1 Temmuz 2025 Salı

Zor zamanda avukatlık Abbas Bilgili-30/06/2025

Son zamanlardaki yargı pratiğinde “bu da olmaz” dedirten uygulamalarla karşılaşıyoruz. İstisnai bir uygulama olması gereken tutuklamalar iktidara yönelik eylem ve söylem girişimlerinde genel uygulama halini aldı. Eleştiri mahiyetindeki sözlerin, zorlama yorumlarla suç olarak kabul edilip, tutuklama nedeni sayıldığını kamuoyu olarak seyrediyoruz. Politikacı, sanatçı ve gazeteci tutuklamalarına, yargının vazgeçilmez ayağını oluşturan avukat da dahil edilmiş durumda. Ekrem İmamoğlu’nun avukatının tutuklanması bunun tipik örneğidir. İmamoğlu’nu yolsuzluk ve suç örgütü aktörüymüş gibi gösterirken, onu savunacak avukatı da onunla eylem birliği içinde görme ve gösterme girişimi ile karşı karşıyayız. Bu gelişme karşısında zor zamanlarda avukatların neler yaşadığını irdelemeye çalışacağız. Özellikle ihtilal (devrim), askeri darbe gibi dönemlerdeki avukatlık pratiği üzerinde durularak günümüz uygulamasının kökenine, geçmişteki izlerine ulaşmaya çalışacağız.

FRANSIZ DEVRİM MAHKEMESİ’NDE AVUKATLAR FİGÜRANDI

Bin yıllık monarşiyi yerle bir eden 1789 Fransız Devrimi, insanlığın hizmetine İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi gibi çok önemli bir anayasal metni armağan ederken, diğer taraftan özellikle de terör dönemi olarak bilinen günlerinde akıl almaz yargı cinayetlerini de tarihe kara leke olarak bırakmıştır. Daha terör dönemi başlamadan öldürülen Kral 16. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette’in yargılanmalarında avukatlara figüran rolü verildiğini görüyoruz.

Fransız Devrimi’nin önderlerinden Robespierre, Kral 16. Louis’nin yargılanmasına bile gerek yok diye düşünüyor ve “Louis ölmelidir” diyordu. 3 Aralık 1792’de Meclis’te yaptığı ünlü konuşmasına yerleştirdiği “o yargılanamaz”, “o suçludur”, “o ölmelidir” gibi kesin ve peşin suç ilanı biçimindeki cümlelerin yanına avukatın gereksizliğini de ekliyordu. “Peki biz ne yapıyoruz? 16. Louis’yi savunsun diye her taraftan avukatlar çağırıyoruz” diye yakınıyordu.[1] Kendisi de avukat olan Robespierre, böyle düşünmesine karşın Kral’ı savunan bir avukat vardı. Pek kararlı biçimde Kral’ı savunduğu için giyotine gönderilmek istendiğini de Stefan Zweig’in satırlarından öğreniyoruz.[2] Kral’ın 21 Ocak 1792 tarihinde kafası giyotinle kesildikten 22 ay sonra 16 Ekim 1793’te eşi Marie Antoinette de yargılama sonunda idam edildi. Bu yargılamalar esasen göstermelik olup, kararları peşin verilmişti. Nitekim Kraliçe’ye avukat isteyip istemediği sorulduğunda, hiç avukat tanımadığını, resmi yolla bir ya da iki avukatın görevlendirilmesini kabul edeceğini söylemişti. Tanıdığı avukat ile tanımadığı avukat arasında fark olmadığını düşünüyor ve o günkü Fransa’da kendisini cesaretle ve açık yüreklilikle savunacak avukatın kraliçe lehine söyleyeceği sözden sonra hemen vekil sandalyesinden sanık sandalyesine geçirileceğini biliyordu.[3] Nitekim Kraliçe ölüm cezasına mahkum edildikten sonra, iki avukatın durumunu Stefan Zweig, şu satırlarla anlatıyor: “Kraliçe’nin iki vekili de oturum bittikten sonra gözaltına alınır; Kraliçe’nin kendilerine gizlice yazılı bir mesaj vermiş olabileceği düşünülerek üstleri aranır; hakimler, o zavallı hukukçular, bu kadının yıkıcı enerjisinden mezara bir adım kala bile korkmaktadırlar.”[4] Anlıyoruz ki Fransız Devrim Mahkemesi yargılamalarında avukatlara sadece figüranlık rolü verilmesine karşın, yine de görev yapan avukatlar giyotine gitme korkusu yaşamışlardır.

İSTİKLÂL MAHKEMELERİ AVUKATLARIN CAMBAZLIĞI İLE UĞRAŞMAZ

Bizim tarihimizdeki olağanüstü dönem yargılamalarında avukatlar benzer kaderi hep yaşamışlardır. Millî Mücadele yıllarında daha çok asker kaçaklarını yargılamak için faaliyete geçen İstiklâl Mahkemeleri Cumhuriyet kurulduktan sonraki faaliyetlerinde de muhalif düşüncede olanların peşine düşmüştü. İstiklâl Mahkemesi üyelerinden birinin “ara sıra kanunun üstüne çıkarız” dediği bilinmektedir. Nitekim bir sanığın avukat tutmak isteği karşısında Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya “İstiklâl Mahkemeleri dava vekillerinin (avukatların) cambazlığına gelmez” diyerek isteği reddetmiştir.[5] Bu sözlerde avukata nasıl bakıldığını görmek mümkün ve böyle bir yargılamada da avukatın işlevinin yok edildiğini anlıyoruz.

İSTANBUL BAROSU DP’LİLERİ SAVUNMAYIN DEDİ

27 Mayıs 1960 Darbesi de avukatlar açısından sıkıntılı ve sancılı olmuştur. Darbeden üç gün sonra toplanan İstanbul Barosu Yönetim Kurulu’nun 31 Mayıs 1960 günü aldığı karar şu şekildeydi;

“Sabık iktidarın zamanı idaresinde hukuka aykırı fiil ve hareketleri ika ve bunlara iştirak sebebile haklarında açılacak davalarda maznun ve davalıların müdafiliğinin İstanbul Barosuna mensub avukatlar tarafından deruhte edilmemesine ve keyfiyetin Türkiye Barolarına temenni suretile teklifine, keyfiyetin Umumi Heyete arzına ittifakla karar verilmiştir.”[6]Karardan da anlaşılacağı üzere, İstanbul Barosu, darbe ile yönetimden el çektirilen DP’lilerin, avukatlar tarafından savunulmasını istemiyor ve üstelik bunu başka barolara da tavsiye ediyordu. Nitekim bazı barolar da aynı doğrultuda karar aldılar.

İstanbul Barosu’nun bu talihsiz kararına karşı en ciddi ses bir avukattan gelmiş olup, Avukat Suad Tahsin Türk Müdafaa Hakkı ve Müdafi Seçme – Müdafaa Alma Hürriyetleri başlıklı bir kitapçık yayınlamıştır. Kitapçıkta karar ciddi şekilde eleştirilmiştir. Mesela Baro’nun kararı için “hukuki ve ahlaki karakterden mahrum” denilmiş,[7] ve devamında “Kanaatımızca baromuzun bu kararı bütün cepheleri ile hatalı, müdafilik sanatı namına ayıp, insan hakları için tehlikeli, baro tasarrufu olarak çirkin ve kim olursa olsun ve ne derece itham altında bulunurlarsa bulunsunlar bütün maznunlara da zebunküşlüktür” ifadeleri kullanılmıştır.[8] “Zebunküşlük” kelimesinin anlamı, “güçsüze acımayan, güçsüzü ezen”dir ki, Baro’nun hukukun yanında değil de güçsüzü ezen darbecilerin yanında yer aldığı çok açıktır. Avukat S. Tahsin Türk, kitapçıkta İstanbul Barosu’nun tavrını sert ifadelerle eleştirme cesaretini göstermiş ve Nürnberg Mahkemesi’nden ve İsrail’de Eichmann’ın yargılanmasından da örnek vermiştir.

Bu arada İstanbul Barosu’nun kararına değinen bir başka metinden de bahsetmekte de yarar var. Yassıada yargılamaları konusunda bir rapor yazmış olan Paris Barosu’na kayıtlı, siyasi davalarda isim yapmış olan Avukat Maurice Garçon raporunda şu ifadeleri kullanmaktadır;

“Bir müdafaanın mükellefiyetini kabul etmek vazifesini duyan avukat, kendini müşkül mevkie sokacak korkudan uzak olmalıdır. Onları korkuya sevketmeğe ve vazifelerinden başka tarafa yöneltmeğe müsait baskı icrasına teşebbüs edilmemelidir. Resmiyetini güçlükle kabul edebileceğimiz ve bize o kadar menfur görünen, İstanbul Barosunun bir müzakeresine şahit olduk.

Baroda kayıtlı avukatların adalet huzuruna çıkacak sanıkların müdafaasını, bu sanıklar eski rejim zamanında hukuka aykırı faaliyetlerde bulunmuş oldukları bahanesiyle, kabulü reddettiklerini, 31 Mayıs 1960’da Baro Umumi Heyete telkin etmeğe karar vermişti. Göründüğüne göre çok şükür Umumi Heyet bu talebi is’af etmedi.”[9]

YASSIADA’DA SAVUNMA YAPAN AVUKATLAR TUTUKLANDI

Baro’nun yasaklamasının yanında o günkü darbe ortamı da sanıkların savunmasını yapacak avukatlar için cesaret gerektiriyordu. Bir çok avukat kaçınıyordu. Buna karşın çok sayıda avukat Yassıada’da savunma görevi yaptı, ancak büyük çileler çektiler. Sanıklardan Samet Ağaoğlu’nun anılarında avukatlardan bahseden bölümler mevcut. Yassıada’da savunma yapan avukatlardan Süreyya Ağaoğlu, Burhan Apaydın, Talat Asal, Hüsamettin Cindoruk, Orhan Cemal Fersoy ve Ferruh Bozbeyli’nin anılarında avukatların Yassıada’ya gidiş dönüşlerde, müvekkilleri ile görüşmelerinde ve savunma anında karşılaştıkları sıkıntılara yer verildiğini görüyoruz. Sanıklara vatan haini gözüyle baktıkları için onları savunan avukatlar da vatan haini gibi kabul ediliyordu. “Silahların gölgesinde savunma yapmaya alışık değiliz” diyen avukatın müvekkiline baskı yapılarak azledilmesi sağlanıyordu. Savunmalarında Menderes’i öven Av. Burhan Apaydın ve Av. Talat Asal tutuklanıyordu. Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın avukatı Hüsamettin Cindoruk, “Bizi hiç uğraştırmayın. Kararlar sümenin altındaysa, bu iş bitsin” dediği için tutuklanmıştı.

Esasen Fransız hukukçu / avukat Maurice Garçon, Yassıada’da görev yapan avukatların durumunu sezmiş ve mütalaasında “Avukatın rolü bir figüran rolü değildir” demek ihtiyacını duymuştu.[10]

DARBE DÖNEMİ UYGULAMALARI DEVAM EDİYOR

Verdiğimiz örnekler hep devrim ve darbe gibi olağanüstü dönemlere ait. Şu anda devrim ve darbe döneminde değiliz ama görüyoruz ki avukatlar yine tutuklanıyor. Can Atalay ve Selçuk Kozağaçlı uzun süredir cezaevinde ve bunların durumu kamuoyunun vicdanında kabul görmüş değil. Son olarak Ekrem İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan da tutuklandı. Bir darbe dönemi uygulaması olan “avukat tutuklama olgusu” bugün de gözümüzün önünde cereyan ediyor. Hukukun özünden giderek uzaklaşan yargı pratiğini izliyoruz. Olmaz dediğimiz şeyler olduğu için, hayret etmeyi de bıraktık. Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile giderek evrensel hukuktan kopuyor ve kalitesiz demokrasiler liginde yer almaya başlıyor.

KAYNAKÇA

[1] Maximilien Robespierre, Ayaklar Baş Olunca (Jakoben Söylevleri), Çeviren: İlhan Erman, İlkeriş Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2008, s. 26-39

[2] Stefan Zweig, Marie Antoinette / Vasat Bir Karakterin Portresi, Çeviren: Tevfik Turan, Can Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2017, s. 555

[3] Stefan Zweig, age, s. 544, 545

[4] Stefan Zweig, age, s. 559

[5] Mete Tunçay, T. C.’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Cem Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul 1992, s. 169, 170

[6] Suad Tahsin Türk, Müdafaa Hakkı ve Müdafi Seçme Müdafaa Alma Hürriyetleri, Dizerkonca Matbaası, İstanbul 1960. S. 4

[7] Suad Tahsin Türk, s. 5

[8] Suad Tahsin Türk, s. 11

[9] Emine Gürsoy Naskali, “Avukat Maurice Garçon’un 27 Mayıs Darbesi Mütalaası”, Marmara Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Cilt:1, Sayı: 2 Sonbahar 2014, s. 327

[10] Emine Gürsoy Naskali, s. 326

Abbas Bilgili, avukat ve yazar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.