Türkiye’de bugün birbirinden farklı dört dinî düşünce davası vardır:
1- Türkiye’de
sayıları son derece azınlıkta olan ancak, Arap dünyasında nispeten yaygın
olup(DAİŞ-SUUD), Kur’an ve Hadisleri
olduğu gibi mutlak kaynak olarak görüp diğer içtihatları reddeden “Selefîler”.
2- Nakşî-Hâlidi
Tasavvuf ile mezc olmuş Hanefi-Maturidi “Sünnîlik”.
3- Kur’an’ı
“evrensel/mutlak” olarak görüp, diğer kaynaklara karşı eleştirel olan
“Evrenselciler.”
4-“Sabit Din Dinamik
Şeriatçılar” (Tarihselciler).
Birinci grup; Kur’an ve Hadis
metinlerini mutlaklaştırıp/mumyalayıp onlardan aklı, idraki, hikmeti,
gerekçeyi, illeti, vicdanı, izanı, maslahatı, zaruratı dışlayıp, bu
metinlerdeki hükümleri, bir kere ve bütün zamanlar için, herkese vazedilmiş
olarak donduranlardır. “Mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur” diyenlerdir.
İkinci gruptakiler; Kur’an ve Sünnet
ile birlikte ulemayı, meşayıhı, evliyayı, mehdileri, gavsları, kutupları,
ricalu’l-gaybı, evtadı, abdalı, babayı, dedeyi… Putlaştıranlardır. Buna “Türk
Müslümanlığı” da denir. Kadim dinimiz olan “Şamanizm” den bazı izler de
taşımaktadır. Caminin yanında Tekke’yi, Dergâh’ı, Mevlevîhâne’yi, Cemevi’ni
ibadet mekânına döndüren din anlayışıdır bu. Yatır-Türbe-Ziyaretgâh, Anıt Kabir
ve Evliya kültü. Anadolu’da bunun iki damarı vardır: 1-Ahmet Yesevî, Hacı
Bektaş-ı Velî, Yunus Emre. 2- Nakşî-Hâlidî ve Mevlevî kol. Sarayda/siyasette
İbn Arabi-İbn Sina-Razi-Fuzulî geleneği; esnaf tabakasında ikincisi etkin
olmuştur. Birinci damar, Sultan Yavuz’dan sonra budanmış ve kırsal
kesimlere-köylere sürülmüştür (Türkmen-Kızılbaş-Tahtacı-Alevi). Hâlidiyye, başından
beri siyaset ile iç içe olmuş ve bazen “darbe” teşebbüslerinde de bulunmuştur.
Pakistan ve Afganistandaki “Taliban”, bu grubun başka iyi bir prototipidir.
Türkiye’de de “Turkish Taliban” diyebileceğimiz tarikat, cemaat veya
vakıf-dernek şeklinde örgütlenmiş böyle gruplar –az da olsa- mevcuttur. Kürtler
arasında bir dönem örgütlenmiş olan“Hizbullah” grubu da böyleydi. Bunlardan bir
tanesi, kendini “Mehdî” olarak lanse ederek etrafına toplayıp beyinlerini
yıkadığı elemanları ile az daha 15 Temmuz’da Türkiye’yi batırıyordu. Bunların
siyasetteki “tek-adam”cılıkları “Saltanat/Hilafet”; günümüzde ise
“Lider/Karizma” olarak yansımaktadır.
Üçüncü gruptakiler; Selefîlerden
“Hadis”i dışlayarak ayrılırlar. Bunlara “OnlyKur’an”cılar, “Kur’an İslam’ı”,
“Kur’aniyyun” veya “Mealciler” de denir. Yalnız bunların Selefîler’den
ayrıldıkları bir husus daha vardır; o da, işlerine gelmeyen veya vicdanlarının
kabul etmediği Kur’an ahkâmını lügat veya gramer kuralları ile oynayarak
değiştirirler. Yani kıvırırlar. Örneğin, Nisa Suresi’ndeki “kadınlarınızı
dövün” (4/34) ibaresine(1400 sene boyunca böyle anlaşılmıştır) gönülleri razı
olmadığı için,“da-re-be” fiilinin lügatlerde bulunan otuz anlamından canlarının
istediğini verirler. Başka bir örnek, Maide Suresi’ndeki “Kadın ve erkek
hırsızların ellerini kesin” (5/38) ayetini yorumlamak için “ka-ta-a” fiilinin
anlamlarından istediklerini verirler. Bir tanesi, örneğin, ”bileklerini çizin”;
bir diğeri, “hırsızlıktan ellerini çektirin” anlamlarını vermişti. Hz. Aişe’nin
evlilik yaşını (9-11) büyütme çabaları da(17) bu minvaldendir. Bunların
komiklikleri çoktur.
Dördüncülere gelince;
bunlar(Tarihselciler), Kur’an ve Hadis ahkâmını “Sabit Din ve Dinamik Şeriat”
ilkesi ile yorumlarlar. Yani bütün peygamberlerin dini tektir, o da
İslam’dır(İman-İbadet, Ahlak).Ancak, Şeriatları(ahkâmı) “Ezmanıntağayyuru
iletağayyur eder(Nesh).” Sabit din hükümleri, ister ayet ister hadis olsun,
fark etmez; evrenseldir. Allah da, Peygamber de, Ulema da “hüküm/şeriat” koyma
hakkına(Şari’) sahiptir. Bu hükümler, evrensel olan İslam’ın yani
İman(Allah-Ahiret) ve salih amelin(adalet-merhamet) doğrultusunda konulur ve
şartların değişmesi ile de “nesh” olunur.
Neshi/tağayyuru/tarihselciliği doğuran saik, insan vicdanının tekâmül
etmesi veya bilincinin gelişmesi ile birlikte, toplumsal yapıların-ilişkilerin
değişmesidir. Bunlara “Rey Ehli” denir. Mutezile, Hanefîlik, Mâtürîdîlik ve
kısmen Mâlikîlik, mantık itibari ile “Dinamik Şeriatçılar”a yakın durur. Ben,
bunlara 657 sayılı yasaya bağlı “memur” ehlinin(Hadis Ehli) karşıtı olarak,
“Ticaret Ehli” (risk alma anlamında) diyorum. Diğer bir deyimle, merkeze
“kablo/telefon” (nass/ayet-hadis) ile bağlı olanların ötesinde olarak, nassı
dinleyip dikkate alarak merkeze “tel-siz” ile(vicdan-istihsan-içtihat-tecdit)
bağlananlar diyorum. Başka bir benzetme ile bunlar, çocuklar gibi “söz tutma”,
“sözden çıkmama” gibi çocuk ehli değil; sözü dinleme ile birlikte, sözün
gösterdiği yol(u) tutma, yol vurma, yol yapma, yoldan çıkmama, yolsuzluk
yapmama ile sorumlu erişkin/yetişkin ehlidir. Gerçek evrenselciler bunlardır.
Bunlar, Allah’ın hüküm değiştirmedeki (şeriat-nesh) esprisini kavramaya
çalışarak, aynı espri ile hükümleri tecdit etmeye/update
etmeye/yenilemeye/yorumlamaya çalışırlar. Bunlar, dogmatik/taklitçi
değildirler. İki temel kural tanırlar: 1-Hasbî olmak, 2-
Muhasibî/kritik/eleştirel(kül yutmama, tetikte olma, uykusuz olma) olmak.
Yanlış da yapsalar, -Allah’ua’lem- benim kanaatim, Allah, bunlara bir sevap
verir.
Dînî aktı, düşünce-duygu ve davranış
bütünlüğü(iman ve salih amel) olarak anlayan bu yaklaşım; Kelam disiplininin
kılı kırk yaran akılcılığını eleştirdiği gibi, Fukaha’nın “Hile-i Şer’iyye” ve
“Kitabına Uydurma”ya varan ahlaktan kopmuş kuru şekilciliğini; Tasavvufun
duyguda boğulan (zühd, fena, istiğrak, aşk, vahdet, ittisal, hulul…) dünyasını
da eleştirir ve dini epistemolojinin Kur’anî anlamı ile “Tafakkuh-Takva” etrafında yeniden oluşturulmasını talep eder.
Yani bunlar, C.G.Jung’u deyimi ile insan ruhunun dört
işlevini(duyu-duygu-düşünce ve sezgi) birlikte kabul ederler. Birine öncelik
vermezler. Kur’an’daki kalp, fuad ve lübb kavramları, bu bütünlüğü ifade eder.
Bunlar, Kur’an hitabının canlı Araplara
olduğunu, onun -Hz. Nuh’tan Hz. Muhammed’e kadar değişmeyen evrensel “İslam/din
mesajının(dinu’l-kayyime-fıtratullah/sünnetullah)- diğer toplumlara
iletilmesinin/tebliğ edilmesinin sorumluluğunun Araplara yüklendiğini ifade
ederken(2/143; 3/62,110; 6/19); diğer
grupların hepsi, Allah’ın sanki uzayda durup kıyamete kadar yeryüzüne gelecek
olan bütün insanlara(YâEyyühennas!) hitap ettiği, yani söz temsili: “Kızım sana
söylüyorum; gelinim, sen işit.” tarzında olduğu inancı ile “kendi kendilerine
gelin-güveyi olurlar.” Oysa ancak çocuklar, köleler ve askerler için sorumluluk
“sözlü” hitaptan doğar. Yetişkinler için sorumluluk hitaptan değil; yazılı veya
sözlü ihbardan(haber almadan) ve idrâkten doğar.
Birincilerin kaynakları Kur’an ve
Sünnettir. İkincilerin kaynakları, “Edille-i Şer’iyye/Edille-i
Erbaa(Kitap-Sünnet-İcma-Kıyas)” ile birlikte “İlham/Bâtın/”dır. Üçüncülerin
kaynağı Kurân ve akıldır. Dördüncülerin kaynakları Edille-i Şeriyye’dir, ancak
dördüncüsü “Kıyas” değil; istihsan, istıslah, mesalih-i mürsele, istishap,
delil ve sezgidir. Yani onlar, Kur’an’ı “ Kelâm-ı Kadîm” olarak veya Hadis’i de
ona benzer vahiy olarak, diğer deyim ile aklın “alternatifi” olarak görme
yerine; vahyi, Allah’ın insan aklı-vicdanı, insan dili ve insan aracılığı ile
insana hitabı; hadisleri de, Hz. Muhammedin kendi içtihatları olarak görürler.
Siyaset alanında, birinciler dogmatik
oldukları için totaliter örgüt yapıları kurarlar. Kişi kültü olmayıp “Nass
Kültü” olduğu için, Hariciler’de, Suud’da ve DAİŞ’te olduğu gibi, örgütün
dogmatik mutlak yorumuna/hakikatine karşı gelen herkesi şiddetle cezalandırırlar.
Terör, iç-savaş, totalitarizm, din sömürüsü bu yorumun doğal sonucudur.
İkincilerin siyasal muhayyilesi “kişi kültü”dür. Mutlak dini hakikat bir
kişide(imam-mehdi-veli-şeyh… tezahür veya tecelli eder. Siyasette ise,
saltanat/hilafet olarak aktualleşti. Günümüzde de benzer şekilde lider,
karizma, başbuğ, mehdi, şeyh(Şamil)… şekillerinde aktelleşmektedir. Üçüncüler
(Evrensel Kur’ancılar) ve dördüncüler(Dinamik Şeriatçılar), “Şûra” ilkesi ile
birlikte demokrasiye yakın dururlar. Çünkü şûra, kamusal/politik sorunların
ortak sorumluluk/ortak akıl ile kurumsal çözümüdür. Üçüncüler “laik” oldukları
halde dördüncüler, ayrıca siyaset, iktisat ve hukuk alanlarını din davasının
içinde ve onun ayrılmaz bir parçası olarak görürler. Din-siyaset ilişkisinde tarih
boyu ortaya çıkan din istismarı, iç-savaş ve totalitarizmden kaçınmak için de
bu alanlardaki dilin –Allah’da/Kur’an ve Hz. Muhammed’de/Hadis olduğu gibi-
“aklî-ahlâkî-vicdânî” olmasını savunurlar. Din diline (Allah-Hz.
Muhammed-Kur’an-Şeriat-İslam…)başvurulmaması gerektiğini ileri sürüp; siyaseti
Rahmaniyyetin bir tecellisi olarak her dinden ve ırktan insana karşı eşit ve
adil bir mesafede durulmasını önerirler(Rahmani siyaset-Rahmani laiklik).
Çünkü, Tanrı’ya izafeten mutlak hakikatin temellük edildiği inancı(temsil),
zorunlu olarak şiddeti doğurmaktadır. Oysa, diyalojik-hermenötik(içtihat) bir
gönüllü icma çabası, siyasette şiddeti azaltmanın yegâne yoludur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.