28 Nisan 2025 Pazartesi

Hızlı yargıdan erken bilişsel kapanmaya: Mümtazer Türköne’nin zihinde bir yolculuk Hasan Mesut Önder-28/04/2025

Mümtazer Türköne, Ruşen Çakır’ın programlarında yaptığı konuşmalar, yazdığı yazılar ve verdiği röportajlarla gündeme gelmiş, siyaset bilimi profesörü unvanına sahip bir akademisyendir. Bu makalenin amacı, Türköne’nin yaptığı açıklamaları tartışmak değil; sansasyona neden olan analizlerinde bilgiyi nasıl işlediği ve yargıya vardığı süreci tahlil etmektir. Türköne, bir dönem “Apo’yu paşa yapalım” açıklamasıyla gündeme oturmuştu. Günümüzde de iktidarı paylaşan iki parti arasında derin bir fikir ayrılığının olduğunu ileri sürmekte ve Devlet Bahçeli ile Abdullah Öcalan’ın yeni bir ulus inşa ettiğini iddia etmektedir.

Türköne’nin gündeme gelmesiyle birlikte yazdığı yazılar ve verdiği röportajları detaylı bir biçimde inceleme fırsatı buldum. Bu metinler ve konuşmalar, Türköne’nin duygusal ve bilişsel yapısına dair önemli ipuçları sunmaktadır. Ham haberlerin işlenme sürecinde analistin duygusal ve bilişsel yapısı, bilginin işlenme süreçlerini önemli ölçüde etkiler. Hiçbir analist ham haberi doğrudan eğip bükemez; ancak, ham haber bir bağlama oturtulup yorumlanmaya başlandığında analistin duygusal ve bilişsel yapısı devreye girer ve böylece farklı bir gerçeklik inşa edilir. Bu bağlamda, Mümtazer Türköne’nin duygusal profilini ortaya koymak yararlı olacaktır.

YÜKSEK EGO, TUTARLI OLMA İHTİYACI VE DERİN MUHALİFLİK

Türköne’nin yazıları okunduğunda, kendi ifadesiyle “hüküm cümlelerini” çok keskin şekilde kurduğu, tartışmaya kapalı olduğu ve düşünsel kesinlik taşıdığı görülmektedir. Bir analistin tartışmaya kapalı olması ve keskin hüküm cümleleri kullanmasının temel sebebinin yüksek ego olduğu söylenebilir. Kitapları ve makaleleri incelendiğinde, ürettiği fikirleri adeta bir inanca dönüştürecek kadar düşüncelerine sarsılmaz bir güven duyduğu anlaşılmaktadır. Alternatif değerlendirmeleri ve rakiplerini küçümseme eğilimi de dikkat çekmektedir. Bu eğilimin temelinde, entelektüel yalnızlıkla süreç içerisinde gelişen yüksek egonun yattığı ifade edilebilir.

Bu yüksek egonun nasıl geliştiğine yakından bakmak da önemlidir. Türköne’nin gençlik dönemindeki ülkücü kimliği ve grup aidiyeti, yaşama dair anlam ve kimlik ihtiyacını karşılayan bir alan sunmuştur. Düşüncelerinden ve eylemlerinden dolayı Mamak Cezaevi’nde yatması, aidiyetini sorgulamasına ve duygusal-düşünsel açıdan dönüşmesine yol açmıştır. Ancak bugün bile yaptığı konuşmalarda, ülkücü geçmişine dair duygusal hafızasında nostaljik izler bulmak mümkündür. Örneğin, “Bizim ülkücü camiamız çok okumasa bile sorunları erken kavrar” ifadesi, ülkücü geçmişe yönelik yarı melankolik bir özlem içerdiğini göstermektedir.

Düşünsel ve duygusal sorgulamalarla birlikte, Türköne’nin gençlik kimliği olan ülkücülük yerine FETÖ ekosisteminde kimliğini yeniden yapılandırdığı görülmektedir. Kendi ifadesiyle “Rumi”, yani “soğuk akla” ulaşma çabası içerisinde, 15 Temmuz’dan sonra tutuklanana kadar tutarlılığını korumak adına pozisyonunu sürdürmüştür. Bir konuşmasında, “Ben FETÖ’cüleri cezaevinde tanıdım” ifadesi, duygusal ve düşünsel tutarlılığı koruma çabasıyla, FETÖ’ye dair hakikatleri göz ardı ettiğini göstermektedir.

Türköne’nin hikâyesi dikkate alındığında, entelektüel yalnızlık ve derin eleştirel tavrın bir yaşam biçimi haline geldiği söylenebilir. Eleştirel tavrını ise “soğuk aklın” bir gereği olarak ifade etmesi, bilişsel yapısının daha derinlemesine incelenmesini gerekli kılmaktadır.

SOĞUK AKLA ULAŞMA ÇABASI İÇERİSİNDE TÜRKÖNE’NİN BİLİŞSEL YAPISI

Türköne’nin “soğuk akıl” kavramı, duygulardan bağımsız bir şekilde analitik düşünmeyi ifade etmektedir. Bu çerçevede, değerlendirmelerini analitik bir temele oturtarak soyutladığı söylenebilir. Akademik formasyonu sayesinde somut gelişmeleri tarihsel kıyaslar ve yeni teorik yaklaşımlarla açıklama eğilimindedir.

Mevcut siyasi sorunları, olayları değerlendirmekten öte, oluşturduğu kavramsal çerçeveler bağlamında ele alma eğilimindedir. Ancak bu yaklaşım, düşünsel bir tekel oluşturma ve tek sesli düşünme biçimine de yol açmaktadır. Çalışmalarında, alternatif görüşleri eleştirmektense, kendi inşa ettiği argümanları açıklayıp derinleştirme çabası dikkat çekmektedir.

Türköne’nin yüksek egosu ve duygusal-düşünsel yapısı dikkate alındığında, olay ve olguları hızlı kavramsallaştırarak erken yargıya varma eğiliminde olduğu görülmektedir. Bu özellik, bir analist için en riskli davranışlardan biridir. Hızlı yargıya varmak, erken bilişsel kapanma ihtiyacını tetikleyen en önemli faktörlerden biridir. Kendi akademik çalışmalarımda da bu gerçeklik açıkça ortaya konmuştur.

Türköne’nin Erken Bilişsel Kapanma İhtiyacı ve Gerçeklere Duyarsızlaşması

Erken bilişsel kapanma ihtiyacı, bir analistin bilgi işleme süreçlerini erken tamamlayarak bir yargıya varması şeklinde tanımlanabilir. Bu eğilim, olaylar veya sorunlarla ilgili bir kanaat oluşturup, bu kanaate uygun tutum geliştirme isteğinden kaynaklanmaktadır. Kişisel faktörlerden doğan erken kapanma ihtiyacının temel nedeni, olayları sadece kuramsal çerçevede düşünmek ve verilerin kuramla uyuştuğunu görmek için acele etmektir.

Bu bağlamda, Türköne’nin siyasi sorunları “eğer bu olursa şu gerçekleşir” tarzı bir determinist yaklaşımla ele aldığı ve bu yaklaşımın erken kanaat oluşturmasına neden olduğu söylenebilir. Bir analist bir konuda kanaate vardığında, kanaatiyle çelişen bilgileri göz ardı etmeye ve sadece destekleyen bilgileri dikkate almaya eğilimli hale gelir. Türköne’nin hızlı karara varması ve vardığı kararın içinde donup kalması bu açıdan anlam kazanmaktadır.

“Apo’yu paşa yapalım” perspektifinden, “yeni ulus inşa sürecinin en önemli ortağı Öcalan’dır” demeye kadar uzanan düşünsel çizgisi, PKK terörüyle mücadelede katı bir çözüm yöntemine bağlı kaldığını, farklı yöntemleri ise göz ardı ettiğini göstermektedir. Suriye’deki yeni denklemin PKK sorununu çözmeyi zorunlu kıldığı iddiası ve İran’ı Türkiye’nin en büyük düşmanı olarak tanımlaması da kalıp yargılarla olayları okuduğunu ortaya koymaktadır.

Gelişmeleri kendi yargılarını destekleyecek şekilde yorumlama eğilimi Bahçeli’nin “seçimin zamanında yapılacağı” açıklamasına verdiği tepkide de görülmektedir. Bahçeli’nin açıklamalarını dikkate almadan çözüm süreci yürümezse erken seçimin kaçınılmaz olduğu kanaatini korumuştur. Bütün bu veriler, Türköne’nin yüksek egodan kaynaklı entelektüel özgüveninin hızlı yargıya varmasına neden olduğunu ve bu eğilimin erken bilişsel kapanmayı tetiklediğini göstermektedir.

Erken bilişsel kapanma ihtiyacı yüksek olan analistlerde, hüküm cümleleri zamanla inanca dönüşmekte ve temenniler öngörülerin yerini almaktadır. Sonuçta, yargı ile çelişen bilgiler göz ardı edilmekte veya yargıyı destekleyecek şekilde yorumlanmakta; destekleyen zayıf veriler ise abartılmaktadır. Mümtazer Türköne’nin duygu ve zihin dünyası bu şekilde işlediği görülüyor. Onun analizlerine bu perspektiften bakmanız yararlı olacaktır.

27 Nisan 2025 Pazar

Cumhurbaşkanı adayını tasfiye etme yöntemi ve düşündürdükleri Abbas Bilgili-27/04/2025

Cumhurbaşkanı seçimleri bizde genellikle sancılı olmuştur. Seçim rekabetini aşan tutum ve davranışlar demokrasi ve hukukla bağdaşmayacak boyutlara kadar uzanmıştır. İlk akla gelen uç örnekler 1961’de Ali Fuat Başgil’in darbeci askerler tarafından tehdit edilerek adaylığının engellenmesi ve 2007 yılında Abdullah Gül’ün “367 Vak’ası” olarak adlandırılan hukuk garabeti ile önünün kesilmesidir. Günümüzde yani 2025 yılında ise geçmişteki bu örneklere benzer biçimde Ekrem İmamoğlu’nun önünün kesildiğini görüyoruz.

Yeri gelmişken ilginç bir tesadüfe de değinmekte yarar var. Ekrem İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığında önünü kesme operasyonunun ilk aşaması olan diplomasının iptaline imza attığı söylenen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Fethi Gedikli’nin Ali Fuat Başgil’den övgüyle söz etmesi ve onu anmak için Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Hukuk Fakültesi’nin davetine evet diyerek bunu sosyal medya hesabında açıklamasıdır. Fethi Gedikli, facebook hesabında 15 Nisan 2025 tarihinde şu mesajı paylaşmıştır:

“Çarşamba yolundayım. 58 yıl evvel ebediyete göçen Başgil Hocayı anma günü münasebetiyle adını taşıyan Hukuk Fakültesinin davetiyle Çarşambada bir konuşma yapacağım. Bilindiği gibi Başgil, İÜ Hukuk Fakültesi Esas Teşkilat Hukuku hocası ve bir dönem dekan idi. Ülkemizin yetiştirdiği en önde gelen hukukçulardan biri olan Başgil’in doğup büyüdüğü yerleri görmek benim için ilgi çekici olacaktır. Bu anma gününde, başka büyük bir hocamızın, Ahmet Ateş’in torunu Ahmet Emre Ateş ile de birlikte olma fırsatı bulmak benim için ayrı bir mutluluk kaynağıdır Anma günü etkinliğini düzenleyen ve bizi davet eden OMÜ Ali Fuad Başgil Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hasan Tahsin Keçeligil ve öğrencilerine, destek verenlere peşinen teşekkür ederim.

Başgil Hocanın “Gençlerle Baş Başa” eserinden aldığım bir özdeyişle bitireyim: “Çalışmak için uygun gün ve saat bekleme. Bil ki, her gün ve her saat çalışmanın en uygun zamanıdır.”Bu açıklamasında Ali Fuat Başgil’i anmak için Samsun’a gideceğini belirten Fethi Gedikli’nin CHP teşkilatı tarafından eleştirildiği, Samsun’da öğrencilere hangi “hukuku” anlatacağının sorulduğunu medyada gördük. Nitekim Fethi Gedikli’nin Samsun’daki toplantıya katılmaktan vazgeçtiği de söylendi. Fethi Hoca’nın facebook’taki açıklamasından öğreniyoruz ki, rahmetli Ali Fuat Başgil’e hayranlığı var ve “ülkemizin önde gelen hukukçularından biri” olarak kabul ediyor. Gerçekten de rahmetli Başgil önemli bir anayasa hukukçusudur. Tek Parti dönemi, Demokrat Parti dönemi ve 27 Mayıs Darbesi dönemlerinde yazdığı köşe yazıları ve makalelerinde değindiği hukuksal sorunlara çözüm önerileriyle dikkat çekmiştir. 1960 öncesinde yazdıkları arasında kuvvetler ayrılığına ve Anayasa Mahkemesi’ne duyulan ihtiyacı vurgulamış olması çok kıymetlidir. Darbe öncesinde Menderes ve Bayar’a yaptığı (ancak dikkate alınmayan) öneri başlıbaşına üzerinde durulması gereken bir konudur. Ancak biz şimdilik rahmetli Başgil’in Cumhurbaşkanlığı yolunda önünün nasıl kesildiği üzerinde durmak istiyoruz.

BARBE GÜNLERİNDE YALAN ÇOK OLUR

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, darbenin ilk günlerinde, zamanın gazeteleri çok yoğun yalan kampanyasına alet olmuş ve darbe ile devrilen Menderes, Bayar ve arkadaşları hakkında akıl almaz yalanlar uydurmuşlardı. Ekrem İmamoğlu’nun 560 milyar liralık yolsuzluğunu iddia edenler gibi o zaman da Celal Bayar’ın İş Bankası’nde 103 milyon lirası olduğu iddia edilmişti. Bu haberin aslı yoktu ama gazeteler bunu yazıyor, darbeciler bu haberin yayılmasında fayda umuyor, Bayar ise hapsedildiği için buna cevap verme özgürlüğüne sahip değildi, 27 Mayıs Darbesi’ni takip eden ilk 15 günlük gazete başlıklarına göz atılırsa, çok sayıda asılsız yolsuzluk iddiaları görülecektir ki, bunların doğru olmadığı sonradan anlaşılmıştır. Yalanda o kadar ileri gidilmiştir ki, Demokrat Partililerin 12 uçak dolusu altın, mücevherat ile kaçma girişiminden dahi bahsedilmişti. Bugün iktidara yakın medyanın Ekrem İmamoğlu ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi hakkındaki yayınları ile darbe dönemindeki asılsız yolsuzluk haberleri karşılaştırmalı incelenirse, benzerlik görülecektir. Elbette belediyelerdeki yolsuzluklar araştırılmalı ve soruşturulmalı, ancak bunu sadece muhalefetin elindeki belediyelerde değil, tüm belediye ve kamu kurumlarında yapmak gerekir.

Yolsuzluk soruşturmaları siyasi rakibi tasfiye etmenin yöntemi olmamalıdır. Darbeciler 1961 Anayasası ile çok önemli ve gerekli yenilikler getirdikleri gibi, askeri vesayeti de anayasal düzeyde kurumsallaştırmışlardı. Anayasa ile Cumhurbaşkanına 15 adet kontenjan senatörü atama hakkı tanınmıştı. Ayrıca darbeci askerler de (Milli Birlik Komitesi Üyeleri) “doğal senatör” adı altında ömür boyu senatör yapılmışlardı. 1961 Anayasası döneminde hiç sivil cumhurbaşkanı seçilemedi. Anayasa hukukçusu Ergun Özbudun, bu durumun tesadüf olmadığını Anayasa Hukuku kitabında belirtmektedir. Anayasa ile siyaseti dizayn etmeye çalışmışlardı ama darbeden yaklaşık bir buçuk yıl sonra yapılan 15 Ekim 1961 genel seçimlerinde arzu ettikleri gibi bir sonuç çıkmadı.

Kapatılan DP’nin kitlesine hitap eden Adalet Partisi 158, Yeni Türkiye Partisi 65 ve aynı doğrultudaki Osman Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi 54 olmak üzere toplam 277 milletvekili çıkartmıştı. CHP ise 173’te kalmıştı. Aynı gün ilk defa yapılan senato seçimlerinde de CHP 36 senatör çıkartır iken, diğer üç parti 114 senatör çıkartmıştı. Anayasa Hukukçusu Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil de Adalet Partisi’nden Samsun senatörü seçilmişti.

BAŞGİL’İ SİLAHLA TEHDİT ETTİLER

Askerler darbenin başındaki Cemal Gürsel’i cumhurbaşkanı yapmak istiyordu, ancak CHP’nin desteklediği Gürsel’in bu meclis aritmetiğine göre seçilmesi imkansız gibi görünüyordu. Adaylığı söz konusu olan Başgil’in ise bu aritmetiğe göre seçilmesi garanti gibiydi. Serbest seçimler yapılmıştı ama kararı aritmetik değil, darbeciler vermeye devam ediyordu. Başgil, arkadaşları ile Ankara’ya gelip bir otele yerleştiğinde, darbeci askerlerden bir davet aldı. Başgil, davete uyarak Başbakanlığa gitti, darbeci generaller Fahri Özdilek ile Sıtkı Ulay tarafından karşılandı ve açıkça tehdit edilerek adaylıktan çekilmesi istendi. Başgil, anılarında “Adaylığı geri almanız lâzımdır. Gürsel Paşa’nın karşısında başka bir adaylığa asla müsaade edemeyiz” denildiğini yazıyor. Bu generaller, yaptıkları tehdide kılıf bulmak için de, ülkede yeni cuntanın oluştuğunu, bu cunta karşısında kendilerinin çok aciz kaldıklarını, eski güçleri olmadığını, ülkenin demokrasiye geçmesi için Başgil’in çekilmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı. (Burada şunu da hatırlatalım: Menderes’i diktaya gittiği iddiasıyla asanlar, kendi ağızlarıyla ülkeyi bir cuntaya teslim ettiklerini de itiraf ediyorlardı.) Başgil’in anılarında yazdığına göre, Adaylıktan çekilmediği takdirde “Sizin hayatınızı garanti edemeyiz” diyorlardı. Bahsi geçen yeni cuntanın “meclis kapısında beni linç ettirecekleri” haberini de aldığından bahsediyor. (Ali Fuat Başgil, Hatıralar, Kubbelatı Yayınları, 4. Baskı, sh. 104-111).

Bu iki generalden birisi Sıtkı Ulay da anılarında Ali Fuat Başgil’i çağırdıklarını, konuştuklarını, kendilerinin güçsüz durumda olduklarını, ülkede oluşan yeni cuntanın güçlü olduğunu ve “Cumhurbaşkanı seçildiğinde muhtemel bir tepkinin gelip gelmeyeceğini düşünüp düşünmediğini, seçim sonrasında topların atılacağı yerde kapıdan alınıp bir yerlere götürülebileceğini ve oralarda gömülüp kalabileceğini” söylediğini yazıyor. (Sıtkı Ulay, Giderayak, Milliyet Yayını, 1. Baskı, 1996, sh. 74).

BUGÜN DE BENZER YÖNTEM UYGULANIYOR

Bu gelişmeler üzerine Ali Fuat Başgil, Ankara’yı terk ederek, senatörlükten de istifa edip, İsviçre’ye gitmişti. Ali Fuat Başgil silahla tehdit edilerek tasfiye edilmişti. Şimdi ise Ekrem İmamoğlu, hukuk kullanılarak tasfiye edilmek isteniyor. Yöntem biraz farklı olmakla birlikte özü itibariyle bu iki tasfiye operasyonu ciddi benzerlikler gösteriyor. Ali Fuat Başgil’i anma toplantısına katılmak isteyen bir profesörün Ekrem İmamoğlu’nun diploma iptali operasyonuna imza atmış olması da geçmişi değerlendirmekten ne kadar aciz olunduğunun göstergesi gibi görünüyor. Ali Fuat Başgil’i tasfiye edenin cunta olduğu düşünüldüğünde, Özgür Özel’in İmamoğlu operasyonuyla ilgili olarak cunta sözcüğünü kullanmasının isabetsiz olduğu söylenemez. Başgil, araç (silah) kullanılarak tasfiye edildi, İmamoğlu da araç (hukuk) kullanılarak tasfiye edilmek isteniyor. Yöntem görüntüde farklı ancak özde benzerdir denilebilir.

 

25 Nisan 2025 Cuma

Kutuplaşmanın ontopolitiği: Toplumun yarılmasından hakikatin çöküşüne Şahin Eroğlu-24/04/2025

Bir toplumun çöküşü, daima sessiz bir ontolojik çöküntüyle başlar. Bu çöküntü, yalnızca siyasal dizgelerin çürümesiyle değil, varlığın müşterek bir zemin olmaktan çekilmesiyle belirginleşir. Kutuplaşma, bu anlamda yüzeyde beliren bir semptom değil, derinlikte işleyen bir varlık kaybıdır. İnsanlar arasında yalnızca fikir ayrılıkları zuhur etmez; bizzat hakikatin kendisi, bölünerek farklılaşır, parçalanarak çoğullaşır ve nihayet kendi kendine çökerek herhangi bir ortak referans olmaktan çıkar.

Modernliğin inşa ettiği kamusal alan, bir zamanlar düşüncenin, müzakerenin ve müşterek hakikat üretiminin mekânıydı. Ancak geç-modern evrede, bu alan parçalanmış, yerini yankı odaları, epistemik kabuklar ve algoritmik bölmeler almıştır. Bu yeni durumda bireyler, yalnızca farklı görüşlere sahip değildir; onlar, farklı dünyalarda yaşar, farklı geçmişleri hatırlar, farklı gelecekler düşler ve farklı varoluş kiplerinde şekillenirler. Böylece kutuplaşma, yalnızca bir kültürel ya da siyasal ayrışma değil; radikal bir ontopolitik çatlaktır.

Martin Heidegger’in “Varlığın unutuluşu” diye tanımladığı çağdaş duruma (Heidegger, 2001) tam da bu noktada kulak vermeliyiz. Çünkü bu unutuluş, hakikatin teknik olarak erişilemezliğinden ziyade, onun gündelik yaşantıdan geri çekilmesi, artık varlığın değil görüntünün hüküm sürdüğü bir düzene geçilmesidir. İnsanın kendi varoluşunu artık düşünceyle değil, aidiyetle; hakikatle değil, kimlikle temellendirdiği bir zamandayız. Ve bu, yalnızca bireysel bir deformasyon değil, toplumsal varlığın metafizik bir dağılmasıdır.

Jean Baudrillard’a göre simülasyon evreninde gerçekliğin kendisi ölmüş, onun yerine sürekli yeniden üretilen ve yeniden paketlenen temsiller geçmiştir (Baudrillard, 2010). Bu temsil, sadece bir yansıma değil; hakikatin yerine geçen, onu silen ve yerine kurgusal bir ‘doğrular evreni’ koyan bir yapıdır. Kutuplaşma bu bağlamda simülakrik üretimin toplumsal düzeyde hegemonik hale gelmesidir. Artık her kamp, kendi simülakrını mutlaklaştırmakta, hakikatin yerine “bizim doğrumuz”u koymaktadır.

Bu durum, Hannah Arendt’in (2006) “gerçekliğin parçalanması ve onun yerine propaganda-tabanlı sadakat sistemlerinin inşa edilmesi” olarak tarif ettiği totaliterleşme formlarıyla derin bir akrabalık içindedir. Modern toplumda hakikate sadakat, yerini gruba sadakate bırakmıştır. Artık önemli olan neyin doğru olduğu değil; kimin söylediğidir. Bu durum düşüncenin yerini sadakatle, eleştirinin yerini kimliksel bağlılıkla, anlamın yerini ise düşmanlaştırıcı bir aidiyet siyasetiyle değiştirmiştir.

Gilles Deleuze’ün (2014) ontolojisinde “fark”, yaratıcı bir akıştır. Ne var ki kutuplaşmış toplumlarda fark, yaratıcı bir potansiyel olmaktan çıkmış; varoluşsal bir uçuruma dönüşmüştür. Fark, artık temasın imkânı değil; temasın reddi, mutlak ayrışmanın zemini haline gelmiştir. Birbirine dokunamayan, birbirini duyuramayan, ortak bir dilde buluşamayan varlık kipleri ortaya çıkmıştır. Bu, yalnızca farklılık değil; mutlak yalıtılmışlıktır.

Bu yalıtılmışlık, dijital çağın teknik düzenekleriyle pekiştirilmekte, Byung-Chul Han’ın “psikopolitika” (2019) adını verdiği yönetim biçiminde, bireyin kendi benliğinin yankısıyla sürekli meşgul olması sağlanmaktadır. Artık iktidar dışsal bir baskı değil; bireyin iç dünyasını biçimlendiren bir algoritmik yönlendirmedir. Kutuplaşma burada yalnızca bir politik ayrışma değil; bir dijital çobanlık biçimidir. Her birey, kendi yankı balonunda yalnızlaştırılmış bir sürü üyesidir.

“Sen Varsın, O Halde Ben Yokum” Bu yalnızlaştırılmış varlıklar, Carl Schmitt’in (2021) siyaset tanımı çerçevesinde “düşman” üzerinden şekillenir. Dost ve düşman ayrımı, sadece dışsal bir cepheleşme değil; içsel bir varlık kipidir. Artık bireyler, sadece karşıt fikirleri dışlamaz; karşıtın varlığını, kendi varlıklarının tehdidi olarak kodlar. “Sen varsın, o halde ben yokum” biçiminde işleyen bu negatif ontoloji, siyaseti yaşamın üzerine inşa eden değil, yaşamı sürekli savunma ve saldırı kipinde tüketen bir istisna rejimine dönüştürür.

Kutuplaşma, zamanın kendisini de parçalar. Artık toplumun müşterek bir geçmişi yoktur; her kesim kendi mitolojisini üretmiş, kendi travmalarını kutsamış, kendi kahramanlarını yüceltmiştir. Gelecek ise herkes için farklı bir distopyadır. Bu zamansal yarılma, yalnızca tarih bilincini değil; umut ve eylem kapasitesini de tahrip eder. Zira birlikte bir gelecek tahayyül edemeyenler, yalnızca geçmişin enkazında yaşar.

Slavoj Žižek’in “Gerçekliğe geri dönüş mümkün mü?” (2010) sorusu, bu bağlamda sadece teorik değil, aynı zamanda etik bir sorudur. Eğer hakikat yalnızca teknik olarak değil, ontolojik olarak da dağılmışsa, geri dönüş ancak yeni bir hakikat rejiminin inşasıyla mümkündür. Bu ise mevcut epistemolojik kodların, kimlikçi kapanmaların ve dijital yankı düzeneklerinin radikal bir eleştirisini gerektirir.

Kutuplaşma, salt bölünme değil; bir çürüme formudur. Varlığın müşterek zemini çöktüğünde, siyaset, kültür ve etik de çürür. Ortak dil kaybolur, karşılaşma imkânsızlaşır ve her özne, kendi içinde kilitli bir yankıya dönüşür. Böyle bir toplumda yalnızca siyasal düzen değil, bizzat insan olmanın koşulları da aşınır.

Ve işte tam bu nedenle kutuplaşma, yalnızca bir yönetim sorunu değil; bir varoluşsal buhrandır. Bu buhran, felsefî açıdan çözümlenmeden ne teknik reformlarla, ne kültürel projelerle, ne de politik birliktelik çağrılarıyla aşılabilir. Kutuplaşmanın ontopolitiğiyle yüzleşmek, hakikatle yeniden bir varlık bağı kurmayı gerektirir. Ve bu bağ, ancak düşüncenin yeniden temellendirilmesiyle, hakikatin tekrar felsefî bir olanak olarak tahayyül edilmesiyle mümkündür.

Kürt açılımı İmamoğlu olayı ve yeniden dirilen devlet Prof. Dr. İshak Torun-21/04/2025

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçiminde muhtemel rakibini ve onun partisini yolsuzlukla suçlayarak yarış dışı etmesi mantıksızdır. Bir parti ve siyasetçinin rakibini siyaset dışı yollarla ekarte etmesi seçmen nezdinde bunu yapanın zayıflığına ve haksızlığına hamledilir. Nitekim İmamoğlu yerel seçimin aleyhine iptal edilmesi üzerine yenilenen seçimde oylarını artırarak yeniden seçilmişti. İmamoğlu’na yönelik yolsuzluk suçlaması onu gelecek Cumhurbaşkanı seçimlerinin favorisi yapabilir. Tutukluluk halinin devamı ise İmamoğlu’nun yerine gösterilecek makul bir adayın önünü açabilir. Yaklaşık çeyrek asırdır iktidarını sürdüren bir partinin rakiplerini yolsuzlukla suçlaması mantıksızlıktan öte, deliliktir. Türk siyasal liginin en büyük iki takımından birinin diğerini yolsuzlukla suçladığında, halk bunu “..acaba hangisi daha fazla yemiştir..” şeklinde tartışacaktır.

***

Bizim gibi popülist demokrasilerde siyasetin finansmanı maalesef hukukun yolsuzluk olarak tanımladığı yöntemlerle gerçekleşmektedir. Böyle olmasını halk da kanıksamış görünmektedir. Meselenin çözümünde şu sorunun cevaplanması kritiktir: Hukuk ile siyasetin karşı karşıya geldiği kertede yolsuzluk ve ahlaksızlık kararını kim vermelidir? Demokrasi yanlılarına göre halk vermelidir. Çünkü hukuku yapan, onu meşrulaştıran halkın iradesidir. Binaenaleyh İmamoğlu’nun yolsuzluk yapıp yapmadığına halk karar vermeli, bunun jüriliğini halk yapmalıdır. Neticede jüri kurumu bir insan hakkı olarak kabul edilmektedir.

Hukuk devleti öncelikle usuldür. Eşitlik, hukuk devletinin önde gelen usuli ilkelerinden biridir. Yolsuzluğun yol olduğu yerde onlardan sadece birinin üzerine gidilmesi eşitlik ilkesine aykırıdır. Ama olayın asıl sebebi hukuksuzluk değildir. Olayların faili olan yerleşik devlet, değişen dış politik duruşuna ve savunma sanayiine tehdit oluşturduğu, bunu yapacak dış odaklarla eski yaltakçı ilişkiyi sürdürmek istediği için İmamoğlu ve CHP’nin üstüne gitmektedir.

***

Son yıllardaki ekonomik ve siyasi değişme Türkiye’nin kendi bölgesinde özerk dış politika izlemesine imkân tanıdı. Bu bağlamda ayrılıkçı Kürt siyaseti Türkiye’deki iki gelişmeye hizmet etti! Birincisi milliyetçi ve devletçi çizgide bir siyasal bütünleşmeyi motive etti. Devletin laisist bürokratik kanadını baskıladı. Böylelikle çeyrek asırdır devam eden güçlü ve sürekli bir iktidarı mümkün oldu. İkincisi ise savunma sanayiinin gelişmesini motive etti. Savunma sanayiinin gelişmesi Türkiye’nin bağımsızlıkçı dış politika izlemesinde dayanak noktası oluşturdu. Ama asıl dayanak ABD merkezli tek kutuplu dünyanın plüralize olması ve hegemon güçlerin Türkiye’ye olan baskısının azalmasıydı. Neticede Türkiye’nin kendi bölgesinde etkinliği arttı, orta ölçekli güç haline geldi. Bu sayede daha bağımsızlıkçı politika izlemeye başladı. Türkiye’nin Batılı hegemon güçlerle 200 yıldır devam eden yaltakçı ilişkisi sona erdi.

***

Uluslararası kulvarda güç mücadelesine girişen yerleşik devlet, arkasını konsolide etmek istiyor. Derdi İmamoğlu ve CHP’yi yok etmek değil, ıslah etmektir. Kim bilir! Islah olurlarsa iktidar olma şansları da olabilir. CHP tek başına yerleşik devleti yenemez. Devletle mücadele tecrübesi de bulunmamaktadır. Belki Kürt siyasal hareketini arkasına alırsa oyunu bozabilir. Ama başarısızlığın bedelini Kürt siyasal hareketi öder. Nitekim yeniden Kürt açılımı bu senaryonun önüne geçmek için yerleşik devlet tarafından başlatılmıştı. Kürt siyasal hareketinin öncülerine siz bizim iç hesaplaşmamıza karışmayın denmiştir. Onlar da karışmamayı mantıklı bulmuşlardır.

***

Fetihçi politikaya yönelen yerleşik devletin ideolojik bağnazlığı kırılmıştır. Herkesi zorla laik Türk yapma politikasından vazgeçilmiştir. CHP’lilerin de buna ayak uydurması istenmektedir. Çünkü laik Türkleri beyaz ırk olarak kabul eden Türkiye Apartheid rejimi fiilen sona ermiştir.

***

Yerleşik devletin Tayyip Erdoğan’ın emrine girdiği doğru değildir. Aksine Tayyip Erdoğan devletin emrine girmiştir. Ergenekon süreci, 15 Temmuz 2016’daki FETO temizliği, başkanlık sistemine geçiş hep yerleşik devletin hanesine yazılan kazanımlardır. 2023 seçimlerinde Cumhur İttifakını kazandıran ve Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanı yapan da yerleşik devlettir. Bu siyasal mücadelede Ak Parti ve onun dayandığı muhafazakâr ideoloji kaybetmiştir. Siyasal İslamcılık kaybetmiştir. Tarikat ve cemaatler kaybetmiştir. Demokrasi de kaybedenler arasındadır. Sadece hukuk devleti kaybetmemiştir! Çünkü zaten yoktu!

21 Nisan 2025 Pazartesi

Mümtaz'er Türköne: Erdoğan çözüm sürecini tırpanlayacak, Bahçeli de bunun üzerine erken seçime götürecek; çünkü hukuka dönmeden sürecin başarı şansı yok Cansu Çamlıbel 21 Nisan 2025

“Tuhaf zamanlarda yaşayasınız” diye zamanında hangi Çinlinin bedduasını aldıysak, sonu gelmeyeceğini düşündüğümüz tuhaflıklar içinde debelenip duruyoruz. Türkiye’ye özgü tuhaflıkların yakın zamanda son bulacağını ileri sürenler arasında ise neredeyse yakın tarihimizin her siyasi döneminde tartışmalı olmuş bir isim var; akademisyen kökenli yazar Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne.

Türköne’nin son dönemdeki analiz ve iddialarının her zamandan daha fazla dikkat çeker hale gelmesinin başlıca sebebi ise Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin metinlerinden yola çıkarak yazdıkları. Malum, çoğumuz Sayın Bahçeli’nin aynı anda pek çok şey söylediği uzun ve türlü metafor barındıran metinlerinin aslında ne anlama geldiğini çözümlemekte kifayetsiz kalabiliyoruz. Sonra bakıyoruz Mümtaz’er Türköne tek cümleyle özetliyor Bahçeli’nin meramını. Mesela Bahçeli’nin 14 Nisan tarihli İmamoğlu mesajı için herkes “Yargı süreci uzamasın, sahici deliller dosyaya ivedilikle eklensin diyor” yorumu yaparken, Türköne çıktı ve yekten “Serbest bırakılsın diyor” yazdı.

17 Nisan tarihinde yayınlanan ‘Bir yıl sonra…’ başlıklı yazısında ise bir gelecek senaryosu üzerinden siyaseten öngördüklerini kaleme aldı. Türköne’nin senaryosuna göre Kasım 2025’te erken seçim yapılmış, CHP’li bir cumhurbaşkanı seçilmiş, AKP ana muhalefete düşmüş ve parlamenter sisteme dönüş için müzakereler başlamıştı.

Kuşkusuz Türköne’nin anlattığı bu senaryonun mümkün olabilmesi için iktidar cenahının iki kudretli isminden birinin erken seçim kararı alması gerekiyor. CHP Genel Başkanı zaten erken seçimin bu yıl yapılması için bastırmaya başladı. Hâl böyle olunca son günlerde herkesin aklına “Acaba Bahçeli daha önce de yaptığı gibi yine erken seçim çağrısı yapar mı?” sorusu düştü. Bu soruyu “Evet yapabilir” diye yanıtlayan Türköne’nin Bahçeli ile hukukunu hatırlatmaz isem bu söyleşinin neden yapıldığını tam izah edememiş olabilirim.

Mülkiyeli olan Mümtaz’er Türköne ülkücülükle çok genç yaşta tanışıyor ve kendi deyimiyle bir ‘ülkücü militan’ oluyor. Bahçelievler katliamının emrini veren Abdullah Çatlı Ülkü Ocakları’nda İkinci Başkan, Muhsin Yazıcıoğlu da başkanken Mümtaz’er Türköne Yönetim Kurulu üyesiydi. İleri sarıp 1990’lara geliyoruz Türköne dönemin Başbakanı Tansu Çiller’e gayriresmi danışmanlık yapıyor ve o dönemde Çiller, Susurluk skandalında Çatlı’nın rolü için “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de bizim için şereflidir!” diyor. Yine ileri sarıyoruz 2000’lerde Türköne’nin AKP ile flörtü başlıyor, hatta 2011’de İstanbul’dan milletvekili adayı oluyor. O sıralarda Zaman gazetesi yazarı. Sonra yine devran dönüyor ve 2016’da Türköne diğer bir grup eski Zaman yazarıyla birlikte tutuklanıyor ve ‘silahlı terör örgütüne üye olma’ suçundan 10 yıl 6 ay hapis cezasına mahkûm ediliyor. Yine ileri sarıyor ve geliyoruz 2020’ye, Devlet Bahçeli bir gün “Dileğim bir haksızlık varsa bunun acilen düzeltilmesidir… Pek çok sorunlu kişinin masum gösterilmeye çalışıldığı bir yerde şehit ağabeyi Mümtaz’er Türköne’nin davası tekraren ve titizlikle değerlendirilmelidir” diye tweet atıyor. Sadece üç ay sonra Türköne serbest kalıyor.

Ve Mümtaz’er Türköne bugün Bahçeli’nin iktidar ortağı Erdoğan’a verdiği mesajların anlaşılması için adeta bir dekoder vazifesi görüyor. “Bahçeli’yi iyi tanıdığım ve camianın düşünce kodlarını bildiğim için anlıyorum, yoksa istihbari bir bilgim yok” dese de belli ki bugüne kadar MHP’den bir uyarı almamış ki el arttırarak devam ediyor. Bakalım işin soru nereye varacak!

 Mümtaz’er Türköne ve Cansu Çamlıbel

“Çözüm süreci, Türklerle Kürtlerin tek millet olduğu yeni bir ulus devlet inşasıdır”

- Türkiye çok stresli bir aydan çıktı. 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu ve arkadaşlarına yapılan baskın ve sonrasında yaşananların ardından siyasetin ana aktörlerinin pozisyonlarına ilişkin statüko sarsılmasa da sallandı diyebiliriz heralde. 19 Mart ile Saraçhane protestoları arasındaki o kritik günlerde Devlet Bahçeli henüz hasta yatağından kalkmamış ve tek kare görüntü vermemişti. O beklediğimiz fotoğraf ancak 4 Nisan’da geldi. Ancak Bahçeli gerekirse denklem değiştirebileceğine ilişkin ipuçlarını aslında nispeten yeni vermeye başladı. Dikkat çeken ilk açıklaması 14 Nisan’da X’te yayınlanan mesajında geldi. “Ekrem İmamoğlu’yla ilgili mahkeme süreçlerinin ivedilikle görüşülüp karara bağlanması gerekmektedir” dedi. İkinci ve çok daha sert ifadeler kullandığı açıklama ise 17 Nisan’da yine X üzerinden geldi. “CHP'ye kayyum hem doğru değil hem de mümkün değildir” ifadesini kullandı. Bu mesajları iktidar ortağına, yani Cumhurbaşkanı Erdoğan’a veriyor heralde değil mi?

Devlet Bahçeli için bugün işin ana damarı çözüm süreci. Bahçeli çözüm sürecinde ısrarlı, tavizsiz bir şekilde ısrar ediyor ve bu süreci aksatacak her şeye karşı tavır alıyor. Buradan yola çıkarsak diğer detayların bu tablonun içinde nereye yerleşeceği belli. Bahçeli şu anda Türklerle Kürtlerin tek millet olduğu bir projeyi yürütüyor. Bakın bunu ilk defa ifade ediyorum ama inandığım bir şey. Çözüm süreci dediğimiz şey Türklerin ve Kürtlerin tek millet olduğu bir projedir.

- Tek millet mi?

Evet. Bir ulus devletin tek ulusunun olduğu bir projeyi yürütüyor. Yani aslında 100 yıllık ulus devleti biz yeniden inşa ediyoruz bugün. Kürtlerin Kürt olarak var olabilecekleri, Türklerin de Kürtlerin Kürt olarak var olduklarını kabul ettikleri bir ulus devlet.

“Bu yeni cumhuriyet projesinin belirleyici unsuru hukuka ve insan haklarına saygı”

- Bu yeni ulus devlette adlar ne şekilde ifade edilecek? Türkiyelilik tanımı üzerinden mi gidiliyor sizce?

Adlarla alakalı kısmı o kadar önemli değil. Onunla ilgili uzun bir tartışma yürütebiliriz ama önemli olan şurası; yeni bir cumhuriyet kuruluyor. Proje o kadar iddialı. Ve bu yeni önemli cumhuriyet açısından belirleyici olan devletin hukuka ne kadar bağlı olduğu olacak.

- Siz adlarla, kimliklerin yasal metinlerde ifade edilme şekliyle ilgili tartışmanın şu aşamada önemli olmadığını söylüyorsunuz ama şüpheci Türkler de şüpheci Kürtler de ilk buraya bakmayacaklar mı?

Onu da konuşuruz. Ama şu an bu yeni cumhuriyetin temel insan haklarına ne kadar saygılı olacağı daha önemli. Kürtler etnik olarak değil ama sayısal olarak az oldukları için tek başına iktidara gelme şansları yok. Ancak bu koalisyonun ortağı olabilirler. Ve bu şartlar altında, Kürtlerin büyük çoğunluk karşısında yegâne güvenceleri, anayasaya, hukuka ve temel insan haklarına saygılı bir devlettir. İşte bunun inşa edilmesi lazım. Yani hukuk temelli bir ortaklığın Türklerle ve Kürtlerle kuvvetlendirildiği, adeta yeni bir ulus tanımı gibi mezcedildiği bir süreç bu. İki kimliğin tam anlamıyla imtizaç edildiği bir ulus tanımı ve buna dayalı bir cumhuriyet inşası sürecinden geçiyoruz şu anda. Ve Bahçeli bu konuda tavizsiz.

“Bahçeli mimarı ama bu onun tek başına kotardığı bir proje değil, bir inisiyatif devrede, aynı amaca hizmet eden bir de Öcalan faktörü var”

- Bahçeli’nin bu projede başrolde olduğu zaten muhakkak da asıl kimin projesi bu?

Bunun mimarı olarak öne çıkan isim Bahçeli ama şüphesiz bu, Bahçeli'nin tek başına kotardığı bir proje değil. Türkiye'nin bölgenin içinde bulunduğu nesnel şartlardan bu sonucu çıkartmış olan bir akıl devrede, bir inisiyatif devrede. Ve Bahçeli de buna bütün varlığıyla destek veriyor. Bu projenin karşı tarafında da aynı amaca hizmet eden bir Abdullah Öcalan faktörü var. Yani proje tek taraflı bir proje değil. Öcalan'ın 27 tarihli açıklaması da bunu teyit ediyor. Türkiye, bütün dünyadaki modern ulus devletlerde olduğu gibi, tam anlamıyla anayasaya bağlı, kuvvetler ayrılığı prensibinin uygulandığı, yargının bağımsız olduğu, temel insan haklarının garanti altında olduğu, hukuk temelli bir iş birliğinin, uzlaşmanın ve ortaklaşmanın gerçekleştiği bir devlet düzenine geçiyor. Bu aynı zamanda Orta Doğu'da yakalanmış tarihi bir fırsat. Suriye'deki gelişmelerle olacağı söylenen şey de buydu.

“2002 ile bugün arasındaki temel fark Orta Doğu’daki gelişmeler”

- Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara geldiği 2002 yılını da bu söylediğiniz tarzda bir devlete geçişin miladı olarak görenler vardı. Hatta uzun süre bunun propagandası yapıldı. Şimdi yine böyle büyük laflarla iddialı bir proje konuşuluyor ise yaşanmışlıkları hatırlatmak istedim. Hani bu tür büyük projeler yolda devrilip ters gidebiliyor ya….

O gün ile bugün arasındaki farkları anlatmak için birçok şeyi tek tek sıralayabilirim ama en önemlisi bölgemizdeki gelişmeler. Orta Doğu'daki gelişmelerin yol açtığı bir farklılık var.

- Orta Doğu denklemini tek cümlede hatırlatmak gerekirse… İsrail belki tarihinin en aşırıcı en şuursuz hükümeti tarafından yönetiliyor, ABD’de bu ekibe sempati duyan bir Trump başkanlık koltuğunda oturuyor. ABD zaten Suriye’de YPG’ye neredeyse düzenli ordu kurdurmuş durumda, Irak’taki Kürtlerin özerk bölgesi var. İsrail de Türkiye’ye karşı Kürtleri kollama niyetini apaçık gösterdi. O halde Bahçeli’nin başını çektiği bu aklın temel motivasyonu Kürtleri bu sizin ‘yeni cumhuriyet’ dediğiniz şeye ortak ederek başka ittifaklara girmesini engellemek mi?

Bu söylediğiniz geçmişte kalmış bir şey. Onlar aşılalı çok oldu.

"Kürtlerin iki alternatifi vardı: Ya kaos ya kozmos"

- Eğer devlet için buralar çoktan aşıldıysa, konu bu değilse, Devlet Bey’i bütün siyasi kariyerinin tam ters noktasına fırlatarak Öcalan açılımına önderlik etme noktasına getiren ‘gerçek tehdit’ nedir?

‘Tehdit’ kelimesi yanlış, ‘fırsat’ dememiz lazım. Tarihi bir fırsat bugün Orta Doğu’daki durum ve bu fırsatı yaratan da aslında Kürtlerin içinde bulunduğu nesnel şartlar. Sadece Türkiye Kürtlerinin şartlarından da bahsetmiyoruz. İran'ı hariç tutarsak Irak, Suriye ve Türkiye Kürtlerinin içinde bulunduğu nesnel şartlardan bahsediyoruz. Kürtlerin kendi kaderleriyle ilgili bir karar vermeleri gerekiyor. İki tane ihtimal var. Birincisi İsrail'in güvenliğinin sürekli devam eden bir kargaşa ve kaosla sağlanacağı alternatif. Netanyahu'nun Suriye'de savaşı 13 yıl boyunca desteklemesinin sebebi buydu. Kürtlerin ikinci alternatifi ise bir kozmos, bir düzen. Bu düzenin de vazgeçilmez ve temel dayanağı Kürtler ve Türklerin ittifakı. Kürtlerin bu kader seçiminde güvenebilecekleri bir Türkiye muhatabının olması lazım. Buna karşılık Türkiye'nin de Kürtleri bugüne kadar şikâyet ettikleri konuların tamamında ikna edecek, tekerleme olarak söylenen ‘onurlu ve eşit vatandaşlar’ hususuna hukuk temelinde garantileri sağlayacak noktaya gelmesi lazım. Yani Türkiye’nin tüm Kürtleri kendi hinterlandında, sempati alanı içinde tutacak bir çözüm üretmesi gerekiyordu. İşi bu noktaya getiren çok önemli bir şey var. Artık bölgede İran diye bir faktör yok. İran perişan vaziyette, oyundan düşmüş vaziyette. Bunu Hakan Fidan kendisi söyledi, Suriye’de etkisi olanlardan bahsederken ‘iki buçuk devlet’ dedi. Amerika, İngiltere ve Fransa’dan bahsetti.

“Bu yeni düzen çalışmasının ortakları İngiltere, Amerika, Fransa ve Türkiye”

- Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın o açıklamasına atıfta bulunarak şunu söylüyorsunuz; Suriye’nin kaderini Türkiye ile birlikte ABD, İngiltere ve Fransa belirleyecek, dolayısıyla Kürtlerininkini de…

Türkiye'nin de dahil olduğu, İsrail'in doğrudan doğruya Amerika himayesinde veya Amerika'nın süpervizörlüğünde dahil olduğu bir düzen oluşturulmuş Orta Doğu'da. Ve burada bu düzenin temel direği de yine Türklerle Kürtlerin ittifakı. Ben o ülkeler arasında daha çok İngiltere'yi önemsiyorum.

- Konu tam da pek çok kişinin zaten şüphelenmekte odluğu yere geldi. Sizin analizinize göre Orta Doğu’da içinde Türkiye, ABD ve himayesindeki İsrail ve İngiltere ve Fransa’nın koordinasyonunda yeni bir düzen oluşuyor. Buna paralel olarak da devlet içinde Bahçeli’nin başını çektiği bir ‘akıl’ Türk- Kürt ittifakına dayalı yeni bir cumhuriyet projesi üzerinde çalışıyor. Yani iki süreç birbirinin üzerine binmiş durumda… Hatta ikisi de aynı projenin parçaları. Öyle mi?

Üst üste binmenin çok ötesinde birbiriyle bağlantısı var.

“Bahçeli’nin Netanyahu ve Likud cephesi hariç batıyla kavgalı bir söylemi yok” - Ve bunu tüm muhalefet partilerine ‘emperyalist’ yaftası yapıştırmaya çalışan, her fırsatta yerlilikten ve millilikten dem vuran bir iktidar koalisyonu yapıyor! Devlet Bahçeli daha geçenlerde CHP’nin olağanüstü kurultayını hedef alırken ‘dış mihrakların tertibiyle gerçekleşti’ gibi ifadeler kullandı. Ama siz şimdi diyorsunuz ki Bahçeli’nin önderlik ettiği Öcalan projesi üç emperyalist ülkenin Orta Doğu düzeni ile bağdaşık. Bu tabloya bakınca benim gördüğümü mü görüyorsunuz siz de acaba?

Bahçeli’nin İsrail'deki Netanyahu ve Likud cephesi hariç batıyla kavgalı bir söylemi yok. Retorik olarak açıklamalarında birçok şey bulabilirsiniz. Ama durum şu; HTŞ'nin ileri harekatıyla Suriye'de hâkim olması konusunda da ve sonrasında HTŞ'nin meşruiyetini dünyaya kabul ettirme konusunda da Türkiye çok kritik roller oynadı, oynuyor. Bence biz toplum olarak retoriğe, işin edebiyat kısmına bazen çok fazla takılıyoruz. Yeni bölge gerçekleri üzerine özellikle İngiltere'nin mimarlığını yaptığı bir düzen inşa ediliyor ve Türkiye bir partner olarak bu düzenin bir parçası.

“Türkiye’nin içerdeki söylemiyle dışardaki eylemleri farklı”

- Retoriğe elbette takılıyoruz. Gece gündüz iktidar tarafından ‘dış mihraklar’ ya da işte ‘bizden olmayan emperyalizmin maşasıdır’ gibi bir retorik boca ediliyor toplumun üzerine. Ama sizin anlattığınıza göre ne Devlet Bahçeli ne de iktidar ittifakı emperyalistlerle yeni bir Orta Doğu inşası içinde partner olmakta bir beis görmüyor. O zaman siz de bu analiz ile iktidar bloğunun Türkiye toplumuna söylediği şeylerle aslında yaptığı şeyler arasında derin bir çelişki olduğunu teyit etmiş oluyorsunuz, değil mi?

İki şeyi ayırırsak aslında sıkıntı kalmıyor. Türkiye'nin Orta Doğu’daki ve dışardaki eylemi ile bu alanlarda içerde kullandığı söylemi ayırmak lazım çünkü ikisi birbirini tutmuyor. Ve doğrusunu isterseniz de söylem kısmı gerçeklerle çok alakalı değil. Halkın psikolojisiyle, halkın ikna edilmesiyle veya parti rekabetiyle alakalı kısım o söylemler. Ama eylemlerde herhangi bir tereddüte kapılmanızı gerektirecek en küçük bir ayrıntı bile yok.

 “Erdoğan hegemonik gücünden vazgeçerse yok olur ama bu dikta alternatifinde Bahçeli’nin onu desteklemesi de mümkün değil”

- Şimdi artık söyleşinin başına ve Bahçeli’nin İmamoğlu operasyonuna bakışına ilişkin soruma dönelim lütfen. Bu sorum üzerine siz uzunca bir ‘çözüm süreci’ analizi yaptığınız için ben şöyle anlıyorum; siz aslında “Bahçeli’nin tek derdi ‘terörsüz Türkiye’ projesi ve onu tökezletecek hiçbir şeyden hoşlanmayacaktır” demiş oluyorsunuz. Yani 19 Mart operasyonuna, kendi projesini sabote edip etmeyeceği merceğinden mi bakıyor sadece?

Bahçeli’nin de derin bir vizyonu olduğunu söyleyebilir miyim? Erdoğan'ın iki alternatifi var, önünde iki seçenek var. Birincisi egemenlik yetkilerini yargıyı da içine alacak şekilde bugünkü gibi kullanan, ülkeyi hegemonik güç olarak yöneten Erdoğan olarak kalmak. İkinci alternatifi de hukuka dönmek, anayasal düzeni evrensel hukuk çerçevesinde kuvvetlendirmek ve bu zemin üzerinde bu çözüm sürecini neticelendirmek. Zaten bu ikinci seçeneğe döndüğü takdirde ortada otokrasi kalmıyor, ‘diktatörlük’ diye eleştirilen şeylerden hiçbiri kalmıyor.

- Ne güzel işte… Sizce yapamaz mı o dönüşü?

Öbür tarafta devam etmezse yok olur. Otokrasiden, insanların üzerinde oluşturduğu o baskı ve korku ortamından vazgeçerse, yok olur. Halk desteği zaten yok, ekonomi zaten kötü durumda. Şu ortamda baskıyı devam ettirmezse, bir sürü insanı tutuklayarak otokratik araçlarını daha etkili bir şekilde kullanmaya devam etmezse, yok olur. Ancak bugün tam tersini yapmaya devem ediyor oluşuna, dikta eğilimlerini daha da güçlendiriyor oluşuna da ekonomi dayanmıyor. Yani aslında bu dikta alternatifinde Bahçeli'nin onu desteklemesi mümkün değil. Bahçeli'nin destekleyebileceği tek alternatif çözüm sürecini taşıyacak bir zemin olarak Türkiye'nin hukuka dönmesidir. Erdoğan’ın çözemediği paradoks da bu. 

“Hukuksuzluk zemininde ‘terörsüz türkiye’nin başarılı olma ihtimali yok, Bahçeli bunun bilincinde”

- Hukuksuzluk zemininde bu ‘terörsüz Türkiye’ sürecinin başarılı olma ihtimali yok, bunu diyorsunuz…

Hiç yok. Öyle bir şey söz konusu değil. Zaten Bahçeli’nin o Türkgün’de çıkan yazıların sonuncusunda özellikle hukukla, anayasayla, özgürlüklerle, temel haklar düzeniyle alakalı söylediklerini hatırlarsanız…Bahçeli bunun farkında, bunun bilincinde ve bu konuda çok net bir tavır alıyor. Bahçeli iktidar gücü elindeyken, iktidarın ortağı iken, durduk yerde böyle vurgulamalar yapmazdı. Çözüm sürecine odaklı, çözüm sürecini adeta pergelin sabit ucu gibi alıp oradan daireler çizen bir siyasi aktör olarak, bir devlet adamı olarak hukuku vurguluyor. Çünkü başka bir şey taşıyamaz çözüm sürecini, süreç çöker. Hiç kimseyi peşine takıp götüremezsiniz.

Bakın siz de ben de üzülüyoruz Sırrı Süreyya Önder'in rahatsızlığına. Allah şifa versin. Kendisi biliyorsunuz 2013- 2015 çözüm sürecinde elini taşın altına sokanlardan ve bunun cezasını gördü. Başına gelenleri hatırlıyoruz. Hukuk olmadığı zaman, hukuki güvenceler olmadığı zaman, bugün de bu işin altına elini koyanların hepsinin başı belaya girer.

“Hukuk sorunu Türkiye için artık bir beka sorunu”

- Ve hepsi de bunu biliyor. DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan kendisiyle yaptığım söyleşide, “Biliyoruz ki bu sürecin başarısızlıkla sonuçlanması halinde günah keçisi yine biz olacağız” demişti.

Hepsi de bunu biliyor. Tek güvence hukuk. Hukuk düzeni bir beka sorunu Türkiye için artık. Yeni bir ulus bilinci inşa edilecek, devlet kanadının perspektifi bu, Devlet Bahçeli’nin temsil ettiği perspektif de bu. Yeni bir ulus bilinci inşa edilecek, yeni bir cumhuriyet inşa edilecek. 100 yıl sonra Kürtlerin de tam anlamıyla tatmin olduğu, razı olduğu, rıza gösterdiği bir ortaklık şeklinde yapılacak bu. Bunun detayları içinde aklınıza gelebilecek her şey olabilir. Öcalan gerçi kültüralist politikaları bile dışarıda bıraktı ama her şey olabilir. Ve bundan Kürtler de Türkler de Türkiye de bölgedeki bütün Kürtler de çok kârlı çıkacaklar.

“Bahçeli ‘İmamoğlu davası siyasidir, bir an önce bitirilsin’ diyor”

- Tam buradan tekrar İmamoğlu operasyonuna dönersek… Devlet Bahçeli İmamoğlu konusunda “Suçsuzsa beratı, değilse tecziyesi maşeri vicdana muvafık halde mutlaka ve olabilecek en kısa sürede temin edilmelidir” dedi. Ne demek istiyor yani?

“Bitirilsin” diyor.

- Ama bunu iktidar adına ekranlarda yorumlama telaşında olanlar da çıkıp “Sayın Bahçeli de bilir ki Türkiye’de bir dava dört, beş seneden önce bitmez. ‘Hızlansın’ demek istedi” gibi şeyler söylediler. Bahçeli sürecin hızlandırılmasından ve bu yapılırken de bir an önce dosyaya somut delillerinin eklenmesinden bahsetmiş olamaz mı?

Bence Bahçeli tereddüde yer vermeyecek şekilde net bir şeyi söylüyor. Bahçeli'nin söylediği şu; “Bu dava siyasi bir davadır, siyasi olarak bitirilmelidir.” Söylediği şey bu kadar net.

- Yani net biçimde “Ekrem İmamoğlu’nu serbest bırakın ve dosyayı kapatın” mı diyor?

Bu kadar net yorumluyorum ben. Çünkü Ekrem İmamoğlu'nun bırakılmadığı, bu siyasi yargılamalarla özgürlüğünden mahrum bırakıldığı süre zarfında çözüm süreci yürümez. Şunu hatırlatayım size. İmamoğlu ile ilgili iki dosya vardı. Biri kent uzlaşısından ‘terör’ suçlaması, öbürü buydu. Kent uzlaşısına dayanan ‘terör’ suçlamasını realize edemediler. O da olsaydı, malum İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne kayyım atanacaktı.

“İmamoğlu’nu kent uzlaşısından yargılamak çözüm sürecini imha ederdi”

- Siyasi kulislerdeki dedikodu operasyonun en başta tam bu şekilde planlandığı, belediyeye de CHP’ye de kayyım atanması planıyla yola çıkıldığı yönünde. Zaten CHP Genel Başkanı Özgür Özel ve diğer CHP’li kurmaylar da bu kulisi doğrulayan açıklamalar yaptılar.

Muhtemelen proje oydu. Fakat bu, çözüm sürecini İmamoğlu'nu içeri atmaktan daha fazla zorlardı, hatta imha ederdi. ‘Kent uzlaşısı’ nedir? Siyasi Partiler Kanununa göre çalışan iki siyasi parti aralarında anlaşmışlar, seçime girmişler. Bunu siz terörün içine dahil ederseniz, çözüm sürecini nasıl başarıya ulaştıracaksınız?

“Bahçeli’nin Erdoğan ile herhangi bir irtibatı olduğunu düşünmüyorum, ona mesajlarını medya aracılığıyla veriyor, oradan frene basıyor”

- O noktada AKP içindeki bazı kurmayların devreye girdiği ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bunun yapılmaması konusunda son anda ikna ettiği konuşuldu. Devlet Bahçeli’nin daha o sıralar çok da sesi çıkmıyordu. ‘Terörsüz Türkiye’ işini doğrudan etkileyeceği için Bahçeli de tam o esnada devreye girip Erdoğan ile bir teati yapmış olabilir mi?

Ben Bahçeli'nin Erdoğan'la aracılar vasıtasıyla veya telefon görüşmeleriyle herhangi bir irtibatı olduğunu düşünmüyorum.

- 19 Mart'ta sürecinde Bahçeli’nin Erdoğan ile bir irtibata olduğunu düşünmüyorsunuz. Doğru mu anladım?

Hiçbir zaman. Yani bunların arasında doğrudan, direkt bir iletişim yok. Medya üzerinden konuşuyorlar. Çünkü kendi aralarında bir uzlaşmaya, kendi aralarında konuşulup mutabakata varıldığına dair en küçük bir işaret, en küçük bir örnek bulamazsınız Bahçeli’nin konuşmalarında. Bütün mesajlar medya üzerinden veriliyor. Ve Bahçeli hep medya üzerinden frene basıyor. Bahçeli ona grup konuşmasında veya yazılı beyanatlarıyla cevap veriyor.

“Erdoğan’ın 22 Ekim hamlesine yanıtı, Ahmet Türk yerine kayyım atamak oldu”

- Madem Erdoğan ile Bahçeli arasında bizim sandığımız gibi bir iletişim hattı olmadığını öne sürüyorsunuz, bu Öcalan açılımının en başındaki tartışmalara hızlı bir geri dönelim. Ki o dönem herkes “Bu ne ola ki?” diye sorarken siz çok iddialı biçimde “Yeni bir çözüm süreci başlamıştır” demiş insansınız. Sizce bu iş ikisinin net koordinasyonunda mı başladı yoksa iktidara yakın birkaç ismin uzunca bir şekilde savunduğu gibi “Sayın Cumhurbaşkanının haberi yok” muydu?

Ne olduğu Erdoğan’ın verdiği karşılıktan belli. Bunun karşılığında Ahmet Türk’ün başkan olduğu Mardin Belediyesi’ne kayyım atadı. Ben bundan eminim. Cansu Hanım benim herhangi bir kulis bilgim yok, konuyla alakalı birinden duyduğum bir şey yok. Ama ben verilen mesajlara bakarak bu yorumu yapıyorum.

“Şu ana kadar çözüm sürecinde gelinen aşamaların her biri Bahçeli’nin zorlaması, Erdoğan’ın planı ipe un sermek”

- Buradan devam edersek…Bahçeli’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İmamoğlu’na yönelik şafak baskınına onay vereceğinden ve İmamoğlu'nun tutuklanacağından da haberi yok muydu sizce?

İmamoğlu'nun tutuklanacağından haberi yok. Ama İmamoğlu gözaltına alındıktan sonra terör soruşturmasından tutuklanmamasında muhtemelen rolü vardır. Doğrudan veya dolaylı rolü vardır. Başka türlüsü mümkün değil. Öyle bir soruşturmayla gözaltına alınıyorsanız, terörden de tutuklamak üzere alınıyorsunuz demektir. Buna birinin engel olmuş olması lazım sonradan. Ve bunu yapacak tek kişi de Bahçeli. Asıl konuya dönersek, çözüm sürecinin Erdoğan’ın bu konuda perspektif geliştirmesinden önce kurulmuş olduğunu ve aslında Erdoğan’ın çözüm sürecine hiçbir şekilde sıcak bakmadığını düşünüyorum. Şu ana kadar gelinen aşamaların her biri Devlet Bahçeli'nin zorlamasının eseri.

“‘Cumhur ittifakı yoluna güçlü şekilde devam ediyor’ deniyorsa aslında içerde sorun vardır”

- Hâlâ da sıcak bakmıyor mu sizce Erdoğan? Çünkü Öcalan’ın 27 Şubat açıklaması sonrasında daha bir sahiplenir gözüktü. Hatta 10 gün önce nihayet DEM Parti heyetini kabul etti.

Hâlâ da sıcak bakmıyor. Çünkü bu sürecin kendi sonunu getireceğini biliyor. Ben çok erken söyledim bunu. “Bu çözüm süreci Erdoğan'ın sonunu getiriyor. Demokratikleşme, böyle bir iktidarın yaşamasına izin vermez” dedim. Erdoğan'ın kafasında yönetebileceği, sündürebileceği ve ipe un serebileceği bir çözüm süreci projesi vardı. “İpe un sererek götürebilirim” diye düşündü. Ama Bahçeli, Erdoğan'ın kafasındakini çözdü. 22 Ekim'deki (Öcalan gelsin Meclis’ten kendi örgütüne çağrı yapsın) çıkışını aslında Erdoğan'a karşı yaptı. Erdoğan da zaten karşılığı başta Ahmet Türk olmak üzere kayyım atamalarıyla verdi. Şimdi herkes merak ediyor, retorikle asıl maksadın asıl ayrılabileceğini. Şöyle bir örnek vereyim; durup dururken, “Cumhur İttifakı çok güçlü bir şekilde yoluna devam ediyor” diye bir laf söyleniyorsa, sorun vardır devlet içinde.

- İkisi de dediler bunu çok defa; Cumhurbaşkanı Erdoğan da Devlet Bahçeli de.

İkisi de sorun olduğunu ifade etmiş oluyor.

“Cezaevinden çıktıktan sonra Devlet Bey’e teşekkür ziyareti yaptım”

- Siz nasıl bu kadar iddialı konuşabiliyorsunuz. Kulis bilgisi almadığınızı söylüyorsunuz. Bahçeli ile en son 4 sene evvel görüştüğünüzü söylüyorsunuz. O tarih tam sizin cezaevinden anladığımız kadarıyla onun müdahalesiyle çıktığınız tarih, değil mi?

Ben cezaevinden çıktıktan hemen bir hafta sonra Devlet Bey'i Milliyetçi Hareket Partisi Genel Merkezi'nde ziyaret edip teşekkür ettim. Yaklaşık bir saate yakın sohbet ettik. Ben muhalif olduğum için cezaevinde yattım. Bir de ‘FETÖ'cü’ damgası yedim. Oysa AK Parti iktidarına karşı muhalif olduğum için cezaevinde yattığımı Devlet Bey biliyor. Ve ben benimle birlikte aynı sebeple yatanlara göre iki buçuk sene daha fazla yattım. Yani Mehmet Altan, Şahin Alpay, Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan benden iki buçuk sene önce çıktı.

- Size göre siz ‘daha azılı bir muhalif’ olduğunuz için mi daha uzun yattınız onlardan?

Ben karar duruşmasında hâkimin sorusu üzerine “Karar verirken kendi aranızda pişmanlık gösterip göstermediğimi konuşacaksınız belki. Tartışmanıza gerek yok, ben net olarak söyleyeyim. Ben pişmanlık duyacak hiçbir şey yapmadım. Pişmanlık duyacak hiçbir suç işlemedim” dedim. Bunu da kayda geçirdim.

- Çok ilginç. Daha siz tutuklandığınızda verdiğiniz ifade basına yansımıştı ve şu ifadelere yer verilmişti o haberlerde: “En son darbe olayından sonra çoğunluk gibi ben de hayal kırıklığı yaşadım. Ve o camia ile birlikte olduğumdan dolayı pişman oldum.” Hatta buraya sizinle buluşmaya gelirken kontrol ettim Anadolu Ajansı geçmiş o haberi.

Hürriyet gazetesinin de manşetiydi o. Benim sözlerimle hiç alakası yok. Suç ceza hâkimi bana soruyor “Pişman mısınız?” diye. Ben de “Pişmanlık duyacak hiçbir şey yapmadım” diyorum. Bunları Silivri Postası isimli kitabımda da yazdım. Biz talimatla tutuklandık. Tutuklanma sürecinde çok belliydi kimlerin hemen serbest bırakılacağı. Mesela onlardan bir tanesi İhsan Dağı idi.

- Bahçeli’ye dönersek, kendisinin bütün bunları bildiği için size destek çıktığını ve sizin de o yüzden 2021’de kendisine bir teşekkür ziyareti yaptığınızı söylüyorsunuz. Yani o gün bugündür bir daha görüşmediniz…mi?

Dört senedir görüşmüyoruz.

“Devlet Bahçeli cephesinde yazdıklarımdan rahatsızlık olsaydı haberi gelirdi”

- Görüşmüyorsunuz, hatta MHP’den kulis de almıyorsunuz. Ama buna rağmen mütemadiyen Bahçeli’nin aslında ne demek istediğini yorumluyorsunuz, hem de çok iddialı tezler öne sürerek. Bu nasıl olabiliyor?

Rahatsızlık olsaydı gelirdi. Biliyorsunuz ben 70'li yıllarda ülkücü militandım. Siyasal’da okurken Ülkü Ocağı başkanlığı yaptım. Daha sonra genel merkezde yöneticilik yaptım. 12 Eylül'de MHP ülkücü kuruluşları davasından yargılandım, cezaevinde yattım. Yani tescilli ülkücüyüm. Böyle kenarından, köşesinden ülkücü değilim. Ana çekirdek kadroyu tanırım, bilirim. Nasıl baktıklarını, nasıl yorumlandıklarını anlayabiliyorum. Devlet Bey'i de tanıyorum; karakterini, mizacını. Olağanüstü nazik bir insandır. Ve ketumiyeti meşhurdur. Aklından, zihninden ne geçtiğini kimse kolay kolay anlayamaz, kavrayamaz. Bugün de anlaşılmıyor tam olarak. Bakın bugün Devlet Bahçeli tarihe oynuyor, siyasete değil. Yeni ulus devletin inşasının, cumhuriyetin yenilenmesinin baş aktörü olarak tarihe geçecek. Bütün vaziyet alışlarına, söylediklerine bakın hiçbirinin siyasi olarak kendi pozisyonunun ya da partisinin çıkarlarıyla hiçbir alakası yok.

“Erdoğan çözüm sürecini baltalayacak, Bahçeli de bunun üzerine Türkiye’yi erken seçime götürecek çünkü sürecin hukuka dönmeden başarılı olma şansı yok”

- Sizin tezlerinizi özetlersek, Bahçeli güncel siyasetle değil yeni ulus devletin inşasıyla meşgul, yeri geldiğinde Erdoğan frene bassın diye kendisine medya üzerinden mesaj veriyor, bu arada Erdoğan hegemonik yönetim anlayışından vazgeçmek istemiyor, o yüzden de çözüm süreci Erdoğan’ın sonunu getirecek. Bir de üzerine son çıkışınızı ekleyeyim; “Bu sene bitmeden seçim olacağı kesin” diyorsunuz. Hatta parlamenter sisteme dönüşün de bu erken seçim kararının bir parçası olacağını da ekliyorsunuz. Yani size göre Erdoğan bunların hepsini kabul edecek. Neden etsin ki?

Söylediklerimizin hepsi doğru. Gelin bunu senaryolaştıralım şimdi. Benim öngörüm şöyle… Erdoğan çözüm sürecini baltalayacak, yani çözüm sürecinin gelişmesini engelleyecek. Bahçeli de bunun üzerine Türkiye'yi erken seçime götürecek. Erdoğan çözüm sürecini baltalayacak çünkü daha önce anlattığım gibi hukuka dönüşün kendi hegemonik gücünü tırpanlayacağını ve kendini enterne edeceğini düşünecek. Bu yüzden de süreci küçük küçük tırpanlayarak sona erdirmeye çalışacak. Yani aslında Erdoğan çözüm sürecinin kendisine değil bu sürecin kendisine hukuk dayatacak olmasına karşı. Söyledim, hukuka dönüş olmadan da çözüm sürecinin başarılı olma ihtimali yok. O zaman da Bahçeli Türkiye'yi erken seçime götürmek zorunda. Çünkü çözüm sürecinin önü ancak o zaman açılır.

- Yani siz de siyaseti analiz eden çoğunluk gibi “Erken seçime gideceksek bunun fitilini Bahçeli ateşleyecek” diyorsunuz. Bahçeli’nin elindeki bu gücü kullanma ihtimali o kadar yüksek mi hakikaten?

Evet.

 “Erdoğan’ın parlamenter sisteme dönüş niyeti olursa Bahçeli engeller”

- Hukuka dönüş sinyali Ekrem İmamoğlu’nun serbest bırakılması mı şu noktada?

Erdoğan İmamoğlu'nu bırakabilir fakat tam anlamıyla çözüm sürecinin ihtiyaç duyduğu hukuk güvencelerini sağlayamayız. Böyle bir potansiyel yok. Bu senaryo içinde Erdoğan'ın parlamenter sisteme dönüş şeklinde bir niyeti olursa onu engelleyecek olan da Bahçeli olacaktır. Dikkat ederseniz Bahçeli her vesileyle cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin en doğru tercih olduğunu söylüyor. Bu da kendi siyasi gücüyle, siyasi pozisyonuyla alakalı bir şey. Parlamenter sisteme dönüştüğü zaman MHP'nin güçler üzerinde ağırlığı kalmıyor.

“Seçim olur, CHP iktidara gelirse hukuk kendiliğinden gelir”

“Çözüm sürecini başarılı kılmak için başka alternatifi kalmazsa Bahçeli bunun önünü açar”

- Siz bu senaryonuzu detaylandırdığınız bir yazı yazdınız dört gün önce. Birkaç satır okumak istiyorum yazıdan: “2026 yılının Nisan ayındayız. Kasım ayında seçim olmuş ve her şey değişmiş. Sürmanşet: ‘En az sekiz ay lazım’. İktidar partisi, Meclis’te parlamenter sisteme geçiş için mutabakat arayışında. Grup başkanları toplantı üstüne toplantı yapıyor. Ana muhalefet partisi çok istekli, iktidar partisi ipe un seriyor. Parlamenter sisteme geçiş takvimi için uzlaşma arayışı var. AB’den gelen, ‘terör tanımıyla vize muafiyeti için Türkiye’nin şartları artık bütünüyle karşıladığı’ haberi sol ortada; ‘Hizmet sektörünün serbest dolaşımı anlaşması yakında onaylanacak’. En altta, iç sayfalara göndermede bulunan başlıklar. ‘AB Komisyonu İmralı’da Öcalan’ı ziyaret etmiş’. Ahmet El Şara’nın mesajı: ‘İlişkilerimiz çok ileri düzeyde’…Yani yazıda bir sene sonrasında bir gazetenin neler yazıyor olabileceği üzerine tahminlerde bulunuyorsunuz. CHP’nin iktidarda olduğunu ve CHP’li bir cumhurbaşkanı olduğunu varsayıyorsunuz. Sorum şu; diyelim ki gerçekten Bahçeli bu senaryonun yolunu açtı CHP’li bir cumhurbaşkanının çözüm sürecini aynı şekilde yürüteceğinden nasıl emin olabilir ki?

Bahçeli'nin Türkiye'yi erken seçime götürmek ve parlamenter sisteme engel olmak teşebbüsleri bir şeyleri çözmek için değil, engellemek için atacağı adımlar olur. Yani hukukun önünü açmak için olur. Seçim olur da CHP iktidara gelirse hukuk kendiliğinden gelir, o da zaten çözüm sürecinin önünü açar. Bahçeli’nin vazgeçmeyeceği, adeta hayatın anlamı olarak gördüğü tek şey bu; çözüm süreci. Eğer bunu gerçekleştirmek için başka bir alternatifi kalmazsa yapar yani.

- Zaten aslında ne CHP lideri Özgür Özel ne de Ekrem İmamoğlu başından beri sürece yekten karşı çıkmadılar. Hatta Özel geçen gün Silivri kapısında “Terörsüz Türkiye'yi de, Kürt meselesini kökten çözmeyi, bütün Kürtleri eşit vatandaş yapmayı, bu devleti onlara ait hissettirmeyi de başaracak anlayış buradadır. Bu anlayışın Cumhurbaşkanı adayı şimdi içeride yatıyor” dedi.

Çok geç uyandılar. Hâlâ da tam ikna değiller. Çözüm süreci konusunda Türkiye'de en az güvenilecek kesimin ulusalcılar olduğunu düşünüyorum. İYİ Parti mesela, hamasetlerini köpürtmeye çalışıyor, başaramıyor. Bugün çözüm süreci karşıtlığının gerçek bir karşılığı yok çünkü.

“Başkanlık sistemi AKP’yi anlamsız hale getirdi”

- Bütün bunları konuşurken sadece Erdoğan’ın kendi siyasi kariyerinden değil AKP’nin geleceğinden de bahsetmiş oluyorsunuz. Siz zaten yazılarınızda Erdoğan’ın rasyonalitesinden ve partisini yaşatma sorumluluğuyla karşı karşıya kalacağından da bahsediyorsunuz. Erdoğan’dan sonraki AKP ile ilgili öngörünüz nedir? Sizce AKP de bu gidişle Erdoğan’dan sonra DYP ya da ANAP gibi eriyip gitmeye mahkûm mu?

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi parlamentoyu, dolayısıyla siyasi partileri anlamsız hale getirdi. Yani AK Parti diye bir partinin iktidardaki ağırlığı ortadan kalktı. Milletvekillerinin bir etkisi yok, il ve ilçe başkanlarının herhangi bir rolü yok. İktidar, tamamıyla bürokratik, teknokratik bir merkezin, saraydaki azınlığın eline geçti şey. Ve dikkat ederseniz siyasi kadroların, bakanların hiçbiri aslında siyasetçi değil, hepsi bürokrasiden. Hiçbiri gülmüyor mesela, tebessüm etmiyor. Politikacı tebessüm eder, sempatik görünmeye çalışır. Bunların öyle bir derdi yok. Halkı ikna etmek, halka mesele ulaştırmak gibi bir derdi yok. Bir tek muhatapları var.

- Herhalde Adalet ve Kalkınma Partisi içinde öne çıkan en son siyasi figür Süleyman Soylu idi.

Evet, doğru, hemfikiriz. Süleyman Soylu dışında halkla irtibat kurabilecek, iletişim kurabilecek ikinci bir adam AK Parti'nin içinde ya da hükümet üyeleri arasında.

“MHP Süleyman Soylu’yu kaldırmaz çünkü ülkücü geçmişi yok”

- Ama parti içinde eski popülaritesi yok gibi…Gerçi bir ara onun MHP liderliği için daha kuvvetli bir aday olabileceği de konuşuldu. Bahçeli sonrasında MHP klasik ülkücü kodların dışında yeni nesil bir lider düşünebilir mi mesela?

MHP kaldıramaz çünkü Süleyman Soylu'nun ülkücü geçmişi yok. MHP böyle bir şeyi kaldıramaz. AK Parti de kaldıramaz, malum. Konuşmamın anlamı yok. Şimdi biz olana dönersek, dediğim gibi AK Parti devre dışı, herhangi bir parametre olarak iktidarın iç dinamiklerinde yeri yok. Daha önce bahsettiğimiz senaryo, yani Türkiye'yi erken seçime götürecek dinamikler gerçekleşirse, Erdoğan'dan iki tane şey bekleyebiliriz. Bir tanesi kazanamayacağı seçime girmemesi. Bunun için de yerine bir halef belirleyip emekliye ayrılması. Birinci senaryo bu. Bunun için de partiyi kuvvetlendirmesi lazım. İkinci ihtimal ise her hal ve şartta kendi kişisel karizmasına, propaganda gücüne güvenip partinin başında seçime girmesi. Biliyoruz ki Erdoğan'ın partisinden daha fazla oy aldığına dair inancı var.

- Bu sadece onun inancı değil, anketler de bunu gösteriyor zaten.

Gösteriyor, evet.

“Erdoğan’ın seçimi kaybedeceğini öngörerek partisini diriltmesi lazım, yoksa ANAP ve DYP gibi eriyip gider parti”

- Peki siz ısrarla bir ‘Erdoğan rasyonalitesi’ olduğunu savunan birisi olarak ne görüyorsunuz? Erdoğan bir sonraki seçime girer mi girmez mi?

Kendi geleceğiyle ilgili, kendi liderliğiyle ilgili karar verirken ne kadar rasyonel? Doğrusu bu konuda örneği yok. Ama politika üretirken, strateji belirlerken çok rasyonel davrandığı kesin. Mesela karşısında aşamayacağı bir güç gördüğü zaman hemen geri çekiliyor. Son derece pragmatik ve eklektik. Ama tabii politikanın önemli bir kısmının psikoloji olduğunun da farkında. O havayı da sürdürmesi lazım. Ben doğrusunu isterseniz Erdoğan'ın kendisini emekliye ayıracağını düşünmüyorum. Mutlaka kendisi seçime kendi girer. Fakat bu sefer seçimi kaybedeceğini de öngörerek partisini diriltmesi lazım. Şu anki yapı devam eder ve burada çok köklü devrimci radikal değişikliklere gitmezse AK Parti'nin Doğru Yol Partisi gibi, Anavatan Partisi gibi sönüp gidecek, eriyecek, yok olacak bir parti olmak dışında şansı yok.

Anladığım kadarıyla AK Parti'nin içinden Erdoğan'a halef olarak çıkacak kişilerle alakalı da çok sert bir çatışma var. Bu Kıbrıs'la ilgili şey onunla alakalı diyorlar anladığım kadarıyla. Anavatan Partisi'nde Özal'dan sonra Mesut Yılmaz'ın geliş sürecini, Milliyetçi Hareket Partisi'nde Türkeş'ten sonra Devlet Bahçeli'nin geliş sürecini, Refah Partisi'nden sonra Has Parti'nin Numan Kurtulmuş'un ortaya çıkışını düşünürseniz, Türkiye'nin doğası, prensipleri AK Parti içinde de bu tür bir çatışmanın olacağını öngörebiliriz. Muhtemeldir ki bu çatışmaların halkta karşılığı yok ama yeni bir liderlik doğuşu için bunun olması gerekiyor.

- Adalet Kalkınma Partisi içinde, Erdoğan sonrası için bir kavga, bir çatışma potansiyeli görüyorsunuz yani.

Bu potansiyel var ve yeni bir liderliğin doğuş sürecinde parti paramparça da olabilir. Yeni lidere bağlı. Mesela Hakan Fidan’ın adı geçiyor. Hakan Fidan başarılı bir bürokrat, diplomasiyi biliyor, uyguluyor falan ama siyasi olarak toparlayıcı etkisi olabileceğini sanmıyorum.

“Ekonomi erken seçim kararı alındığı anda rahatlar”

- Yine bir toparlama yapayım. Size göre şu aşamada Erdoğan bir sonraki seçime girme konusundaki ısrarını koruyacak ama seçime çok daha erken gitmeye ikna olacak. Yani 2027 senesinin sonuna kadar bekletemeyecek.

Mecbur olduğunu düşünüyorum. İçinde bulunduğu şartlar itibarıyla başka bir seçeneği olmadığını düşünüyorum. Bugün sizinle detaylı üzerinde durmadığımız temel parametre ekonomi. Ekonomi siyaseti belirliyor, bu kuralın hiç istisnası yoktur. Türkiye erken seçim kararı aldığı anda ekonomi rahatlar. Bu da bilinen bir şey. CDS puanı düşer, faiz düşer, toplumda yeniden enflasyonun düşeceğine dair bir umut belirir. O umut enflasyonu biraz düşürür. Bugün ekonominin sırtında çok ağır bir yüke dönüşmüş bir iktidar var. Erken seçimi asıl zorunlu kılan da bu.

“İmamoğlu her koşulda CHP’nin gerçek lideri olarak kalır, Erdoğan’ın 2003’te Meclis’e nasıl girdiğini hatırlayın”

- Ve bu arada da -yine yazılarınıza referansla söyleyeceğim- çözüm sürecinden İmamoğlu'nun özgürlüğüne kavuşması çıkar.

Başka türlüsü mümkün değil. İmamoğlu'nun içeride olduğu bir çözüm süreci olmaz. Türkiye'de cumhurbaşkanlığı adaylığını ilan etmiş, bu konuda belirli bir ikna ediciliği olan birinin içeride tutulduğu anti demokratik bir ortamla çözüm süreci yürümez.

- Yalnız mevcut durumda İmamoğlu sadece tutuklu değil, diploması da iptal. Sadece serbest bırakılması da yetmiyor cumhurbaşkanlığı adaylığı için.

Erdoğan'ın 2003'te nasıl Meclis'e girdiğini hatırlarsanız… Ben bugün Cumhuriyet Halk Partisi'nin sandalyeyi aday koysa kazanacak duruma geldiğini düşünüyorum. Yani İmamoğlu konusunda da emanetçi olur, parlamenter sisteme geçiş takvimine bağlı yeni bir isimlendirme olur falan filan ama mutlaka bir çözüm bulunur. Fakat İmamoğlu Cumhuriyet Halk Partisi'nin gerçek lideri olarak kalır. Belki ilk aşamada cumhurbaşkanı olamayabilir ama gerçek lideri olarak kalır.

 

 

 

 

20 Nisan 2025 Pazar

‘Hukuk tanımaz’lığımızın kaynağı Prof. Dr. İlhami Güler-20/04/2025

“Türkiye, böyle devam edemez. Rüştüne erip, adam gibi ‘Hukuk’ yapmasını ve ona uymasını öğrenmek zorundadır. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde ‘Hukuk’ yapmayı öğrenmeye başlamıştık. Araya ‘Devrim-Düşmanlık’ girdi. Son yirmi küsur senedir de bunun rövanşı alınıyor. Yeter artık. Herkesin aklını başına toplama ve medeni bir toplum kurma sorumluluğu ile karşı karşıyayız.”

1-TANIM-TEORİ

İlahi dinin temel kaygısı, Allah’ın sıfatı olan “Hakk” ın yani ahlakın insanlar arasında tahakkukudur, hakkaniyet ve hukuktur. Tanrı, hukukta yatar ve ona yaslanır. Allah’ın ve insanların düşmanı olan Şeytan ise, daha ziyade siyasette yatar ve ona yaslanır(Tağut). Kur’an’ın tanımlaması ile “Emanet” (4/58)ve “Emr”(42/38); Aristo’nun tanımlaması ile de “Pratik Ahlak” olarak siyaset, toplumun güvenliğini(emniyet) refahını(iktisat) ve huzurunu(adalet) sağlamaktır. Siyaset, şeytanlık olarak, öteki insanlara, toplumlara, devletlere karşı “Tuzak Kurmak” değil; kurulan “Tuzakları Bozmak” ve boşa çıkarmaktır. Allah da, aynı şeyi yapar(3/54, 8/30,13/42…). Sünnilik, “İlm-i Siyaset” kavramı ile siyaseti, - Hz. Ali’nin tersine- “Pratik Ahlak” olarak değil; “Tuzak Kurmak” olarak kodlamıştır.

Hukuk, toplumdaki bireylerin bireysel onur, özgürlük ve özel mülkiyet gibi “İnsan haklarının” kollektif organizasyonudur. İnsanlığın yazılı hukuka ve bunu uygulayacak kamusal bir güce(Devlet) ihtiyaç duymasının nedeni, doğasında olan zorbalık ve gasp eğilimlerini, bireysel vicdanın yani dinin/ahlakın da önleyememe ihtimalidir. İnsanlık tarihi, bunun şahididir. Diğer taraftan yazılı “Kanun” da, hukukun/adaletin tecellisi/tezahürü olmaya bilir. Muktedirler, soygun/gasp ve zorbalık/zulmü de, “Yasal” hale getirilebilirler. Yasa, çalınan minarenin(cesarete bak!) “kılıfı” , zorbalığın kadife giydirilmiş “sopası”, çobanın “köpeği” olabilir. Hukukun böyle olmaması için yani insafın, hakkaniyetin ve adaletin tecellisi(mizanı-mihengi-mısdakı) olması için, bireylerin ortak menfaatine/maslahatına ve toplumun maşeri vicdanına dayanması ve ondan onay alması, saygı uyandırması gerekir.

2-TARİH: FETVA

Kanunları, imparatorluk dönemlerinde genellikle kırallar, padişahlar, sultanlar, halifeler ve vezirler ihdas ederdi. Hammurabi Kanunları, Roma Hukuku, Osmanlı Kanunnameleri…gibi. Fransız Devriminden sonra, Hukuk yapımı, parlamentoya veya ilmi/uzman heyetlere devredildi. Osmanlıda üretilen “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye”, “Hukuk-i Aile Kararnamesi”, “Arazi Kanunnamesi” ve “Kanuni Esasi”, bu tarzda yapılan “Hukuki” düzenlemelerdir. İslam tarihinde İmam Malik’in derlemiş olduğu ve Medinelilerin uygulamalarını içeren “el-Muvatta” adlı eserini Abbasi Halifeleri Ebu Cafer El-Mansur, Mehdi Billah ve Harunurreşid, ülke topraklarında herkesi bağlayacak bir hukuk kodu yapma taleplerine, müellif karşı çıkmıştır. Gerekçesi ise, bireysel ve yerel olan hükümlerin umumileştirilmesinin, herkes için“Hukuk/Adalet” sağlama kapasitesinin zayıf olacağı ihtimali idi.

Filistin kökenli Amerikalı akadenisyen Wail Hallaq, “İmkânsız Devlet” adlı kitabında Ulemanın bireysel içtihatlarına ve “Fetva”larına dayanan Fıkh’ın, Ulus Devletler tarafından yürürlüğe konulan ve herkesi bağlayan kamu “Hukuk”undan daha ahlaki ve özgürlükçü olduğunu savunmuştur. Benzer bir görüşü Alman düşünür Jürgen Habermas, “İletişimsel Eylem” teorisi ile savunduğu bilinmektedir.

Bu yaklaşım, bir yanı ile doğru; diğer yanı ile büyük tehlikeler barındırmaktadır. Şöyle ki, Yasanın/kuralın, bütün tekil durumları bünyesine alamaması açısından; her tekil durumun hükmünün/yargısının tekil olması gerektiği açısından hakkaniyete/hukuka, adalet idesine/ilkesine uygundur. Ancak, “Fetva” nın, onu verenin sübjektif vicdanına dayanması ihtimali ile birlikte; içgüdülerine, hevasına, arzusuna, korkusuna, çıkarına, içgüdülerine ve güç istencinden kaynaklanması ihtimali açısından da, son derece tehlikelidir. Fetva’nın etkilediği kişi sayısı arttıkça, risk de artmaktadır. Oysa kural/yasa/kanun tecrübelerden, tekrardan süzülerek geldiği için, yanlış olma ihtimali daha zayıftır. Mecelle’de “Örf”ün, “Kanun” gücünde sayılmasının esprisi budur. Umumi olan yasanın yukarda bahsedilen riskini telafi etmek için, Hukuk Devletlerinde Hâkimlere tekil durumun kural ile ilişkisini “Yorumlama/Nesâfet Yetkisi” verilmiştir. Adalet idesi, eşitlik ile farkın/tekilliğin yerini ve dengesini kurma/bulma sanatı/meziyeti/hüneri ve becerisidir. İslam toplumlarında herkesi bağlayan yazılı hukukun olmaması, yani sürekli “Fetva”nın egemen olması, pratikte(ahlak-hukuk-siyaset) “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye”nin yaygınlaşmasını doğurmuştur.

Avrupa’nın geliştirmiş olduğu “Kuvvetler(Yasama-Yürütme-Yargı) Ayrılığı” ilkesi, hukuk ve adalet idesi açısından son derece önemlidir. Bunun gerekçesi, bünyesinde şeytanlık(güç istenci/istiğna) barındıran siyasetin şerrinden, bünyesinde Rahmanilik barındıran hukuku korumaktır. Bu ilke, -dinden veya ahlaktan değil- Batı’nın –ve insanlığın- kanlı tarihinden süzülerek elde edilmiştir ve evrenseldir.

Türkiye toplumu, Saltanat rejiminden Cumhuriyet rejimine toplumsal konsensüs ile değil; zor/devrim ile geçmiştir. Yeni devletin 1924 deki “Anayasa” sı, Meclis tarafından yapılmıştır. Ancak Devrimciler, bu Anayasayı ilga ederek, kendileri yeni bir Anayasa yapmış ve Avrupa devletlerinden Ceza, Miras, Medeni, Borçlar….hukuku iktibas etmişlerdir. Bu durum, muhafazkârlarda bir içerleme-uçuklama yaratmıştır. Devrimciler, bir yandan Batıyı taklit etmeye çalışırken; diğer taraftan da hukuk/anayasa tanımazlıkları, “Darbe”lerle cumhuriyet tarihinde devam etmiştir.

Şimdilerde, 2000lerden sonra tedrici olarak iktidarlarını pekiştiren muhafazakârların ise, hukuk tanımazlıklarının iki farklı kaynağı/saiki mevcuttur: Birincisi, yakın tarih ve rövanş tutkusu/duygusu; ikincisi ise, “Fetva” genetiğidir. Yani “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye”.

3-SONUÇ

Türkiye, böyle devam edemez. Rüştüne erip, adam gibi “Hukuk” yapmasını ve ona uymasını öğrenmek zorundadır. Hukuk tanımamak veya sahtekârlıkla etrafını dönmek/dolanmak, maharet/marifet/meziyet değildir. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde “Hukuk” yapmayı öğrenmeye başlamıştık. Araya “Devrim-Düşmanlık” girdi. Son yirmi küsur senedir de bunun rövanşı alınıyor. Yeter artık. Herkesin aklını başına toplama ve medeni bir toplum kurma sorumluluğu ile karşı karşıyayız. Ya bunu yaparız; ya da boğuşmaya-dalaşmaya devam ederiz. Niye devam ediyoruz? Biz, it oğlu it miyiz?