“Türkiye, böyle devam edemez. Rüştüne erip, adam gibi ‘Hukuk’ yapmasını ve ona uymasını öğrenmek zorundadır. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde ‘Hukuk’ yapmayı öğrenmeye başlamıştık. Araya ‘Devrim-Düşmanlık’ girdi. Son yirmi küsur senedir de bunun rövanşı alınıyor. Yeter artık. Herkesin aklını başına toplama ve medeni bir toplum kurma sorumluluğu ile karşı karşıyayız.”
1-TANIM-TEORİ
İlahi dinin temel kaygısı, Allah’ın sıfatı
olan “Hakk” ın yani ahlakın insanlar arasında tahakkukudur, hakkaniyet ve
hukuktur. Tanrı, hukukta yatar ve ona yaslanır. Allah’ın ve insanların düşmanı
olan Şeytan ise, daha ziyade siyasette yatar ve ona yaslanır(Tağut). Kur’an’ın
tanımlaması ile “Emanet” (4/58)ve “Emr”(42/38); Aristo’nun tanımlaması ile de
“Pratik Ahlak” olarak siyaset, toplumun güvenliğini(emniyet) refahını(iktisat)
ve huzurunu(adalet) sağlamaktır. Siyaset, şeytanlık olarak, öteki insanlara,
toplumlara, devletlere karşı “Tuzak Kurmak” değil; kurulan “Tuzakları Bozmak”
ve boşa çıkarmaktır. Allah da, aynı şeyi yapar(3/54, 8/30,13/42…). Sünnilik,
“İlm-i Siyaset” kavramı ile siyaseti, - Hz. Ali’nin tersine- “Pratik Ahlak”
olarak değil; “Tuzak Kurmak” olarak kodlamıştır.
Hukuk, toplumdaki bireylerin bireysel
onur, özgürlük ve özel mülkiyet gibi “İnsan haklarının” kollektif
organizasyonudur. İnsanlığın yazılı hukuka ve bunu uygulayacak kamusal bir
güce(Devlet) ihtiyaç duymasının nedeni, doğasında olan zorbalık ve gasp eğilimlerini,
bireysel vicdanın yani dinin/ahlakın da önleyememe ihtimalidir. İnsanlık
tarihi, bunun şahididir. Diğer taraftan yazılı “Kanun” da, hukukun/adaletin
tecellisi/tezahürü olmaya bilir. Muktedirler, soygun/gasp ve zorbalık/zulmü de,
“Yasal” hale getirilebilirler. Yasa, çalınan minarenin(cesarete bak!) “kılıfı”
, zorbalığın kadife giydirilmiş “sopası”, çobanın “köpeği” olabilir. Hukukun
böyle olmaması için yani insafın, hakkaniyetin ve adaletin
tecellisi(mizanı-mihengi-mısdakı) olması için, bireylerin ortak
menfaatine/maslahatına ve toplumun maşeri vicdanına dayanması ve ondan onay
alması, saygı uyandırması gerekir.
2-TARİH: FETVA
Kanunları, imparatorluk dönemlerinde
genellikle kırallar, padişahlar, sultanlar, halifeler ve vezirler ihdas ederdi.
Hammurabi Kanunları, Roma Hukuku, Osmanlı Kanunnameleri…gibi. Fransız
Devriminden sonra, Hukuk yapımı, parlamentoya veya ilmi/uzman heyetlere
devredildi. Osmanlıda üretilen “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye”, “Hukuk-i Aile
Kararnamesi”, “Arazi Kanunnamesi” ve “Kanuni Esasi”, bu tarzda yapılan “Hukuki”
düzenlemelerdir. İslam tarihinde İmam Malik’in derlemiş olduğu ve Medinelilerin
uygulamalarını içeren “el-Muvatta” adlı eserini Abbasi Halifeleri Ebu Cafer
El-Mansur, Mehdi Billah ve Harunurreşid, ülke topraklarında herkesi bağlayacak
bir hukuk kodu yapma taleplerine, müellif karşı çıkmıştır. Gerekçesi ise,
bireysel ve yerel olan hükümlerin umumileştirilmesinin, herkes
için“Hukuk/Adalet” sağlama kapasitesinin zayıf olacağı ihtimali idi.
Filistin kökenli Amerikalı akadenisyen
Wail Hallaq, “İmkânsız Devlet” adlı kitabında Ulemanın bireysel içtihatlarına
ve “Fetva”larına dayanan Fıkh’ın, Ulus Devletler tarafından yürürlüğe konulan
ve herkesi bağlayan kamu “Hukuk”undan daha ahlaki ve özgürlükçü olduğunu
savunmuştur. Benzer bir görüşü Alman düşünür Jürgen Habermas, “İletişimsel
Eylem” teorisi ile savunduğu bilinmektedir.
Bu yaklaşım, bir yanı ile doğru; diğer
yanı ile büyük tehlikeler barındırmaktadır. Şöyle ki, Yasanın/kuralın, bütün
tekil durumları bünyesine alamaması açısından; her tekil durumun
hükmünün/yargısının tekil olması gerektiği açısından hakkaniyete/hukuka, adalet
idesine/ilkesine uygundur. Ancak, “Fetva” nın, onu verenin sübjektif vicdanına
dayanması ihtimali ile birlikte; içgüdülerine, hevasına, arzusuna, korkusuna,
çıkarına, içgüdülerine ve güç istencinden kaynaklanması ihtimali açısından da,
son derece tehlikelidir. Fetva’nın etkilediği kişi sayısı arttıkça, risk de
artmaktadır. Oysa kural/yasa/kanun tecrübelerden, tekrardan süzülerek geldiği
için, yanlış olma ihtimali daha zayıftır. Mecelle’de “Örf”ün, “Kanun” gücünde
sayılmasının esprisi budur. Umumi olan yasanın yukarda bahsedilen riskini
telafi etmek için, Hukuk Devletlerinde Hâkimlere tekil durumun kural ile
ilişkisini “Yorumlama/Nesâfet Yetkisi” verilmiştir. Adalet idesi, eşitlik ile
farkın/tekilliğin yerini ve dengesini kurma/bulma sanatı/meziyeti/hüneri ve
becerisidir. İslam toplumlarında herkesi bağlayan yazılı hukukun olmaması, yani
sürekli “Fetva”nın egemen olması, pratikte(ahlak-hukuk-siyaset) “Kitabına
uydurma” ve “Hile-i Şeriyye”nin yaygınlaşmasını doğurmuştur.
Avrupa’nın geliştirmiş olduğu
“Kuvvetler(Yasama-Yürütme-Yargı) Ayrılığı” ilkesi, hukuk ve adalet idesi
açısından son derece önemlidir. Bunun gerekçesi, bünyesinde şeytanlık(güç
istenci/istiğna) barındıran siyasetin şerrinden, bünyesinde Rahmanilik barındıran
hukuku korumaktır. Bu ilke, -dinden veya ahlaktan değil- Batı’nın –ve
insanlığın- kanlı tarihinden süzülerek elde edilmiştir ve evrenseldir.
Türkiye toplumu, Saltanat rejiminden
Cumhuriyet rejimine toplumsal konsensüs ile değil; zor/devrim ile geçmiştir.
Yeni devletin 1924 deki “Anayasa” sı, Meclis tarafından yapılmıştır. Ancak
Devrimciler, bu Anayasayı ilga ederek, kendileri yeni bir Anayasa yapmış ve
Avrupa devletlerinden Ceza, Miras, Medeni, Borçlar….hukuku iktibas etmişlerdir.
Bu durum, muhafazkârlarda bir içerleme-uçuklama yaratmıştır. Devrimciler, bir
yandan Batıyı taklit etmeye çalışırken; diğer taraftan da hukuk/anayasa
tanımazlıkları, “Darbe”lerle cumhuriyet tarihinde devam etmiştir.
Şimdilerde, 2000lerden sonra tedrici
olarak iktidarlarını pekiştiren muhafazakârların ise, hukuk tanımazlıklarının
iki farklı kaynağı/saiki mevcuttur: Birincisi, yakın tarih ve rövanş
tutkusu/duygusu; ikincisi ise, “Fetva” genetiğidir. Yani “Kitabına uydurma” ve
“Hile-i Şeriyye”.
3-SONUÇ
Türkiye, böyle devam edemez. Rüştüne erip,
adam gibi “Hukuk” yapmasını ve ona uymasını öğrenmek zorundadır. Hukuk
tanımamak veya sahtekârlıkla etrafını dönmek/dolanmak, maharet/marifet/meziyet
değildir. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde “Hukuk” yapmayı öğrenmeye
başlamıştık. Araya “Devrim-Düşmanlık” girdi. Son yirmi küsur senedir de bunun
rövanşı alınıyor. Yeter artık. Herkesin aklını başına toplama ve medeni bir
toplum kurma sorumluluğu ile karşı karşıyayız. Ya bunu yaparız; ya da
boğuşmaya-dalaşmaya devam ederiz. Niye devam ediyoruz? Biz, it oğlu it miyiz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.