Bu çalışmanın amacı Türkiye’de son 10-15 yılda giderek çölleşen sosyal bilim dünyamızın canlanması için mütevazi bir katkıda bulunmaktır. 1990’lar ve 2000’lerde son derece canlı bir toplumsal düşünce dünyamız vardı. Soğuk Savaş’ın bitiminden, liberal demokrasinin ülkemizde kökleşmeye başlamasından ve Türkiye’de kimliklerin yükselişe geçişinden sonra, Türkiye’nin yeni dünyadaki sorunlarına çözüm arayan mesele sahibi son derece fazla sayıda nitelikli toplum düşünürü vardı. Ve onların yazdığı her kitap ve makale heyecanla okunur ve kamusal alanda paylaşılır, hararetle tartışılırdı. Fakat ne yazık ki son 10-15 yılın hengamelerinden sonra, çok farklı sebepler yüzünden, Türkiye’de toplumsal düşünce ve onun yarattığı kamusal heyecan giderek yok oldu. Bu çölleşmeyi bilimsel olarak ispatlayabilmem imkânsız. Fakat medyada hâkim olan tartışmalara baktığımda ve eskiden toplumsal düşünce üretiminin kalesi olan Bilkent, Boğaziçi, ODTÜ, Ankara Siyasal ve Sabancı gibi üniversitelerde bulunan dostlarımın kalitenin ne kadar gerilediğine dair beyanlarını dinleyince ister istemez bu sonuca varıyorum.
I. Bugünün Sekülerleşmesini
Açıklamaya Çalışan Kuramlar
Bu makalenin meselesi son altı-yedi yılda
artık kimsenin reddedemeyeceği kadar yaygınlaşmış sekülerleşme olgusunu
anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışmaktır. Bu artık açık bir hakikat.
Türkiye’de İslam, daha önce sadece Tanzimat ve Tek Parti döneminde gördüğümüz
bir sekülerleşme dalgasının içinden geçiyor. Bundan 20 yıl önce olsa, Türk
toplumunu bu kadar radikal bir biçimde dönüştüren bu süreç son derece hararetli
tartışmalara sebep olurdu toplum düşünürleri arasında. Fakat bugünün
koşullarında böylesi bir tartışma iklimi yok. Birkaç cılız teori haricinde Türk
toplumunu anlamakla uğraşanlar sanki her şey doğal akışında akıyormuş gibi
sessizce durumu kabulleniyorlar.
Türkiye’nin bugünkü sekülerleşme sürecini
anlamlandırmada medyada dört açıklama biçiminin hâkim olduğunu gözlemledim. Bu
açıklamaları oldukça sathi bulduğumu belirtmeliyim.
Bu açıklamalardan ilki, son 15 yılda
İslamcı AK Parti’nin yozlaşmasının, örnek bir İslam lideri olarak gösterilen
Fethullah Gülen’in bir sahtekâr olduğunun açığa çıkmasının ve İslam’ın temel
kaynaklarına referansla terör yaratan IŞİD’in yanlışlarının otomatik olarak
dinden çıkışları beslediği yönünde.
Bunun çok sathi bir açıklama olduğuna
inanıyorum. Zira Türkiye’de İslam’ın en az 20 farklı yorumu var. Ve bu
yorumların pek çoğu AK Parti’nin yozlaşmasına, Fethullah Gülen’in ihanetine ve
IŞİD’in terörüne hayli karşı duruyor. Yani mesele bu yozlaşmalardan ibaret
olsaydı, bugün sekülerleştiğini gözlemlediğimiz bireyler, İslam’ın bu yanlış
yorumlarını besleyen dini anlayışların yerine bu yanlışları eleştiren dini
yorumlara bağlanabilirlerdi. Oysa sekülerleştiğini gözlemlediğimiz insanlar,
dinin her yorumundan tümden ve toptan çıkıyor. Yani sorun sekülerleşme sürecini
İslamcıların yozlaşmasıyla açıklayanların sandığından daha derin.
Bugün dinden çıkışları açıklamaya
getirilen farklı bir tez ise Aydınlanma geleneğinden geliyor. Yani dinin özünde
irrasyonel ve hurafe bir şey olduğu ve insanlar aydınlanmış bir eğitimden
geçince dinin otomatik olarak kaybedileceği inancı…
Bu açıklamanın da oldukça sathi olduğuna
inanıyorum. Zira Türkiye’de İslamcılar Tanzimat’tan beridir modern akıl, bilim
ve felsefeyle hemhal durumdalar. Ve akli ve felsefi yollarla Aydınlanma aklının
ve modern bilimin dini söylemi tahrip etmesine engel olacak düşünce sistemleri
geliştirebilmişlerdi şimdiye kadar. Yani İslamcı düşünürler şimdiye kadar
modern Batılı bilimin ve aklın da kendi bağrında irrasyonel öğeler
taşıdıklarını, evrensel değil de yerel olduklarını ve dini beyanın bağrında da
ciddi ve derin bir akıl ve rasyonalite olduğunu başarıyla savunabilmiş ve dini
söylemin yeniden üretimini sorunsuz bir biçimde sürdürebilmişlerdi.
Aydınlanmacı açıklamanın başka bir zaaf
noktası ise toplumda yaşayan insanlar olarak düşüncelerimizin ve kimliğimizin
şekillenmesinde akli öğeler kadar akıl-dışı öğelerin de etkin olduğu
gerçeğidir. Kimliklerimizi ve ideolojilerimizi tümden akli sorgulamalar
eşliğinde oluşturmuyoruz. İstediğimiz kadar akılcı ve laik olalım,
kimliklerimizin şekillenişinde bebeklikten itibaren aldığımız eğitimin ve
toplumsal ve kültürel yaşamda tuttuğumuz yerin payı çok büyük. Haliyle bu
gerçekler bugünkü sekülerleşme sürecini açıklamada Aydınlanmacı mantığın da
hayli sathi olduğunu düşünmemize sebep oluyor.
Bugünün dinden çıkış sürecini açıklamada
başka bir yaklaşım Marxist-Gramscici çevrelerden geliyor. Onlar için bugün
dinden çıkışları açıklayan şey AK Parti iktidarının kültürel hegemonya kurmada
başarısız oluşudur.
Toplumu yönetici ve yönetilen sınıf olarak
ikiye bölen ve kültürü ve dünya görüşünü yönetenlerin yönetilenleri denetim
altına almasında bir aygıttan ibaret olarak kodlayan bu yaklaşımın da hayli
sathi olduğunu söylemek zorundayım. AK Parti’nin yönetilenlerde rıza yaratacak
bir kültür yaratamadığı aşikâr. Fakat bugün sekülerleşenler sadece yönetilenler
değil. Aksine bizatihi yönetici sınıf, yönetici sınıfın ideologları ve onların
çocuklarında dinden soğuma süreçleri çok daha yaygın bir biçimde işliyor. Yani
bizatihi yönetici sınıfın kendi anlam dünyasını ve ideolojisini bugünün
gerçekleri karşısında savunulamaz olarak gördüğü bir süreci, bizatihi yönetici
sınıfın kendi kimliğinde yaşanan bir krizi açıklamak zorundayız ki, bu da
bizlerin Marxist-Gramscici yaklaşımın ötesine geçmemizi zorunlu kılıyor.
Bugünkü sekülerleşme sürecini açıklamada
son yaklaşım Volkan Ertit’in Türkiye’deki temsilcisi olduğu Steve Bruce gibi
sekülerleşme kuramcılarından geldi. Onlara göre, insanların ruhlarına ve anlam
dünyalarına hiç referans vermeyi gerektirmeyen maddi kentleşme,
kapitalistleşme, teknolojikleşme ve üniversitelileşme süreçleri evrensel ve
zorunlu olarak sekülerleşme gerçeğini dayatır. İnsan ruhuna ve onun anlam
dünyasına referans vermeyi gerektirmeyen bu maddi süreçler bir nevi insan
ruhunu, onun kültürünü ve onun bir özne olarak kendi anlam dünyasını
şekillendirmesini otomatik olarak dönüştürür.
Bu açıklama biçiminin de oldukça sathi
olduğunu söylemek zorundayım. Zira her şeyden önce Türkiye’de dindarlar
1945’ten beridir sistematik olarak kentleşiyor, kapitalist iş ilişkilerine
giriyor, teknoloji kullanıyor ve üniversitelileşiyor. 1945’ten beridir giderek
hâkim olan bu maddi süreçler, 2002 AK Parti iktidarına kadar Türkiye’nin
sekülerleşmesi değil, dindarlaşması sürecini doğurmuştu. Yani son 10-15 yıldaki
sekülerleşmeyi açıklayacaksak başka değişkenlere bakmak zorundayız. Ve bunlar
modernitenin getirdiği evrensel süreçlerdense son 10-15 yıla yayılmış son
derece yerel dönüşümler olmak zorunda.
Volkan Ertit’in temsil ettiği sekülerleşme
kuramının başka bir zaafı ise insan öznelerin, onların anlam dünyaları ve
kültürlerinin ve zihniyetlerinin de en az maddi süreçler kadar toplumu
dönüştürmede ve topluma şekil vermede hayati bir etmen olması gerçeği. Yani
örneğin 1945 sonrası kentleşme, kapitalistleşme, teknolojikleşme ve
üniversitelileşme süreçlerinde, Türkiye’nin sekülerleşmesini değil de dindarlaşmasını
netice veren etmenler, büyük oranda bu maddi süreçlerin bireysel ve cemaatsel
aktörlerin anlam dünyaları ve kültürleri tarafından sürekli yoğruluyor ve
sürekli İslamlaşmayı netice verecek ideolojik hamlelere maruz bırakılıyor
olmasından kaynaklanıyordu. Oysa Volkan Ertit’in sekülerleşme açıklamasında
bireylerin ve cemaatlerin yarattığı bu kültürel dönüşüm hamlelerinin hiçbir
ağırlığı ve açıklayıcı gücü yoktur.
II. Şerif Mardin Tarzına Duyulan
İhtiyaç
Türkiye’de dinin, dinin dönüşümlerinin ve
bu dini dönüşümlerin toplumsal yapıyla ve maddi süreçlerle iç içe geçişlerinin
anlamlandırılmasında eskiden bir Şerif Mardin yaklaşımı vardı. Yukarıda
saydığım Aydınlanma düşüncesini, Marxizmi ya da evrenselci teorileri şablon
gibi Türk toplumuna uygulamayan; bu teorilere hâkim fakat Türk toplumunun
yerelliğini ve bu yerelliğin hakkını çok iyi veren; mekanik neden-sonuç
açıklamalarına iltifat etmektense, bireylerin ve cemaatlerin anlam ve kültür
dünyalarını anlamaya önem veren; kültürü ve dini önemsiz bir üstyapı kurumu
olarak almaktansa bunların toplumun şekillenmesinde hayati önem sahibi olduğunu
bilen; makro açıklamalar kadar mikro dönüşümlere de önem veren ve makro ile
mikroyu, yapı ile aktörü birbirine harmanlamayı başarabilen farklı bir
yaklaşım. Nihayetinde Mardin’in yazdıkları hâlâ bu toplumda sosyal bilim yapmak
isteyenlerin başucu kitapları olma vasfını koruyor.
Mardin, pek çok Türk düşünürünü etkilemişi
pek çok kavramı ve tezi başarıyla kamuya mal etmeyi başarmış ve pek çok toplum
düşünürüne ilham vermiş olmasına rağmen, bir ekol yaratmadı ve kendi tarzını
sürdürecek bir gelenek ve öğrenciler grubu tesis etmedi. O, akademide yalnız
bir figür olarak kaldı. Haliyle son dönemdeki sekülerleşme sürecinin toplum
düşünürlerince anlamlandırılması çabası, Şerif Mardinvari bir anlamlandırma
hamlesinden yoksun kaldı.
Benim bu makalede yapmak istediğim şey,
Şerif Mardin bugün yaşasaydı, bugünün sekülerleşme sürecinde neler dikkatini
çekerdi ve bu sekülerleşme sürecini doğuran etmenleri nasıl ele alırdı, bu
sorulara amatör bir biçimde yanıt vermeye çalışmaktan ibaret.
Başlayalım.
III. İslamcı Kime Denir?
Her şeyden önce bugünün sekülerleşmesinin
Tanzimat’ta başlayıp Tek Parti döneminde zirveye ulaşan sekülerleşmeden mahiyet
olarak farklı olduğunu ne kadar vurgulasak yeridir. Zira bugünün
sekülerleşmesi, geçmiştekinin aksine kendi halinde ve apolitik, muhafazakâr
insanların sekülerleşmesi değildir. Aksine bugünkü sekülerleşme, İslam’ı bir
ideolojik kimlik olarak gören, İslam’ı siyasal bir dava olarak görüp toplumu,
kültürü ve ekonomiyi bu ideoloji doğrultusunda dönüştürmeyi hedef edinmiş
kesimlerin ve onların çocuklarının sekülerleşme tecrübesidir. Yani İslam
bayrağını elinde tutan militan bir grubun kendi dünya görüşüne yabancılaşması
meselesidir bugünün sekülerleşmesi.
Sosyal bilimlerde tanım yapmanın çok zor
olduğunu biliyorum. Fakat Türkiye’de “İslamcı kimdir?” diye sorulduğunda
verilebilecek efradını cami ağyarını mâni bir tanım bulunduğuna da inanıyorum.
Bu tanımı da hemen vereyim. Türkiye’de İslamcılar çok farklı bireylerden,
cemaatlerden, tarikatlardan ve dünya görüşlerinden müteşekkil çoğulcu bir yapı
arz etseler de, İslam’ı siyasal ve toplumsal bir dava olarak görürler. Gerçek
İslam’ın ne olduğu ve İslami bir toplumu yaratmanın hangi yöntemle
gerçekleşeceği hususunda her zaman anlaşamasalar da, bu merkezi ideal onları
aynı cemaatin parçası yapar. Aralarında husumetler olur, birbirleriyle kavga
ederler, hatta birbirlerini tekfir bile edebilirler, fakat bunların tamamını
aile içi kavgalar olarak görürler. Ve bu iç kavgalar örneğin bir Kemalist’le
kavgadan çok daha farklı bir ruh taşır. Zira ilk tür kavgaların tamamı aile içi
kavga olarak algılanır ve buna göre tavır alınırken, bir Kemalist’ten gelen
eleştiri ortak düşmandan gelmiş bir saldırı olarak algılanır ve buna göre yanıt
üretilir.
İslamcıların ikinci ortak vasfı, bir
geçmiş zaman nostaljisine sahip olmalarıdır. Dört Halife dönemindeki büyük
fütuhat, Osmanlı’nın üç kıtaya hükmedişi, Batı’yı aydınlatan Endülüs uygarlığı
gibi geçmişin muhteşem günlerine duyulan bir nostaljidir bu. İslamcıların hepsi
bu mirasın tamamını sahiplenmek zorunda değildir. Kimi Osmanlı’yı
eleştirebilir, kimi Dört Halife dönemindeki iç kavgalara dikkat çekebilir,
fakat hepsindeki ortak vasıf bugünkü sefaletinin aksine İslam’ın geçmişte
muhteşem başarılara imza atmış olduğu ve İslamcılara düşen görevin bu eski
ihtişamı bugün de kurmaları zorunluluğudur.
Bu bizi İslamcıların üçüncü ortak vasfına
getiriyor. O da İslam’ı dünyaya ışık saçan bir medeniyet olarak inşa etme
tutkusu. İslamcılar için sadece ilahiyat sahası değil, bilim, felsefe, sanat,
ekonomi, edebiyat, siyaset vs. her alanda İslam’ın dünyaya önder olması
gerektiği gibi ortak bir tutku vardır. Bu medeniyet idealine sahip İslamcılar
için ortak düşman Batı emperyalizmi ve Batı emperyalizminin Türkiye’deki
taşeronu olduğuna inanılan Kemalist düzen ve onun aktörleridir. İslamcılara
düşen ortak görev ise İslam’ın yeniden dünyaya hükmetmesine engel olan
emperyalizmle ve Kemalizm’le savaşmak ve İslam dünyasına birlik ve bağımsızlık
getirmek için eldeki maddi ve manevi olanaklarla her yönden mücadele etmektir.
Türkiye’deki İslamcılara dair söylenmesi
gereken başka bir husus ise toplumsal köken olarak İslamcıların Osmanlı-Türk
toplumunun seçkinlerinden ve ‘merkez’inden değil, Mardin’in ‘volk İslam,’ ya da
halk İslam’ı dediği kesimlerden, yani Şerif Mardinci anlamda ‘çevre’den gelmiş
olmalarıdır. Yani bugünün İslamcıları, İkinci Meşruiyet döneminin seçkin ve
devletle iç içe geçmiş ‘merkez’ İslamcılarından farklıdırlar. Söylemeye bile
gerek yok, İslamcıların vurgulanması gereken son belki de en temel ortak vasfı
İslam’ın temel kaynaklarının hayatı şekillendirmede sorgulanamaz otorite olma
özelliğine inanmalarıdır. Kuran, Sünnet, dört mezhep fıkhı, kelam, tasavvuf
gibi… Kimi dört mezhep fıkhını reddedebilir ve yeni içtihatlara gereksinim
duyulduğuna inanabilir. Kimi Sünnet’in öyle değil de, böyle yorumlanması
gerektiğine inanabilir. Kimi Kuran’ın gelenekçi değil de, tarihselci bir
biçimde okunması gerektiğine inanabilir. Fakat seküler bir düşüncenin ya da
başka bir dinin kaynaklarının değil de, İslam’ın temel kaynaklarının kimlik ve
düşünce oluşumunda son otorite olarak görülme vasfı hepsinde ortaktır.
İslamcılara dair verdiğim bu tanım,
2023’ün İslamcı toplumsal oluşumlarını kuşatmak için verilmiş bir tanım değil.
Zira 2002’den 2023’e gelene kadar bu kesimler çok dönüştü, farklılaştı ve
parçalandı. Aksine bu tanımı 2002’de AK Parti iktidara geldiğinde “2002 yılında
İslamcı kimdi?” sorusuna yanıt vermek isteyenlerin muhatabını tanıması için
veriyorum. Zira 2002’de birbiriyle çatışabilen tüm bu grupları bir arada tutan
ve onlara ortak bir kimlik ve kolektif hareket olanağı sağlayan aidiyet hissi
yukarıda saydığım gibiydi. 2002 yılında (gelenekçi) İbrahim Kalın, (selefi)
Yasin Aktay ve (tarihselci) Mehmet Aydın bambaşka İslami düşüncelere bağlıydı.
Fakat bu çatışma durumu 2002’de onları AK Parti bünyesinde ortak hareket
etmekten alıkoymadı. Zira onların her biri yukarıda zikrettiğim ortak total
ideoloji sayesinde birbirlerini aynı cemaatin ve ümmetin üyesi olarak
görebiliyorlardı. Bu ortak kimlik 2002’nin koşullarında pek çok cemaat ve
tarikat üyesini de -Fethullah Gülen oluşumu dahil- bir araya getirebilecek ve
ortak harekete imkân verecek bir çerçeve kimlik teşkil ediyordu. Birkaç küçük
istisna hariç neredeyse tüm İslamcılar 2002 yılında AK Parti şemsiyesi altında
bütünleşti.
IV. İdeolojiler Ne İşe Yarar?
2023 koşullarında konuştuğumuz
sekülerleşme dalgası, işte bu İslamcı kimliğin sekülerleşme dalgasıdır. Yani
2002’den 2023’e geçen süreçte, Türkiye’de siyasi iktidarı eline geçirmiş ve
yeni Türkiye’nin seçkinleri olmuş kesimin çocuklarının ve onların ana-babalarının
artık İslami dünya görüşünü kendilerine hitap ediyor olarak görememeleri ve
İslam’dan uzaklaşmaları dalgasıdır. Yani burada, temel kimlik oluşumunda, dünya
görüşünün kendini yeniden üretmesinde ve İslam’ın toplumsallaşmasında yatan bir
kriz durumu görüyoruz. Bu kriz bir Marxist’in iddia ettiği gibi
yöneten-yönetilen ilişkisinde ortaya çıkmış bir rıza krizi ya da maddi
süreçlerin otomatik olarak dünya görüşlerini ve kimlik yapılanmasını felce
uğratması süreci değildir. Haliyle burada ideolojinin toplumla ve bir cemaatle
ilişkisine dair daha derinlikli, daha Şerif Mardinvari bir bakışa ihtiyacımız
var.
Şerif Mardin’in Din ve İdeoloji kitabından
mülhem bir din ve ideoloji yaklaşımı getireyim. “Dinin ve ideolojinin
toplumdaki yeri nedir?” sorusuna Mardin, kitabında birkaç açıklama getiriyor.
Mardin için din, her şeyden önce bir cemaati bir arada tutan tutkal işlevi
görür. Ve cemaate eylemlerini koordine edebilecekleri ortak bir ‘biz’ duygusu
sağlar. İkinci olarak din, Mardin için, bireysel ve toplumsal eylemlerimiz için
gerekli olan değerler sistemini bizlere sunar. Üçüncü olarak, Mardin için din,
bizlere entelektüel bir harita sunar. Ve bu harita sayesinde bizler
etrafımızdaki eşyayı ve olayları anlamlı bir bütün haline sokabilir, kendimizin
dünyadaki yerini bilebilir ve eylemlerimize bir tutarlılık ve hedef
getirebiliriz. Dördüncü olarak, din, Mardin için, bir bildung vesilesidir. Yani
din bebeklikten yetişkinliğe giden yolculuğumuzda psikolojik olarak bizlere
kişisel gelişimimizin yönü doğrultusunda bir çerçeve sağlar. Travmayla baş
etmemizde, ergenlik krizlerden kurtulmada, mesleğimizi seçmemizde, ontolojik
güvenliğimizi sağlamada, vs. gerekli kültürel materyali sağlar bizlere din. Ve
beşinci olarak, din, Mardin için, bize bu dünyada ya da ölüm sonrasında
gerçekleşecek bir ütopya sunar. Ölümden sonra cennete gideceğimiz inancı ya da
eğer mücadele edersek İslam’ın dünyaya bir gün egemen olacağı gibi inançlar bu
ütopyanın bileşenleridir.
İşte İslamcı cemaatin son 10-15 yılda
ideolojik olarak yaşadığı ağır kriz bu alanlarda yaşanan dönüşümlere bakılarak
anlaşılmak zorundadır. Yani Şerif Mardin, kendisiyle doktora yapan ve bugünkü
sekülerleşme dalgasını anlamlandırmak isteyen öğrencisine muhtemelen şunları
söylerdi: Bu radikal dönüşüm sürecini anlamak istiyorsan, İslami ideolojinin
cemaat ve ‘biz duygusunun oluşumunda, eylemlerine meşruiyet sağlayan değerlerin
temini noktasında, onlara dünyaya anlam verecek bir entelektüel harita sunması
konusunda, kişisel gelişim konusunda ve güzel gelecek ve ütopya noktasında
yaşadığı dönüşümlerine odaklan. Ve bu analizi yaparken sadece maddi süreçlere
ya da sadece kültürel ve ideolojik sahadaki dönüşümlere odaklanma. Kültürün ve
ideolojinin çalışılmasıyla, toplumsal yapıdaki ve maddi süreçlerdeki
dönüşümlerin etüdünü iç içe geçir.
Makalenin devamı bu soruşturmaya
odaklanacaktır.
V. Bugünün Sekülerleşmesini
Anlamada Makro Çerçeve
Şerif Mardin’le doktora yapan ve onun
mikro dönüşümler kadar makro dönüşümlere de önem verdiğini bilen ve makro
dönüşümlerle mikro yapıları ve süreçleri iç içe geçiren açıklamalara değer
verdiğini bilen araştırmacı, muhtemelen, 2002 yılından itibaren Türkiye
İslamcılığını şekillendirmede hayli etkili olmuş üç makro dönüşümün altını
bütünsel bir çerçeve olarak çizecekti.
Bunlar nelerdir bakalım:
Birinci olarak, 2002 yılı, Türk siyasi
tarihinde ilk defa olarak İslamcıların iktidara geldiği bir dönemdi. Burada
İslamcı iktidarın bilinçli olarak yaptıkları ve bu eylemlerin sonuçlarından
daha ziyade, bu iktidarın hangi toplumsal yapıları ve kültürel şekillenmeleri
bilinçsiz olarak dönüştürdüğü hususu Türkiye’nin sekülerleşme dinamiklerini
açıklamada çok daha hayati bir önem arz eder. Bunlara yeri geldiğince
değineceğim.
İkinci olarak AK Parti iktidarı,
sistematik bir neoliberal küreselleşmenin bizatihi İslamcılar eliyle uygulamaya
döküldüğü bir dönemdi. Neoliberal dönüşüm üç sebeple önem arz ediyor. Birinci
olarak neoliberalizm yeni bir iktisadi şekilleniştir. Ve bunun makroekonomik
uygulamadan mikro yapılarda şirket ve işçi ilişkilerine uzanan sonuçları
vardır. İkinci olarak neoliberalizm, sadece bir iktisadi şekilleniş değil, yeni
bir yaşam felsefesinin; tüketime, hedonizme ve bireyciliğe odaklı bir yaşam
felsefesinin yayılışını kabul etmek anlamına gelir. Üçüncü olarak, bu süreç bir
küreselleşme sürecidir. Yani artık kültürün oluşumunda ulusal kültürel
özerkliğin kaybolmaya başladığı ve dünya ölçekli kültürel ve sosyal
dönüşümlerin ulusal ölçeği ve İslamcıların kendi iç toplumsal ve kültürel
yapılanmasını derinden etkilemeye başladığı bir süreçtir.
Bu doktora öğrencisinin dikkatini çekecek
üçüncü makro ölçekli dönüşüm ise AK Parti iktidarının 11 Eylül’ün hemen
sonrasında, ABD elitinin radikal İslam’a savaş açtığı bir dönemde başlamış
olmasıdır. Bu iki sebeple önemliydi: Bir yandan ABD eliti İslam’a karşı bir
fikirler savaşı başlatmıştı. Yani İslam’ın yanlış bir din olduğunun ve Batı
medeniyetinin İslam’dan üstün olduğunun vurgusunun ısrarla yapıldığı bir
dönemdi bu. Bir yandan da bu savaş, İslamcıların İslam ümmetine birlik ve
bağımsızlık getirme ütopyalarının test edileceği bir savaştı. Ki zaten ABD’nin
Irak’taki yenilgisinin 2008’de belli olduğu dönemde İslamcılar, Arap Baharı’nın
lokomotifi olmak isteyerek bu ütopyayı gerçek kılmaya çalıştılar.
VI. Cemaatin Erozyonu
Bu makro süreçleri vurguladıktan sonra
artık Türkiye’de İslamcıların sekülerleşmesi olgusunun dinamiklerini parça
parça etüt edebiliriz. İlk önce, İslamcı ideolojinin cemaat ve ‘biz’ oluşturma
yeteneğinde görülen erozyonu vurgulamak istiyorum.
Burada birbirinden bağımsız birkaç etmenin
söz sahibi olduğunu söylemek gerekir. Birinci olarak, İslamcılar 2008 yılında
Kemalist orduyu yenilgiye uğrattığında, cemaat oluşumunda temel olan mağduriyet
ve asabiyet duygusunu da yitirmiş oldular. İslamcıları bir arada tutan en temel
olgu, 1923’ten beridir Kemalizm’in İslamcılara zulmediyor olduğu düşüncesiydi.
Cemaati tutkallayan bu ortak düşman, 2008 itibarıyla artık tehdit olma vasfını
yitirmişti.
İkinci olarak neoliberal küreselleşme
İslamcılar arasındaki işçi-işveren münasebetini bozdu. 2002’den önce mütevazi
koşullarda iş yapan ve kendilerini işçilerine sorumlu gören pek çok işveren,
zenginleşme ve emeği taşeronlaştırma sonucu İslamcı işçilerle kendilerini ortak
bir biz duygusunda buluşturan ‘aynı ortak yaşamı paylaşma’ duygusunu yitirmeye
başladı. Artık işçiler ve işverenler, giderek daha yoğun olmak üzere,
kendilerini aynı ümmetin parçası olarak değil de, basit bir kâr amaçlı iş
sözleşmesinin aktörleri olarak görür oldular.
Üçüncü olarak, İslamcıların iktidara
geçişi, pek çok İslamcının artık bürokraside ve siyasette koltuk sahibi
olabileceği ve kamusal olanaklardan meşru ya da gayrimeşru biçimlerde pay
alabileceği bir fırsat evreni yarattı. AK Parti iktidarından önce birbirine
dost, yoldaş, derttaş olarak bakan ve kendilerini aynı cemaatin mensupları
olarak gören pek çok insan, artık insanlarla ilişkilerini koltuk kapma
çabasında ya da kamusal olanaklara erişme çabasında bir araç olarak kullanmaya
başladı. Yani insanlar arası ilişkilerin hasbiliği, samimiyeti ve sıcaklığı
2002’den sonra giderek erozyona uğradı. Yani kolektif ve hayali bir ‘biz’
duygusunu oluşturan makro ölçekli kimlik duygusunun mikro temelleri ciddi
olarak zedelenmeye başladı.
Ve son olarak, neoliberalizm, Türkiye’de
altyapı ve lüks konut inşasını teşvik edince, eskiden pek çoğu Mardin’in
‘mahalle’ adıyla zikrettiği kolektif mekânlarında yaşayan bireyler, kendi
olanaklarınca lüks apartman evlerine taşındılar. Ve yeni apartmanlarda atomize
olmuş aileler olarak eski ‘mahalle sıcaklığını,’ giderek daha yoğun olmak
üzere, yaşayamaz oldular.
Görebildiğim kadarıyla, bu dönüşümler bir
araya gelince, İslamcıların birbirini aynı cemaatin mensupları olarak gördüğü,
birbirine hasbi ve samimi duygularla yaklaşabildiği bir dönemin sonuna gelmiş
olduk. Artık pek çok İslamcı kimliğini hayali bir cemaatin mensubu olarak değil
de, atomize bir birey olarak anlamlandırmaya başlamış oldu. Yani cemaat
tahayyülü bozuldu ve insanlar arası ilişkiler bir cemiyetin ‘insanlarla araç
olarak ilişki kurma’ mantığına giderek daha fazla yaslanır oldu.
VII. Değerler Sisteminin Erozyonu
2002 yılı İslamcı iktidarından sonra
İslami değerler sistemi de hayli erozyona uğradı ve giderek artan bir
yoğunlukta İslamcıların bireysel ve kolektif yaşamına anlam veremez oldu.
Burada en başta, İslamcıları iktidara
taşıyan derin bir zihniyet dönüşümüne referans vermemiz gerekiyor. 1997’deki 28
Şubat Darbesi, İslamcılara iktidar kapısını kapattığında, İslamcılar ciddi bir
zihniyet dönüşümü geçirdiler. O güne kadar İslamcılar siyaseti, ekonomiyi, dış
ilişkileri, eğitimi vs. tamamen İslami referanslarla şekillendirmek
istiyorlardı. Ve milli egemenliği ve demokrasiyi Allah’a şirk koşmak olarak
görüyorlardı. Fakat bu ideolojiyle iktidara gelebilmek mümkün değildi. Bu
süreçte İslamcılar, ilahi egemenliği ve milli egemenliği birbirinden
ayrıştırdı; birini kozmik sahaya öbürünü toplumsal sahaya ait bir kavram olarak
kurguladı ve bu ikisinin birbiriyle çelişmediği düşüncesine ulaştı. Ve bu yolla
İslamcılar siyaset yaparken milli egemenlik, demokrasi, laiklik, insan hakları,
Avrupa Birliği değerleri ve neoliberal ekonomiyi vs. siyasette uygulayacağını
vazetti.
Yani artık bu sahalarda İslami değerler
uygulanmayacaktı. Batı’dan intikal etmiş milli egemenliğe ve demokrasiye dayalı
kavramların Batı’da uzun bir geçmişi var. Ve bunlar Batı’da ahlaki değerlerin
gölgesinde bir anlam kazanır. Fakat İslamcılar milli egemenlik, demokrasi,
laiklik gibi kavramların bağrındaki ahlaki değerlere de yabancıydılar. Bu
sebeple bu kavramlar pek çok İslamcı elit için ahlaki değerden bağımsız bir
yönetim aygıtı olarak işlev kazandı. Yani sadece başarı getirdiği ve gücü
konsolide ettiği için bu kavramlar siyasete döküldü. Haliyle İslamcıların
bütünsel siyasal yaşamı ahlaki değerden bağımsız bir güç siyaseti olarak
teşekkül etti. Bu dönüşüm de, İslamcıların kamusal yaşamının ahlaki değerden
soyutlanmasında hayli rol oynadı.
Bu süreçte din ve ilahiyat alimlerine
şöyle dendi: “Siz siyasete karışmayın. Sadece ve sadece dindar nesil yetiştirme
görevine odaklanın.” Haliyle bu durum, din ve ilahiyat alimlerinin toplumsal,
siyasal, iktisadi ve kültürel sahaya yeni anlamlar ve değerler katacak çabalara
girişmelerine dair motivasyonunu büyük oranda yok etti. Ve pek çok din alimi,
Türkiye’deki yeni durumla kültürel olarak baş etmektense, 20’nci yüzyılda
formüle edilmiş bir İslam’ı gençlere aşılamaya çalışma görevini kendileri için
yeterli buldular. 20’nci yüzyılda formüle edilmiş bu İslam namaz, oruç gibi
ritüellerde ve gündelik yaşamda hâlâ söz sahibiydi. Fakat yeni toplumsal,
siyasal, kültürel duruma ve Batı’dan intikal ettirilmiş yeni eğitim felsefesine
bir katkıda bulunmuyordu.
Bu iki dönüşümün yanında İslam’ın iktisadi
değerleri de erozyona uğradı. İslamcı iktisatçıların, İslami değerleri
uygulamaya dökmektense, neoliberal iktisadı hayata geçirmeye çabaladığını
söylemiştim. Fakat yeni koşullarda, İslamcı zenginler de, kendi statülerini
İslam’la meşrulaştırma yeteneğini giderek daha fazla kaybettiler. 2002’den
önce, İslamcı zenginler, ‘homo İslamicus’ kavramı altında, kendi iktisadi
eylemlerini gerek başkaları gerek kendi gözlerinde meşru kılıyorlar ve ticari
yaşamlarından manevi, dini ve kutsal bir tatmin duyuyorlardı. Helal kazanmaya
önem veren, kendini işçisine sorumlu gören, kanaatkâr bir tüketim ahlakına
sahip Müslüman zengin figürü, giderek kimseye hitap etmez oldu. Taşeronlaşmanın
bir sonucu olarak, zenginler, işçilerini giderek daha serbest biçimde işten
çıkarır oldu. Kamusal olanakların artışıyla helal kazançtansa kamuya yakınlığı
koruyarak rant elde etme çabası yaygın hale geldi. Giderek artan maddi
olanaklar, eski kanaatkâr yaşamı terk ettirdi. Ve lüks tüketim yaygınlaştı.
“Eski mücahitler müteahhit oldu” ve “başörtülü cip kullananlar” etiketleri bu
dönüşümün ürünü.
Değerlerin yitimi sürecine etki eden
dördüncü bir dönüşüm yine kamusal olanakların İslamcılara açılmış olmasıyla
ilgili. 2002 AK Parti iktidarından önce, İslamcı ailelerde “çocuğum daha iyi
bir Müslüman olsun” duygusu ve yaklaşımı “çocuğum hayatta maddi olarak daha
başarılı olsun” duygusundan çok daha etkili bir çocuk yetiştirme ahlakı
geliştirmişti. Fakat kamusal olanaklar İslamcıların önüne açılınca, pek çok
aile daha İslamcı çocuklardansa, hayatta daha başarılı çocuklar yetiştirme
çabasına yoğunlaştı. İslamcılar iktidarda olduğu için, artık pek çok aile için
İslam bir tehdit altında olarak algılanmaktan çıkmıştı. Yani İslam için
fedakârlık yapacak nesillere duyulan ihtiyaç ortadan kalkmıştı. Ve dünyadan pay
kapma çabası da, İslam açısından meşru görülen bir çabaydı. Fakat çocuk
yetiştirmede İslamcı motivasyon değil de seküler motivasyon ağır basınca, yeni
kuşaklar giderek daha yoğunlaşacak şekilde İslamcı dürtülerini ve
hassasiyetlerini yitirir oldular.
Değerlerin yitiminde, bu süreçlere eşlik
eden başka bir dönüşüm kültürel yaşamın küreselleşmesiyle ilgili. 2002’den önce
pek çok İslamcı Hollywood filmi izlemez, televizyonda İslamcı kanal dışında
başka kanala bakmaz, reklamlara mesafeli olur, Batılı müziği dinlemezdi. Fakat
İslamcı televizyon kanallarıyla beraber televizyon bir bütün olarak
Müslümanların gündelik yaşamına girdiğinde televizyondan ve daha sonrasında
internetten intikal eden tüm Batı kaynaklı yaşam biçimi İslamcılar tarafından
takip edilmeye başlanır oldu. Bireyler hâlâ İslami değerlere bağlı yaşam
sürdürüyor olsalar da, Batılı maddi yaşam biçiminin cazibesi ailelerin kültürel
yaşamına daha çok nüfuz eder oldu. Ve haliyle Batılı yaşam biçimi karşısında
İslam’ın ahlaki değerleri giderek daha fazla sorgulanmaya açık hale geldi.
İslamcılarda 2002 sonrası değer erozyonuna
verilebilecek son dönüşüm İslamcı kadınların giderek daha fazla olacak bir
biçimde kamusal yaşamda görünür olmasıyla ilgiliydi. Geleneksel İslam yorumunda
kadın-erkek ilişkisinde harem-selamlık uygulaması esastır. Ve geleneksel
İslam’ın kadın-erkek birlikteliğine dair değerler geliştirme çabası ciddi
sınırlara tabidir. Fakat Türkiye’de İslamcı kadınlar on yıllara yayılan mücadelelerinde,
gerek Kemalistlerle kavga ederek gerekse de kadını kamusal yaşamdan uzak
tutmaya çalışan İslamcı erkeklere kafa tutarak kendilerine kamusal alanda yer
açtılar ve erkek-kadın birlikteliğine dayalı ortak alanlar oluşturdular. Bu
dönüşüm kendi içinde yeni değerler oluşturdu, fakat bunlar geleneksel İslam ile
telif edilemez özellikler taşıyordu. Çok boyutlu bu dönüşümün yarattığı hayati
başka bir sonuçsa, Kuran ve Sünnet’teki kadın karşıtı görülen ayetlerin ve
hadislerin giderek daha fazla kamusal gündeme giriyor ve giderek daha fazla
İslamcı kadınları rahatsız ediyor oluşuydu. Eski bir Diyanet İşleri
Başkanımızın deyişiyle “Kadın meselesi İslam’ın yumuşak karnıydı.” Ve
kadınların okumasına giderek daha fazla maruz kalan Kuran ve Sünnet, bu süreçte
değer kurucu kutsallık ve büyülülük makamını korumada, giderek daha fazla
zorlanır oldu.
I. Entelektüel Bir Harita Olarak
İslamcılığın Çöküşü
Kadınlarının yükselişinin bir değer
kaynağı olarak Kuran ve Sünnet’in konumuna getirdiği sarsıntı, bizleri İslamcı
ideolojinin bugünkü çöküşünde ve bugünün sekülerleşme sürecini anlamada
İslamcılığın bir ideoloji olarak entelektüel harita sağlama misyonunda yaşadığı
krizi etüt etmeye mecbur bırakıyor.
2002’den sonra İslam bu özelliğinde ne
gibi bir erozyona maruz kaldı? İlk kriz noktasını zaten söylemiştim. 28 Şubat
sürecinin yarattığı zihniyet dönüşümü: Yani ilahi egemenlik alanı ile milli
egemenlik alanının ayrışması ve ilahiyat alimlerine salt dindar nesil
yetiştirme misyonu verilerek siyasetin, ekonominin, eğitimin, kültürün, anayasa
yapımının, dış politikanın vs. seküler ilimlerde söz sahibi olan İslamcı
entelektüellere tevdi edilmesi. Bu süreçte, örneğin, İslamcı olan ve İslami bir
dünya görüşüne sımsıkı bağlı olan İslamcı iktisatçılar, giderek daha az İslami
referanslarla düşünmeye, fakat giderek daha fazla neoliberal iktisatçı gibi
düşünmeye ve siyaset tasarlamaya başladı. Sımsıkı İslamcı olan ve Heidegger,
Foucault ve Derrida bilen İslamcı entelektüeller giderek daha az İslam’ın temel
kaynaklarıyla düşünmeye ve giderek daha fazla Heidegger, Foucault gibi
düşünmeye ve siyaset tasarlamaya başladı, keza anayasa hukukçuları vs.
Düşüncenin neredeyse her alanında bu dönüşüm yaşandı.
2002 öncesinde İslam’ı modern Batılı
kaynaklarla iç içe düşünmeyi becerebilmiş Bediüzzaman, Cemil Meriç, Necip
Fazıl, Ali Şeriati, Seyyid Kutup gibi entelektüeller çıkabilirdi 2002
sonrasında, fakat 2002 sonrasında İslami düşünceye katkı yapabilecek pek çok
2002 öncesi entelektüel, bürokrasi ve siyasette makam sahibi oldu ve yeni
koşullarda İslam’ı yeniden formüle etmeye çabalamaktansa, gündelik siyasetin
dünyasına sıkıştı.
Bu süreci besleyen başka bir dönüşüm,
dünyada başarılı olmaya giderek daha fazla yönlendirilen gençler için, Batılı
ve seküler müfredatla karşı karşıya kaldıklarında, İslamcı hassasiyetlerin
bariyer oluşturma yeteneğini kaybetmeye başlamış oluşuydu. 2002’den önce
seküler ve Batılı müfredata erişim görece sınırlıydı ve İslamcı entelektüeller
bu birikimi İslami bir filtreden geçirir, okuyucuya ve gençlere öylece
sunarlardı. Fakat yeni dönemde İslam düşünce sistemine hâkimiyeti ve aidiyeti
büyüklerine göre daha yüzeysel olan gençler giderek daha fazla seküler
müfredatın cazibesine kapılmaya başladı. Gerek iyi okullarda eğitim gerek
kişisel okumalar gerekse de yurt dışında eğitimin kolaylaşması sonucunda,
İslamcı ailelerden gelen gençler giderek daha fazla önlerindeki İslam’ı daha az
inandırıcı bulmaya ve giderek daha fazla seküler müfredatı daha cezbedici
bulmaya başladılar.
Bu süreçte kendilerine dindar nesil
yetiştirme misyonu tevdi edilmiş ilahiyatçılar ise, büyük oranda seküler
bilimlerden bihaber vaziyette, kendi gelenekçilik-tarihselcilik tartışmasına
kitlenmiş durumdaydılar. Gelenekçiler toplumsal, iktisadi, kültürel ve gündelik
yaşamda giderek daha az etki sahibi olma özelliği sergileyen bir geleneği,
somut yaşamda değil de sadece zihinlerde, gönüllerde ve ritüellerde ayakta
tutmaya çalışırken, İslam’ın modern dünyadaki etkisizliğinin farkında olan
tarihselciler modern dünyayı İslam’a göre yeniden şekillendirme çabasına
girişmektense, geleneğin kanonu olmuş tüm kutsalları yerle bir etmeyi
misyonlarını yerine getirmek adına yeterli görüyordu. Tarihselciler tasavvuf
mirasını, kelam geleneğini, dört mezhep fıkhını, Dört Halife dönemindeki
savaşları, vs. sürekli gündemde tutarak İslami mirasın tüm kutsallığını ve
büyüsünü çözündürmüş durumdalardı bu süreçte. Ve bu büyü buharlaştırma
çabasından, hayata tüm alanlarıyla yeni bir yön verecek taze bir İslami
kavrayış da çıkmıyordu.
İslam’ı yaşatmanın bağımsız
entelektüellere değil de, ilahiyatçı akademisyenlere tahvilinin yarattığı başka
bir sorun, akademik düşünce ve yazı türünün bir kimliği gençlere taşımada
yetersiz oluşuyla ilgili. Akademinin nesnel, soğuk ve eleştirel bir dili
vardır. Ve akademik kişilik duygusuz bir biçimde İslam’ı düşünmeyi besler.
İslam’ı bir gence benimsetmek ise romantik bir kişilik, düşünce ve yazı stili
gereksindirir. AK Parti iktidarına kadar akademik düşünceye eşlik eden bu
romantik yazın hâlâ güçlüydü. Fakat İslam adına üretilen düşünce birikimi,
giderek daha fazla ilahiyat fakültelerine tevdi edilince, 2002’den sonra yeni
koşullara yanıt verebilecek romantik düşünce ne yazık ki hayli düşüşe geçti.
İslam’ın bir entelektüel harita oluşturma
yeteneğinin dumura uğramasında hayati bir etken, doğru İslam’ın ne olduğunun
tespitinde artık her bireyin Kuran meali okuması gerektiğinin tüm toplum
tarafından kabul edilmiş olmasıydı. Bu tartışmayı 1990’larda Yaşar Nuri Öztürk
başlatmıştı. Yaşar Nuri’nin kavgasına kadar, pek çok cemaat ve İslamcı birey
sıradan bir bireyin Kuran meali okumasına küfür gözüyle bakıyordu. Fakat Yaşar
Nuri Öztürk’ün yıllara yayılan çabasının sonunda, en tutucu tarikatlar bile,
kendi Kuran meali versiyonlarını yayımlama mecburiyeti duydu. Ve haliyle bu
durum pek çok İslamcı gencin Kuran’ın modern dünyayla sorun yarattığı düşünülen
ayetlerinden haberdar olmasını sağladı. Bu süreçte Kuran, pek çok İslamcı için
tüm yaşantının ve düşüncenin nihai kaynağı, sorgulanamaz bir ilahi otorite ve
aşkın bir kutsal olmaktan çıktı ve pek çok İslamcı gencin modern dünya ve
düşünceyle ilişkileri adına ağır bir düşünsel sorun kaynağı haline geldi.
İslami düşüncenin entelektüel bir harita
olarak inşasının erozyona uğramasında bu dönüşümler yaşanırken, İslamcı AK
Parti daha iktidarının başında eğitim felsefesini değiştirdi. Artık dogmatik
eğitime bir son verilmişti ve eğitimde ‘constructive’/’inşacı’ yaklaşım esas
alınacaktı. Yani artık çocukların eğitiminde felsefe, bilginin çocuğa adım adım
bir ispat yoluyla intikal ettirilmesi düşüncesi olmuştu. Haliyle bu eğitim
formasyonundan geçen çocukların İslam’ı kendi ebeveynleri gibi bir dogma ve
otorite olarak görme yetenekleri giderek azaldı. Bu çocuklara İslam
anlatılacaksa, bu çocuklar için İslam adım adım ispat edilebilen bir düşünce
olmak zorundaydı. Yani artık İslam’ın her alanı bu çocuklar için sorgulama
konusuydu. Sorgulanamaz nihai otorite düşüncesine yeni eğitim sisteminde yer
yoktu. Bu eğitimden geçen çocuklar da giderek daha fazla babalarının hiç
sorgulamadan kabul etmiş olduğu İslami doğruları sorgular ve kendilerine
ispatlanmadan kabul edemez birer özneye dönüştüler. Eldeki hazır İslami birikim
ise büyük çoğunluk itibarıyla, nihayetinde Allah’ın sorgulanmaya ihtiyaç
duymayan bir tanrı, Kuran’ın sorgulamadan uzak bir kutsal kelam ve Hazret-i
Muhammed’in sorgulanmaya ihtiyaç duymayan bir peygamber olduğu inancına
dayanıyordu. İslamcılar o güne kadar pek çok şeyi sorgulamışlar ve pek çok
soruna yanıt bulmuşlardı. Fakat bu nihai otoritelerin kutsallık ve nihai
otorite vasfı sorgulanmayan bir varsayım olarak kalmıştı o güne kadar. Ali
Şeriati ve Seyyid Kutup dahil, neredeyse tüm İslami birikim sorgulanmaya
ihtiyaç duymayan bu ortak kutsallar üzerine yükselmiş ve inşa edilmişti.
II. Bildung ve Kişilik İnşasında
Yaşanan Kriz
İslamcı ailelerin çocukların eğitim
felsefesinde karşı karşıya kaldığı bu yenilik, ister istemez bizleri İslam’ın
bildung ve kişisel gelişim noktasında yaşadığı dönüşümlerin etüdüne getiriyor.
Bu konuda her şeyden önce şunu söylemek
zorundayız. İslamcı ailelerin çocuklarının sorgulanamaz otoriteye dayalı
düşünceden sıyrılma yönündeki eğilimi sadece okullardaki eğitimle sınırlı
kalmadı. Aksine şu an 45 yaş civarında olan ve babasını sorgulanamaz bir
otorite ve ego ideali olarak gören ataerkil ailelerde yaşamış pek çok ebeveyn,
hem yaşamış oldukları kuşak çatışması hem televizyonda, sinemada vs. karşı
karşıya kaldıkları Batılı aile eğitim felsefesinin cazibesine kapılmış olmaları
hem de İslamcı iktidarın konfor sağlamada hayli ciddi olanaklar sağlamış oluşu
sonucu çocuklarına sorgulanamaz bir otorite olarak değil, onları mutlu etmekle
sorumlu eşit birer dost olarak yaklaştılar. Yani eğer Tanrı otoritesi baba
otoritesinin bir genişlemesiyse, pek çok İslamcı çocuğun artık Tanrı’yı
kendilerine zorlu bir hayat yaşamayı emreden sorgulanamaz bir otorite olarak
görmesi şansı pek yoktu.
Çocuk eğitiminde bir ego ideali ve otorite
oluşturmak ne kadar önemliyse, bir ideal ego, bir rol model ve bir kahramanı
örnek olarak sunma becerisi de o kadar hayatidir. 2002 AK Parti iktidarından
önce çocukluğunu yaşamış pek çok İslamcı, yakın tarihten kendine kahraman
bulmakta zorlanmazdı. Aliya İzzetbegoviç, Seyyid Kutup, Ali Şeriati, Ömer
Muhtar, Minyeli Abdullah, Huzur Sokağı’nın Feyza’sı, Bediüzzaman, İskilipli
Atıf Hoca, Sezai Karakoç, Mehmed Akif, Çile şiirinin yazarı Necip Fazıl,
Afganistan mücahitleri, başörtüsü yasağına ölümüne direnen İslamcı kadınlar
gibi İslamcıların çocuklarına model olarak sunabileceği pek geniş bir
kahramanlar repertuvarı mevcuttu 2002’den önce. Fakat 2002’den sonra sağlanmış
güç ve konfor ortamında Türkiye’deki İslamcılar kahraman yaratma becerisi
gösteremedi. Artık buna ihtiyaç da yoktu, zira İslamcı seçkinler güç ve
zenginlik içindeydiler.
AK Parti iktidarından önce İslamcılar
çocuklarına İslam’ı benimsetmeyi Kuran Kurslarına tahvil etmişlerdi. Fakat 28
Şubat Darbesi Kuran Kurslarını kapatınca ve AK Parti iktidarı eline alınca, bu
görevde ağırlığı Kuran Kurslarına değil, devletin denetimindeki okullara verdi.
Kişilik gelişiminde Kuran Kursu’yla okulun farkı şu: Okul mecbur olduğu için
gidilen ve bünyesinde kerhen yaşanılan bir yerdir. Ve öğretmen genellikle sevilmeyen
bir otorite figürüdür. Kuran Kursu’nda ise hocalık yapan ağabey, bir dost ve
ideal egodur ve Kuran Kursu’na sadece Kuran öğrenmek için değil, eğlenmek,
oynamak, şaklabanlık yapmak, sosyalleşmek, arkadaşlık kurmak için de gidilir.
Kuran Kursu’ndan sorumlu olan ağabey ve hoca, tüm bu eğlence ve sosyalleşme
süreçlerinin merkezindedir ve pek çok çocuk için mükemmel bir ideal egodur.
Kuran Kursları eski ağırlığını kaybedince, çocuğun kendiyle özdeşleşeceği ideal
ego olarak Kuran Kursu hocası olan ağabey figürü de ortadan kalkmış oldu. Ve
çocuklar, İslam’ı, gitmekten hiç hazzetmedikleri resmi okullarda zorunlu bir
endoktrinasyon süreci olarak kavrar oldular.
İslamcı ailelerin çocuklarına ideal ego
olarak gösterilecek kahraman kaybı sadece Türkiye’yle ve yakın tarihle sınırlı
değil. İslamcılığın ilahiyat fakülteleri merkezli olarak ağır bir
gelenek-tarihselcilik tartışması yaşadığını söylemiştim. Bu süreçte
tarihselcilerin geleneksel İslamcıların kahraman olarak sunduğu pek çok
insanın, Mevlana’nın, İmam Şafii’nin, Hazret-i Talha, Zübeyr ve Ayşe’nin, Fatih
Sultan Mehmed’in vs. pek çok İslam büyüğünün sadece tezlerini değil, birer
kahraman olarak kişiliklerini de büyüsünden yoksun bıraktığını söylemek
gerekiyor. Gelenekçi-tarihselci tartışmasında tarihselciler büyük bir güç
kazanmadan önce, çocuklara İslam kahramanlarını anlatan yazarlar da,
çocuklarına bu hikâyeleri okuyan babalar ve analar da bu romantik hikâyelere
samimiyetle inanırdı ve bu samimiyet duygusu çocuğa hiç kirlenmemiş bir biçimde
intikal ederdi. Fakat tarihselci büyü bozucu tezlerin kamuda kendine ciddi bir
yer bulmasından sonra, artık bu samimiyet eskisi gibi sürdürülemez oldu ve
çocuğa tarihten kahramanlar sunma ödevi, bir ideolojinin kahramanlarının,
giderek daha fazla samimiyetini kaybetmiş bir endoktrinasyon çabasına dönüşmesi
neticesini doğurdu pek çok yazar ve ebeveyn tarafından.
İslam mirasından kahramanları birer ideal
ego ve örnek kişilik olarak çocuklara benimsetme çabasına zarar veren diğer bir
etmen ise televizyona, Hollywood filmlerine, müzik kanallarına, futbol
maçlarına giderek daha fazla muhatap olan çocukların İslam kahramanlarındansa
uluslararası futbol yıldızlarının, Hollywood aktör ve aktrislerinin, popüler
müzik ikonlarının vs. cazibesine kapılır oluşuydu.
İslam’ın bir bildung ve kişisel gelişim
hedefinde uğradığı erozyonun İslam kahramanlarıyla ilgili son bir boyutu ise,
İslam’ın ideal figürünün mücahit ve gazi oluşuyla ve 2002 İslamcı iktidarından
sonra bir yaşam ideali olarak cihad ve gazanın yeni koşullara göre
güncelleştirilememiş olmasıyla ilgiliydi. 2002’de İslamcılar iktidara gelirken
İslamcı gömleği çıkardıklarını söylediler. Bu gömlek çıkarken elden çıkarılan
başka bir şey cihad ve gaza idealiydi. Pek çok İslamcı, 2008 yılında
Kemalistlere karşı kesin bir zafer kazandıktan sonra, artık zafere erişilmiş
olduğunu ve artık işin ‘ganimet toplamak’ olduğunu düşündü. Haliyle eskiden
İslamcı çocuk yetiştirmede temel felsefe olan cihad idealini benimsetmek pek
çok ana-baba için gerekli bir seçenek olmaktan çıktı. Zira zorluk dönemi
ortadan kalkmış, zafer ve mutluluk dönemi başlamıştı. Cihad ideali yeni
koşullara göre yeni bir muhtevaya kavuşturulabilirdi. Fakat görebildiğim
kadarıyla bu çabaya ciddiyetle eğilen pek kimse olmadı. Ve çocuğa İslam’ı
benimsetmek, çocuğa bir mefkure ve ideal benimsetmek olmaktan çıktı; sadece
siyasal bir derdi ve kavgası olmayan muhafazakâr bir kimlik benimsetme çabası
olarak değer kazandı. Ki bu geri çekilişle beraber, idealist bir kişilik
yetiştirme programının gençler için cazibesi ve karizması da yitirilmiş oldu.
Zira ergenlik krizleri yaşayan bir genç, maddi konfor kadar idealist bir ruh
haline de ulaşmak ister. İslamcılar bu idealist bildung inşası çabasını
yitirince ergenlik sürecini yaşayan gençler için bir referans kimlik olma
cazibesini de giderek daha fazla yitirir oldu.
III. Ütopyanın Çöküşü
İslamcıların 2002’den sonra çocuk
yetiştirmede cihad motivasyonunu kaybetmesiyle ile ilgili olarak söylenmesi
gereken bir istisna durumu var: Tayyip Erdoğan bir lider figürü olarak son
birkaç yıla kadar mücahit olma ve toplum tarafından mücahit olarak algılanma
yeteneğini sürdürdü. Gerek 2008’e kadar Kemalistlerle savaşında; gerek one
minute, Mavi Marmara Savaşı’ndaki gibi İsrail’e karşı koyuşunda; gerek Arap
Baharı’nda; gerekse de 17 Aralık’tan sonra Fethullah Gülen’in şahsında ABD ve
İsrail gibi güçlerle kavgasında pek çok İslamcı aile ve seçmen için bir cihad
lideri olarak kabul edildi ve bu mücahit kişiliği yüzünden toplumdan ve AK
Partili İslamcı seçkinlerden ciddi destek gördü.
Fakat 15 Temmuz zaferi sonrasında Tayyip
Erdoğan’ın yarattığı Türkiye, artık İslamcıların Türkiye’ye ve İslam dünyasına
hediye etmek istediği ütopyanın da kesin olarak kaybetmiş olduğu anlamına geldi
pek çok İslamcı tarafından. İdeolojilerin pek çoğunun temel bir fonksiyonunun
bu dünyada ya da ölüm sonrasında bir cennet yaratma yeteneği olduğunu
söylemiştim. Pek çok İslamcı için 2023 koşullarında bu cennet, Tayyip
Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrasında yöneldiği politik eksen üzerinden yitirilmişti.
Ütopya yitiminin İslamcılık ideolojinin
içine girdiği kriz açısından hayli ciddi sonuçları var. Her şeyden önce, Tayyip
Erdoğan liderliğinde ütopyanın yitmiş olması durumu, İslamcı cemaati birbirine
düğümleyen karizmatik liderliğin büyüsünü ve meşruiyetini büyük ölçüde yitirmiş
olması anlamına geliyor. Yani bu ütopya yitiminde bütün cemaati tüm iç ihtilaflarına
rağmen bir arada tutan ve cemaate yön gösteren liderlik düğümü büyük bir yara
aldı.
Fakat mesele liderliğin meşruiyetini
yitimiyle sınırlı değil. Bir ütopya bizlerin dürtülerini kanalize eden, yaşam
hikâyelerimizi yazarken bizlere bir yön gösteren, bizlere ütopyaya giden yolda
acılarla ve travmalarla baş etmeyi öğreten ve hepsinden önemlisi ütopyayı
paylaşan cemaatin fertleri ve alt gruplarıyla ‘yaşanmaya değer bir bireysel ve
ortak yaşam’ sürdürdüğümüze dair inancımızı korumayı sağlayan bir gelecek
tasavvurudur. Bu sebeple İslamcıların ütopyalarını yitirdiğinin kesin olarak
anlaşılması, yaşadıkları zorlu hayatta onları ayakta tutan ve onları onurlu
kişiliklerine, kimliklerine, birbirlerine ve kutsallarına bağlayan tüm manevi
bağların krize girmesi anlamına geldi.
Ve tüm bunların sonucunda, İslamcıların
ütopyalarını yitirmiş olması durumu, İslamcıların eskiden pek de kafaya
takmadıkları pek çok sorunu ciddi bir biçimde masaya yatırması ve keskin ve
acımasız bir özeleştiri sürecine girmesi anlamına geldi. “Ütopyanın yitiminde
hata neredeydi?” sorusu pek çok İslamcı için en öncelikli sorgulama alanı oldu.
IV. Bugünkü Sekülerleşme İslam’ın
Akıldışı Olmasından mı Kaynaklanıyor?
Bu radikal özeleştiri sürecinde öne çıkan
ve herkesin medyada gördüğü ilk başlık, İslam’ın temel kaynaklarının, Kuran’ın,
Sünnet’in ve İslam medeniyet tarihinin tümden yanlış temellere dayandığının
tartışılması oldu. Yani bugün medyada gördüğümüz üzere “İslamcılık neden bir
ideoloji olarak çöktü?” sorusuna yanıt arayan pek çok birey, “Zaten İslam akıl
açısından yanlış ve bozuk bir dindi. O yüzden kaybetmeye mahkûmdu” yanıtını
verir oldu. Ve bu cevabı verirken de 11 Eylül sonrasında ABD elitinin İslam’a
düşünsel saldırısına maruz kalmış ve İslam’a dair pek çok oryantalist metni
Türkçeye çevirmiş ve hatmetmiş durumdaydılar. Yani maruz kaldıkları düşünsel
saldırı oldukça sofistikeydi.
Halbuki bir ideolojiye ve kimliğe
bağlılığın oldukça akıldışı sebepleri olduğunu söyledim ve bu akıldışı
sebeplerin Şerif Mardinvari bir dökümünü yaptım yazı boyunca. İslamcılar
emperyalist Batı’nın tokadını yedikleri 19’uncu yüzyıldan bu yana İslam’ın
temel kaynakları ve modern Batı aklı arasındaki çatışmalarla yüzleşmişler ve bu
yüzleşme onların İslam’dan kopmasına değil, İslam’ı daha da ciddi bir hamiyetle
ve taze bir biçimde savunmaya ve yeniden formüle etmeye sevk etmişti. Oysa
bugünkü buhran, pek çok İslamcı büyüğü, İslam’ı daha da güçlü savunmaya ve taze
bir İslam düşüncesi yaratmaya değil de, İslam’dan neredeyse tamamen kopmaya ve
neredeyse tam bir sekülerleşmeye yol açıyor.
Anladığım kadarıyla, bugünkü buhran
atmosferinde “İslam zaten akıldışı bir din. O yüzden kaybetmeye mahkûm”
algısını doğuran şey şu: Geçmişte yaşanmış ve İslam’ı yeniden yaratmaya sevk
eden krizlerin aksine, bugünkü İslamcılar kendi kutsal kaynaklarına ve geçmiş
medeniyet tarihlerine bakarken, bu makalede bahsettiğim dönüşümler gölgesinde
düşünce süreçleri geliştiriyorlar. İslamcılar, bugünkü krizde, cemaatlerinin ve
ortak ‘biz’ duygusunun travmaya uğramış olduğunu deneyimliyorlar. İslamcılar,
bugün Kuran’a, Sünnet’e ve İslam tarihine bakarken, kendi hayatlarına anlam
vermiş bireysel ve toplumsal değerlerin çöküşünü içeriden yaşıyorlar.
İslamcılar, bugün Kuran’a, Sünnet’e ve İslam tarihine bakarken, 2002’den önce
formüle ettikleri ve 2002 sonrasının koşullarında tecdit edilmemiş entelektüel
haritalarının çöküşünü deneyimliyorlar. Yine İslamcılar, temel kaynaklarına
yeniden anlam verirken ellerindeki 20’nci yüzyılda formüle ettikleri ve sonra
21’inci yüzyıl için gerekli tecdidi gerçekleştirmemiş İslami mirasın bildung ve
kişisel gelişim konusunda onlara ciddiye alınır bir kaynak sunmadığını fark
ediyorlar. Ve yine, son olarak İslamcılar Kuran’a, Sünnet’e ve İslam medeniyet
tarihine yeniden anlam verirken 20’nci yüzyılda formüle ettikleri ve sonra
gerekli tecdidi gerçekleştirmemiş ütopyalarına ulaşmanın imkânsız olduğunu
deneyimliyorlar. Pek çok İslamcı artık kendisini ümmet aidiyetini, ideallerini,
dini onur duygusunu ve hedeflerini tamamen yitirmiş atomize bir birey olarak
deneyimliyor. Ve sonra atomize olmuş bireyler olarak tüm bunların nedenini
İslam’ın temel kaynakları olan Kuran ve Sünnet’te ve İslam medeniyet tarihinde
aramaya dair bir düşünsel süreç geliştiriyorlar.
Oysa Kuran’ı ve Sünnet’i anlamanın hayli
farklı yolları olabilir. Kuran ve Sünnet, Dört Halife Dönemi zaferini
yaratmıştı. Kuran ve Sünnet’in taze bir biçimde yorumlanması Endülüs barışını
yaratmıştı. Kuran ve Sünnet’in taze bir biçimde okunması, 19’uncu yüzyılda
Horasan Rönesansı’nı yaratmıştı. Yine Kuran ve Sünnet’in taze bir biçimde
okunması, üç kıtaya hükmedebilmiş Osmanlı Barışı’nı yaratmıştı.
Yani İslamcılar bugünkü kriz durumunu tam
bir sekülerleşme zemini olarak değil de, tam da büyük idealist tarihçi Arnold
Toynbee’nin dediği gibi kendisine yaratıcı yanıt verilecek ve başa
çıkılabilecek bir ‘meydan okuma’ olarak deneyimleyebilirlerdi. Fakat dediğim gibi bir ideolojiye bağlılığın
akıldışı kaynakları; yani cemaatin yitimi, değerlerin yitimi, entelektüel
haritanın çöküşü, bildung ve kişisel gelişimde yaşanan travmalar ve ütopyanın
kesin kaybı gibi sebepler, İslamcıların bugünkü krizi İslam’ı yeniden 21’inci
asra hitap eder bir tarzda okuma çabasına ölümcül bir balta vurmuş durumdadır.
V. Sonsözler
Bir doktora öğrencisi, Şerif Mardin’in
rehberliğinde, İslamcıların bugünkü sekülerleşmesi sürecini anlamlandırmak için
bir çalışma yapmak isteseydi, sanıyorum, çalışmasının iskeleti bu makalede
zikrettiğim dönüşümleri etüt etmek üzere kurulurdu. Fakat sanıyorum, bu
çalışmanın yayımlanmış hali, benim bu makaledeki üslubum gibi sade bir dille
ifade edilmez ve soyut genelleştirmeler suretinde tezahür etmezdi. Bu doktora
tezinin hayli ağır, sofistike ve usturuplu bir dili olurdu. Ve bu çalışmanın
son ve yayımlanmış hali, her argümanı için örneklerini ve hikâyelerini uzun
uzun anlatan, her söylediğine istisnalar koyan ve bu istisnaları da uzun uzun
analiz eden, dile getirdiği her argümanın arka planında yatan Batılı kuramsal
mirası her seferinde öne çıkaran ve bu kuramlarla hesaplaşmasını da metnin
içine yediren, argümanlarını birbiri peşi sıra ortaya dökmektense, bu
argümanları bütünlüklü bir roman gibi bir anlatı haline getiren ve edebiyat
zevki olan okurun da kendisinden hazzedebileceği estetik kıvama sahip bulunan
bir şekle sahip olurdu.
Fakat bu makale bir doktora tezi değil.
Sadece amatör bir deneme. Ve burada yazdığım neredeyse hiçbir cümle, akademik
bir merak neticesi yaptığım okumalara dayanmıyor. Aksine bu makale, aslında
benim son 25 yıllık otobiyografimin, yani 28 Şubat Darbesi sonrası
yaşadıklarımın bilimsel bir şekle sokulmuş hali. Yani yazdığım her şey ya benim
ya ailemin ya da çevremdeki dostlarımın son 25 yılda yaşadıklarının nesnellik
süsü verilmiş bir hikâyesinden ibaret.
İyi bir sosyal bilim eğitimi almış ve pek
çok sosyal bilim klasiğini okumuş olsam da, gerçek bir sosyal bilimci değilim.
Kendi hakikatlerine sımsıkı inanmış bir ideolog ve adanmış bir İslam
düşünürüyüm. Bu makaleyi de akademik bir çalışma olsun diye değil, İslam’ı yeniden
diriltebilme kaygısıyla yazıyorum. Bugün İslam’ın yaşadığı krizin bir çöküş
değil de, kendisine yaratıcı bir yanıt verilecek bir meydan okuma olduğu
inancına sahip nadir Müslümanlardan biriyim sanırım. Ve bu meydan okumanın
tamamen ve tamamen Allah tarafından önümüze konulmuş bir meydan okuma ve
imtihan olduğuna ve gerekli cehdi ve çabayı gösterirsek bu badireyi
atlatabileceğimize inanıyorum. “İslam’ı yeniden diriltmek için neleri
dönüştürmemiz gerekiyor?” Bu makaleyle bu hususlara dikkat çekmek istiyorum.
Bunların yanında, bir İslam düşünürü
olarak, “Oku!” emriyle dünya sahnesine giriş yapmış Kuran’ın, içinde yaşadığım
toplumun entelektüel seviyesini yükseltmek için çabalamamı da bir misyon olarak
bana ve tüm İslamcılara yüklediğine de inanıyorum. Ve akademimizin, eğitim
sistemimizin ve özelde toplumsal düşünce geleneğimizin içine girmiş olduğu
çölleşme havası içimi acıtıyor. Benim entelektüel kişiliğimi kazandığım 1990’lı
yıllarda toplumsal düşüncede muazzam bir heyecan ve enerji vardı. Bugün ise, ne
yazık ki, bugünkü krizlerimizde bizi aydınlatacak, bizlere yön gösterecek ve
bugünkü krizleri aşmada bizlere açılım sağlayacak toplum düşünürümüz galiba
kalmadı.
Bu metni okuyacak insanların, en başta
akademideki gençlerin, bu makaleyi tümden çürütebilecek olsalar bile Türkiye
toplumunun krizlerine dair sorgulamalara girişme tutkusunu alevlendirebilirsem
hedefimi yerine getirmiş olacağım. Ve elbette, en başta genç akademisyenlerin
Şerif Mardin külliyatını sanki bugün yazılmış gibi taptaze bir heyecanla
ellerine alabilmelerini sağlayabilirsem yine amacım gerçekleşmiş olacaktır.
Ve elbette, İslam’ın bugünkü krizine nasıl
yaratıcı yanıtlar verilebileceğini merak eden okurun, bu makale vesileliğiyle,
benim İslam’a dair yazmış olduğum ve ne yazık ki pek kimsenin okumadığı
kitaplarımı merak etmesini sağlayabilirsem, bundan ayrıca bir tatmin duyacağım.
İslam dini, onun temel kaynakları ve acısı ve tatlısıyla tüm İslam medeniyeti
tarihi hâlâ benim hayatıma heyecan katıyor. Bu heyecanı en başta gençler olmak
üzere bugünün ümidini kaybetmiş insanlarına da yaşatabilmeyi dilerdim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.