Son zamanlardaki yargı pratiğinde “bu da olmaz” dedirten uygulamalarla karşılaşıyoruz. İstisnai bir uygulama olması gereken tutuklamalar iktidara yönelik eylem ve söylem girişimlerinde genel uygulama halini aldı. Eleştiri mahiyetindeki sözlerin, zorlama yorumlarla suç olarak kabul edilip, tutuklama nedeni sayıldığını kamuoyu olarak seyrediyoruz. Politikacı, sanatçı ve gazeteci tutuklamalarına, yargının vazgeçilmez ayağını oluşturan avukat da dahil edilmiş durumda. Ekrem İmamoğlu’nun avukatının tutuklanması bunun tipik örneğidir. İmamoğlu’nu yolsuzluk ve suç örgütü aktörüymüş gibi gösterirken, onu savunacak avukatı da onunla eylem birliği içinde görme ve gösterme girişimi ile karşı karşıyayız. Bu gelişme karşısında zor zamanlarda avukatların neler yaşadığını irdelemeye çalışacağız. Özellikle ihtilal (devrim), askeri darbe gibi dönemlerdeki avukatlık pratiği üzerinde durularak günümüz uygulamasının kökenine, geçmişteki izlerine ulaşmaya çalışacağız.
FRANSIZ DEVRİM MAHKEMESİ’NDE
AVUKATLAR FİGÜRANDI
Bin yıllık monarşiyi yerle bir eden 1789
Fransız Devrimi, insanlığın hizmetine İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi gibi
çok önemli bir anayasal metni armağan ederken, diğer taraftan özellikle de
terör dönemi olarak bilinen günlerinde akıl almaz yargı cinayetlerini de tarihe
kara leke olarak bırakmıştır. Daha terör dönemi başlamadan öldürülen Kral 16.
Louis ve Kraliçe Marie Antoinette’in yargılanmalarında avukatlara figüran rolü
verildiğini görüyoruz.
Fransız Devrimi’nin önderlerinden
Robespierre, Kral 16. Louis’nin yargılanmasına bile gerek yok diye düşünüyor ve
“Louis ölmelidir” diyordu. 3 Aralık 1792’de Meclis’te yaptığı ünlü konuşmasına
yerleştirdiği “o yargılanamaz”, “o suçludur”, “o ölmelidir” gibi kesin ve peşin
suç ilanı biçimindeki cümlelerin yanına avukatın gereksizliğini de ekliyordu.
“Peki biz ne yapıyoruz? 16. Louis’yi savunsun diye her taraftan avukatlar
çağırıyoruz” diye yakınıyordu.[1] Kendisi de avukat olan Robespierre, böyle
düşünmesine karşın Kral’ı savunan bir avukat vardı. Pek kararlı biçimde Kral’ı
savunduğu için giyotine gönderilmek istendiğini de Stefan Zweig’in
satırlarından öğreniyoruz.[2] Kral’ın 21 Ocak 1792 tarihinde kafası giyotinle
kesildikten 22 ay sonra 16 Ekim 1793’te eşi Marie Antoinette de yargılama
sonunda idam edildi. Bu yargılamalar esasen göstermelik olup, kararları peşin
verilmişti. Nitekim Kraliçe’ye avukat isteyip istemediği sorulduğunda, hiç
avukat tanımadığını, resmi yolla bir ya da iki avukatın görevlendirilmesini
kabul edeceğini söylemişti. Tanıdığı avukat ile tanımadığı avukat arasında fark
olmadığını düşünüyor ve o günkü Fransa’da kendisini cesaretle ve açık
yüreklilikle savunacak avukatın kraliçe lehine söyleyeceği sözden sonra hemen
vekil sandalyesinden sanık sandalyesine geçirileceğini biliyordu.[3] Nitekim
Kraliçe ölüm cezasına mahkum edildikten sonra, iki avukatın durumunu Stefan
Zweig, şu satırlarla anlatıyor: “Kraliçe’nin iki vekili de oturum bittikten
sonra gözaltına alınır; Kraliçe’nin kendilerine gizlice yazılı bir mesaj vermiş
olabileceği düşünülerek üstleri aranır; hakimler, o zavallı hukukçular, bu
kadının yıkıcı enerjisinden mezara bir adım kala bile korkmaktadırlar.”[4]
Anlıyoruz ki Fransız Devrim Mahkemesi yargılamalarında avukatlara sadece figüranlık
rolü verilmesine karşın, yine de görev yapan avukatlar giyotine gitme korkusu
yaşamışlardır.
İSTİKLÂL MAHKEMELERİ AVUKATLARIN
CAMBAZLIĞI İLE UĞRAŞMAZ
Bizim tarihimizdeki olağanüstü dönem
yargılamalarında avukatlar benzer kaderi hep yaşamışlardır. Millî Mücadele
yıllarında daha çok asker kaçaklarını yargılamak için faaliyete geçen İstiklâl
Mahkemeleri Cumhuriyet kurulduktan sonraki faaliyetlerinde de muhalif düşüncede
olanların peşine düşmüştü. İstiklâl Mahkemesi üyelerinden birinin “ara sıra
kanunun üstüne çıkarız” dediği bilinmektedir. Nitekim bir sanığın avukat tutmak
isteği karşısında Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya “İstiklâl Mahkemeleri dava
vekillerinin (avukatların) cambazlığına gelmez” diyerek isteği reddetmiştir.[5]
Bu sözlerde avukata nasıl bakıldığını görmek mümkün ve böyle bir yargılamada da
avukatın işlevinin yok edildiğini anlıyoruz.
İSTANBUL BAROSU DP’LİLERİ
SAVUNMAYIN DEDİ
27 Mayıs 1960 Darbesi de avukatlar
açısından sıkıntılı ve sancılı olmuştur. Darbeden üç gün sonra toplanan
İstanbul Barosu Yönetim Kurulu’nun 31 Mayıs 1960 günü aldığı karar şu
şekildeydi;
“Sabık iktidarın zamanı idaresinde hukuka
aykırı fiil ve hareketleri ika ve bunlara iştirak sebebile haklarında açılacak
davalarda maznun ve davalıların müdafiliğinin İstanbul Barosuna mensub
avukatlar tarafından deruhte edilmemesine ve keyfiyetin Türkiye Barolarına
temenni suretile teklifine, keyfiyetin Umumi Heyete arzına ittifakla karar
verilmiştir.”[6]Karardan da anlaşılacağı üzere, İstanbul Barosu, darbe ile
yönetimden el çektirilen DP’lilerin, avukatlar tarafından savunulmasını
istemiyor ve üstelik bunu başka barolara da tavsiye ediyordu. Nitekim bazı
barolar da aynı doğrultuda karar aldılar.
İstanbul Barosu’nun bu talihsiz kararına
karşı en ciddi ses bir avukattan gelmiş olup, Avukat Suad Tahsin Türk Müdafaa
Hakkı ve Müdafi Seçme – Müdafaa Alma Hürriyetleri başlıklı bir kitapçık
yayınlamıştır. Kitapçıkta karar ciddi şekilde eleştirilmiştir. Mesela Baro’nun
kararı için “hukuki ve ahlaki karakterden mahrum” denilmiş,[7] ve devamında
“Kanaatımızca baromuzun bu kararı bütün cepheleri ile hatalı, müdafilik sanatı
namına ayıp, insan hakları için tehlikeli, baro tasarrufu olarak çirkin ve kim
olursa olsun ve ne derece itham altında bulunurlarsa bulunsunlar bütün
maznunlara da zebunküşlüktür” ifadeleri kullanılmıştır.[8] “Zebunküşlük”
kelimesinin anlamı, “güçsüze acımayan, güçsüzü ezen”dir ki, Baro’nun hukukun
yanında değil de güçsüzü ezen darbecilerin yanında yer aldığı çok açıktır.
Avukat S. Tahsin Türk, kitapçıkta İstanbul Barosu’nun tavrını sert ifadelerle
eleştirme cesaretini göstermiş ve Nürnberg Mahkemesi’nden ve İsrail’de
Eichmann’ın yargılanmasından da örnek vermiştir.
Bu arada İstanbul Barosu’nun kararına
değinen bir başka metinden de bahsetmekte de yarar var. Yassıada yargılamaları
konusunda bir rapor yazmış olan Paris Barosu’na kayıtlı, siyasi davalarda isim
yapmış olan Avukat Maurice Garçon raporunda şu ifadeleri kullanmaktadır;
“Bir müdafaanın mükellefiyetini kabul
etmek vazifesini duyan avukat, kendini müşkül mevkie sokacak korkudan uzak
olmalıdır. Onları korkuya sevketmeğe ve vazifelerinden başka tarafa yöneltmeğe
müsait baskı icrasına teşebbüs edilmemelidir. Resmiyetini güçlükle kabul
edebileceğimiz ve bize o kadar menfur görünen, İstanbul Barosunun bir
müzakeresine şahit olduk.
Baroda kayıtlı avukatların adalet huzuruna
çıkacak sanıkların müdafaasını, bu sanıklar eski rejim zamanında hukuka aykırı
faaliyetlerde bulunmuş oldukları bahanesiyle, kabulü reddettiklerini, 31 Mayıs
1960’da Baro Umumi Heyete telkin etmeğe karar vermişti. Göründüğüne göre çok
şükür Umumi Heyet bu talebi is’af etmedi.”[9]
YASSIADA’DA SAVUNMA YAPAN AVUKATLAR
TUTUKLANDI
Baro’nun yasaklamasının yanında o günkü
darbe ortamı da sanıkların savunmasını yapacak avukatlar için cesaret
gerektiriyordu. Bir çok avukat kaçınıyordu. Buna karşın çok sayıda avukat
Yassıada’da savunma görevi yaptı, ancak büyük çileler çektiler. Sanıklardan
Samet Ağaoğlu’nun anılarında avukatlardan bahseden bölümler mevcut. Yassıada’da
savunma yapan avukatlardan Süreyya Ağaoğlu, Burhan Apaydın, Talat Asal,
Hüsamettin Cindoruk, Orhan Cemal Fersoy ve Ferruh Bozbeyli’nin anılarında
avukatların Yassıada’ya gidiş dönüşlerde, müvekkilleri ile görüşmelerinde ve
savunma anında karşılaştıkları sıkıntılara yer verildiğini görüyoruz. Sanıklara
vatan haini gözüyle baktıkları için onları savunan avukatlar da vatan haini
gibi kabul ediliyordu. “Silahların gölgesinde savunma yapmaya alışık değiliz”
diyen avukatın müvekkiline baskı yapılarak azledilmesi sağlanıyordu.
Savunmalarında Menderes’i öven Av. Burhan Apaydın ve Av. Talat Asal
tutuklanıyordu. Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın avukatı Hüsamettin Cindoruk,
“Bizi hiç uğraştırmayın. Kararlar sümenin altındaysa, bu iş bitsin” dediği için
tutuklanmıştı.
Esasen Fransız hukukçu / avukat Maurice
Garçon, Yassıada’da görev yapan avukatların durumunu sezmiş ve mütalaasında
“Avukatın rolü bir figüran rolü değildir” demek ihtiyacını duymuştu.[10]
DARBE DÖNEMİ UYGULAMALARI DEVAM
EDİYOR
Verdiğimiz örnekler hep devrim ve darbe
gibi olağanüstü dönemlere ait. Şu anda devrim ve darbe döneminde değiliz ama
görüyoruz ki avukatlar yine tutuklanıyor. Can Atalay ve Selçuk Kozağaçlı uzun
süredir cezaevinde ve bunların durumu kamuoyunun vicdanında kabul görmüş değil.
Son olarak Ekrem İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan da tutuklandı. Bir darbe
dönemi uygulaması olan “avukat tutuklama olgusu” bugün de gözümüzün önünde
cereyan ediyor. Hukukun özünden giderek uzaklaşan yargı pratiğini izliyoruz. Olmaz
dediğimiz şeyler olduğu için, hayret etmeyi de bıraktık. Türkiye,
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile giderek evrensel hukuktan kopuyor ve
kalitesiz demokrasiler liginde yer almaya başlıyor.
KAYNAKÇA
[1] Maximilien Robespierre, Ayaklar Baş
Olunca (Jakoben Söylevleri), Çeviren: İlhan Erman, İlkeriş Yayınları, 1. Baskı,
Ankara 2008, s. 26-39
[2] Stefan Zweig, Marie Antoinette / Vasat
Bir Karakterin Portresi, Çeviren: Tevfik Turan, Can Yayınları, 5. Baskı,
İstanbul 2017, s. 555
[3] Stefan Zweig, age, s. 544, 545
[4] Stefan Zweig, age, s. 559
[5] Mete Tunçay, T. C.’nde Tek Parti
Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Cem Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul 1992, s.
169, 170
[6] Suad Tahsin Türk, Müdafaa Hakkı ve
Müdafi Seçme Müdafaa Alma Hürriyetleri, Dizerkonca Matbaası, İstanbul 1960. S.
4
[7] Suad Tahsin Türk, s. 5
[8] Suad Tahsin Türk, s. 11
[9] Emine Gürsoy Naskali, “Avukat Maurice
Garçon’un 27 Mayıs Darbesi Mütalaası”, Marmara Türkiyat Araştırmaları Dergisi,
Cilt:1, Sayı: 2 Sonbahar 2014, s. 327
[10] Emine Gürsoy Naskali, s. 326
Abbas Bilgili, avukat ve yazar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.