme alınan “entelektüel biyografi”ler de mevcuttur. Atatürk’ün
Entelektüel Biyografisi kendi alt türü içindeki, yâni siyasî liderleri
değerlendiren örneklerle kıyaslanırsa, en detaylı analizlerden birisini sunmaya
çalışmaktadır.
‘GİZLİ’ ARŞİVLER
Araştırma sırasında bazı belgelere
ulaşamadığınızı “gizlilik” engeliyle karşılaştığınızı söylüyorsunuz. Bunlar
neydi?
Atatürk üzerine çalışanların karşılaştığı
temel zorluk, Çankaya Köşkü’nde korunan arşivin sınırlı biçimde açılmış olması
ve kataloglarının araştırmacılara kapalı bulunmasıdır. Siz konu veriyorsunuz,
arşiv yetkilileri o alanda uygun gördükleri vesikaları size gösteriyorlar.
Dolayısıyla, hangi belgelere “ulaşamadığınız”ı bilmiyorsunuz. Belirli
konularda, örneğin, Atatürk’ün din üzerine görüşleri alanında talepte
bulunduğunuzda ise “Hocam bu zor bir konu” cevabını alıyorsunuz. Burada bir
“gizlilik”ten ziyade, “kutsalı muhazafa” arzusu ve “keyfîlik” var. Arşivlerde
belirli dosyaların belirli süreler boyunca açılmaması mümkündür. Ama kataloğu
bona fide araştırmacılara sunulmayan, hangi belgelerin onların araştırma
alanına girdiğine (örneğin, benim örneğimde konu dışı vesika son derece azdır,
bir biyografi yazıyorsanız mevcut evrakın bütününü görmek istersiniz) bir arşiv
yetkilisinin karar verdiği durumda araştırma sınırlanır ve kalitesi ciddî
biçimde etkilenir. Ben böylesi bir uygulamaya sadece günümüzde Archivum Apostolicum
Vaticanum adı altında faaliyet gösteren Archivo Segreto Vaticano’da muhatap
olmuştum (Türkiye’de ATASE arşivi de bu şekilde hizmet sunardı). Bu da
“gizleme”den ziyade, “kutsalı koruma,” “aykırı yorumlara malzeme vermeme”
isteğini yansıtıyor.
Bunun, “esasa müessir” olmadığını
vurgulamak isterim. Neticede, verdiğimiz örnekten yola çıkarsak, Atatürk’ün
“din” hakkındaki yaklaşımının ne olduğunu kavrayabilmek için tüm vesikaları
görmeye gerek bulunmamaktadır. Onun Tevfik (Bıyıklıoğlu)’na yazdığı mektup da
senelerce (2011 yılına kadar) gizlenmiş yahut değişik kısımları tahrif edilerek
kullanılmıştır. Buna karşılık, bu mektup olmaksızın da kurucu liderin
İslâmiyetin doğuş ve evrimi hakkında Caetani’nin değerlendirmelerinden mülhem
bir yaklaşım geliştirdiğini anlayabilmek mümkündür.
‘İNSANÜSTÜLEŞTİRME’
Atatürk’ün kült haline
getirildiğini, “insanüstüleştirme ve kutsallaştırma” yapıldığını, eski “menâkıb
ve destanlar” gibi anlatıldığını söylüyorsunuz. Bunun ne zararı var?
Kitap özelinde cevaplarsam, böylesi bir
kült inşa olunduğunda, Atatürk’ün içinde yaşadığı ortam, mevcut Zeitgeist ve
“ne okuduğu” bütünüyle önemsizleşmektedir. İnsanüstü bir lider, öncesizlik
çerçevesinde her konuda yeni ve eşsiz fikirler üreten bir düşünür, bütünüyle
orijinal, çağının önünde olmasından dolayı ondan etkilenmeyen bir
felsefeci-kral imajı, son tahlilde, “entelektüel biyografi”yi gereksiz
kılmaktadır. Atatürk’ü bu kült çerçevesinde değerlendirdiğinizde onun
şekillendirdiği modern Türkiye de bir “mucize” haline gelebilmektedir. Bu ise
sadece “tarihî Atatürk”ün portresinin çizilmesini zorlaştırmamaktadır. Kurucu
liderini insanlaştıramayan, onun geliştirdiği siyasetleri “mucize” olarak
değerlendiren bir toplum, kutsadığı “kurucu ideoloji”sinin dayanaklarını da
anlayamamaktadır. Şahıs kültü ve altınçağcılık temelli yaklaşımın egemenliği
ise toplumun sorunlarını özgürce tartışması önünde ciddî bir engel
oluşturmaktadır. Daha da vahimi, bunların içselleştirilmesi ve “doğal”
olduklarının varsayılmasıdır. Şahıs kültleri ve mutasavver altınçağları
savunanlar, kendileri dışındakileri eleştirirken, özgün örneklerinin “istisnâî”
olduğu iddiasını ileri sürerler. Buna karşılık, bunların varlığı, bir toplumun
gelişmişlik ve olgunlaşma seviyesinin geriliğini ortaya koyar. Türkiye,
cumhuriyetin kuruluşunun 100. yıl dönümünün idrak edildiği bir gerçeklikte ve
kurucu liderin vefatından 85 yıl sonra böylesi yaklaşımları bir kenara
bırakarak, kurucusunu ve kuruluşunun entelektüel altyapısını “insanüstülük,”
“mucize” benzeri kavramlara başvurmadan değerlendirmek, onları “anlamak” ve
“analiz etmek” zorundadır.
‘TARİHÎ ATATÜRK’
Kitabınızda “modern Türkiye’nin
şekillenmesindeki belirleyiciliği tartışılmaz olan tarihî Atatürk” diye bir
ifade var. Açar mısınız?
Atatürk’ün siyaset belirleme tekeli göz
önüne alındığında, modern Türkiye’nin şekillenmesini onu devre dışı bırakarak
anlayabilme imkânı bulunmamaktadır. Ancak, bu yapılırken Atatürk kültünün
yanılmaz yarı-tanrı mucize yaratıcısını değil, yetiştiği ortam, yöneldiği
akımlar, geliştirdiği dünya görüşü ve siyasî tecrübesinin şekillendirdiği
önemli devlet kurucularından birisi olan “tarihî Atatürk”ü esas almak
gerekmektedir. Birincisinden hareketle, bir altınçağ inşa edilerek menâkıbnâme
yazılırken, ikincisi modern Türkiye’yi, onun dayandığı entelektüel temelleri ve
günümüze ulaşan etkileri kavrama imkânı sunmaktadır. Ancak, kitapta da
belirttiğim gibi, Atatürk etrafında oluşturulan kültün yüksek menâkıb ve esâtir
duvarlarını aşabilmek, onu bunlardan arındırarak “tarihî” kişiliğini ortaya
koyabilmek kolay değildir.
TARİHSELLEŞTİRME NEDİR?
“Tarihselleştirme” ve
“bağlamsallaştırma” kavramlarını vurguluyorsunuz. Ne demek?
Bunu sizinle iki sene evvel de
konuşmuştuk. Tarih yazımının iki “olmazsa olmaz”ı bulunmaktadır. Bunlar,
“tarihselleştirme (historicization)” ve “bağlamında kavramsallaştırma
(contextualization)”dır. Hiçbir tarihî gelişme oluştuğu bağlamdan soyutlanarak,
steril bir laboratuvar ortamında oluştuğu varsayımıyla değerlendirilemez.
Tarihçinin uğraşı da ele aldığı konuyu içinde doğduğu gerçeklik ve tarihî
kronoloji içinde anlayabilmektir. Bu yapılırken, güncel yönelim, değer ve
kavramsallaştırmaların geçmişin inşa edilmesinde rol oynamasının önüne geçmek,
ancak geçmişin güncelle olan bağlantısını bütünüyle kopartmamak gereklidir.
Konumuz çerçevesinde yaklaşırsak, Atatürk’ün fikirlerini ve siyasetlerini bu
anlamıyla “tarihselleştirmek” gereklidir. Bu çerçevede, konuya uygunluğu
açısından, sizinle iki sene evvel yaptığımız mülâkatta verdiğim örneği tekrar
etmek isterim. Bir valimiz, makam odasına Atatürk’ün, “Tatbik eden, icra eden,
karar verenden daima daha kuvvetlidir” sözünün yer aldığı bir levhayı asmıştır.
Bu, Mustafa Kemal’in, birinci meclisteki muhalefet, 1921 yılında “Hey’et-i
Vekile’nin Vazife ve Mes’uliyetine Dâ’ir” kanun teklifi ile yetkilerini
sınırlamaya çalıştığında, buna karşı çıkmak için kürsüde dile getirdiği bir
ifadedir. Ancak, yasama-yürütme ilişkilerini tartışma bağlamında, konvansiyonel
meclisin içinden çıkan ve meb’uslardan oluşan vekiller heyetinin selâhiyeti
tartışılırken söylenmiş olan bu söz, tarihî bağlamından çıkarılınca, genel
olarak atanmış idarecilerin, özel olarak da valilerin üstünlük ve önemini
vurgulayan bir vecizeye dönüştürülmüştür. Bir diğer örnek vermemiz gerekirse,
Atatürk 1920 yılı sonunda Stalin’e gönderdiği bir mektupta, “Avrupa
proletaryası ile köleleştirilmiş sömürge halklarının ortak düşmana karşı
savaşmalarının” önemini vurgulamıştır. Bu ifade, hangi “bağlam”da
söylendiğinden bağımsız şekilde değerlendirildiğinde, Atatürk’ün bir dönem
Bolşevik bir kuramcı olarak tezler geliştirdiği ileri sürülebilir. Bu örnekler,
tarihî malzeme “tarihselleştirme” yapılmadan kullanıldığında ne gibi sorunlar
doğabileceğini göstermektedir.
ULU ÖNDER- ULU HAKAN
Ulu Önder ve Ulu Hakan, bu
kavramlar açısından ne dersiniz?
“Ulu Önder,” inşa‘ına Atatürk’ün
sağlığında başlanması nedeniyle, iki savaş arası dönemin küresel liderlik
kültürünü yansıtmasının yanı sıra, yaratılan kültün dayandığı seküler
insanüstülüğü, ulûhiyet iddiası içeren bir sıfatla ortaya koyan bir kavramsallaştırmadır.
Süreç içinde Atatürk için kullanılan diğer sıfatların önüne geçen “Ulu Önder”
ibâresi, yanılmaz, zamanın değişimlerinden etkilenmeyen, her dönemde, her
konuda doğru yolu gösterecek bir lider kültüne atıfta bulunmaktadır. “Ulu
Hakan” ise II. Abdülhamid’in saltanatı sırasında yaratılan lider kültünden
ziyade, Büyük Doğu benzeri muhafazakâr entelektüel hareketlerin yarattığı
“anti-Atatürk” kişiliğini ete kemiğe büründürmektedir. Atatürk’ün kurucu lideri
olduğu toplumda saygı görmesi, anılması, görüşlerine gönderimlerde bulunulması
doğaldır. Ancak, post-modern çağda Türkiye’nin iki savaş arası dönem ürünü
sıfatlar ve kutsallıkla tahkim olunan bir ebedî liderlik kültünü
içselleştirmesi, sorunlarını onun toplumu yönettiği altınçağa geri dönerek halledeceğini
varsayması anlamlı değildir. Benzer şekilde, bunun karşı tezi olarak yaratılan
II. Abdülhamid kültünün “Ulu Hakan” kavramsallaştırması da dağılma sürecindeki
bir çokuluslu imparatorluğu Belle Époque gerçekliğinde yönetmiş bir
halife-sultanın siyasetlerinin günümüz Türkiyesi’nin (ve İslâm âleminin)
meselelerini çözebileceğini savunmaktadır. Âmiyâne bir ifade olacak ama
Türkiye, “benim lider kültüm seninkini döver” sığlığındaki yaklaşımla güncel
sorunlarına çare bulamaz.
"Selânik, ‘eski’ ile ‘yeni’
çatışmasının en çarpıcı biçimde görülebildiği bir şehir. Pek çok akranı gibi,
Mustafa Kemal’in de Osmanlıcılık siyasetine eleştirel yaklaşması ve Türkçülüğe
ve daha sonra Türk milliyetçiliğine yönelmesinde önemli rol oynadı."
"Mustafa Kemal, neolitik çağda dünya
medeniyetini kurarak değişik kıtalara yayan ‘brakisefal Türk ırkı’ tezini
geliştirmiş, dil alanında Türkçenin insanlığın öncü dili olduğunu ileri sürerek
bunu tahkim etmiştir. Ancak, anılan milliyetçilik vefatı sonrasında hızla terk
edildi."
"Atatürk, yeni patrimonyal siyaset
anlayışının mucidi değil, yeni bir ‘yorumu’nu geliştiren bir devlet
kurucusudur. Sormamız gereken soru, yaklaşık bir buçuk asırlık bir süreçte
neden patrimonyal siyaseti biçim farklılıklarıyla yeniden ürettiğimizdir."
"Selânik, pâyitaht istisnâ olunursa,
Tanzimat sonrasında yaşanan toplumsal dönüşümün ve beraberce yaşamasına izin
verilen “eski” ile “yeni”nin çatışmasının en çarpıcı biçimde görülebildiği bir
şehirdir... pek çok akranı gibi, Mustafa Kemal’in de Osmanlıcılık siyasetine
eleştirel yaklaşması ve Türkçülüğe ve daha sonra Türk milliyetçiliğine
yönelmesinde önemli rol oynamıştır."
"Mustafa Kemal, yaptığı ve yaptırdığı
okumalarla, neolitik çağda dünya medeniyetini kurarak değişik kıtalara yayan
“brakisefal Türk ırkı” tezini geliştirmiş, dil alanında ise Türkçenin
insanlığın öncü dili, “Ursprahe”si olduğunu ileri sürerek bunu tahkim
etmiştir... Ancak, anılan milliyetçilik kendisinin vefatı sonrasında hızla
terkedilmiştir."
"Yeni patrimonyalizm Tanzimat sonrası
Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin günümüze uzanan egemen siyaset biçimidir...
Atatürk, “yeni patrimonyal” siyaset anlayışının “mucit”i değil, onun, değişen
şartlar çerçevesinde, yeni bir “yorumu”nu geliştiren bir devlet kurucusudur.
Sormamız gereken soru, yaklaşık bir buçuk asırlık bir süreçte neden
“patrimonyal” siyaseti biçim farklılıklarıyla yeniden ürettiğimizdir."
Selânik neden önemli?
Selânik, pâyitaht istisnâ olunursa,
Tanzimat sonrasında yaşanan toplumsal dönüşümün ve beraberce yaşamasına izin
verilen “eski” ile “yeni”nin çatışmasının en çarpıcı biçimde görülebildiği bir
şehirdir. Bu nedenle, bu kentte geçirdiği çocukluk ve gençlik yılları,
Atatürk’ün modernleşmeye bakışı, eski-yeni ilişkisini değerlendirişi ve
ikincisini sahiplenmesi üzerinde son derece etkili olmuştur. Şehir, bunun yanı
sıra, Vietnam Savaşı öncesinde yaşanan en kapsamlı gerilla/çetecilik
çatışmalarına sahne olan Makedonya mücadelesinin merkezlerinden birisidir. Bu
savaşımın önemli bir kesitini mahallinde gözlemlemesi, pek çok akranı gibi,
Mustafa Kemal’in de Osmanlıcılık siyasetine eleştirel yaklaşması ve Türkçülüğe
ve daha sonra Türk milliyetçiliğine yönelmesinde önemli rol oynamıştır.
JÖN TÜRKLER
Mustafa Kemal’i “İkinci Kuşak Jön
Türk” olarak niteliyorsunuz, o kuşağın “gelecek için sabırsız” olduğunu
söylüyorsunuz…
Jön Türklük, uzun bir sürece yayılan ve
farklı kuşakların katıldığı bir harekettir. Georgeon’un da vurguladığı gibi,
birinci ve ikinci nesil Jön Türkler arasında önemli farklılıklar vardır. Jön
Türklüğe yirminci asrın ilk yıllarında katılan yeni nesil üyeler, önceki
kuşağın entelektüelizm, Osmanlıcılık, kurumlara saygı üçgeni içinde ortaya
koyduğu “muhalefet”ten farklılaşan bir rejim karşıtlığını benimsemişlerdir.
Onlar, Balzac’ın Fransız İhtilâli arefesinde Paris gençlerine hâkim olan “ruh”
için dile getirdiği, “gelecek için sabırsız,” hızlı, kapsamlı ve radikal
değişim isteyen bir neslin temsilcileridir. Dolayısıyla, Mannheim’ın
“Jenerasyonlar Sorunu”nda vurguladığı nesil ortak paydası göz önüne
alındığında, Mustafa Kemal’in de aralarında olduğu “Jön Türk”ler âcil dönüşümü
arzulayan, yalın entelektüelizmin bunu sağlamakta yetersiz kaldığını düşünen,
geleneği daha katı biçimde eleştirebilen ve bunların yanı sıra Osmanlıcılık ve
Müslüman anâsırın birliği yaklaşımlarından Türkçülüğe kaymış bireylerdir.
ABDÜLHAMİD’İN OKULLARI
Abdülhamid’in dünya görüşü ve onun
okullarında yetişen Jön Türklerin dünya görüşü? ‘Zamanın ruhu’ ne diyordu?
II. Abdülhamid, çöküş sürecindeki bir
imparatorluğu, gelenekle bağdaşan bir modernlik yaratarak, Erken Tanzimat
Osmanlıcılığını Müslümanların birliği ile ikame ederek ve neo-patrimonyal
[şahsî sadakate dayalı mülk-devlet anlayışı] bir otokrasi sistemi geliştirerek
kurtarmayı hedeflemiştir. Bunların ilk ikisinde önemli mesafe de katetmiştir.
Ancak, dinin toplumsal rolünün hızla gerilediği, bilimcilik temelli akımların
egemen olduğu, milliyetçiliğin ivme kazandığı asır sonu küresel gerçekliğinde,
bu hedeflere ulaşım fazlasıyla zorlaşmıştır. Benzer bir sorun modernleşme
projesinin temellerinden birisi olan eğitim reformunda yaşanmıştır. Genel
maarif yapılanmasını ve bilhassa Mustafa Kemal’in de okuduğu yüksek eğitim
kurumlarını ıslâh ederek ehliyetli bürokrat kadrosu oluşturma arzusu, bu
kurumların talebelere aşıladığı yeni “onur” ve “hizmet” anlayışı nedeniyle,
sadakat temelli neo-patrimonyal sistemden nefret eden, onu devirmeyi amaçlayan
bireyler üretmiştir. Bu anlamda Jön Türklük, siyasî eylemciliğin ötesine geçen
bir “dünya görüşü” çatışmasını temsil etmiştir.
‘MÜSLÜMAN FRANSIZ İHTİLALİ’
“Anadolu’da Müslüman
milliyetçiliğine dayalı Fransız İhtilali” diyorsunuz. Açar mısınız?
Mustafa Kemal, üniversel bir süreç ve tüm
toplumlarda yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu düşündüğü Fransız İhtilâli’nin
benzerini Anadolu’da gerçekleştirmek istemiştir. Ancak, liderliğine geldiği
hareket, Zürcher’in kavramsallaştırmasıyla “Müslüman milliyetçiliği”ni
benimseyen, “İttihad-ı İslâm” idealini sınırlı bir alanda hayata geçirmeyi
hedefleyen bir tabana dayanmıştır. İstiklâl Harbi, daha sonra
kavramsallaştırılacağı gibi, Türklerin Sosyal Darwinist “Mücadele-i Milliye”si
olmayıp, Misak-ı Millî sınırları dahilindeki Müslüman anâsırın “Mücahede-i
Milliye”si olarak icra edilmiştir. Etnik farklılıkları bir kenara bırakarak,
ümmetin “cihad”ına atıfta bulunan bu hareketin başına geçen Mustafa Kemal,
“Mücahid-i Âlî-Himem” unvânını sahiplense de onu Fransız İhtilâli’nden Üçüncü
Cumhuriyet’e ulaşan bir süreci kısa sürede hayata geçirmek için kullanmayı
hedeflemiştir. Doğal olarak bu dayanılan tabanın büyük bölümünün arzuladığı bir
değişim değildir; ama neticede ümmetin cihadı, Atatürk’ün liderliğinde Üçüncü Cumhuriyet
laikliğini ileriye götüren bir yapının başlangıç hamlesi olmuştur.
DİN SİYASETİ
Zaferden sonra tam tersine radikal
laik cumhuriyet. Atatürk’ün “din alanında çelişkili olduğu kanaati
doğurabilecek iki farklı siyaset” geliştirdiğini söylüyorsunuz. Nedir bunlar?
Erken Cumhuriyet siyaset ve uygulamalarına
bakıldığında, Mustafa Kemal’in, hem dine toplumsal gelişmenin en önemli engeli
olarak yaklaşan bilimci bir devlet kurucusu hem de Efganî-Abduh çizgisini
izleyen bir modernist selefî gibi hareket ettiğinin söylenmesi mümkündür.
Fakat, buradan yola çıkarak, onun fikir karmaşası içine düştüğü, çelişkili
siyasetler geliştirdiğini ileri sürmek doğru değildir. Bilimcilik vasıfları ön
plana çıkan diğer dönem Garbçıları gibi, o da, “ilm havassın dini, din avamın
ilmidir” düstûru çerçevesinde, bir yandan seçkin ve eğitimli tabakaların,
bilimin tek yol gösterici olacağı bir toplum idealine yönelmelerini isterken,
öte yandan “avam”ın “ilm”i olan dini reforme ederek, kitleleri dönüştürmek
istemiştir. Diğer bir ifadeyle, Erken Cumhuriyet din ıslâhı projesinin hedefi
yönetici elitler ve eğitimle toplumsallaştırılacak yeni nesil değil “avam”
olup, bu bir “dindarlaştırma” girişimi değildir. İlk bakışta çelişkili gözüken
bu yaklaşımın düşünsel arka planını, Batı’nın modernleşmesi ve sekülerleşmesinin,
Hıristiyan reformasyonunun neticesi olduğunu tezi oluşturmuştur. Yeni
Türkiye’nin mimarı, Garbçı çağdaşları gibi, Guizot kanalıyla asır sonu selefî
düşüncesinin de anlamlı bulduğu bu yaklaşımı sahiplenmiştir. Ancak, tekrar
etmek gerekirse, Erken Cumhuriyet din projesi, “modernliğe dinî cevap verme”yi
değil, “inancı modernlikle uyumlu kılma”yı hedeflemiştir.
‘MİLLETE YENİ KİMLİK…’
Ve “medeniyet kurucusu brakisefal
ırkın torunları” anlayışında bir milliyetçilik? Atatürk milliyetçiliği
günümüzdeki milliyetçilikten farklı mıydı?
Yakınında bulunanların “son derece koyu
bir Türk milliyetçisi” olarak tanımladığı Atatürk, milliyetçiliğin inşa ettiği
millete yeni ve farklı bir kimlik ve aidiyet vermesini arzulamıştır. Asır
başında Mısır’da neşrolunan Türk mecmuasının savunduğu ancak İttihad ve
Terakki’nin iktidarında kullanışsız bulduğu seküler Türkçülüğü benimseyen
Mustafa Kemal, bu çerçevede, Türklerin parlak çağını, İslâmiyet öncesine
taşımakla yetinmeyerek, onların tekil medeniyetin kurucusu ve taşıyıcısı
olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Bu, İkinci Meşrutiyet döneminden itibaren
Türkçü hareket içinde tartışılmış, ancak marjinalliğim ötesine geçememiş bir
yaklaşımdır. Bilimci yönelimleri nedeniyle, milleti fizikî antropoloji
aracılığıyla tanımlaya yönelen Mustafa Kemal, yaptığı ve yaptırdığı okumalarla,
bu alandaki dağınık fikirlerden neolitik çağda dünya medeniyetini kurarak
değişik kıtalara yayan “brakisefal Türk ırkı” tezini geliştirmiş, dil alanında
ise Türkçenin insanlığın öncü dili, “Ursprahe”si olduğunu ileri sürerek bunu tahkim
etmiştir. Bu, güncel ana akım milliyetçilikten oldukça farklıdır. Ancak, anılan
milliyetçilik kendisinin vefatı sonrasında hızla terkedilmiştir. Günümüzde
kendilerini “ulusalcı” olarak tanımlayan kesimlerin bir bölümü dışında, söz
konusu milliyetçilik tamamen unutulmuş durumdadır. Türkiye’de egemen olan ana
akım milliyetçiliğinin, yaptığı sık atıflara karşılık, “Atatürk milliyetçiliği”
ile benzerliği bulunmamaktadır.
YENİ-PARTİMONYALİZM
Kitapça sıkça kullandığınız “Yeni
patromonyalizm” benim de çok önemsediğim bir kavram. Yazılarınızda da
Abdülhamit, Atatürk ve Erdoğan dönemlerini bu kavramla ilişkilendiriyorsunuz.
Ne demek?
Yeni patrimonyalizm Tanzimat sonrası
Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin günümüze uzanan egemen siyaset biçimidir. Bu
açıdan bakıldığında, söz konusu süreçte kısa süreli sapmalar dışında
gözlemlenen bir devamlılık söz konusudur. Burada önemli olan şahısların
tercihlerinden ziyade, bunun farklı toplum tasavvurlarını hayata geçirmeye
çalışan, birbirine zıt ideolojik yaklaşımları benimseyen liderler tarafından
benimsenmesidir. Atatürk, “yeni patrimonyal” siyaset anlayışının “mucit”i
değil, onun, değişen şartlar çerçevesinde, yeni bir “yorumu”nu geliştiren bir
devlet kurucusudur. Dolayısıyla sormamız gereken soru, yaklaşık bir buçuk
asırlık bir süreçte neden “patrimonyal” siyaseti biçim farklılıklarıyla yeniden
ürettiğimizdir. Aynı vurguyu, siyasetimizin “otoriter” karakteri için de yapmak
anlamlıdır. Anılan süreçte, kısa teneffüsler dışında “otoriterlik” de aslî
nitelik olmuş, 1876, 1908, 1920-23, 1950 benzeri kırılma noktalarında küresel
ölçekte pek çok örneğin önüne geçerek, bunu aşacağı izlenimini veren siyasetimiz
“patrimonyal-otoriter” karakterinden sıyrılamamış, bu kısır döngüden
çıkamamıştır. Bu, tekrar etmek gerekirse, kişilerden bağımsız olarak
değerlendirilmesi gereken bir olgudur. Onun, “Doğu Despotizmi” benzeri
indirgeyici kavramsallaştırmalara yönelmeden, buna karşılık, “yapısal” bir
sorun olarak tahlili gereklidir.
1930’LARDA DEĞİLİZ
Atatürk algısı da devirlere göre
farklı. Bugün Anıtkabire giden büyük kalabalıklar, tarihî olgulardan bağımsız
bir “Milli Kahraman” ve “modern devletimizin kurucusu” duygusuyla bir ölçüde de
muhalefet duygusuyla gidiyor. Cumhuriyet de 1930’larda değil. Yavaş da olsa
algıda ve siyasette bir demokratikleşme dinamiğinden bahsedilebilir mi?
Ben, Atatürk’ün muhalefeti (veya iktidarı)
sembolize eden bir figüre dönüştürülmesinin demokratikleşmeye katkıda
bulunduğunu düşünmüyorum. Bir toplumun kurucu liderine saygı duyması, onun
hâtırasını yüceltmesi ile onu güncel siyasetleri meşrulaştırma yahut savunma
alanında işlevselleştirmesi oldukça farklı iki olgudur. İkincisi, hem
olgunlaşamamış, sorunlarını tarihî olgulardan soyutlanarak (gerekli gördüğünde
onları tahriften kaçınmadan) romantize edilen, her konuda doğru yolu bulmamızı
sağlayacak bir lider algısına başvurmadan formüle edemeyen ve tartışamayan bir
toplum yaratmakta hem de bir teşbih yapmak uygun olursa, kurucu lideri,
beğenmediği yaklaşımların sahiplerini cezalandıran bir sopaya dönüştürmektedir.
Bunu yaparak kurucu lideri güncel tartışmaların kutbu haline getirenlerin,
diğer taraftan, onun tartışma üstü kalmasını talep etmeleri ciddî bir çelişkiyi
yansıtmaktadır. Bu yaklaşımın yarattığı bir diğer önemli mesele, Atatürk’ün
tarihselleştirilmesini fazlasıyla zorlaştırmasıdır. Belirttiğiniz gibi,
cumhuriyet “1930’larda değil”dir ve post-modern gerçekliğin önüne koyduğu
çetrefil sorunları çözmek mecburiyetindedir. Toplumun bu gerçekle yüzleşmesi,
kurucu liderini insanlaştırması, asır sonu felsefî yaklaşımlarına dayanarak iki
savaş arası dönem koşullarında geliştirilen tez, ilke ve siyasetlerin hayâl
edilen bir altınçağ yeniden yaratılarak uygulanmasının imkânsızlığını görmesi
gerekmektedir.
ŞÜKRÜ HANİOĞLU KİMDİR?
Tarihçi Prof. Şükrü Hanioğlu, beş yıl Türk
ve yabancı arşivlerde araştırmalar yaparak “Atatürk, Entelektüel Biyografi”
adlı kitabını yayımladı, bin sayfalık bir eser. Daha önce İngilizce yayınlanan
kitabına göre çok daha geniş bir araştırma. İlk defa bu çapta bir ‘entelektüel
biyografi’ araştırması yayınlanıyor. (Bağlam Yayınları) Mülakatımızın ilk
gününde daha çok metotla ve arşivlerle ilgili sorular sordum. Yarın, Atatürk’ün
entelektüel kişiliğini konuşacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.