Bugünkü İslam dünyasının en etkili inanç doktrini olan Eş’arîlik mezhebinin kurucusu, 873-935 yılları arasında yaşamış Ebü’l Hasan Eş’arî’dir. Eş’arî inanç sistemi, Afrika ve Ortadoğu’da yaygın olan Şafiî, Hanbelî ve Maliki mezhepleri tarafından da temel doktrin olarak kabul edilmektedir. Bugünkü Türk dünyasındaki medreseler ise, inançta her ne kadar Maturidî olduklarını söyleseler de, pratikte Eş’arî itikadını benimsemiş durumdadırlar.
***
Burada doğal olarak şu soru akla gelir:
İslam dünyasında devlet, siyaset, vicdan ve evrensel ahlak anlayışında bu
mezhepler arasındaki doktrin farklarının belirleyici rolü nedir? Bir başka
deyişle, Hz. Osman’ın katlinden bu yana İslam dünyasında süregelen “devletin
birliği ve bekası adına, Peygamber’in evrensel ahlak ve vicdan öğretilerinin
ötelenmesi” —yani ahlaki esneklik— tavrında bu inanç mezheplerinin katkısı
nedir?
***
Tarihsel olarak bakıldığında, İslam
toplumlarında iktidarın katılaştığı, ahlaki esnekliği önceleyen yönetim
anlayışının arka planında Eş’arî doktrininin önemli bir rol oynadığı ifade
edilir. Eş’arîlik, Allah’ın iyilik ya da kötülük yapmakla zorunlu tutulamayacağını
savunur. Bu anlayış, bizi kaçınılmaz biçimde, katı merkezi iktidarlar lehine
ahlaki esnekliğe götürür. Böylece fıtratın (yaratılışın) ahlakından ziyade,
değişmeyen fıkıh normlarının ahlakına yaslanılır. Buna karşılık Maturidîlik,
insanın yaratılışındaki fıtrat ve Kitap’taki hikmet kavramlarına dayanarak,
Allah’ın mutlak iyiliğini ve evrensel adaletle iyiyi emrettiğini savunur.
***
İlginçtir ki, Eş’arî doktrinine zıt olan
Mutezile ekolü, Abbasi Devleti’nin resmi mezhebi olduğu dönemde, İmam Eş’arî de
katı bir Mutezile savunucusuydu. Özellikle Bağdat’ta dönemin en güçlü Mutezilî
âlimlerinden Ebu Ali el-Cübbâî’nin öğrencisiydi. Abbâsîler, Mu’tezile’yi
medeniyet ve merkezileşme projesi olarak başlattılar; ancak bu proje, halk,
askerî aristokrasi ve ulema arasında derin çatlaklar yaratınca, iktidarlarını
korumak adına Mu’tezile’den vazgeçtiler. Bu kırılmayla beraber, İslam
dünyasında Sünnî-Hanbelî gelenek yeniden güç kazandı; akılcılık ise geri plana
düştü. Tam da bu dönemde Eş’arî, meşhur bir biçimde Mu’tezile’den ayrıldığını
ilan etti. Rivayete göre, 40 yaşında Basra’da minbere çıkarak “30 yıl
savunduğum Mu’tezile’yi terk ettim” dedi. Tam anlamıyla Hanbelî olmadı; ama
Allah’ın sıfatları gibi temel meselelerde onlara yaklaştı, kelam yöntemini ise
bırakmadı. Böylece Eş’arîlik, Abbasi yönetiminin yeni referans doktrini haline
geldi.
***
Maturidîliğin yükselişi ise tam da
Abbâsîlerin Mu’tezile’yi terk etmesiyle oluşan boşlukta ortaya çıktı; ancak bu
hareket Bağdat merkezli değil, Türkistan ve Maveraünnehir coğrafyasında
filizlendi. Bu bölgede Hanefî fıkhı zaten güçlüydü. Ebu Hanife’nin “aklı naklin
önüne koyan” metodolojisi, Maturidî’ye hazır bir zemin sundu. İmam Maturidî’nin
dönemi, merkezi otoritenin zayıfladığı, Türklerin yeni yeni Müslüman olduğu
Karahanlılar devrine rastlar. Karahanlılar, İslam’ı resmileştirirken, akıl ile
nakli uzlaştıracak bir mezhebe ihtiyaç duyuyordu. Maturidî, Yunan felsefesini
toptan reddetmedi; onu İslam akidesine tâbi kılacak şekilde sınırlandırdı.
***
Bağdat merkezli Mu’tezile, daha çok
Hristiyan ve Yahudi zımmîlere karşı argüman geliştirirken; Maturidî, pagan Türk
ve İran halklarına İslam’ı anlatma zorunluluğuyla karşı karşıyaydı. Aynı
dönemde, bölgede güçlü olan Samanîler, İran ve Arap kültürleri arasında sentez
arayışı içindeydiler.
***
Merkezi otoritenin güçlü olduğu dönemlerde
iktidar, mezhep imamları ve ulemayı doğrudan etkilerken; otoritenin
zayıfladığı, tüccar sınıflarının daha bağımsızlaştığı dönemlerde ulema, çıkar
ilişkilerinden görece özgür kalarak, metnin hakikatine dayalı özgün yorumlar
geliştirdi. İslam devlet yöneticilerinin zımmî ve gayrimüslim tebaalarıyla
ilişkilerde ihtiyaç duydukları tercüme faaliyetleri de bu dönemde arttı ve
ulemanın özerkliğini destekledi. Katı merkezî iktidarın güç ilişkileri ile
hakikat arasındaki çelişkiye karşı tavır alan Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel ve
İbn Haldun gibi düşünürler ise bu duruşlarının bedelini ağır sıkıntılarla
ödediler.
***
İslam dünyasında Siyasi mezhep
anlaşmazlığında Sünni-Şii farkı, neredeyse ayrı din gibi algılanacak kadar
derinleşmiştir, ama çıkış noktası bütünüyle iktidar kavgası idi. Sonra teoloji,
bu politik çatışmayı kutsallaştırıp derinleştirmiştir. Örnek olarak Kerbela
gibi olaylar, Şia’nın kimliğinde bir mağduriyet teolojisi oluşturdu. Siyasi
muhalefeti, teolojik muhalefete evirmiştir. Siyasi baskı gören Şiiler,
inançlarını içe kapalı ve farklı bir sistem haline getirerek korudular. Bu
izolasyon, dogmatik farkları derinleştirmiştir. İran’da Safevîler döneminde
Şiilik devlet mezhebi olunca, Şia-Sünni farkı sadece mezhep değil, devlet
ideolojisi ayrımına dönüşmüştür. Zamanla her yeni siyasi döneme uygun yeni
teolojik açıklamalar eklendi (örneğin Mehdi doktrini, Gaybet teorisi), bu da
uçurumu büyütmüştür.
Graham Fuller, İslamsız Dünya adlı
eserinde, Hristiyanlık ve İslam’daki Katoliklik, Ortodoksluk, Şia, İsmailiyye
gibi mezheplerin ortaya çıkışının, sadece teolojik karmaşalardan değil, aslen
güç ve iktidar mücadelelerinden doğduğunu net biçimde gösterir.
***
Bu analiz, özellikle Hristiyanlık tarihi
açısından daha da merkezi bir öneme sahiptir. Zira Hristiyan mezheplerinin
doğuşu, yalnızca inanç yorumlarındaki farklılıklardan değil; doğrudan iktidar
mücadeleleri, bölgesel çıkar çatışmaları ve sınıfsal gerilimlerden de beslendi.
313 Milano Fermanı ile İmparator Konstantin, Hristiyanlığı resmen tanıyınca, bu
din sadece bir inanç olmaktan çıkıp, devletin meşruiyet aracına dönüştü. 325
İznik Konsili’nde Teslis (Üçleme) inancının resmileştirilmesi ve Aryanizmin siyasi
olarak bastırılması bunun en bariz örneğidir. Yani mezhep kararları, daha en
baştan “kim doğru inancı temsil ediyor” sorusundan çok, “imparatorluk
otoritesini nasıl güçlendiririz” sorusuyla şekillendi.
***
Katolik-Ortodoks ayrılığı da Roma (Batı)
ile Bizans (Doğu) arasındaki jeopolitik ve ekonomik çıkar savaşlarının dini
dile dökülmesidir. Filioque tartışması —Kutsal Ruh’un Baba’dan mı, yoksa Baba
ve Oğul’dan mı çıktığı meselesi— aslında bu güç mücadelesinin sembolik
yansımasıydı. Martin Luther’in 1517’deki çıkışı da, sadece dini bir isyan
değil; Alman prenslerinin Roma’ya karşı vergi ve siyasi bağımsızlık
mücadelesiyle iç içe bir başkaldırıydı. Protestanlık böylece yalnızca “inançla
kurtuluş” tezi değil, aynı zamanda yerel beylerin Roma’ya karşı bağımsızlık
ilanı haline geldi. Bundan sonra Avrupa’da mezhep çeşitliliği, siyasal
çoğulculuk ve ulusal sınırlarla birlikte evrildi.
***
Özetle, İslam ve Hristiyan dünyasında
dinlerin mezhepler tarihini yalnızca “teolojik metinler” üzerinden değil, her
zaman iktidar ve çıkar ilişkileriyle birlikte okumak daha kapsayıcı ve gerçekçi
bir yaklaşımdır.
***
Son olarak, bu konuda derinleşmek
isteyenler için üç temel kaynak önerebilirim:
Prof. Dr. Ahmet Kuru, Islam,
Authoritarianism, and Underdevelopment (Cambridge University Press)
Graham Fuller, İslamsız Dünya (Profil)
Mustafa Akyol, Müslüman Aklın Uyanışı
(Lejant)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.