1- TARİHSEL-TEOLOJİK NEDENLER
Sünnîlik, teolojik olarak oluşurken,
Haricîlik ve Mu’tezile imanı amel ile birlikte “Müslüman” olmanın kurucu şartı
olarak bir kimlik tanımı şeklinde ileri sürdüklerinde; bunu reddederek,
”tasdik/inanç”in (“İman”değil), “mümin” ve “müslim” olmak için yeterli olduğunu
kabul etti. (“lailahe illelah” diyen, cennete girer). Ahlak/amel, olsa da olur;
olmasa da olur; olursa, “semere/meyve” olarak daha iyi/tatlı olur. Bu tutum,
ahlak alanında gevşek/light bir kimlik teknolojisinin oluşmasına sebebiyet
verdi. İkinci olarak Sünnîlik, tasdiki/inancı, “iman” olarak yorumladı. Bunu da
“Amentü” olarak kodladı. Oysa, inanç ve iman, ayrı ayrı muhtevalardır. Kur’an,
Bedevilerin, kesin tasdiklerini (teslimiyet), “iman” olarak kabul etmedi:
“Bedeviler, “iman ettik” dediler. De ki: ”Hayır, henüz iman etmediniz; “teslim
olduk/tasdik ettik” deyin. İman, henüz kalplerinize yerleşmedi.” (49/14). İman,
Allah ile duygusal değerlilik yaşantıları olan huşu (saygı), haşyet (korku),
güven, muhabbet ve umut’a (“havfen/korku ve tamaan/umut”- “rağaben/rağbet ve
raheben/kaygı”) dayanan canlı bir ilişkidir. Oysa “inanç”ın bu nitelikleri
yoktur. İnanç değişmez; genellikle amel doğurmaz; doğursa da, doğruluğu
tesadüfidir; soğuk su veya donmuş buz gibidir. İtikat, cenazeye; iman, canlı
insana benzer. iman değişir: artar-eksilir; sıcak ve kaynar su gibidir, hareket
(amel) doğurur; barometre gibidir: tavan yapar-taban yapar. İman, zorunlu
olarak amel doğurur: “Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz”, “Küpün içinde ne
varsa, dışına o sızar.”: “İman edenler,…Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla
cihat edenlerdir; ancak onlar, imanlarını doğrulayanlardır.” (49/15).
“İnsanlar, (amel ile) denenmeden, “inandık” diyerek bırakılacaklarını mı
sanıyorlar?” (29/2).
Sünnîlik, ibadetleri (Namaz, Oruç, Hac,
Zekât), kelime-i şehadet ile birlikte “kimlik teknolojisi” olarak İslam’ın “Beş
Şartı” olarak kodladı. Kur’an’da değinilen sınırlı sayıdaki “Haram”ları (faiz,
zina, içki, adam öldürme, hırsızlık…) da ekleyerek “32-54-Farz” olarak kodlayıp
“İlmihal” dindarlığı tamamlanmış oldu. Domuz etinin haram, her türlü haltın
yenebildiği; vicdansızlık değil, sadece “içki, bütün kötülüklerin anasıdır”
olduğu bir dindarlık gelişti.
Böylece Kur’an’ın baştan sona kadar mümin
bireyin her bir tekil ilişkide, her an vicdanının diri tutmak için çabaladığı
“Takva” ya ve düşünmeye (tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, temmül,
tabbur….) çağrı/teşvik, iptal edilmiş oldu. Yani canlı iman ve diri vicdana
–büyük ölçüde- ihtiyaç kalmadı. Oysa Kur’an, baştan sona kadar insan vicdanının
(kalp/fuad, fıtrat, lübb) ölüm, körelme, sağırlaşma, kararma, mühürlenme,
taşlaşma, katılaşma, paslanma, hastalanma…ile karşı karşıya olduğunu dile
getirir. Örneğin: ”İman edenlerin, Allah’ı anmak ve ondan inen hakikate karşı
kalplerinin saygı ile ürpermesi gerekmez mi? Müminler, daha önce kendilerine
kitap verilip de –aradan uzun zaman geçince- kalpleri katılaşan
(Yahudiler-Hristiyanlar) gibi olmasınlar. Onların birçoğu, fasık kimselerdir.”
(57/16). Şu andaki “Müslüman” ların çoğunluğunun, burada tasvir edilen Yahudi
ve Hristiyanlardan bir farkı var mı?
Kur’an’ın baştan sona kadar
“Mümin/Müslim”in karakteri (Kimlik teknolojisi) olarak vurguladığı “Takva”
konusunda Fazlurrahman şöyle diyor: “Takva kavramı ile ima edilen bu kendini
inceleme/nefis muhasebesi, hiçbir zaman, kendini her şeyden masun görme anlamına
gelmez. Tam aksine; takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan,
davranışlarını düzenlemek için, kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde
nefis muhasebesine çekse de hiçbir zaman “doğruyu/hakikati” seçtiği hususunda
garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi, tek başına yeterli olsaydı,
“Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “Aşkın (Allah-İG)”a ihtiyaç kalmazdı.
Fakat biz, insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olduğunu biliyoruz. İşte
“Takva”, bu “Aşkın(Allah)ın yardımına işaret eder. Zira, onun ima ettiği şey,
her ne kadar seçim bizim, fiil de bizim olsa da; bizim yapıp etmelerimizin
hakkındaki nihai ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın
yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: Adil Çiftçi. Ank.1997.
s. 14)
Türkiye’deki mukallit muhafazakârların bir
kısmı, N. Fazıl’ın: “Sakarya: Saf çocuğu, masum Anadolu’nun” dediği kabilden
“ilmihal Müslümanlığı” nı sürdüren insanlardır. Bir kısmı, seçimlerde oyunu
“sosyal yardım” karşılığı siyasetçilere satan “Köylü Kurnazlığı” nı benimsemiş
olanlardır. Bir kısmı tarikat-cemaat, vakıf-dernek aracılığı ile “kamu” dan
menfaat tırtıklayan, Allah’ı ve halkı kandırmaya çalışan “uyanık” tiplerdir. Az
bir kısmı (sayılarının ne kadar olduğunu bilmiyorum; ama, az oldukları kesin)
siyasette ve bürokraside “Hz. Ömer Adaleti” kaygısı ile hareket edenlerdir.
Büyük bir kısmı da (kahir ekseriyet) siyasette ve bürokraside “Çakal” tabiatlı
olanlardır. Vicdanı diri olan varsa, kendinin hangi kesimden olduğunu bilir.
2- KÜRESEL-KÜLTÜREL
(ZEİT-GEİST/ÇAĞIN RUHU) NEDENLER
Sahici anlamda din (iman-vicdan), insan
Tanrı’nın başta Yaratma olmak üzere, sıfatlarının tecelligâhı olan Tabiat
(Ayetler) içinde yaşarken gerçekleşir. Bütün dinler, Modern makine ve dijital
Teknoloji öncesinde doğmuşlardır. Modern Teknolojinin küreselleşmesi ile de
Tanrı’nın evinden kendi yaptığımız eve (Tekno-city) taşınma ile de sönümlenmeye
başlamışlardır. Tanrı’nın teknolojisinden Modern Batı insanının yaratmış olduğu
teknolojiye geçiş ile oldu bu durum: “Tanrı, merkebi yaratmıştı; Almanlar,
Mercedes’i”. Teknolojik araçlar, her zaman vardı. İnsanın işlerini, yaşamını
kolaylaştıran birer “araç/aparat” olarak vardı. Ancak, modern teknolojinin
tabiatı bir başkadır.
Artık teknolojinin özü, Max Weber ve
Habermas’ın iddia ettikleri gibi, nesnelerin “rasyonel kontrol yeterliliği ve
verimliliği” değil; Heidegger’in iddia ettiği gibi, Tekniğin özü, “teknik” bir
şey değil; “metafizik” bir şeydir. Günümüz Batı kültürünün, Nietzscheci
“Onto-teoloji”ye –düşünülmemiş- bağlılığı olarak teknoloji, Nietzsche’nin
metafizik/teolojik olarak “Güç Tutkusu (will to power) ve Tutkuya
Tutku/istemeyi istemesi (will to will); ontoloji olarak da, “-kendimiz dahil
(“İnsan kaynakları”)-, ilişkili olduğumuz entitelerin tümünü, doğaları gereği
anlamsız “Bestand” yani optimize edilmeyi, düzenlenmeyi, maximal randımana
kavuşturulmayı bekleyen pür “kaynaklar (rezerv/stok)” olarak anlamaya ve bu
tarzda ele almaya teşvik eden şeyin, tam da entitelerin varlığının bu ontolojik
indirgemeci kavranışı olmasıdır.” (Ian D.Thomson. Heidegger-Ontoteoloji. çev:
H. Arslan. İst. 2012. s 75). Bu dünya görüşü/bakış açısına göre: “Varlık,
önceden hesaplanabilir olandan başka bir şey değildir. Varlığı teknolojik olarak
kavrayışımız, bir “hesaplayıcı düşünme tarzı” üretiyor. Entiteleri, çift
değerli (O-1) programlanabilir (dijital) enformasyona indirgeyerek, bütün
niteliksel ilişkileri niceliksel ilişkilere, internetteki pür dolaşım ağına
girmeye hazır dijital verilere dönüştüren bir düşünme tarzı.” (Thomson, a.g.e.
s 94). Bu, Heidegger’in teknolojinin özü/doğası olarak “Gestell (Çerçeveleme)”
dediği şeydir. “Heidegger, bu çerçevelemenin, bir çifte unutmaya yol açtığını
ve bunları takviye edeceğini düşünür: 1-Kendimize özgü dünya ifşa etme
kapasitemize ilişkin yeteneğimizi yitireceğimizi; ve 2-Bu yüzden, herhangi bir
şeyi unutmuş olduğumuzu da unutacağımızı düşünür…Sözün gelişi, entitelerin
“kendilerinde mündemiç anlamları” bulunduğu fikri, miadını doldurmuş bir “mit”
gibi görünmeye başlayabilir… (Thomson, a.g.e. s. 96-97). Örneğin: Kur’an’ın
“Tekvini Ayet” veya “Nimet” dediği şeyin “Doğa Yasası”na ve “Madde”ye
dönüştürülmesi.
Güney Kore kökenli Alman düşünür Byung
Chul Han, teknolojinin bu “çerçeveleme”sinin modern insandaki-toplumdaki
semptomlarını gözlemler: ”Big data (Yapay Zekâ)” bile, içinde çok az “bilgi”
barındırır. A gerçekleştiğinde, B nin de gerçekleşeceğini söyler. Ancak, bunun
neden (ve niçin-İG) böyle olduğunu bilmez. Korelasyon, nedensellik ilişkisinin,
yani neden ile sonuç arasındaki ilişkinin aslını anlama yeteneğine bile sahip
olmayan, en ilkel bir bilgi biçimidir. O, basitçe, “bu, böyledir” der.” (Byung
Chul Han, Ötekini Kovmak. Çev: M. Özdemir. İst.2023. s 10). ”Platon’un (ve
Monoteist dinlerin-İG) “Hakikat” dünyasına karşıt olarak, günümüz “Şeffaflık
Toplumu”, içinde metafizik bir gerilim barındıran o “ilahi ışık” tan yoksundur.
Şeffaflıkta “Aşkınlık” yoktur. Şeffaflık toplumu, ışık (aydınlanma-nur) olmadan
içini gösterir. Aşkın bir kaynaktan çıkan o ışık ile aydınlanmaz. Aydınlatan
bir ışık kaynağı değildir şeffaflığı sağlayan. Şeffaflığın ortamı aydınlanma
değil; her şeyin içinden geçen ve her şeyin içini görünür kılan ışıksız bir
ışımadır. Bu ışınım, ışığın (aydınlanma-nur) aksine, müdahaleci ve delicidir.”
(B.C.H, Şeffaflık Toplumu. Çev: H. Barışcan. İst. 2022. s 59). ”(Geleneksel)
İtaat öznesi ve disiplin öznesi, karşısında daima “öteki”ni bilirdi. Bu, bazen
Tanrı; bazen hükümdar; bazen de vicdanıydı. Yalnız baskı ve ceza değil; ödül
de, dışarıdaki merciden gelirdi. Buna karşın, günümüzde “başarıya ve
performansa” odaklı toplumun öznesi, narsistik bir kendine yöneliklik damga
vurmaktadır. “Öteki” inden ödül alamadığı için, hep daha fazla başarı, daha
fazla üretim elde etmek zorunda hissetmektedir kendini. Ötekinin olumsuzluğu,
rekabet ilişkisine de içkindir. Ama geç modern öznede bu olumsuzluk bulunmaz.
Çünkü son kertede kendi kendisi ile rekabet içindedir. Hep kendini aşmaya
odaklanır. Böylece ortaya ölümcül bir yarış çıkar. Bir gün düşüp kalana kadar
kendi etrafında döner.” (B.C.H, Şiddetin Topolojisi, çev: Dilek Zaptçıoğlu.
İst. 2021. S 55)
3- SONUÇ
Hasılı, günümüz Türkiye’sinde
“Müslümanlık”, özünü düşünme ve diri bir vicdanın oluşturduğu iman ve takva
(salih amel/ahlak) değil; ezberlenmiş, itikat haline getirilmiş, alışkanlık
olmuş, gelenekselleşmiş bazı davranış kalıplarını, ritüelleri, tutumları,
tavırları, totem ve tabu benzeri şeyleri ifade ediyor. Daha da önemlisi, bu
insanlar, yukarda tasvir ettiğimiz küresel-kültürel bir atmosferin, iklimin,
coğrafyanın (çölün) içinde yaşıyorlar.
Arabistan çölünde “İslam”
vahasını/yeşilliğini yaratan Kur’an, yukarda tasvir etmeye çalıştığımız küresel
çölleşme etkisinde bulunan ülkemizde yeni bir vahanın oluşmasına sebebiyet
verebilir mi? Zor. Yedinci yüz yılda “çöl” lokaldi ve cağrafî idi; günümüzde
ise, Nietzsche’nin haber verdiği gibi (“Çöl, büyüyor; vay haline, çölü
görmezden gelenlerin.”) çölleşme, kültürel ve küreselleşti. Artık
düşünemediğimizi dahi düşünemiyoruz ama, Tanrı’dan da insandan da umut
kesilmez. Kur’an: “Sabah, yakın değil mi?” (11/81) demişti. Alman şairi
Hölderlin ise: “Gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden az önceki andır.” dedi.
Tanrı, Meleklerle girdiği tartışmada, onların, insan cinsi hakkındaki olumsuz
kanaatlerini reddederek, zor bir işe/riske giriştiğini tâ baştan biliyordu
(2/30-32). İnsanlık olarak veya Müslümanlar olarak, bu güveni boşa çıkarma
hakkımız var mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.