8 Temmuz 2025 Salı

İsrail saldırılarının teopolitik zemini ve İran sınavımız Dr. Hayati Bice-07/07/2025

Teopolitik kavramı “din” anlamına gelen teo (theos) ile siyaset anlamındaki politik (politics) kelimelerinin izdivacından doğmuştur. Genel anlamıyla teopolitik kavramı, siyaset alanındaki tutum ve davranışların dinî temellerine, siyaseti şekillendiren etmenlerin din alanındaki öncüllerine işaret eder.

Ortadoğu’da haritaların yeniden belirlenmesini zorlayan gelişmeler Suriye İç Savaşı’nın başlangıç tarihi olarak kabul edilen 15 Mart 2011’de, ülkenin güneyindeki orta ölçekli Deraa kentinde bir grup öğrencinin okul duvarlarına rejim karşıtı yazılar yazmasıyla başladı. Duvarlara Beşşar Esed karşıtı sloganlar yazan çocuklar gözaltına alındı ve işkence gördükleri iddiaları üzerine halk arasında büyük bir infial oluştu. Deraa’da başlayan barışçıl gösteriler, kısa sürede ülkenin başkenti Şam, en büyük şehri Halep, İdlib, Humus ve Hama gibi diğer önemli şehirlerine yayıldı. Suriye Ordusu’nun sert müdahaleleri ile tırmanan çatışmalar suikastler ve rejim güçlerinin acımasız güç uygulamaları ile kitlesel katliamlara dönüştü. Suriye yönetimi önemli şehirlerdeki kontrolünü kaybetti. 2012 yılının Haziran ayına gelindiğinde tablo tam bir iç savaş tablosu arz ediyordu ve 13 Haziran’da Birleşmiş Milletler (BM), çatışmanın ciddiyetinin uluslararası düzeyde kabul edildiğini göstererek Suriye’deki şiddeti “iç savaş” olarak tanımladığını duyurdu. Şiddetin tırmanması ile diplomatik faaliyetin anlamsızlaşmasını takiben 2 Ağustos 2012 tarihinde BM ve Arap Birliği ülkede çalışmalarını sona erdirdiler.

TEOPOLİTİK, SURİYE VE ORTADOĞU

Suriye’deki bu gelişmeleri ilgi ve endişe ile izleyen her Türk vatandaşı gibi ben de konuyu açık kaynaklardan izlerken iç savaşın her iki tarafının da dinî argümanları kullandığını fark ettim. 12 Ağustos 2012 tarihinde “Teopolitik Açıdan Suriye’deki Gelişmeler” başlıklı yazımı yazarken incelediğim kaynaklar bölgedeki çatışmanın bir ülkenin iç siyasetleri ötesinde asırlar öncesine uzanan, Yahudi Siyonizmi, Hrıstiyan Evanjelizmi ve İslâmî radikalizm ile örtüşen bir arkaplana sahip olduğunu gösteriyordu. Yazımda öncelikle teopolitik kavramını tarif ederek şunları yazmıştım: “…Teopolitik kavramı “din” anlamına gelen teo (theos) ile siyaset anlamındaki politik (politics) kelimelerinin izdivacından doğmuştur. Genel anlamıyla teopolitik kavramı, siyaset alanındaki tutum ve davranışların dinî temellerine, siyaseti şekillendiren etmenlerin din alanındaki öncüllerine işaret eder. Bu anlamıyla düşünüldüğünde tarih boyu pek çok gelişmenin, siyasi olayın temelinde dinî bir arkaplanın, devlet erkini elinde tutanların teopolitik yaklaşımlarının etkili olduğu söylenebilir.”

Teopolitik konulu yazımı tarihî örneklerle sürdürmüştüm: “Türk tarihinden bir örnek vermek gerekirse İstanbul’un fethini müjdeleyen hadisin mazharı olarak Hz. Rasulullah (s.a.v)’in övgüsünü hak etmek isteyen Fatih Sultan Mehmed’in fetih konusundaki ısrarı, teopolitik bir yaklaşım olarak kaydedilebilirdi. Müştak Baba adlı sufinin “Ankara’nın İstanbul’un yerini alıp başkent olacağı’na dair asırlar öncesinden verdiği teopolitik haber de meşhurdur.” İsmail Kara’nın Şeyh Efendinin Rüyasındaki Türkiye kitabına isim veren yazısı da -Kurtuluş Savaşı’nın belki de kaderini değiştiren- bir teopolitik anlatı idi.

Ülkemizin etrafında başta İsrail ve İran olmak üzere siyasi stratejilerini teo-politikaya göre belirleyen ülkelerin varlığı bu konunun dikkate alınmasını gerektiriyordu. Oysa o günlerde bu konuya kenarından köşesinden yaklaşan ‘amatör ilahiyatçılar’ın ya da TV’lerde “Kur’an şifresi”, “cinlerin esrarı” gibi rating tuzağı konulara dalarak şöhret devşirme peşindeki yarı-şarlatan kişilerin elinde sulandırılıyordu. Biraz daha fazlası Hollywood’un Armageddon filmleri, Netflix Messiah dizisinden öte gitmiyor. Teopolitik kavramını önemine uygun olarak ele alan ilk makalelerden birisi -şu anda Dışişleri Bakan Yardımcısı olan- SETA direktörü Prof. Dr. Burhaneddin Duran imzalı 2014 tarihli yazıdır. Kayda değer iki yazı ise gazeteci Kemal Öztürk’ün 2018, Hüseyin Vodinalı’nın 2019 tarihli köşe yazılarıdır. Ali Rıza Bayzan’ın Türkiye’de Amerikan Misyonerleri kitabının (Bilgi Kitabevi, 2006), alt başlığındaki “Armageddon: Kehanet mi, Teo-Politik Bir Proje mi?” ifadesi de yazarın konunun farkında olduğunu gösteriyor. Teopolitik kavramının literatürde nasıl oluşturulduğuna değinmeden, içeriğine uygun şekilde kullanan yazarın, A.B.D. politikalarında etkili olan “Evanjeliklerin bu savaşta (Armageddon) karşı taraf olarak gördükleri Yecüc ve Mecüc ordusunun başında Türklerin olduğu”na inandıklarını kaydetmesi ve Armageddon anlatılarını Yahudi/hrıstiyan kaynaklarından derlemesi yönleriyle değerlidir.

TEOPOLİTİK BİR DEVLET OLARAK İSRAİL

Bugünkü dünyada İsrail diye bir devletin 20. Yüzyılın başlarında hareketlenen bir süreç sonucunda 1948 yılında resmen kurulması ve o günden bugüne her adımında kan dökerek sınırlarını genişleterek varlığını sürdürmesi teopolitik yaklaşımların bu ülkenin varoluş mücadelesinde ne denli etkin olduğunun en tipik kanıtıdır. Son olarak 7 Ekim 2023 tarihindeki HAMAS saldırıları bahanesi ile başlatılan ve halen de 50 binden fazla insanın bebek-ihtiyar demeden ağır bombardımanlarla katledilmesiyle devam eden Gazze saldırısı bunun son acı tablosudur. Suriye iç savaşı sonrasının bulanık ortamından yararlanarak Şam’ı gören tepelere kadar yayılan İsrail nüfuzu 13 Haziran 2025 gece yarısında Tahran ve çevresinde önemli siyasi hedeflerin imhası ile yeni bir evreye girdi. Şu anda bu evrenin nerede duracağının hiçbir garantisi yok.

Bugün İsrail saldırganlığını yöneten siyasi karar mekanizmasının başında bulunan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun bu yılın Haziran başlarında Arjantin Devlet Başkanı’nın kendisini ziyareti sırasında yaptığı “Osmanlı İmparatorluğu’nun yakın zamanda geri döneceğini düşünmüyorum, dönmeyecek” açıklamasını da teopolitik okuma dışında başka bir şekilde yorumlamak zordur.

İSLAM DÜNYASINDA VE İRAN’DA TEOPOLİTİK

Gelecek vizyonlarında teopolitik argümanlara en fazla önem veren İslam ülkesi bugün İsrail bombalarının hedefinde olan ve ulaştığı nükleer enerji potansiyeli sıfırlanmak istenen İran’dır. İki yıl önceki İran seyahatimizde ziyaret ettiğimiz Meşhed şehrindeki 8. İmam Ali Rıza Makberi etrafında gözlemlediğimiz manzara ile 1990 yılının Bağdat’ındaki Kazımiyye, 2009 yılı Şam’ındaki Zeynebiyye külliyelerinde gördüğümüz manzaralar arasında hemen hiç fark yoktu. Meşhed’deki muhteşem külliyenin banisinin Nakşibendi tarikatı büyükleri ile sıkı dostluk ilişkisi olan ve sünni geleneğe mensub Emir Timur’un torunu olan Uluğbey’in annesi (bölgenin idarî merkezi Herat’taki Türk egemenliğinin sahibi aileden) Gevher Şad Begüm’dür. Muhteşem kubbesi ile ziyaretçileri büyüleyen Meşhed Ulu Camii’nin bir köşesinde unutulmuş Latin harfleri ile yazılmış –muhtemelen Şah döneminden unutulmuş- tabela, bu gerçeği yansıtması yönüyle dikkatlerimizden kaçmadı.

İran’ın önemli şehirlerinden Isfahan’daki Melikşah Türbesi’nin bir kenarda nisyana mahkûm edilmesi yanında Tus yakınlarındaki İmam Gazzâlî mezarının harap hali, İran’ın teopolitik yaklaşımından izler taşıyordu. (Geçtiğimiz günlerde bir X kullanıcısı bu mezarın ihyası için TİKA yetkililerine çağrısını X platformunda paylaştı.) Önce sadece Romanya’daki Sarı Saltık makamı ziyaretinde bir Türkmen dedesinden işittiğim konunun gerçekliğini de yaptığımız Nişabur ziyaretinde aynel-yakîn gördüm: Nişabur’da bir kerpiç ev kalıntısı çevrelenerek ziyaret mahalline dönüştürülmüş ve asılan turistik tabelalara söz konusu kalıntıların ‘Hacı Bektaş Veli’nin Doğduğu Ev’ ibaresi kaydedilmişti. İşin ilginç noktası, başka hiçbir yerde Türkiye Türkçesi ile bir levhaya rastlanmazken (turistik levhaların hemen hepsinde Farsça ve İngilizce kullanılıyor) buradaki levhaların Türkiye Türkçesi ile de dikilmesi idi.

TEOPOLİTİK GELECEK VE DÜNYA MÜSLÜMANLARI

Suriye’nin Osmanlı asırlarındaki adı Bilâd-ı Şam (Şam Beldeleri) idi. Asr-ı Saadet sonrasında hilafeti saltanata dönüştüren Emevilere başkentlik ettiği dönemden itibaren, Şam’ın İslam dünyasında özel bir yeri olmuştu. Hz. Rasulullah Muhammed Mustafa (s.a.v)’den nakledilen Hadis külliyatındaki Şam beldesi ile ilgili rivayetlerin çoğu bu bölgede ortaya çıkması muhtemel teopolitik gelişmeleri içerir. ‘Âhir zaman’ olarak adlandırılan, kıyamet öncesi dönemde ortaya çıkacağı öngörülen ve Fiten başlığında toplanan bu hadisler, her zaman başta saltanat sahibi siyaset adamları olmak üzere Müslümanların ilgi odağı olmuş bu konuda cildlerle eser kaleme alınmıştır. Geçtiğimiz günlerde incelediğim David Cook imzalı önemli bir oryantalizm eserinde ‘Âhir Zaman’ haberleri ile ilişkilendirilen coğrafi nokta sayısının 247 olduğunu gösteren listeyi görünce hayret ettim. Bu 247 noktanın belirlenmesinde bütün hadis külliyatı referans alınmıştı. Bu 247 noktanın önemli bir kısmı Suriye coğrafyasında yer alırken bir o kadarı ise İran topraklarını işaret ediyordu.

Takip ettiğim tasavvuf eksenindeki bir internet forumuna eklenen ve kabri Şam’daki Cebel-i Kasiyyun yamaçlarındaki mescidi içerinde bulunan Abdullah Dağıstanî (v. 30 Eylül 973) adlı Nakşbendi mürşidinin yayınlanmış gelecek öngörülerini içeren bir mesajın 5.613.620 görüntülemeye ulaşması beni çok şaşırttı. Milyonları aşan bu ilgi, teopolitik yaklaşımlara yatkın hiç kimsenin bigâne kalamayacağı bir keyfiyet arz ediyordu. Bu durum benim için Sünnî-Şiî ayırımı olmaksızın dünya Müslümanlarının gelecek ile ilgili haberlere ilgisinin bir kanıtı oldu.

SONUÇ

Ülkelerin jeopolitik değeri kadar halk kitlelerinin yönlendirilmesinde etkili olan teopolitik altyapısının da bilinmesi ve değerlendirilmesi gerekiyor. Bu konuda ülkemizde yapılan akademik çalışmaların son derece yetersiz kaldığını üzülerek gördüm. Sayıları onu bulmayan bu akademik çalışmaların çoğunluğu ise yüksek lisans tezlerinden ibaretti ve bunların sadece ikisi bölgemizdeki gelişmelerle ilgili sayılabilirdi. Ancak öncelikle ABD’de ve Avrupa’da teopolitik üzerine onlarca önemli çalışma yayınlanmışken ülkemizdeki kısırlığa dikkat çekmek istedim. Belki şu satırları okuyanlardan birkaçı -özellikle akademik alandan birileri- konuyla ilgili çalışmalara yönelirlerse bu yazım hedefine ulaşacaktır. Türk tarihinde tasavvufun rolünü önemseyen birisi olarak son sözüm şudur: Allah’ın dediği oluyor ve olacak! Bizim bugünkü ‘İran sınavı’mızın soruları bu olanlar olurken, ne yaptığımız -ya da ne yapmadığımız- konusundan gelecektir. Umarım sınıfta kalmayız!

*Dr. Hayati Bice, tasavvuf alanında doktora derecesine sahiptir.

4 Temmuz 2025 Cuma

Enflasyon yoluyla servet transferi Hasan Köse-04/07/2025

Özet: Bu çalışma, 2002-2025 yılları arasında Türkiye ekonomisinde gerçekleşen enflasyon oranlarının, sabit gelirli çalışanlar lehine çalışması gereken ekonomik sistemin nasıl devlet ve varlık sahibi sınıflar lehine işlediğini, bileşik büyümeler üzerinden analiz etmektedir. Gerçekleşen nominal GSYH artışı ile reel GSYH artışı karşılaştırılarak, bu farka sebep olan enflasyonun etkisi hesaplanmış ve kimlerin cebine aktığı ortaya konmuştur.

1. Giriş: Enflasyon, yalnızca fiyatların artışından ibaret bir ekonomik gösterge değildir. Aynı zamanda toplumsal sınıflar arasında servet transferine yol açan yapısal bir mekanizmadır. Bu çalışma, 2002 yılında 470 TL olan öğretmen maaşının 2025 yılında 52.500 TL seviyesine ulaşmasının üzerinden, nominal artış oranları ile reel ekonomik pay arasındaki uyumsuzluğu incelemektedir.

2. Yöntem: Ekonomideki toplam servetin temsilcisi olarak GSYH baz alınmış, 2002 yılı 100 birim kabul edilerek %5 sabit büyüme ve %5 sabit enflasyon varsayımlarıyla reel ve nominal artışlar ayrı ayrı hesaplanmıştır. Ardından, gerçekleşen ortalama %20 civarındaki enflasyon verileriyle nominal GSYH artışı karşılaştırılarak servet aktarımı oranı bulunmuştur.

3. Bulgular: 2002 yılında Türkiye’nin nominal GSYH’si 240 milyar ABD doları iken (World Bank, 2003), 2025 yılı için bu rakam 1.455 milyar dolar olarak öngörülmektedir (IMF, 2024). Bu, nominal olarak yaklaşık %506’lık bir artışa karşılık gelir. Ancak aynı dönemde GSYH reel olarak yaklaşık %360 artmıştır (TÜİK, 2024).

Teorik olarak, sabit enflasyon oranı %5 kabul edilseydi, nominal GSYH yaklaşık 3,07 katına çıkacaktı. Gerçekte ise bu oran 8,95 kata ulaşmıştır. Bu fark, sabit gelirli sınıfların eline geçmesi gereken reel servetin yaklaşık %94,7’sinin devlet ve varlık sahiplerine aktarıldığını göstermektedir.

Ayrıca yapılan analizler, söz konusu artışın yalnızca üretim, istihdam ve yatırım gibi reel ekonomik faaliyetlere değil; önemli ölçüde rant, kira ve faiz geliri üretmek amacıyla kullanıldığını göstermektedir. Türkiye’de son yirmi yılda finansal kazançların (faiz, döviz, kâr payı, bono, hisse senedi, kripto para, emlak al-sat ve kira, rant vb...) milli gelirden aldığı pay %15’lerden %28’lere çıkarken, emeğin payı %38’den %30’un altına düşmüştür (OECD, 2023; TÜİK, 2024).

Bu süreçte kamu borçlarının reel olarak silinmesi, varlık fiyatlarının artması ve finansal piyasaların genişlemesi; sermaye sınıfı için büyük kazançlara, ücretli emek sınıfı için ise alım gücü kaybına neden olmuştur.

4. Vergi Gelirleri ve Dağılımı: 2002–2025 Türkiye’de 2002 yılında vergi gelirlerinin GSYH’ye oranı yaklaşık %15–17 civarındayken, 2023 itibarıyla bu oran %23,5 düzeyine ulaşmıştır. Ancak bu artış büyük ölçüde dolaylı vergiler (KDV, ÖTV) aracılığıyla sağlanmış ve sabit gelirli kesim üzerindeki vergi yükünü artırmıştır. 2023 yılında toplam vergi gelirleri yaklaşık 4,92 trilyon TL olup, bunun yaklaşık %48’i dolaylı vergilerden oluşmaktadır. Aynı yıl bireylerden alınan gelir vergisi 205 milyar TL seviyesindeyken, kurumlar vergisi yaklaşık %15 payla sınırlı kalmıştır. Bu durum, maaşlı, ücretli ve emeklilere doğrudan ve dolaylı vergiler yoluyla toplam vergi yükünün büyük bölümünün yüklendiğini göstermektedir (OECD, 2024; TÜİK, 2024).

5. Değerlendirme ve Sonuç: Enflasyon, iktisadi görüntüsünün ötesinde, sınıfsal bir tahakküm aracına dönüşmüştür. Özellikle sabit gelirlilerin ücretlerinin büyümeden değil, sadece nominal enflasyondan etkilenerek belirlendiği bir sistemde, ekonomideki toplam mülk (GSYH) zaman içinde sistematik olarak sermaye sınıfı lehine dağıtılmıştır. 2002-2025 arasında Türkiye ekonomisinde yaşanan durum, bu adaletsizliğin rakamlarla da teyit edilebileceğini göstermektedir.

Bu nedenle enflasyonun sadece para politikalarıyla değil; gelir politikaları, vergi adaleti ve ücret rejimi ile birlikte düşünülmesi gerekmektedir.

6. Politika Önerileri: Ekonomik Adaletin Tesisi İçin Yol Haritası

1. Gelir ve Ücret Endekslemesi: Kamu ve özel sektör çalışanlarının maaşları, yalnızca enflasyona değil, aynı zamanda kişi başına düşen reel GSYH artışına göre endekslenmelidir.

2. Dolaylı Vergilerin Azaltılması: Vergi yükü doğrudan vergilere kaydırılmalı, özellikle KDV ve ÖTV gibi regresif vergilerin oranı düşürülmelidir.

3. Artan Oranlı Servet Vergisi: Büyük servet sahiplerinden artan oranlı servet ve emlak + reel değer artışına endeksli rant vergisi alınarak gelir eşitsizliğiyle mücadele edilmelidir.

4. Kâr Payı ve Finansal Gelir Vergilendirmesi: Rant, faiz ve finansal kazançlar etkin şekilde vergilendirilmelidir.

5. Üretim ve Emek Odaklı Teşvikler: Kâr amacıyla değil, istihdam ve üretim hedefli yatırımlar önceliklendirilmelidir. Teşvikler kriz dönemlerinde Japonyanın yaptığı gibi, doğrudan çalışanlara ücret desteği şeklinde verilmelidir.

6. Kamu ve özel tüm çalışanlara üzerine kayıtlı emlakı olmayanlardan başlamak üzere konut yapmak üzere arsa verilmelidir. Bu konut edinimini çalışanlar için mümkün hale getirecek, kopnut fiyatlarını ve kiraları baskılayacaktır. Bu amaçla tüm kentlerin yakın çevresinde imar düzenlemeleri yapılarak arsalar üretilmeli. Çalışanlar çalıştıkları kentlerde istedikleri lokasyonlarda kura ile belirlenecek arsalara konut yapabilmelidirler. İlk konut inşaası sürecinde reel büyüme oranı üzerinden düşük faizle kredi verilmeli ve ödeme kolaylığı sağlanmalıdır. Reel konut açığı piyasa koşulları ve TOKİ imkanlarıyla kapatılamaz.

7. Kamu Harcamalarında Adalet: Vergi gelirlerinin sosyal refah, kamusal hizmet ve eğitim-sağlık gibi eşitlik artırıcı alanlara yönlendirilmesi sağlanmalıdır.

Kaynakça: International Monetary Fund. (2024). World Economic Outlook Database. https://www.imf.org/en/Publications/WEO/weo-database/2024OECD. (2023). Labour share in GDP. https://data.oecd.org/natincome/labour-share-in-gdp.htmOECD. (2024). Revenue Statistics 2024 – Türkiye. https://www.oecd.org/tax/tax-policy/revenue-statistics-turkiye.pdfTÜİK. (2024). Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, yıllık veriler. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Gayrisafi-Yurt-Ici-Hasila-2024-45678World Bank. (2003). World Development Indicators. https://databank.worldbank.org/source/world-development-indicatorsSBB. (2022). Genel Bütçeli Kamu İdarelerinin Gelir Tahminleri 2022–2024.

https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2022/01/3a-Genel-Butceli-Kamu-Idarelerinin-2022-Yili-Gelirleri-ile-2023-2024-Donemi-Gelir-Tahminleri.pdf

* Hasan Köse, eğitimci ve araştırmacı yazar.

3 Temmuz 2025 Perşembe

İslam’ın resim yasağı neleri kapsar? Prof. Dr. Yaşar Sarıkaya-02/07/2025

Genelde İslam'da resim yasağı olduğu algısı hakimdir. Hatta İslam'ın resim ve sanata karşı olumsuz bir tutum sergilediği yönünde önyargılı bir kabul vardır. Bu kanı ve yargılar, Hazreti Muhammed’in karikatürlerine tepki olarak bazı Müslüman ülkelerden gelen öfke ve şiddet içerikli haberler ile pekişmiştir. Bununla birlikte, İslam geleneğinde canlı varlıkların görsel temsiliyle ilgili söylem, sanat ve müziğin meşruiyeti konusunda helal ile haram arasında geniş bir spektrumda ele alınmaktadır. Her ne kadar 'Allah güzeldir ve güzelliği sever' hadisi[1] yaygın biçimde kabul görse de, hadis kaynaklı sınırlayıcı anlayışlar birçok Müslümanın düşünsel ve pratik yaklaşımını şekillendirmeye devam etmektedir. Kur’an’da ise, Tanrı’nın yaratıcı ve şekil verici sıfatları dışında, doğrudan bir resim yasağına rastlanmamaktadır.[2]

Tarihsel ve kültürel bağlamda incelendiğinde, İslam medeniyetinin şekillendirdiği coğrafi alanlar, görsel sanatlardan tamamen uzak değildir. Nitekim hat sanatının yanı sıra figüratif sanatın da özellikle Orta Çağ’dan itibaren geliştiği gözlemlenmektedir. 13. yüzyıldan itibaren Hz. Muhammed’in portreleri, özellikle el yazmaları aracılığıyla sanat tarihine kazandırılmıştır. Bunun yanı sıra, gayrimüslim inanç sistemlerine ait sanat eserlerinin de, Müslümanların yaşadığı bölgelerde uzun süre korunduğu ve hatta yüzyıllar boyunca bulundukları şehirleri süslediği bilinmektedir. [3]

Yine de “Tanrı'nın resmini yapmayacaksın” emri, tek tanrılı dinlerin inanç ve ibadet sisteminin merkezinde yer alır. Bu yasak, çok tanrılı geleneklerin fiziksel temsillerine (örneğin heykeller, ikonlar, mağara resimleri) karşı tek tanrılı dinlerin teolojik bir duruşu olarak şekillenmiştir. Tek tanrılı dinler, her türlü batıl inanç, büyü ve çok tanrılılığı ortadan kaldırmak için daha aşkın ve soyut bir Tanrı imgesi üzerine kuruludur. Tanrı'nın resmini yapmama emri, her şeyi kapsayan aşkın Tanrı'ya olan inançla kendini gösteren tek tanrıcılığın mantıksal ve teolojik bir sonucudur. Bu bağlamda, Tanrı’nın aşkınlığı ve soyutluğu temel alınarak herhangi bir görsel temsili mümkün görülmemiştir. Dolayısıyla İslam’daki resim yasağı, Tanrı’nın antropomorfik olarak temsil edilmesine yönelik bir teolojik çekinceyle ilişkilendirilmelidir.

Aziz figürlerinin görsel olarak temsil edilmesi, eğer bu temsiller ibadet amacıyla kullanılıyorsa veya kutsallık atfedilen özellikler taşıyorsa, İslam’ın tevhid ilkesiyle çelişmektedir. Kuran'da ayrıca, eski Arap tanrılarına hayvanların kurban edildiği kurban taşlarından da bahsedilir (ve bunlar reddedilir). Her iki uygulama da İslam öncesi Arabistan'da yaygındı.

Buradan hareketle, İslam'ın eleştirdiği husus sanatın kendisi değil; onun ibadet ve kutsiyet yüklenmiş bir araca dönüştürülmesidir. Sorun resimde değil, resme yüklenen anlam ve işlevlerde yatmaktadır. Bu bağlamda, Kuran'ın Hz. Süleyman'ın saraylarını ve heykellerini inşa eden görünmez varlıkları ne kadar olumlu bir şekilde övdüğü ilginçtir.[4] Bunlar ibadet yeri olarak değil, sadece sanat eserleri olarak kullanılmış ve bu nedenle olumlu bir şekilde bahsedilmiştir.

HZ. MUHAMMED’İN RESMEDİLMESİ

Tanrı’nın görsel temsiline yönelik yasakla kıyaslandığında, Hz. Muhammed’in görsel betimlemesine dair kategorik bir yasaktan söz etmek güçtür. Silvia Naef gibi bazı bilim insanlarının, modern dönemden önce böyle bir yasağa dair hiçbir metin bulunmadığına dair bulguları ilginçtir.[5]

Özellikle İran ve Orta Asya menşeli el yazmalarında Hz. Peygamber’in yüzü örtülü ya da stilize edilmiş biçimde tasvir edildiği görülür. Onun aşkın kişiliğine atıf yapılmakta; yüzünün yerini bazen 'Ey Muhammed' yazısı, bazen de bir ışık halesi almaktadır. Bunların yanında Hz. Peygamberin yüzünün beyaz bir peçe ile örtülmüş olarak tasvir edilmesi de yaygındı ki bu, onun zihinsel, fiziksel ve düşünsel saflığını, ahlaki arılığını vurgulamak içindi.

Söz konusu temsiller, genellikle bireysel koleksiyonlarda veya elit zümreler arasında yer bulmuştur; camiler ve diğer ibadet mekânları ise bu türden figüratif öğelerden arındırılmıştır. Bu hassasiyetin iki ana teolojik gerekçesi bulunmaktadır: İlki, putperestliğe dönüş riskidir. Figüratif betimlemelerin ilahi nitelik atfıyla birlikte ibadet nesnesine dönüşme ihtimali, tevhid ilkesiyle çelişmektedir. İkincisi ise, Hz. Peygamber’in hem fiziksel hem de ahlaki mükemmelliğinin insan algısının ötesinde olduğu düşüncesidir. Bu bağlamda, hiçbir temsili resim onun zatını layıkıyla yansıtamaz.

1. Çok tanrılı putperestliğin geri dönüşünden duyulan endise: Peygamberin resimsel tasvirine karşı duyarlılık, muhtemelen ona “ilahi nitelikler” atfedilebileceği ve resminin ibadet nesnesi haline gelebileceği kaygısından kaynaklanmaktadır. İslam'ın teolojik ve pratik temellerinin tek Tanrı inancına dayandığı ve diğer tüm inançları çok tanrılılık olarak nitelendirip kararlı bir şekilde reddettiği unutulmamalıdır. Bu nedenle, figürlerin veya belirli maddi nesnelerin ibadet nesnesi haline gelme tehlikesinin insanların hafızasından henüz tamamen silinmediği tarihsel bağlamda, bu mesafeli tutum açıklanabilir ve anlaşılabilir.

2. Hz. Muhammed'in, sınırlı insan algısının ötesinde, zihinsel, fiziksel ve ahlaki mükemmelliği tasvir edilemez kusursuz bir insan olarak algılanması. En güzel resim bile peygamberi yeterince yansıtamaz. Peygamberin tasviri ayrıca hiçbir zaman otantik olamaz.

SONUÇ

Sonuç olarak, resimlere karşı çekingen tavrın arkasında, aşkın bir Tanrı anlayışı ve insani bir peygamber imgesine dayanan dini inanç yatmaktadır. Buna göre, ne Tanrı insanlaştırılmalı ne de peygamber tanrısallaştırılmalıdır. Bununla birlikte, dini bir işlev atfedilmediği veya ibadet aracı olarak kullanılmadığı sürece, bir nesneyi estetik veya sanatın bir ifadesi olarak görmek için dini bir sakınca yoktur.

KİMDİR

*Prof. Dr. Yaşar Sarıkaya, Almanya Gießen Justus-Liebig Üniversitesi’nde ilahiyatçı ve din eğitimcisi olarak görev almaktadır. Türkçe olarak yayımlanan Ebu Said El-Hadimi: Merkez ile Taşra Arasında Bir Osmanlı Alimi adlı eseri, 2008 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından biyografi dalında en iyi eser ödülüne layık görülmüştür.

[1] Bkz. Müslim, Îmân, 147.

[2] Bkz. Kur’an, 2/51-54, 34/13, 21/52-54. 59/24.

[3] Bu konuda Horst Bredekamp'ın “Das Beispiel Palmyra” (Palmira örneği) başlıklı makalesine bakılabilir (2016).

[4] Bkz. Kuran 34/12.

[5] Naef, Silvia: Bilder und Bilderverbot im Islam. Vom Koran bis zum Karikaturenstreit. München: C. H. Beck 2007.

1 Temmuz 2025 Salı

Zor zamanda avukatlık Abbas Bilgili-30/06/2025

Son zamanlardaki yargı pratiğinde “bu da olmaz” dedirten uygulamalarla karşılaşıyoruz. İstisnai bir uygulama olması gereken tutuklamalar iktidara yönelik eylem ve söylem girişimlerinde genel uygulama halini aldı. Eleştiri mahiyetindeki sözlerin, zorlama yorumlarla suç olarak kabul edilip, tutuklama nedeni sayıldığını kamuoyu olarak seyrediyoruz. Politikacı, sanatçı ve gazeteci tutuklamalarına, yargının vazgeçilmez ayağını oluşturan avukat da dahil edilmiş durumda. Ekrem İmamoğlu’nun avukatının tutuklanması bunun tipik örneğidir. İmamoğlu’nu yolsuzluk ve suç örgütü aktörüymüş gibi gösterirken, onu savunacak avukatı da onunla eylem birliği içinde görme ve gösterme girişimi ile karşı karşıyayız. Bu gelişme karşısında zor zamanlarda avukatların neler yaşadığını irdelemeye çalışacağız. Özellikle ihtilal (devrim), askeri darbe gibi dönemlerdeki avukatlık pratiği üzerinde durularak günümüz uygulamasının kökenine, geçmişteki izlerine ulaşmaya çalışacağız.

FRANSIZ DEVRİM MAHKEMESİ’NDE AVUKATLAR FİGÜRANDI

Bin yıllık monarşiyi yerle bir eden 1789 Fransız Devrimi, insanlığın hizmetine İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi gibi çok önemli bir anayasal metni armağan ederken, diğer taraftan özellikle de terör dönemi olarak bilinen günlerinde akıl almaz yargı cinayetlerini de tarihe kara leke olarak bırakmıştır. Daha terör dönemi başlamadan öldürülen Kral 16. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette’in yargılanmalarında avukatlara figüran rolü verildiğini görüyoruz.

Fransız Devrimi’nin önderlerinden Robespierre, Kral 16. Louis’nin yargılanmasına bile gerek yok diye düşünüyor ve “Louis ölmelidir” diyordu. 3 Aralık 1792’de Meclis’te yaptığı ünlü konuşmasına yerleştirdiği “o yargılanamaz”, “o suçludur”, “o ölmelidir” gibi kesin ve peşin suç ilanı biçimindeki cümlelerin yanına avukatın gereksizliğini de ekliyordu. “Peki biz ne yapıyoruz? 16. Louis’yi savunsun diye her taraftan avukatlar çağırıyoruz” diye yakınıyordu.[1] Kendisi de avukat olan Robespierre, böyle düşünmesine karşın Kral’ı savunan bir avukat vardı. Pek kararlı biçimde Kral’ı savunduğu için giyotine gönderilmek istendiğini de Stefan Zweig’in satırlarından öğreniyoruz.[2] Kral’ın 21 Ocak 1792 tarihinde kafası giyotinle kesildikten 22 ay sonra 16 Ekim 1793’te eşi Marie Antoinette de yargılama sonunda idam edildi. Bu yargılamalar esasen göstermelik olup, kararları peşin verilmişti. Nitekim Kraliçe’ye avukat isteyip istemediği sorulduğunda, hiç avukat tanımadığını, resmi yolla bir ya da iki avukatın görevlendirilmesini kabul edeceğini söylemişti. Tanıdığı avukat ile tanımadığı avukat arasında fark olmadığını düşünüyor ve o günkü Fransa’da kendisini cesaretle ve açık yüreklilikle savunacak avukatın kraliçe lehine söyleyeceği sözden sonra hemen vekil sandalyesinden sanık sandalyesine geçirileceğini biliyordu.[3] Nitekim Kraliçe ölüm cezasına mahkum edildikten sonra, iki avukatın durumunu Stefan Zweig, şu satırlarla anlatıyor: “Kraliçe’nin iki vekili de oturum bittikten sonra gözaltına alınır; Kraliçe’nin kendilerine gizlice yazılı bir mesaj vermiş olabileceği düşünülerek üstleri aranır; hakimler, o zavallı hukukçular, bu kadının yıkıcı enerjisinden mezara bir adım kala bile korkmaktadırlar.”[4] Anlıyoruz ki Fransız Devrim Mahkemesi yargılamalarında avukatlara sadece figüranlık rolü verilmesine karşın, yine de görev yapan avukatlar giyotine gitme korkusu yaşamışlardır.

İSTİKLÂL MAHKEMELERİ AVUKATLARIN CAMBAZLIĞI İLE UĞRAŞMAZ

Bizim tarihimizdeki olağanüstü dönem yargılamalarında avukatlar benzer kaderi hep yaşamışlardır. Millî Mücadele yıllarında daha çok asker kaçaklarını yargılamak için faaliyete geçen İstiklâl Mahkemeleri Cumhuriyet kurulduktan sonraki faaliyetlerinde de muhalif düşüncede olanların peşine düşmüştü. İstiklâl Mahkemesi üyelerinden birinin “ara sıra kanunun üstüne çıkarız” dediği bilinmektedir. Nitekim bir sanığın avukat tutmak isteği karşısında Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya “İstiklâl Mahkemeleri dava vekillerinin (avukatların) cambazlığına gelmez” diyerek isteği reddetmiştir.[5] Bu sözlerde avukata nasıl bakıldığını görmek mümkün ve böyle bir yargılamada da avukatın işlevinin yok edildiğini anlıyoruz.

İSTANBUL BAROSU DP’LİLERİ SAVUNMAYIN DEDİ

27 Mayıs 1960 Darbesi de avukatlar açısından sıkıntılı ve sancılı olmuştur. Darbeden üç gün sonra toplanan İstanbul Barosu Yönetim Kurulu’nun 31 Mayıs 1960 günü aldığı karar şu şekildeydi;

“Sabık iktidarın zamanı idaresinde hukuka aykırı fiil ve hareketleri ika ve bunlara iştirak sebebile haklarında açılacak davalarda maznun ve davalıların müdafiliğinin İstanbul Barosuna mensub avukatlar tarafından deruhte edilmemesine ve keyfiyetin Türkiye Barolarına temenni suretile teklifine, keyfiyetin Umumi Heyete arzına ittifakla karar verilmiştir.”[6]Karardan da anlaşılacağı üzere, İstanbul Barosu, darbe ile yönetimden el çektirilen DP’lilerin, avukatlar tarafından savunulmasını istemiyor ve üstelik bunu başka barolara da tavsiye ediyordu. Nitekim bazı barolar da aynı doğrultuda karar aldılar.

İstanbul Barosu’nun bu talihsiz kararına karşı en ciddi ses bir avukattan gelmiş olup, Avukat Suad Tahsin Türk Müdafaa Hakkı ve Müdafi Seçme – Müdafaa Alma Hürriyetleri başlıklı bir kitapçık yayınlamıştır. Kitapçıkta karar ciddi şekilde eleştirilmiştir. Mesela Baro’nun kararı için “hukuki ve ahlaki karakterden mahrum” denilmiş,[7] ve devamında “Kanaatımızca baromuzun bu kararı bütün cepheleri ile hatalı, müdafilik sanatı namına ayıp, insan hakları için tehlikeli, baro tasarrufu olarak çirkin ve kim olursa olsun ve ne derece itham altında bulunurlarsa bulunsunlar bütün maznunlara da zebunküşlüktür” ifadeleri kullanılmıştır.[8] “Zebunküşlük” kelimesinin anlamı, “güçsüze acımayan, güçsüzü ezen”dir ki, Baro’nun hukukun yanında değil de güçsüzü ezen darbecilerin yanında yer aldığı çok açıktır. Avukat S. Tahsin Türk, kitapçıkta İstanbul Barosu’nun tavrını sert ifadelerle eleştirme cesaretini göstermiş ve Nürnberg Mahkemesi’nden ve İsrail’de Eichmann’ın yargılanmasından da örnek vermiştir.

Bu arada İstanbul Barosu’nun kararına değinen bir başka metinden de bahsetmekte de yarar var. Yassıada yargılamaları konusunda bir rapor yazmış olan Paris Barosu’na kayıtlı, siyasi davalarda isim yapmış olan Avukat Maurice Garçon raporunda şu ifadeleri kullanmaktadır;

“Bir müdafaanın mükellefiyetini kabul etmek vazifesini duyan avukat, kendini müşkül mevkie sokacak korkudan uzak olmalıdır. Onları korkuya sevketmeğe ve vazifelerinden başka tarafa yöneltmeğe müsait baskı icrasına teşebbüs edilmemelidir. Resmiyetini güçlükle kabul edebileceğimiz ve bize o kadar menfur görünen, İstanbul Barosunun bir müzakeresine şahit olduk.

Baroda kayıtlı avukatların adalet huzuruna çıkacak sanıkların müdafaasını, bu sanıklar eski rejim zamanında hukuka aykırı faaliyetlerde bulunmuş oldukları bahanesiyle, kabulü reddettiklerini, 31 Mayıs 1960’da Baro Umumi Heyete telkin etmeğe karar vermişti. Göründüğüne göre çok şükür Umumi Heyet bu talebi is’af etmedi.”[9]

YASSIADA’DA SAVUNMA YAPAN AVUKATLAR TUTUKLANDI

Baro’nun yasaklamasının yanında o günkü darbe ortamı da sanıkların savunmasını yapacak avukatlar için cesaret gerektiriyordu. Bir çok avukat kaçınıyordu. Buna karşın çok sayıda avukat Yassıada’da savunma görevi yaptı, ancak büyük çileler çektiler. Sanıklardan Samet Ağaoğlu’nun anılarında avukatlardan bahseden bölümler mevcut. Yassıada’da savunma yapan avukatlardan Süreyya Ağaoğlu, Burhan Apaydın, Talat Asal, Hüsamettin Cindoruk, Orhan Cemal Fersoy ve Ferruh Bozbeyli’nin anılarında avukatların Yassıada’ya gidiş dönüşlerde, müvekkilleri ile görüşmelerinde ve savunma anında karşılaştıkları sıkıntılara yer verildiğini görüyoruz. Sanıklara vatan haini gözüyle baktıkları için onları savunan avukatlar da vatan haini gibi kabul ediliyordu. “Silahların gölgesinde savunma yapmaya alışık değiliz” diyen avukatın müvekkiline baskı yapılarak azledilmesi sağlanıyordu. Savunmalarında Menderes’i öven Av. Burhan Apaydın ve Av. Talat Asal tutuklanıyordu. Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın avukatı Hüsamettin Cindoruk, “Bizi hiç uğraştırmayın. Kararlar sümenin altındaysa, bu iş bitsin” dediği için tutuklanmıştı.

Esasen Fransız hukukçu / avukat Maurice Garçon, Yassıada’da görev yapan avukatların durumunu sezmiş ve mütalaasında “Avukatın rolü bir figüran rolü değildir” demek ihtiyacını duymuştu.[10]

DARBE DÖNEMİ UYGULAMALARI DEVAM EDİYOR

Verdiğimiz örnekler hep devrim ve darbe gibi olağanüstü dönemlere ait. Şu anda devrim ve darbe döneminde değiliz ama görüyoruz ki avukatlar yine tutuklanıyor. Can Atalay ve Selçuk Kozağaçlı uzun süredir cezaevinde ve bunların durumu kamuoyunun vicdanında kabul görmüş değil. Son olarak Ekrem İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan da tutuklandı. Bir darbe dönemi uygulaması olan “avukat tutuklama olgusu” bugün de gözümüzün önünde cereyan ediyor. Hukukun özünden giderek uzaklaşan yargı pratiğini izliyoruz. Olmaz dediğimiz şeyler olduğu için, hayret etmeyi de bıraktık. Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile giderek evrensel hukuktan kopuyor ve kalitesiz demokrasiler liginde yer almaya başlıyor.

KAYNAKÇA

[1] Maximilien Robespierre, Ayaklar Baş Olunca (Jakoben Söylevleri), Çeviren: İlhan Erman, İlkeriş Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2008, s. 26-39

[2] Stefan Zweig, Marie Antoinette / Vasat Bir Karakterin Portresi, Çeviren: Tevfik Turan, Can Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2017, s. 555

[3] Stefan Zweig, age, s. 544, 545

[4] Stefan Zweig, age, s. 559

[5] Mete Tunçay, T. C.’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Cem Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul 1992, s. 169, 170

[6] Suad Tahsin Türk, Müdafaa Hakkı ve Müdafi Seçme Müdafaa Alma Hürriyetleri, Dizerkonca Matbaası, İstanbul 1960. S. 4

[7] Suad Tahsin Türk, s. 5

[8] Suad Tahsin Türk, s. 11

[9] Emine Gürsoy Naskali, “Avukat Maurice Garçon’un 27 Mayıs Darbesi Mütalaası”, Marmara Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Cilt:1, Sayı: 2 Sonbahar 2014, s. 327

[10] Emine Gürsoy Naskali, s. 326

Abbas Bilgili, avukat ve yazar.

Yoksulluk devlet yardımıyla biter mi? Yavuz Saltık-01/07/2025

Silivri’de medyayı izleme, medyada çıkan haberlere ulaşma imkanı ne yazık ki, özgür olduğumuz dönemlere göre çok kısıtlı. O yüzden bazı haberlere takip eden günlerde ulaşma imkanı oluyor.

Geçtiğimiz haftalarda Sözcü Gazetesi’nde şu başlıkta bir haber vardı: “34 milyon kişi yardım kuyruğunda”.

Haber, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı yoksulluğun “bir anının” fotoğraflarından biri idi sadece.

Ancak haberi, haberden daha önemli hale getiren şey, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş’ın artan başvuru sayısını, yoksulluğun artışına değil vatandaşın bilinçlenmesine bağlamasıdır.

Gerçekten bu alanı yakından takip eden biri olarak, bunu okuduğumda ne söyleyeceğimi, ne düşüneceğimi bilemedim.

Şimdi haberdeki verilere bakalım.

2024 yılında kömür, barınma, gıda yardımı isteyenlerin sayısı 4 milyon 947 bin kişi olmuş. Açıklamayı Bakan Göktaş yapmış. Bakanlığın Alo 144 hattına 4 yılda 34 milyon 3 bin 818 kişi arayarak yardım başvurunda bulunmuş.

DEVLETTEN KİM YARDİM İSTER?

Cevap aramamız gereken soru açıktır;

Kim/ler devletten yardım ister?

- Devletin yardım verdiğini öğrenen vatandaş mı,

- Yoksa yardıma ihtiyacı olan mı?

Bakanın açıklamasına göre birincisi. Nitekim Bakan, ilgili haberde başvuru sayısını sosyal yardımlara başvuru kanallarının çeşitlendirilmesine, vatandaşlarını sosyal yardımlar alanındaki farkındalık ve bilgi düzeylerinin artışına yani vatandaşın bilinçlenmesine bağlıyor.

Bakanın tam cümlesi şöyle; “Yararlanıcı sayısı artışı, yoksulluğun artmasından ziyade, daha fazla vatandaşımıza daha fazla yardım çeşidiyle ulaşan sosyal devlet uygulamalarının yaygınlaşmasından kaynaklanıyor”.

Oysa Bakan kendini verdiği rakamlarla yalanlıyor. Bakan yaptığı açıklamada; “Alo 144 yardım hattını yardımlar için 2020’de 6 milyon 638 bin 270, 2021’de 6 milyon 26 bin 918, 2022’de 9 milyon 7 bin 545, 2023’te 7 milyon 383 bin 143, 2024’te 4 milyon 947 bin 942 başvuru yapılmıştır” bilgisini veriyor.

Rakamlara baktığınızda 2023’e kadar yükseliş sonrasında başvuru sayısında düşüş görüyoruz. O zaman farkındalık 2020-2023 arasında artmış, 2023 sonrasında ise azalmış durumda.

Ancak bu rakamlara; eşit şartlara sahip olamadığı için telefona, internete erişimi olmayanları, Türkçe bilmeyenleri, asla yardım alamayacağına inanandığı için başvurmaktan vazgeçenleri ve yardım kriterini yüz lira, bin lira, iki bin lira ya da 5 bin lira farkla kaçırmış olanları eklediğimizde gerçek tablonun böyle olmadığını görmüş oluruz.

Unutmayalım ki ülkemizde sadece 1 gün sonra sigortalı olduğu için 17 yıl daha çalışmak zorunda kalan binler var.

BAKANLIĞIN VERİLERİ BİZE NE SÖYLÜYOR?

Ülkenin içinde olduğu yoksulluğun en somut halini bize bizzat Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2024 Faaliyet Raporu sunuyor.

Rapora göre ülkemizde milyonlarca kişi geçimini sosyal desteklerle sağlıyor. Bakanlığın raporuna göre geçtiğimiz yıl sosyal yardımlardan faydalanan hane sayısı 4,9 milyonu aştı.

Rapordan bazı kalemler şöyle;

- Genel sağlık sigortası primleri devlet tarafından karşılanan vatandaş sayısı: 9,4 milyon.

- Elektrik tüketim desteğinden yararlanan hane sayısı: 4,1 milyon.

- Gıda yardımı alan vatandaş sayısı: 4,2 milyon.

- Aile Destek Programı kapsamında 3,6 milyon haneye toplam 46,4 milyar TL ödeme yapıldı. .- 384 bin 426 öğrenci eğitim metaryali yardımından yararlandı ve bunun için 476,7 milyon lira ödeme yapıldı.

- Yaşlılık aylığından faydalanan vatanda sayısı: 805 bini geçti

- Yakacak Yardımları (Kömür): 2024 kömür döneminde 1.587.728 haneye 1.351.829 ton kömürün dağıtılması onaylanmıştır.

- Doğal Gaz Tüketim Desteği: 2024 yılında 702.253 haneye 1,4 Milyar TL kaynak aktarılmıştı

- Sosyal Yardımlardan Faydalanan Toplam Hane Sayısı: 4.574.684 hane sosyal yardımlardan faydalanmıştır.

Raporu daha ayrıntılı incelediğinizde bu tür kalemleri çoğaltmamız mümkün. Sonuç olarak yıllık faaliyet raporu bize, bakanlığın bilgilendiği için başvuran değil ihtiyaç sahibi olduğu için başvuru yapan vatandaşlara 38 farklı kalemde doğrudan sosyal yardım ve mali destek dağıttığını görüyoruz.

Gerçekten bu kadar farklı kalemde bakanlığa yapılan başvuruların nedeni, vatandaşın farkındalığının artmasıyla mı yoksa derinleşen yoksullukla mı ilgili olduğunu siz değerli okuyucuların takdirine bırakıyorum.

Ancak gerçek nedenin ikincisi olduğu çok açıktır.

Bunu sosyal yardımlardan yararlanma kriterleri de bize göstermektedir. Bu kriterler, aynı zamanda yoksulluğun tanımlanmasına yardımcı olmaktadır. Sosyal yardım için hane içinde kişi başına düşen aylık gelirin net asgari ücretin 1/3’ünden az olması şartı aranmaktadır. Bakanlığı raporu, bu sınırın altında yaşayan milyonlarca vatandaşın bulunduğunu göstermektedir.

Ne yazık ki sorun, yoksulluğun devlet yardımıyla ortadan kardırılamayacağının henüz kabul edilmemiş olmasıdır.

Yoksulluk yardımla değil, yoksulluğun ortadan kaldıracak sosyal politikalarının bir anlamda yoksulluktan mezun olabilecekleri alternatif programların ortaya konulmasındadır.

Belki de kabul etmemesi gereken şudur; iktidar yoksulluğu azaltmak değil bu yoksulluk halini yöneterek, bunun üzerinden belli bir seçmen kitlesini konsolide etmek istemesidir.

“HAYIR SİZ YAPTINIZ”

Ülkenin yoksullukla ilgili durumunu her düşündüğümde aklıma Picasso’nun Guernica tablosu gelir.

Guernica, İspanya’da küçük bir kasabadır. İspanyanın faşist lideri Franco, Nazi ve faşist İtalyan kuvvetlerinin yeni uçaklarını Guernica üzerinde test etmesi için izin vermiş ve başlayan bombardıman kasabada büyük bir katliam yaşanmasına (Bask Hükümeti’nden yapılan açıklamaya göre ölü sayısı en az 1.654, yaralı sayısı ise 889) ve yerle bir olmasına yol açmıştır.

26 Nisan 1937’de gerçekleşen bu korkunç olayı Paris’te yaşayan Picasso öğrenir. Bunun üzerine savaşın yıkıcılığını, yaşanan katliamı, bombaların yaktığı ateşte yanan insanlığı anlattığı Guernica’yı çizer.

Guernica, yaklaşık 3,5 metre yükseklik ve 7,8 metre genişlik ile dikkat çekici büyüklükte, tuval üzerine sadece siyah ve beyaz renklerde yağlı boya ile yapılmış bir resimdir.

Resim, yağlı boyayla yapılmasına rağmen siyah, beyaz ve gri renkleri barındıran Guernica, gazete fotoğraflarına benzer bir hava yakalamış ve savaşın sebep olduğu cansızlığı vermiştir.

Bu tablo, günümüzde en büyük savaş karşıtı resim olarak kabul edilir. Guernica aynı zamanda sadece İspanya İç Savaşı’nın vahşetini değil, modern savaşın neden olduğu acıların da politik bir simgesidir.

Tablo birçok ülkede sergilenmiş buna karşı Franco hükümetin başında olduğu sürece İspanya’ya girmesi yasaklanmıştır.

Tablonunun sergilendiği salonların birinde Alman bir general Picasso’ya yaklaşır ve sorar; “Bu tabloyu siz mi yaptınız?

Ve Picasso o meşhur cevabı verir; “Hayır, siz yaptınız”.


30 Haziran 2025 Pazartesi

İran-İsrail savaşı ve Ortadoğu’nun geleceği Mehmet Akif Koç-27/06/2025

İsrail’in 13 Haziran 2025’te İran’ın nükleer altyapısı ve füze üslerine yönelik olarak başlattığı saldırılar, Ortadoğu’daki yeni döneme dair bazı altüst edici dinamikleri de içinde barındırıyor. Bu saldırıların ardından ortaya çıkan yeni durum, her ne kadar çatışmalar 23 Haziran’da ABD Başkanı Trump’ın arabuluculuğunda ateşkesle kesintiye uğrasa da, bölgesel ve uluslararası aktörlerin bölge politikalarını yakından şekillendirecek.

ORTADOĞU’DA DÖRT TEMEL AKTÖR VE SÜREGİDEN GÜÇ MÜCADELESİ

Ortadoğu’nun Soğuk Savaş sonrasında yeniden oluşan dengesinde 2000’li yıllardan itibaren dört ana aktörün ön plana çıktığı görülüyor: İran, İsrail, Körfez Arapları ve Türkiye.

Bu aktörlerin yanında Mısır, Suriye, Irak, Libya gibi geleneksel Arap başkentleri ve Kürtler, Dürzîler, Aleviler gibi diğer gruplar ise bu dört temel aktörün kendi arasındaki güç mücadeleleri sonucu oluşan bölge konjonktüründe, sınırlı ölçüde aktörlük ifa edebiliyor.

Bu dört ana aktör bilhassa 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası oluşan yeni düzende, bazen birbiriyle işbirliğine girerek, bazen rekabet ederek ve bazen de birbirini iç/dış ittifaklarla dengelemeye yönelerek, bölgenin yeni düzeninin şekillenmesinde etki sahibi oldu. Örneğin Aralık 2024’te Suriye’de İran’ın müttefiki Baas rejimi devrilirken ABD’nin koordinasyonunda Körfez Arapları, Türkiye ve İsrail bir araya gelerek İran’a karşı de facto bir cephe oluşturdu. Benzer şekilde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) Eylül 2017’deki bağımsızlık referandumu sırasında İran ve Türkiye bir araya gelerek (diğer aktörler ve Irak merkezi yönetimiyle birlikte) bu girişimi engelledi.

İRAN’IN 2003-2023 ARASINDAKİ SÜREKLİ YÜKSELEN ETKİ SAHASI

Bu dört ana aktör arasında İran, Mart 2003’te ABD’nin Irak işgali sonrasında oluşan dengeleri ve 2010 Arap Baharı sırasında ortaya çıkan boşluğu iyi değerlendirerek, sahadaki nüfuz ceplerine yatırımlar yaparak ve mezhepsel mobilizasyonu askeri ittifaklarla da güçlendirerek bölgede geniş bir etki sahasına sahip oldu. Bunu yaparken umumiyetle bölgedeki Sünni güçlerin (Suudi Arabistan, Türkiye, Katar, BAE ve onların Sünni devlet/cemaat müttefikleri) nüfuz alanlarını daralttı. Ürdün Kralı Abdullah’ın 2003 Irak İşgali sonrası bölgede yükselen İran ve müttefiklerinin nüfuz alanını 2004’te “Şii Hilali” olarak adlandırması ve tedbir alınması çağrısında bulunması bu rekabetin bir yansımasıydı.

2010 sonunda başlayan “Arap Baharı” ayaklanmaları, bilhassa Suriye’de İran etkisinin daha fazla artmasıyla sonuçlandı. Bahreyn, Suudi Arabistan, Yemen gibi ülkelerdeki Şii azınlıkların İran nüfuzu altında hareketlenip hak arayışına girmesi gibi gelişmeler de bu sürece katkıda bulundu. 2015-16’da, İranlı yetkililerin kendi ifadeleriyle “Ortadoğu’daki dört başkent doğrudan İran tarafından yönetilmekteydi: Bağdat, Şam, Beyrut, Sana.” Bunlara Hamas ve İslami Cihad üzerinden Gazze’de kurulan alan hâkimiyetini de ekleyince Şii jeopolitiği veya “direniş ekseni” olarak ifadelendirilen İran’ın nüfuz sahası, Sâsânîler döneminden asırlar sonra tüm Ortadoğu’da yeniden yükselişe geçmiş durumdaydı. Safevîlerin bölgedeki tesir sahası dahi bu denli geniş sınırlara ulaşabilmiş değildi.

Ancak bu büyük tesir alanı, gücün sınırlarını olduğu kadar kırılganlıklarını da göstermekteydi. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e karşı giriştiği saldırıların ardından, İran’ın bölgedeki müttefiklerinden Hamas ve İslami Cihad’ın Gazze’deki varlığı büyük oranda yok edildi. Ardından, 1980’lerin başında İran’ın yapılandırıp büyük yatırım yaptığı Hizbullah, karizmatik lideri Hasan Nasrallah dâhil olmak üzere üst komuta ve dini lider kadrosunu kaybetti, örgütün savaşma yeteneği de Hamas gibi büyük darbe aldı. Ve nihayet 8 Aralık 2024’te Suriye’de 60 yıldan fazladır iktidarda olan Baas rejimi ve onun İran’ın en büyük müttefiki olan lideri Beşşar Esad devrildi.

Bilhassa Suriye’deki rejim değişikliğinde Körfez Arapları, İsrail ve Türkiye’nin aynı safta hizalanmasının İran’a verdiği mesaj açık: 2003 sonrası sürekli genişleme devri sona erdi, bölgede daha fazla İran nüfuzu istemiyoruz! Keza Yemen ve İran’dan İsrail’e fırlatılan füze, iha/siha’ların Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve Ürdün tarafından engellenmesinin (ancak İsrail’den İran ve Yemen’e fırlatılanların asla engellenmemesinin) verdiği mesaj da aynı.

İSRAİL’İN İRAN’A SALDIRISININ ZAMANLAMASI

13 Haziran’da başlayan İran’a yönelik geniş İsrail saldırılarının zamanlama ve sebep-sonuç düzleminde üç ana boyutu bulunuyor:

a) Trump’ın göreve gelmesiyle birlikte İran’ı “sıfır uranyum zenginleştirme” hedefiyle masaya oturtmaya çalışan ABD, Umman’daki görüşmelerde istediğini elde edemedi ve müzakereler zora girdi. Bu esnada İran üzerindeki baskıyı arttırmak için önce 12 Haziran’da Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA), İran’ın nükleer silahların yayılmasının önlenmesine yönelik yükümlülüklerini ihlal ettiğini bildirdi ki bu durum yirmi yıl sonra ilk kez yaşanıyordu. IAEA’nın son raporunda, İran’ın %60 saflıkta zenginleştirilmiş 400 kilogramdan fazla uranyum biriktirdiği ve bununla dokuz adet nükleer bomba üretilebileceği tespiti de yer alıyordu. İsrail’in saldırısı tam da bu kararın birkaç saat sonrasına denk geldi. Bu açıdan ABD’nin İran’la nükleer dosyaya dair pazarlıkları, IAEA’nın yükümlülükleri ihlal kararı ve İsrail’in saldırısı arasında doğrudan bir ilişki var. İran’ın masaya oturtulup ABD’nin şartlarına boyun eğmesi için İsrail’in Tahran’a saldırtıldığına dair yorumlar daha ağırlık kazanıyor. Burada ABD ile İsrail arasında iyi polis – kötü polis görev ayrımı yapıldığı da ABD’nin 22 Haziran’da doğrudan bombardımana katılmasıyla iyice ortaya çıkmış oldu.

b) Hamas’ın 7 Ekim saldırıları sonrası oluşan yeni konjonktürde, Ortadoğu’da İran etkisini daha da azaltmak için yapılan hamleler, bir süre sonra Tahran’ın kendi çeperlerine çekilmesini ve orada doğrudan vurulmasını getirecekti. Bu beklenen bir süreçti. Daha önce savunmasını kendi sınırlarının ötesinde kurgulayan İran artık bu sefer doğrudan kendi topraklarında vurulacaktı bu sürecin sonunda ki bu durum hem ABD hem İsrail tarafından uzun zamandır dillendirilmekteydi. Böylece Tahran’ın 2023 öncesine dönülemeyeceği mesajını iyice alması hedeflenmekteydi. Bir yandan da nükleer ve balistik füze programlarının ve askeri/stratejik kapasitesinin vurularak imha edilmesi öncelik haline getirilmişti.

c) İran halkı çoğunluk itibariyle muhafazakâr olmakla ve Velayet-i Fakih rejimine destek vermekle birlikte, seküler ve Batı’ya açık kitleleri de içinde barındırıyor. Her ne kadar azınlık durumunda olsalar da bu seküler ve eleştirel kesimler zaman zaman kitlesel protestolara katılıyor, rejim de 2009 yazındaki cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Eylül 2021’deki Mehsa Emini’nin ölümü sonrasındaki protestolar gibi toplumsal olaylarda sokağa sertçe müdahale edebiliyor. Benzer şekilde geçmişten beri periferide yaşayan etnik ve mezhepsel topluluklar arasında da hem silahlı gruplar hem de politik/kültürel haklar aktivistleri faaliyet gösteriyor. ABD ve İsrail’de bazı çevrelerde (hatta doğrudan Başbakan Netanyahu’nun söyleminde de) İran rejiminin devrilmesi ve “İran halkının molla boyunduruğundan kurtulmasına yardım” söylemi sıklıkla kendine yer bulabiliyor. İsrail’den son dönemde bu yönde gelen mesajların sıklığı ve yoğunluğu düşünülünce, İran’da bir taşla birkaç kuş vurulmak istendiğine dair yorumlar artmış durumda. Ancak bunun sahadaki karşılığı –Batı’da sanıldığı kadar- güçlü ve örgütlü değil.

ÇATIŞMALAR VE FÜZE SAVAŞLARINDA GELİNEN AŞAMA: BUNDAN SONRA SIRADA NE VAR?

İsrail’in ani bir saldırıyla başlattığı harekâtta, ilk gün İran ordusu ve Devrim Muhafızları’nın üst komuta kadrosu büyük ölçüde öldürüldü. İlaveten, İran nükleer dosyasında önemli yeri olan nükleer fizikçilerin de bir kısmı öldürülenler arasındaydı. İlk günkü şok içinde İran hava savunma sistemlerinin tepki veremediği, sabotaj ve dijital karıştırma da dâhil olmak üzere İsrail’in çok boyutlu bir saldırı gerçekleştirdiği basına da yansıdı. Keza İsrail’in Ürdün, Suriye ve Irak gibi büyük karasal ülkeleri geçerek ve 1500 km’den fazla bir mesafeyi kat ederek 200 kadar uçakla İran’da yüzlerce stratejik hedefi vurduğu bilgisi de kamuoyuyla paylaşıldı.

İran uçakları ise İsrail’de operasyon icra edebilecek durumda değil, keza Amerikan F-35’leriyle “it dalaşı”na girebilecek teknik donanımda da değil. Dolayısıyla orta ve uzun menzilli balistik füzeler, menzili 2.500-3.00 km’yi bulan erişim sahasıyla İran’a bir avantaj sağlıyor. Ancak burada da İsrail’in gelişmiş füze savunma sistemleri, ABD yardımıyla zenginleştirilen Arrow ve Davud Sapanı gibi çok katmanlı müdafaa stratejisi ve bölgedeki radar üsleri (Kürecik dâhil), ABD füze sistemleri devreye giriyor. Buna rağmen İsrail’e düşen füzelerin ülke kamuoyunda büyük paniğe sebep olduğu ve hayatı felç ettiği de bir vakıa. Gelinen aşamada İran daha büyük ve stratejik kayıplar verse de 1980-88 Savaşı’nda Irak’a karşı yaptığı gibi direnme kapasitesinin güçlü olduğunu da bu savaşta bir kez daha ortaya koydu.

Ancak bu füze savaşlarının bu doz ve yoğunlukta aylarca sürdürülebilmesi iki taraf açısından da mümkün değil. Bu aşamada, bölgesel ve uluslararası sistem içerisinde –kısa vadede- İran’ın önünde üç ihtimal görünüyor:

1) Kuzey Kore seçeneğini izleyerek, “sistem” dışına çıkmak ve içeride otoriter, dışarıda başına buyruk bir devlet olarak ilerlemek. İran’ın konumu, sahip olduğu enerji kaynakları, kalabalık ve dinamik nüfusu, İsrail’le ilişkilerinin dinamikleri, bölgesel ihtirasları vb faktörler bu seçeneği gerçekçi olmaktan çıkarıyor. Üstelik İran’ın, Kuzey Kore gibi arkasında duracak bir hâmisi, yani Çin’i yok.

2) İsrail karşısında direnemeyip yelkenleri tamamen indirmek, Suriye’nin HTŞ yönetiminde son altı aydır benimsediği üzere, tüm askeri ve stratejik kazanımlarının İsrail-ABD tarafından yok edilmesine seyirci kalmak, hava sahası üzerinde dahi kontrolü kaybedip bir süre sonra İsrail ve ABD ile normalleşme zemini aramak. Bu seçeneğin de İran içindeki güç dengeleri ve bölgesel tehditler bağlamında gerçekçi olduğunu düşünmüyorum.

3) ABD ile bir noktada uzlaşmak ve nükleer müzakerelerde, düşük düzeyde de olsa kabul ettirebileceği bir uranyum zenginleştirme düzeyi/miktarı karşılığında kendi maksimalist taleplerinden vazgeçmek ve “sistem”in içinde kalmaya devam etmek. Bu ihtimali daha gerçekçi buluyorum, Devrim’in 46 yıl içindeki kazanımları –aksi yöndeki tüm retorik ve propaganda diskuruna rağmen- bu strateji sayesinde ve orta vadeye odaklanan politikalarla mümkün olabildi. Bundan sonra da İran’ın bu şekilde davranarak yoluna devam edeceğini, bu sırada da hem bölgedeki networkleri üzerinde yeniden güç kazanıp hem de kendi askeri/ekonomik dengelerini yeniden toparlamak için zaman kazanabileceğini değerlendiriyorum.

Gelinen aşamada, iki tarafın da aksi yöndeki tüm propagandist söylemine rağmen, İran da İsrail de savaşın kazananı değil. İki taraf da bölgedeki en önemli askeri güçlerin başında geldiklerini gösterdi, çok boyutlu kazanç elde etti ve kayıp verdi; İsrail hava üstünlüğü açısından, İran ise savunma ve caydırıcılık açısından kendi kapasitelerini ortaya koydu. Ancak ateşkese rağmen, savaşın bu noktada sona ermediğini düşünüyorum. Bu şartlarda mevcut gerginlik dinamiklerinin (bölgesel rekabet, nükleer ve balistik program, İsrail saldırganlığı vb saiklerle) çok sürmeden bir başka tetiklemeyle yeniden sıcak savaşa dönüşmesi şaşırtıcı olmayacak.

***

Son olarak, İran örneği Türkiye gibi ülkelere açık bir mesaj veriyor: Katı ve zorunlu ideolojik birliktelik mutlaka “iç düşman” üretir. “İç cephe” sadece ve sadece hukuk ve toplum sözleşmesi temelinde sürece dâhil edilmiş kitlelerle mümkündür. Aksi takdirde otoriterlik bugün çatlak sesleri ve muhalifleri sindirse bile, oluşan sosyolojik yarılma ve kutuplaşmaların da etkisiyle, yarın bir ölüm kalım savaşında memnuniyetsiz kitleler ciddi bir kaygı unsuruna dönüşebilir.

İran gibi otoriterliğin anormal boyuta ulaştığı, muhalefetin kendisini ifade edecek mecralarının olmadığı, muhalif liderlerin tutuklandığı veya sürgüne gitmek zorunda kaldığı, politik partilere ve sistem-dışı isimlere seçimlerde yarışma izni verilmediği, yani toplum sözleşmesinin yara aldığı toplumlar kendi içinde sürekli “ikiyüzlüler” üretmeye başlar ve bir yerden sonra bu ciddi bir güvenlik sorununa dönüşür.

Çıplak devletler: Çatışmalarda ihmal edilen güç dinamikleri Prof. Dr. Abdulrahman Helli-29/06/2025

Dünya, İran ile “İsrail” arasındaki süregiden savaşı derin bir kutuplaşma içinde izliyor.

Herkes bu savaşa, kendi düşünsel yönelimine ve kişisel ölçütlerine göre, yani kişisel olanla normatif olanın iç içe geçtiği bir çerçevede anlam atfediyor. Özellikle çatışmanın taraflarından birine ya da her ikisine karşı tavır almış olanlar için durum daha karmaşık hâle geliyor. Bireylerin ve devletlerin tutumları ne kadar tarafsız görünse de, bu tür ihtimallerden tümüyle bağımsız olması neredeyse imkânsızdır. Söz konusu tutumların çeşitliliği ve farklılığı her savaşta olduğu gibi doğaldır; ancak bu tutumlar arasında en sorunlu olanı, normatif olanın kişisel olana kurban edilmesidir. Burada “normatif” ile kastedilen; göz ardı edildiğini gözlemlediğimiz etik ve hukuki boyuttur. Daha çok duygusal yaklaşımlarla hüküm verilmektedir. Bu durum halk için – özellikle çatışan tarafların zulmünü bizzat yaşamış olanlar için – anlaşılabilir olsa da, siyasi ve stratejik analizlerde duyguların yönlendirici olması kabul edilemez. Ancak bugün yazılı, görsel ve sosyal medyada yaygın biçimde gördüğümüz şey tam da budur: Siyasal analiz, çoğu zaman ciddi bir çözümleme olmaktan çok, bir kahve sohbetini andırmaktadır.

Dolayısıyla okuyucunun artık haber niteliğindeki analizlere ya da birkaç saat içinde doğruluğu veya yanlışlığı ortaya çıkacak kişisel görüşlere ihtiyacı yoktur. Asıl yapılması gereken, her ne kadar şu anda gündemde olmasa da, her çatışmanın ortaya çıkardığı zayıf noktalara dikkat çekmek ve bu zayıflıkları gidermek için dersler çıkarmaktır. Çünkü her çatışmanın, ne kadar uzun sürerse sürsün, bir sonu vardır. Her savaşın sonunda, tarafların kendi bakış açısına göre galipler ve mağluplar olacaktır. Ancak asıl kaybeden, çatışmanın doğrudan tarafı olmasa da, bu savaşlardan ders çıkarmayanlardır. Çünkü bu durumda daha sonra baş gösterecek çok daha yıkıcı çatışmalar karşısında da aynı acizliği yaşayacaklardır.

Toplumsal dayanışmanın ve halkın mevcut devletin arkasında durmasının ihmal edilmemesi gerekir; bu, herhangi bir savaştaki zaferin en belirleyici unsurlarından biridir.

İlk dikkat çeken husus, Arapların (hem halklar hem de devletler düzeyinde) kendi bölgelerinde yaşanan bu savaşta sadece seyirci ve bekleyici konumunda olmalarıdır. Bu, yalnızca görünüşte güçsüz olmalarından değil (ki, bu da sebepleri üzerinde düşünülmesi gereken bir sorundur), aynı zamanda İran’ın Arap komşularıyla, onlar tarafından savunulmayı hak edecek bir güven ilişkisi inşa edememiş olmasından kaynaklanmıyor. Zira İran, kendi halklarına savaş açan rejimlerin müttefiki olmuş, o halkların bastırılmasında ve katliama maruz bırakılmasında rol almıştır. Halen bölgede etkileri süren pek çok savaş ve çatışmada İran’ın doğrudan veya dolaylı sorumluluğu vardır. Bu nedenle, mağdur halklar nezdinde – hak temelli bir perspektiften bakıldığında – İran rejimi, desteklediği baskıcı rejimlerle aynı akıbeti paylaşmayı hak eden bir rejim olarak görülmektedir. Bugünkü savaşta en dikkat çekici ve etkili unsur, yukarıdaki değerlendirmenin haklılığını teyit eden geniş çaplı güvenlik zaafıdır. Söz konusu güvenlik ihlallerinin derinliği, devlete olan aidiyetin ve sadakatin ciddi biçimde aşındığını göstermektedir. Yakın ve geçmiş dönemdeki suikastlar, daha önce yaşanan arşiv hırsızlıkları, son yıllarda art arda meydana gelen çeşitli patlamalar – ve özellikle savaş sürecinde ivme kazanan bu tür eylemler – sıradan dış istihbarat operasyonlarıyla açıklanamayacak ölçüde kapsamlıdır. Bu durum, devlet ile halk arasında bir meşruiyet ve sadakat krizinin yaşandığına işaret etmektedir. Çünkü hiçbir güç, hiçbir ordu ve hiçbir dinsel söylem ve slogan, halk desteği gibi bir meşruiyet kaynağı olmadan rejimi koruyamaz. Tarihin yasası şudur: Zulüm yıkımı haber verir. Suriye örneği bunun en yakın ve somut şahididir.

Hiç bir zaman ihmal edilmemesi gereken en önemli unsur, halkın devlete olan toplumsal ve siyasal bağlılığıdır. Bu bağlılık, yalnızca rejimin meşruiyetini beslemekle kalmaz, aynı zamanda herhangi bir savaşta zaferin kazanılmasında da en belirleyici faktördür. Bugün İsrail Başbakanı Netanyahu’nun bu saldırıdan güttüğü amaçlardan biri, yargılanmadan kurtulup iktidarda kalmak için, (15–16 Haziran 2025 tarihli Wall Street Journal anketine göre) İsrail Yahudilerinin %83’ünün desteklediği bu savaşa tutunmaktır. Öte yandan, İran halkının savaşa ya da rejime dair görüşlerini saptamak son derece zordur. Ancak çok sayıda ajanın mevcudiyeti, İran’daki durumun İsrail’dekinin tam tersi olduğuna işaret eden bir tablo sunmaktadır. Bu durum, savaşın sonucunu belirlemede maddi olmayan, ama son derece etkili bir gücün göstergesidir: Rejimin meşruiyeti.

Savaşın seyrini en fazla etkileyen faktör, uzun yıllar süren ambargoya rağmen İran’ın düşmana defalarca zarar verebilmesini sağlayan teknolojik ve askeri gelişmelerdir.

Savaşın seyrinde belirgin rol oynayan ikinci faktör, planlama ve uzun soluklu takip, gözlem ve senaryo hazırlığıdır. İsrail saldırısının aşamalı olarak yürütülmesi ve her evre için olası değişimlerin hesaplanması, yalnızca askeri planlarla değil; sosyal, ekonomik ve jeopolitik boyutları da dikkate alan araştırma merkezlerinin varlığını gerektirir. Bu tür karar alma mekanizmalarıyla entegre araştırma kurumları, Arap dünyasında ya yeterince yoktur ya da işlevsizdir. Arap dünyasında sosyal ve beşeri bilimlere yönelik küçümseyici bakış açısı ve bu bilimlerin karar alma süreçlerindeki rolünün hâlâ yeterince kavranamamış olması üzücüdür. Bu alanlar yeterli maddi destek ve nesnel çalışma şartlarından yoksundur.

Üçüncü ve savaşın seyrine en güçlü etkiyi yapan unsur, İran’ın teknoloji ve askeri alanda kaydettiği gelişmedir. Uzun süredir maruz kaldığı ambargolara rağmen (ambargo altında olmayan ama buna rağmen hiçbir şey üretemeyen bazı ülkelerin aksine) İran, düşmanına defalarca zarar verecek ölçüde etkili karşılıklar verebilmiştir. İran sanayisi özellikle balistik füze alanında kayda değer bir gelişme göstermiş, son olarak insansız hava araçları üretiminde üstünlük sağlamıştır. Bu araçlar hem müttefiklerince kullanılmakta hem de İran tarafından ihraç edilmektedir. Ne var ki, bu kapasiteler ne kadar önemli olursa olsun, İsrail’in hava ve teknoloji üstünlüğü karşısında simetrik bir caydırıcılık sağlamamaktadır. Zira İsrail, yalnızca Batı’dan destek alan bir ülke değil, aynı zamanda ileri düzey istihbarat teknolojileri ile siber saldırı ve savunma sistemlerini Batı’ya dahi ihraç eden bir güç konumundadır.

İsrail’in İran’a karşı sergilediği askerî, teknolojik ve istihbarî üstünlük, Gazze’de kendisine bir fayda sağlamadı. Ne 7 Ekim 2023 saldırısını istihbaratıyla öngörebildi, ne ordusu ve istihbarat kapasitesiyle esirlerini veya ölü askerlerinin cesetlerini geri almayı başarabildi. Ne de sahada hedeflerini gerçekleştirecek kesin bir zafer elde edebildi. Bu da önceki değerlendirmelerle birlikte (ve belki de bunların en önemli dersi olarak) şunu açıkça göstermektedir: Güç, teknoloji ve istihbarat her şey değildir. İlkelere bağlılık ve haklara sıkı sıkıya sarılmak, doğrudan bir zafer getirmese bile, düşmanın zafer ilan etmesini engelleyebilir. Bedeli ağır da olsa, zaman alsa da, bu tutum direnişi meşrulaştırır. Bunun en yakın tanığı Suriye örneğidir.

*(El-Arabi el-Cedid, 23 Haziran 2025 nüshasından tercümedir)

26 Haziran 2025 Perşembe

Vekiller gitti, istihbarat çöktü: Tahran’ın iki boyutlu güvenlik felci Cihat Arpacık-26/06/2025

İran, 1979 devriminden itibaren “devrim ihracı” ekseninde şekillenen güvenlik doktrinini, vekil güçler aracılığıyla bölgesel nüfuzun temel aracı hâline getirdi. Ancak 2025 yılı itibarıyla bu strateji ağır bir çöküş yaşıyor. İsrail’in koordineli saldırıları sonucunda Hizbullah ve diğer vekiller büyük ölçüde etkisiz hale getirildi ve nihayetinde İran doğrudan askerî hedefe dönüştürüldü. Böylece on yıllardır sürdürülen “uzaktan caydırıcılık” modeli çöktü, doğrudan müdahale dönemi başladı.

Oysa İran, devrim sonrası dönemde düşmanla doğrudan yüzleşmeyi değil onu çevreleme ve yıpratma stratejisi gütmüştü. Bu kapsamda, Lübnan’da 1982’den itibaren Hizbullah’ın inşasıyla İsrail’i güneyden baskılamaya, ABD işgali sonrası Haşdi Şabi benzeri paramiliter yapılarla Irak’ta nitelikli bir güç odağı haline gelmeye, Suriye’de 2011 sonrası iç savaşla birlikte “lojistik koridor” inşa etmeye, Yemen’de ise Husi kontrolüyle Kızıldeniz’e açılmaya çalıştı. Bu yapı, İran’ın sınırlarını ileriye taşıyarak kendi topraklarını doğrudan savaş alanı olmaktan uzak tutmasını sağladı. İran vekilleri, yalnızca savaş aracı değil, aynı zamanda bir diplomatik pazarlık enstrümanıydı. Nükleer müzakerelerde Batı’nın güvenlik algısı üzerindeki baskının da parçasıydılar. Ancak İsrail’in uzun vadeli planlaması ve teknolojik üstünlüğü bu doktrinin zaaflarını görünür kıldı.

İsrail 2024 yılında başında başlattığı saldırılarla Hizbullah’ın füze rampalarını, komuta merkezlerini hatta direkt komutanlığını hedef aldı. Savaşın başında yoğun füze saldırıları gerçekleştiren Hizbullah, kısa sürede İsrail’in hava ve sinyal istihbaratı kapasitesi karşısında etkisiz kaldı. Hizbullah, Lübnan siyasetinde de “korkulan” bir yapı olmaktan çıkarıldı ve nihayetinde artık İsrail’e karşı bir tehditten çok moral düzeyde bir sembole dönüştü.

ABD’nin istihbarî ve askerî operasyonları sonucu Haşdi Şabi’nin komuta yapısı hedef alındı. Saldırılar sonrasında, taktiksel kabiliyetleri felç oldu, ABD üslerine yönelik saldırılar sona erdi, İran’a bağlılık yerini pragmatizme bıraktı.

Suriye’de İran milis varlığı 2022 itibarıyla zaten büyük kayıplar vermişti. İsrail’in aralıklı hava saldırılarıyla Suriye’deki İran varlığının beli kırılmıştı. Rusya’nın saha önceliği hatta yer yer İsrail’in Suriye’deki İran’ı vurmasından mutlu olması bu durumun zeminin hazırlayan etkenlerden biri oldu. İç savaş sürecinde Suriye ordusunun çökmesiyle saha bu milis örgütlerce tutuluyordu. Ancak savaşın çok uzun sürmesi milislerin savaşma motivasyonunu tırpanlamıştı. 2024 biterken İran’ın, Irak üzerinden Suriye-Lübnan’a uzanan lojistik koridoru fiilen ortadan kalktı.

Vekillerin etkisizleşmesiyle İran savunması doğrudan merkezi devlet alanına çekildi. Haziran 2025’te İsrail, İran hava savunma sistemlerini aşarak, Natanz, Fordov ve Arak nükleer tesislerini, Devrim Muhafızları’nın karargâhlarını, ordunun komuta-kontrol altyapısını vurdu. Bu saldırılar, İran’ın güvenlik doktrininin dağıldığını teyit etmenin yanı sıra Tahran’ın ilk defa doğrudan merkezden savaşmak zorunda kaldığını da gösterdi.

İRAN GÜVENLİK DOKTRİNİNİN ÇÖKÜŞÜNÜN NEDENLERİ

İran’ın bölgesel güvenlik stratejisi, vekil güçlerin caydırıcılığı ve istihbarat sistemi olmak üzere iki temel sütun üzerinde inşa edilmişti. İran yanlısı milis yapıların askerî kapasitesi ağır darbe alırken, aynı süreçte Mossad İran içindeki insan istihbaratı ağını derinleştiriyordu. İstihbarat zafiyeti içeriyi savunmayı imkânsız hâle getirdi. Böylece İran, hem dış cephede kuşatıldı hem içerde sızdırılmış bir devlete dönüştü. Stratejik direnç hattı eşzamanlı olarak iki koldan kırıldı.

İran’ın sinyal istihbaratı ve siber güvenlik alanlarında ciddi açıkları vardı. Askerî altyapısı, İsrail’in yapay zekâ destekli hava taarruz sistemleri ve elektronik harp teknolojileri karşısında açıkça bocaladı, evet, ancak teknik kabiliyet eksikliğinden daha kritik olan, İran içindeki güvenlik ağlarının sızmaya açık hale gelmesiydi.

İsrail, sadece teknik istihbarat (SIGINT) ve uydu görüntüleme (IMINT) alanında değil, aynı zamanda insan istihbaratı (HUMINT) sahasında da büyük bir “başarı” elde etti.

Son saldırılardan önce, İran’ın yüksek güvenlikli tesislerine ve kritik isimlerine yönelik saldırıların koordinasyonu, içeriden sağlanan bilgi ve yönlendirmelerle mümkün oldu. Nükleer bilim insanlarına yönelik suikastlar, Tahran’daki askerî karargâhlara yapılan nokta saldırılar, yalnızca teknolojiyle açıklanamaz. Bu gelişmeler, İran güvenlik aparatının kendi içindeki parçalanma ve çözülmenin işareti. İsrail istihbaratının (özellikle Mossad’ın) Tahran bürokrasisindeki kırılganlıkları kullanarak rejimi artık sahiplenmeyen teknokratları, ordu mensuplarını ve istihbarat görevlilerini angaje edebildiği anlaşılıyor. Devrim Muhafızları’nın eski sadakati yerini güven bunalımına ve bireysel çözülmelere bıraktı ve ambargolardan yılmış orta sınıf elitler İsrail için potansiyel bilgi kaynaklarına dönüştü.

Bu kırılma artık İran’ın sadece dış tehditlere değil içeriden sızmalara karşı da savunmasız olduğunu gösteriyor ve caydırıcılığın yalnızca fiziksel değil, psikolojik zeminde de çöktüğüne işaret ediyor. HUMINT zaafı, yalnızca askerî hedeflerin değil İran rejiminin ideolojik çekirdeğinin de zayıfladığını ortaya koyan en çarpıcı gösterge. Pers mirasını toptan enkaz altında bırakabilecek bu durum, savaşın görünmeyen cephesinin, savaşın yönünü belirleyen en kritik alan olduğunun işaretlerini veriyor. Yani İran’ın bilhassa HUMINT zemininde yaşadıkları bugünkü tabloyu ortaya çıkartıyor.

HUMINT, özellikle düşman karar alıcıların iç hiyerarşilerinin ve kapalı yapılarının çözülmesinde birincil öneme sahip. Nükleer tesisin teknik şemasını uydu gösterebilir ama o şemanın güncel olup olmadığını içeriden bir mühendis söyler. İran, özellikle nükleer program ve askerî altyapısını çok katmanlı koruma çemberleriyle çevreleyen bir devlet. Bu yapı, Devrim Muhafızları, İstihbarat Bakanlığı, yerel istihbarat, Besic gibi iç içe geçmiş güvenlik duvarları, sadakat temelli kadrolaşma ile siyasal ve mezhebî filtrelemeye dayalı güvenlik kültürü ile inşa edilmişti. Bu nedenle içeriden sızma uzun yıllar boyunca düşük olasılık olarak görülmüştü. Ancak 2010’lar sonrası hem teknolojik değişim hem de toplumsal çözülme bu kapalı yapının içindeki duvarları hızla geçirgen hale getirdi.

Mossad, bu yıllardan itibaren İran’a karşı HUMINT kapasitesini aşama aşama güçlendirerek operasyonel etkisini stratejik bir silaha dönüştürdü. 2020’de, İran’ın nükleer programının kilit ismi olan Mohsen Fahrizade, Tahran’a yakın bir bölgede öldürüldü. Muhtemelen bu suikastı içeriden gelen güzergâh ve takvim bilgileriyle planlandı. Yakın dönemde Natanz ve Fordov gibi yeraltı tesislerinde de çeşitli sabotajlar gerçekleştirildi. Nihayetinde Tahran radar ağı, içeriden devre dışı bırakıldı ve İsrail hava saldırısı gerçekleşti.

Bütün bunların en temel nedeni, İsrail istihbaratının İran içinden insan kaynağı devşirmesinin kolaylaşması, ülkenin istihbarat teşkilatları arasında koordinasyon zaafı, saha ajanlarının eğitimli HUMINT uzmanı değil ideolojik sadakat temelli Besic üyeleri olmasıydı. İsrail’in HUMINT başarısı, sadece taktiksel avantajlar sağlamadı, doğrudan Tahran’ın savunma doktrininin çökmesine neden oldu. Nükleer programı gizli olmaktan çıktı, askerî koordinasyon zafiyet içine girdi, psikolojik caydırıcılığın çökmesine zemin hazırladı. Her ne kadar dış düşmana karşı İran halkının birlik olabilme kapasitesi büyük de olsa artık halk Mossad’ın her yerde olabileceğini düşünmeye başladı.

İran-İsrail savaşı, istihbaratın gölgesinde şekilleniyor ve bu savaşta İran’ın kaybettiği en önemli şeylerden biri kendi insan kaynakları üzerindeki denetimi. HUMINT alanındaki bu büyük çöküş, sadece birkaç operasyonun başarısıyla değil, bir rejimin içten içe çökmeye başlamasıyla mümkün oldu.

Bu savaşta füzelerden önce bilgiler aktı. Mevziler değil, güvenlik duvarları çöktü. Görünen o ki İran’ın asıl düşmanı dışarıda değil ve bu “düşman” artık yalnızca bir istihbarat sorunu da değil, bir sistem sorunu.

CİHAT ARPACIK KİMDİR?

İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünden mezun olan Cihat Arpacık, Milli Savunma Üniversitesi’nde İstihbarat Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimi aldı. Çeşitli gazete, televizyon ve dergilerde çalışan Cihat Arpacık, savunma, güvenlik, yargı konularına yoğunlaştı.