Rahip, “bu aptal insanlara gerçeği söylemenin hiçbir yararı yok” diye söylendi. Kendisine büyü yapıldığı düşünülen bir kadın için “karşı büyü” yapması istenmişti. Yapacağı büyü, aynı zamanda çalışmasının da ödülü (!) olacaktı. Hile ve kurnazlıktaki performansı, halkın teveccüh ve hürmetinin bir fonksiyonuydu.
Tatlı zehirli sulara düşkün olan rahip, üç
meslektaşıyla birlikte düzenlediği içki âlemi nedeniyle rezil olmaktan son anda
kurtulmuştu: Köy halkını kandıran dört rahip, bir grup şeytanı zapt etmek için
gerekli olduğunu söyleyerek içkili bir sofra hazırlatır.
Onları sarhoş halde gören köylülerden
biri, durumu komşulara haber verir. Şeytanların adamı delirttiğini anlayan
köylüler, onu iple bağlayıp üç gün hapsederler. Tanıklığında ısrar eden adam,
tedavi için rahiplere teslim edilir. Başrahip, adamın yatırılmasını ve burun
deliklerine acı biber sürülmesini emreder. Bayılmak üzereyken ikinci dozun
hazırlandığını gören köylü, rahiplerin önünde saygıyla eğilir; kendisini
gördüğü kâbustan kurtaran tanrıya şükrederek evine döner. Yine de kendini
tutamayan köylü, karısına gördüğü şeyin doğru olduğunu söyler. Karısı ağlayarak
babasına gelir ve “benimki yine saçmalamaya başladı” diye yakınır.
Zavallı köylü için yapacak bir şey
kalmamıştır; koşulların ve statülerin ağırlık derecesini değerlendirmekte
başarısız olmuştu. Evinden ayrılıp annesinin köyüne gider. Hikâyesini dinleyen
anne, oğluna eski atasözleriyle cevap verir: “Küçük bir su büyük bir yangını
söndüremez. Gözleri kapalı bir halkın arasında yaşıyorsan en iyisi senin de
gözlerini kapatmandır.” Mesaj açıktı: Doğruyu söyleseniz bile egemen inançlara
karşı konuşuyorsanız bunun ne konuşana ne de dinleyenlere faydası olacak;
bilakis konuşan zarar görecektir.
Mesajın anlamını iyice kavrayan köylü,
karısının kendisini aldattığını duyduğunda onu toplum önünde kınamakla yetindi.
“Soğukkanlılık” bunu gerektiriyordu. Aksi takdirde kadını “utanmaz ve kötü
kalpli” olarak işaretleyen etik kodlar, boynuzlanan erkekleri de “aptal ve
kandırılması kolay” kimseler olarak tasvir edecektir. Ülkedeki halk irfanı,
arzulanabilir şeyleri “soğuk”, arzu edilmeyenleri “ılık” olarak nitelemişti.
Örneğin öfkelenmek ve tartışmak sizi ılık yaparken kaygısızlık soğuk yapar.
Soğuk olmak, aynı zamanda ölçülü olmaktır. Keza, sosyal konumu yüksek biri,
zina veya hırsızlık yaparken yakalandığında soğukkanlı hareket etmelidir. Yoksa
hem iyi adını hem de konumunu kaybeder.
Bu gibi durumlarda sergilenen
soğukkanlılığa “Choei” denir. Choei, “hayatı heyecansız, olduğu gibi alma
yeteneği” anlamına gelir. Bu yeteneğin bir diğer boyutu, etik normların ihlal
edildiği yerde “kendi işine bakmak”, mahalle yanarken saçını taramaktır.
Örneğin bir adam, müdahale edilmeyeceğinden emin olarak herkesin gözü önünde
karısını dövebilir veya birine saldırabilir. Keza, bir hırsız güpegündüz bir
evi soyabilir ve ev sahibi çağrıda bulunmadıkça kimse tarafından durdurulmaz.
Bu durum, sadece balkona asılan bir giysi için değil tapınak mülkleri için de
geçerlidir. Her tapınak sunağı rahip yokken kilitlenmelidir. Özel ve kamusal
mülkiyetin mutlak güvensizliğine karşılık, çelik kapı, kepenk, güvenlik kilidi
vb. çözümler gelişmiştir.
Choei sıfatına layık özelliklerden biri de
soğukkanlı şekilde yalan söylemektir. Yalan kınansa da bir başkasını kandırmak
övgüye değer bir şeydir. Bununla birlikte, yalanın açığa çıkması o kadar övgüye
değer sayılmaz ve söyleyen kişi cezayı hak eder. Halk hikâyelerinin çoğu,
başkasını başarılı bir şekilde kandırabilen erkek veya kadına duyulan
hayranlığı yansıtmaktadır. Yakalanmak utanç vericidir, ancak başarılı olmak
zekicedir. Birçok hikâye ve atasözünden çıkarılacak ders, kişinin yalan
söylerken dikkatli olması gerektiğidir.
Bu dikkate fazlasıyla sahip görünen
diplomatlar sayesinde köylünün ülkesi, tüm komşuları sömürgeleşirken 20.
Yüzyıla siyasi bağımsızlığını koruyarak girdi. Bölgede yoğunlaşan
İngiliz-Fransız rekabetini değerlendiren diplomatlar, “çift anlamlı konuşma” becerileri
sayesinde bu iki küresel gücün ülkeye karşı güçlerini birleştirmesini
engellemeyi başardılar. Kelimeleri istedikleri anlamı verecek şekilde manipüle
etme yetenekleriyle tanınan hükümet yetkilileri, Batılı ülkelerle olan kültürel
farklılıkları ustaca değerlendirdiler. Onların kritik taleplerine karşı
direnirken bir hesaplaşmaya girişmek ya da onları kesin bir yenilgiye zorlamak
yerine gülümseyerek “evet, bakacağım” diyorlardı. Talebin nasıl yerine
getirileceğini görmek için haftalar, aylar ve bazen yıllarca bekleyen yabancı,
nihayet ya fikrini değiştiriyor ya da olumsuz cevap için hükümete fırsat veren
-dış güçle desteklenmiş- yeni gelişmeler zuhur ediyordu.
Tayland A.Ş.
Kurnaz keşişleri ve çıkarcı köylüleriyle
tanınan 1940-50’lerin Tayland toplumu (Thai), kültürel anlamda komşu Müslüman
Malay halklarından ve Konfüçyüsçü Çin ve Vietnam halklarından belirgin şekilde
ayrılmaktadır. Antropolog John F. Embree (1950), Thai toplumunda gözlediği
yukarıdaki özelliklerin, “gevşek yapılanmış” (loosely structured) toplumları
karakterize ettiğini ileri sürdü. Böyle bir toplumda, bireysel davranışlar
önemli ölçüde çeşitlendirilmiştir. Buna karşılık, Japon toplumu gibi “sıkı
yapılanmış” toplumlarda, karşılıklı haklar ve görevlerle davranış normlarına
bağlılık esastır; ihlaller yaptırıma bağlanmıştır. Gevşek yapılanmış bir
toplumda ise üyelerin hakları, görev ve yükümlülükleri karakteristik olarak
sorgulamaya ve istisnalara açıktır.
Çoğunluğu (%95) Budist olan Thai toplumu,
Buda’nın Beş Büyük Emri’ne (öldürmemek, çalmamak, şehvete boyun eğmemek, yalan
söylememek, alkolden sakınmak) bağlı olmakla birlikte, bu emirlerin halk irfanı
ile sentezlenmesinden “Theravada Budizmi” doğmuştur. Örneğin içki yasağı
düğünlerde, kutlama ve ziyafetlerde geçerli değildir. Öldürme yasağı nedeniyle
balık dışında et tüketilmez. Denizden ya da nehirden çıkarılan balıklar “doğal
olarak” öldüğünden yasağın kapsamı dışındadır. Ancak yüksek sınıftan bir zengin,
hizmetçisinden bir hayvan kesip etini pişirmesini isteyemezken onu zaten
kesilmiş olan bir hayvanın etini almak üzere pazara gönderebilir. Keza,
yakalanmamak şartıyla herhangi bir şeyi çalabilirsiniz. Antropolog Ruth
Benedict’in (1943) aktardığı veriler, hırsızlığın ülkede yaygın bir fenomen
olduğunu göstermektedir. 1903-4 yıllarında, sadece 750.000 nüfuslu Bangkok
ilinde 5.570 hırsızlık vakası kaydedilmiştir. Etnografik çalışmalar, ortodoks
Budizm’den sapmaların, onun Theravada versiyonu ile ifade edilen gevşek
toplumsal yapılanmadan kaynaklandığını ortaya koymaktadır.
Theravada öğretisine göre, ancak keşişler
Nirvana’ya (tutkuların esaretinden kurtuluş) ulaşma umuduna sahip olabilir.
Geri kalanların böyle bir özlemle yanıp tutuşması beklenmez. Dahası, çok az
keşiş Nirvana’yı erişilebilir bir hedef olarak görür. Keşişlerin çoğu, Buda ve
onun ilk takipçilerinden birkaçı aydınlanmış olsa da bu kolaylığın artık mevcut
olmadığını düşünmektedir. Özetle, Budist etik kodları Thai kültürünün
düzeltmesine tabi olmakla, Budizm’in özgün formunu takip etmeden de Budist
kalmak mümkündür.
Gevşek sosyal yapılanmanın önemli bir
sonucu, büyük akrabalık gruplarının ve bütünleşmiş yerel toplulukların
yokluğudur. Mevcut organizasyonlar (örneğin sulama birlikleri) tek bir amaca
hizmet etmekle, sosyal yaşamın diğer alanlarına taşınmamıştır. Antropolog Jane
Bunnag’ın (1971) tespitine göre, Thai köylerinde üretici güçlerin bulunduğu
düzey bu tür oluşumların zuhurunu desteklemez.
Tayland’ın geçim kaynakları komşu ülkelere
kıyasla bol ve verimlidir. Örneğin pirinç için artan dünya talebine yanıt
olarak, son 100 yılda daha fazla arazi tarıma açılmış olmasına rağmen toplam
ekilebilir alanın yaklaşık %11’inin işlendiği tahmin edilmektedir.
Taylandlıların deyişiyle, “suda balık, tarlada pirinç” vardır (nai nam mi pla
nai na mi khao).
Thai sosyal yapısının genel gevşekliği,
siyasal yaşamda da kendini gösterir. Thai halkı, lidere sadakat yükümlülüğünün
diğer şeylerin önüne geçmesine izin vermez. Dolayısıyla, bugün bir siyasi
grupta öne çıkan birinin, yarın farklı bir grubun lideriyle güç birliği yaptığı
görülebilir. Nitekim Başbakan Phibun’un 1947’deki muhaliflerinin çoğu, ertesi
yıl onun müttefiki haline geldiğinde kimse şaşırmamıştı.
Thai toplumunun gevşek yapılanmasını hala
sürdürüp sürdürmediğine dair güncel etnografik çalışmalar mevcut değildir.
Bununla birlikte, 2001 yılında başbakanlık koltuğuna oturan işadamı Thaksin
Shinawatra’nın kendisini “Tayland A.Ş.’nin ilk CEO’su” olarak tanıtması,
koşulların pek değişmediğini düşündürmektedir. Tayland A.Ş. söylemi, devletin
örgütleniş ve işleyişinin serbest piyasanın mantığına tabi kılınmasını
öngörüyordu. Rakiplerinin kırsaldaki seçmenlere para dağıtmakla suçladığı
Shinawatra, anayasal denge ve fren mekanizmalarını işlevsiz kılmak için
seçimlerle ilgili yetkilerini kötüye kullanmaktan çekinmedi.
Shinawatra’nın otoriter yönetimini
pekiştirme girişimleri, köylü kitlelerin üst üste kazandırdığı iki seçimle
ödüllendirildi. 2006 yılında bir askeri darbe ile devrildiğinde kendisini
İngiltere sürgünüyle ödüllendirdi. Bir süre “Manchester City’nin CEO’su” olarak
tanınan Shinawatra, kurucusu olduğu partinin darbeci generallerle bağlantılı
partilerle koalisyon kurduğu Ağustos 2023’te ülkeye döndü. Hakkındaki sekiz
yıllık hapis cezasının altı ayını Bangkok’ta bir hastanede geçirdikten sonra
kralın affına mazhar oldu.
Sonuç
Antropologların “gevşek” bulduğu toplumsal
yapıları nedeniyle Thai halkını yargılayamayız. Gevşek entegrasyon da nihayet
sosyal bir işleve sahiptir. Esasen toplum, sosyolog Vilfredo Pareto’nun (1935)
tespitiyle, bir “birlik” gibi görünse de asla tam olarak bütünleşmiş değildir.
Küresel dinlerin (İslam, Hristiyanlık, Budizm) yayılış serüvenleri de bunu
doğrulamaktadır. Halkların bu dinlere katılımı, kutsal normlardan ziyade yerel
koşullarla uyumlu bir çerçevede gerçekleşti. Dolayısıyla, örneğin İslam’ın “modern”
yorumlarından sapan ritüel ve pratiklere “gerçek İslam bu değil” edasıyla
yaklaşmak, gerçekliğin kendisinden uzaklaşmaktır. Toplumun gevşek ya da sıkı
formlarda inşa ettiği gerçeklik, bireysel özlem ve ideallerimizden daha somut
bir varlığa sahiptir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.