23 Mart 2024 Cumartesi

Çeyrek yüzyıl içinde neler oldu? Prof. Dr. Sami Selçuk-23/03/2024

Yargıtay Başkanlığında üç yıl kalacak, dolayısıyla üç yargılama yılı konuşması yapacaktım. Öyleyse genelden özele yürüyen bu konuşmanın ilki devlet düzeni üzerinde, yani bir bakıma Cumhuriyetin kurucu felsefesine, Batıda gelişen “gün ışığında demokrasi” (openair democracy, démocratie à ciel ouvert, democrazia all’aria aperta) anlayışına ağırlık veren bir konuşma olmalıydı. Nitekim öyle de olmuş ve konuşmamı bundan tam çeyrek yüzyıl önce aşağıdaki dileklerle bitirmiştim.

“İşte, önümüzde dokunduğu her şeyi bilim testinden geçirerek akılcılığa dönüştürebilen ve kendisini durmadan yenileyerek kültür genlerine içselleştirdiği çağla aynı dalga boyunu yakalayabilen pırıl pırıl bir Atatürkçü görüş.

İşte, önümüzde ilke ve boyutları, marangozun budaksız ağaçta kayan rendesi gibi, iyi işletildiğinde, barışın, gelişmenin, açmazları aşmanın altın anahtarlarını cömertçe sunan; ancak bunların bir tanesinde bile sapma olduğunda, bağışlamayıp sürçen ve, bütün sistemi bunalıma sürükleme pahasına, çözüm anahtarlarını inanılmaz bir kıskançlıkla geri alan görkemli ve çağcıl demokrasi.

Nihayet işte, doğruları, yanlışları, esin kaynakları ve sorunlarıyla kara sevdamız Türkiye, bizim Türkiye’miz.

Tercih sizlerindir.

Ben, Türk halkının “güzeli ağlatan, çirkini söyleten” bir halk olmadığına inanmış hukukçularından biriyim.

Bu yüzden sadece ondaki titreşimleri ve bilimi gözeterek doğruları dile getirmeye çalıştım, çalışıyorum.

Çünkü bağımsız bir hukukçunun bu ahlaki görevi yerine getirmesi gerekirdi.

Ve ben bu görevi, yabancı sözcüklerle kuşatılmış, başkenti bile sokaklarına dek istilaya yeltenen “Türkgilizce”yle değil, vurgun olduğum, ses bayrağım anadilim Türkçe’nin yalınlığıyla, içtenliğiyle yazıp konuşarak sizlerin, Türk halkının önünde konuşmuş ve görevimi yerine getirmiş bulunuyorum.

Kısaca şu anda, birey, yurttaş, hukukçu olarak ve bütün sorumluluğu üstlenerek tercihlerimi dile getirmiş bulunuyorum.

Özetle ben, içleri boşaltılmamış, sulandırılmamış küresel kavramlarla düşünen ve üreten; dünyanın kıyısında köşesinde değil, odağında yer alan; tarihe maruz kalan değil, tarih yapan, çağın ruhuna denk düşen bir Türkiye istiyorum.

Uygar yüzlü, ışıyan Atatürk’ü ve sonluluk değil, sonsuzluk olan, 1930’lara mıhlanan değil, bilimin ışığında geleceğe gelecekler üreten Atatürkçü görüşü geri istiyorum.

Düşük yoğunluklu, yozlaşmış, büyük ağabeylerin vesayetindeki icazetli demokrasiyi reddediyor, ülkem için bunun tam tersini, yani eşit bireylerden oluşmuş özgür halkın, özgür halk tarafından, özgür halk için yönetimi anlamında çıtası en yüksek demokrasiyi istiyorum.

Demokrasinin yönettiği düşünceler ve inançlar Cumhuriyetimi geri istiyorum.

Hoşgörünün de ötesinde “öteki benim eşitim” diyen, birbirlerine meydan okuyarak saygı duyan, berikiler ile ötekilerin hak ve özgürlükleri çiğnendiğinde, kendilerinin hak ve özgürlükleri çiğnenmişçesine çiğneyenlere karşı çıkma ortak bilincini, akılcı eleştiri, tartışma, sorgulama, algılama kapılarını açık tutma yeteneklerini kazanmış özgür ve demokrat insanların yaşadığı demokratik bir cumhuriyet istiyorum.

Yaşamın ve barışın vazgeçilemez gerekçesi olarak, dokuları örselenmemiş, kendisini dengeleyen bir doğa; kılcal damarları çoğulculukla beslenen ve kendisini geliştiren bir toplum istiyorum.

Çoğulculuğun doğal sonucu olarak, din ve devletin karşılıklı bağımsızlığı ilkesine yaslanan, barışçı, kırılmalara uğramamış, özürsüz ve ödünsüz laikliği geri istiyorum.

Düşünceleri, inançları yasaklamayan, yalnızca barış içinde tartıştırıp yarıştıran, adalet imbiğinden geçmiş ve insanları özgürleştiren bir hukuk; böyle bir hukukun egemenliğinde, düşünce ve inançlara eşit uzaklıkta, karar süreçlerine kattığı halkına güvenen, yansız ve meşruluğunu hukuktan alan güçlü bir devlet istiyorum.

Böyle bir devletin; devletlerin özgür birey ve halk için olduğu anlayışını temel alan, insanların evrensel ahlak kodu sayılan hak ve özgürlükleri gerçekleştirmeyi kaygı edinen, gözeneklerine değin içselleştirdiği hukukun üstünlüğü omurgasıyla ayakta duran bir anayasa ile örgütlenmesini istiyorum.

Hukuku değil, devleti koruma kaygısıyla Memurin Muhakematı Kanunu gibi yasaların destekçisi sözde anayasa metinlerinin çağcıl bir ülkede yeri olmadığını özellikle ve yüksek sesle vurguluyorum.

Sığlaşan hukuktaki her yanlışın patlamaya hazır bir krater olduğu bilinciyle; her aileyi yargısallaştıran ve devleti bireyleri ile sürtüştüren çarpık hukuk uygulamasının ürettiği davalar yığınının fay hattındaki hukuk göçüğünden insanlarımızın kurtarılmasını, yazılı hukukun değiştirilmesini, “Dura dura bayatlayan adalet” (B. Brecht) yüzünden umudunu mafyaya bağlayanların “makûs talih”lerinin yenilmesini istiyorum.

Özlenen hukuku yaşama geçirmenin önkoşullarını yaratabilmek için, hukukun biricik yorumcusu ve sözcüsü yargılama erkinin öbür erklerden bütünüyle bağımsız olmasını, özellikle yürütmenin kuşatma harekâtını yarmasını; devleti ve demokrasiyi meşrulaştıran yargılama erkinin, gücünün yasama ve yürütme erkleriyle, güçleriyle maddi ve manevi bütün alanlarda eşit olmasını istiyorum.

Yargılama erkinin ivedi gereksinimlerinin kısa sürede karşılanmasını, 1966 New York Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinde (md. 14) bir insan hakkı olarak vurgulanan üst (ara) mahkemeye başvuru (istinaf) hakkının tanınmasını, böylelikle üst mahkemeleri, yargılama kolluğu, akademisi, binalarıyla halkın ve Türkiye’nin saygınlığına yaraşan yetkin bir adlî yargılama erki istiyorum.

Diyeceklerim şimdilik bunlardır.

Gösterdiğiniz ilgi ve sabra gönül borcumu öderken, önümüzdeki yıllarda demokrasinin utkusuyla taçlanmış, baskı ve terörden arınmış, barışa kavuşmuş bir Türkiye’de ve dünyada buluşmak umuduyla sizlere şükranlarımı, saygılarımı sunarım.”

Ondan sonra neler mi oldu?

Geliniz, şimdi bu dileklerden hangisinin gerçekleştiğine bir göz atalım.

Hemen baştan belirteyim ki, bu konuşmanın bana ne kazandırdığını bilemem. Ancak, kimyada çözeltilerdeki asit ve bazları ayırt etmekte kullanılan turnusol gibi, bu konuşma da kimlerin doğru Atatürkçü anlayıştan ve günümüz demokrasisinden yana, kimlerin bunlara karşı olduğunu ortaya koymuştur.

Bu açıdan ilkin Atatürk’ün anlayışını yansıtan iki olaya değinmek isterim.

Bu konuda yaşanan ve Atatürk’ün demokrasi anlayışını yansıtan önemli olaylardan birincisi şudur: CHP Genel Sekreteri Recep Peker, İtalya ve Almanya gezisinden sonra toplanacak olan CHP kurultayına -ki, bu Atatürk’ün yaşamında 9.5.1935’te toplanan son kurultaydır- sunulmak üzere, İtalyan faşizminden etkilenerek yeni bir tüzük, çok ayrıntılı bir izlence (program) hazırlamıştır.

Bu parti tüzüğü, partinin eylemli Genel Başkanı Başbakan İnönü’nün incelemesinden sonra Atatürk’e sunulmuştur.

Atatürk, o gün akşam yemeğine gelen konuklarını uğurladıktan sonra geceleyin hiç uyumamış, sabaha dek kitaplığında bu tüzük taslağını incelemiştir.

Bu girişime ve sakat düşüncelere çok öfkelenen Atatürk, sabahleyin gelen genel sekreterine “Bu zorbalar kimler?” diye sorduktan sonra, şunları söylemiştir: “Görülüyor ki, varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın –ki olasılıkla, daha çok İnönü’yü amaçlamaktadır- arkadaşlar tarafından bile zerrece anlaşılmış değildir.”

Hemen ardından da bu hedefi de şöyle açıklamıştır, Atatürk: “Biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu ülkede padişahlığa yandaş olanlar bile bir parti kurabilsinler” (Soyak, Hasan Rıza, Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul, 2004, s. 61-62).

Dikkat edilsin, lütfen. Atatürk, demokraside akla, değişik görüşlere ve inançlara asla hiçbir yasak, sınır tanımamakta, bütün inakları, dogmaları reddetmekte, attığı en büyük adımı bile demokratik tartışmaya açmayı göze almakta, alabilmektedir.

Gerçekten O, çocuğu gibi elinden tutup büyüttüğü, üzerine titrediği “Cumhuriyet”e karşıt görüşlere bile özgürlük isteyecek çapta ve büyüklükte demokratik “özgürlük bilinci”ne sahip bir önderdir.

Ayrıca hiç unutulmamalıdır ki, Atatürk, dönemindeki bütün baskıcı, buyurgan tümelci rejimlere de karşıdır.

Bir başka olay da şudur: Fuat Köprülü’nün başkanlığında Cumhuriyetin başlarında bir “Dinde Reform Kurulu” oluşturulmuş ve bu Kurul, masada ve sandalyede namaz kılınması gibi birçok öneriyi Atatürk’e sunmuştur. Atatürk, bu önerilere çok öfkelenmiş, “Dinde reformu, demiş, dinin kendi içindeki din insanları yapabilir. Ben siyaset insanıyım. Martin Luther değilim.”

Bu nedenle o kurul hemen kaldırılmıştır.

Görülüyor ki, Atatürk ideokrat, totaliter; Atatürkçü görüş, bir ideoloji, totalitarizm değildir.

Dinlere, inançlara karşı da değildir. Tam tersine inançlara saygılıdır. Çünkü laiktir; din, inanç alanı ile bilim alanını özenle birbirinden ayırmaktadır, ayırmıştır da. Tıpkı “Ben, laboratuvarıma girerken dinimi eşikte bırakırım” diyen on dokuzuncu yüzyılın ünlü fizyolog ve doğa bilimcisi dindar Claude Bernard (1813-1878) gibi.

Bilindiği üzere, tek kişinin yapacağı bir işi on kişi yaparsa, dokuz kişinin görünüşte işi vardır. Ancak aslında dokuz kişi işsizdir.

Ekonomide buna “gizli işsizlik” denir.

Atatürkçülüğü bir ideoloji olarak algılayarak zaman zaman onu bir tür totalitarizme dönüştürenler de, aslında Atatürk’ü severken onu boğan “gizli Atatürk karşıtları” ya da “yüzeysel Atatürkseverler”dir.

Dolayısıyla “1999-2000 yargılama yılı” (adli yıl) açış konuşmam, her şeyden önce kimlerin Atatürk’ü ve Atatürkçü görüşü anladığını, kimlerin anlamadığını ortaya koymuştur, benim açımdan.

Bu konuşmadan sonra da şu kanıya ulaşmışımdır: Gerçekten Atatürk’ü ve Atatürkçü anlayışı, bir bakıma gizli Atatürk karşıtlarından kurtarmak, bilimsel yörüngesine oturtmak zorunludur.

İşte o zaman, sadece Avrupa Birliği’nin değil, bütün kapıları açan Atatürkçü görüşün tam demokrasiye geçmede gerçek bir basamak işlevini yerine getirdiği görülecektir.

Unutulmamalıdır ki, Atatürk’ün kurduğu parti, yani CHP, bir amaç değil, demokrasinin alt yapısını hazırlayan devrimleri gerçekleştirmek ve demokrasiye adım atabilmek için sadece bir araçtı, araçtır.

O kadar.

Nitekim bir yabancı bilim insanı, Prof. Maurice Duverger, bunun ayrımına çok iyi varmış, Atatürk’ün kurduğu CHP’yi, hedefi demokrasi olduğu için, başka ülkelerde görülen tek partilerden özenle ayırmış, bu tür partileri “Kemalist partiler” olarak adlandırmıştır.

Gerçekten Duverger’ye göre, bu terimle adlandırılan partilerin vazgeçilmez amaçları, halkı geleceğin demokrasisine hazırlamaktır. Nitekim “Diktatörlük Üstüne” adlı kitabında Atatürk’ün Mussolini’ye özendiğini söylemekle birlikte, “Siyasal Partiler” adlı kitabının “Tek Parti ve Demokrasi” bölümünde Atatürk Türkiye’sine önemli bir yer ayıran bu ünlü bilim insanı, şöyle demektedir: “Atatürk’ün önderliğindeki tek particilik, tekelciliğe dayanarak özgürlükçü demokrasiyi tıkamamıştır. Ancak Mustafa Kemal, sahip olduğu güçten, tekelden sürekli rahatsızlık duymuştur. Çeşitli fırsatlarla bu tekele son vermeye çalışmıştır.’’ Kısaca ona göre, “1923 sonrası Türk devrimiyle Türkiye engelsiz ve sıkıntısız şekilde tek parti sisteminden plüralizme (çoklu sisteme) geçmiştir. Bugün, Ortadoğu devletlerinin en demokratik olanıdır.”

Yine Duverger’ye göre, “Basiretle uygulanan tek parti yönetimi, bugün gerçek bir demokrasinin kuruluşunu mümkün kılacak...” çalışmaları yapmıştır ve “Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; bu tekelciliğe resmi bir nitelik vermemiş, özgürlükçü demokrasiyi ortadan kaldırma isteğiyle onu hukuksal kılmaya, meşrulaştırmaya kalkışmamıştır.” (Duverger, Maurice, (Ergun Özbudun), Siyasi Partiler, Ankara, 1986, s. 360, 364).

İşte bu yüzden Batı dünyasının siyaset bilimcilerinin çoğu, 1950 seçimlerini ve iktidarın barış içinde devir-teslimini “beyaz ihtilal” olarak nitelendirmiştir.

Ancak umudumuzu yitirmeyelim.

Gerçekten her dönemde köle sanılanlar, kurtuluşu eninde sonunda başarmış, yarınların efendileri olmuşlardır.

Ne var ki, bu savaşım, her yerde her zaman kolay olmamıştır.

Çünkü Atatürk’ler yeryüzüne çok sık gelmezler.

O’nun değerini iyi bilmeliyiz.

Ayrıca şunları da hiç unutmamalıyız.

Günümüz çoğulcu demokrasisinin vazgeçilemez temeli, her açıdan birey özgürlüğüdür, kısaca özgürlüktür. Nitekim “1999-2000 yargılama yılını açış” konuşmam, ikinci olarak, kimlerin çağcıl demokrasinin olmazsa olmazı olan “özgürlük bilinci”ne sahip olduğunu, kimlerin olmadığını da ortaya koyan bir turnusol işlevini yerine getirmiştir (Ayrıntılı bilgi iзin bkz. Doğan, S., Sivil Demokrasi Зağrısı, Bir Konuşmanın Yankıları, İstanbul, 1999; Kaya, M. E., O Konuştu, Tьrkiye Tartıştı, Ankara, 1999; Karahasan, M., R., Başkan, İstanbul, 1999).

Yeri gelmişken ayraç içinde belirteyim ki, o konuşma, aynı günlerde ilkin Liberte yayınları arasında basılmış, hemen akabinde, başyazarı ve kimi yazarları beni eleştirdikleri –ki, bunlardan bir kesimi daha sonraları yazılarında yanlış yaptıklarını itiraf etmişlerdir- halde Hürriyet gazetesinin eki olarak da basılıp halkımıza ulaştırılmıştır.

Çeyrek yüzyıl sonra “o konuşmadaki umutların hangisi gerçekleşmiştir?” diye sorarsınız, şu yanıtı verebilirim: Yalnızca üst mahkemelerin (istinaf) kurulması.

Çok yazık ve de çok düşündürücü!?

21 Mart 2024 Perşembe

Siyasi kutuplaşma ve sivil toplum tahribatı Menekşe Tokyay-21/03/2024

Son yıllarda sivil toplum da ülkedeki siyasi kutuplaşmanın bir turnusol kağıdına dönüşmüş durumda. Oysa gerçek bir demokraside sivil toplumun mücadelesinin siyasi katmanda itibar görmesi, sivil olanın siyasal olan karşısında yüceltilmesi gerekiyor. Sivil Toplum Geliştirme Merkezi (STGM), kısa süre önce ‘Türkiye’de Sivil Toplum Örgütleri: Örgütlenme Özgürlüğü ve Katılım Hakkı’ başlıklı önemli bir rapor yayımlandı. Araştırma, 1.003 sivil toplum örgütü ile anket, hak temelli çalışma yürüten 48 sivil toplum örgütü ile derinlemesine görüşmelere dayanıyor. Ayrıca iki odak grup toplantısı da gerçekleştirilirken Türkiye Büyük Millet Meclisi ve 12 bakanlığın bu konuyla ilgili çalışmaları da rapor kapsamında tarandı.

Rapor, aslında hepimizin farklı aşamalar ve zaman dilimlerinde haberlerden veya saha tecrübelerimizden deneyimlediğimiz gerçeklikleri olgusal bir temelde ortaya koyuyor. Buna göre; Türkiye’de yasal düzenlemelerde halen 12 Eylül darbe döneminin kısıtlayıcı atmosferi sivil toplumun nefesini kesiyor, hareket alanını kısıtlıyor; sadece “makbul” sivil toplum siyasal alanla temas kurup karar alma süreçlerini “kendi çıkarları doğrultusunda” etkileyebiliyor.

Sivil toplum örgütlerine yönelik devlet baskısını, özellikle Cemevi ile Alevi dernek ve vakıflarında yaşandığı gibi türlü saldırılar ve tehditler de izliyor.

Genç ve çocuk sayımızla övündüğümüz kadar sivil toplumun niteliksel ve niceliksel gücüyle övünemiyoruz. Bir diğer deyişle, Almanya duble yollarımızı kıskanıyor ama sivil toplumumuzu kıskanamıyor, çünkü Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin sayısı Avrupa’ya kıyasla oldukça az. Almanya’da 620 bin, Fransa’da 1,5 milyon sivil toplum örgütü varken, Türkiye’de bu sayı 101 bin düzeyinde kalıyor.

Üstelik derneklerin yarısının yıllık geliri 10 bin liranın altında iken, sivil toplum kaynak yaratamıyor, üye aidatları ve bağışlar ise ayakta kalmaları için yeterli gelmiyor. Kamu kaynakları adil dağıtılmazken, çok az sivil toplum kuruluşu devlet kaynaklarından yararlanırken, uluslararası fonlara erişim de kısıtlı olup bir şekilde erişebilenlere de “damga” vuruluyor. Hak temelli çalışmalar yürütüp Türkiye’den kaynak geliştirme olanakları sınırlı olanlar Avrupa Birliği gibi uluslararası kuruluşlardan proje bazlı destek aldıklarında onlara “foncu” deniyor, karalama kampanyalarına konu oluyor, gazete manşetlerinden boy boy hedef gösteriliyorlar.

HAK TEMELLİ STK’LARIN ORANI DÜŞÜK

Araştırma, hak temelli yaklaşıma sahip STK oranının Türkiye’de yüzde 15 olduğunu da belirtiyor. Ancak bu kurumların da tehdit edilip hedef gösterildiği, birçoğunun isminin yer aldığı listeler üzerinden karalama kampanyalarına konu edildiği, ani denetimlerle karşılaşma sıklıklarının arttığı ve bu denetimlere ilişkin olumsuz tecrübeler yaşadıkları, yaptıkları eleştirel açıklama ve çalışmaları sebebiyle baskılarla daha fazla karşılaştıkları da kaydediliyor. Araştırmaya konu edilen her beş sivil toplum örgütünden biri yasal düzenlemelerden kaynaklı zorluk yaşarken, bazı dernekler kurulurken yasada yer almamasına rağmen ek belgeler isteniyor; sivil toplum örgütlerinin siyasal çizgide “muhalif” duruş veya ilkeleri olması durumunda da idari zorluklar yaşatılıyor. 2020 yılında Dernekler Kanunu’nda üye bildirim yükümlülüğü getirildiği için derneklerin önemli bir kısmının üye sayısında ciddi düşüşler yaşanıyor. Dolayısıyla araştırma şunu net bir şekilde ortaya koyuyor: Sivil toplum örgütlerinin, kuruluş felsefelerine uygun şekilde karar verme süreçlerine katılımları oldukça sınırlı. Devletçi refleks sonucunda ancak “makbul” olanlara bu “ayrıcalık” veriliyor. Bunun sonucunda da içlerinden bazıları karşılaştıkları yıldırma taktikleri ve kayıtsızlık karşısında havlu atıyor ve sahneden çekiliyorlar.

ÇAĞIN RUHU OTOSANSÜR OLMAMALI

Sivil toplumu birey ile devlet arasına konumlandıran Hegel’in meşhur “zeitgeist”i, yani çağın ruhu, bunu gerektiriyor. Oysa geldiğimiz noktada, Gramsci’nin de üzerinde kapsamlı araştırmalar yaptığı gibi, sivil toplum, devleti destekleyen alanlardan birine dönüşüyor; sivil toplumun demokratik karar alma süreçlerine uzman desteği ve yurttaşlık katılımının çoğulculuk ve şeffaflık özelliklerinin altı oyulmaya çalışılıyor; sivil toplumun bir bileşeni olarak medyanın habere erişimi de benzer kutuplaşma süreçlerinin kurbanı oluyor ve basın kuruluşları ya reklam gelirlerinden mahrum bırakılıyor ya da hak odaklı habercilik süreçlerinde yıldırma teknikleriyle sansür ve otosansüre konu oluyor. Ve raporda da belirtildiği gibi, uluslararası ilke ve standartlarla uyumlu, ayrımcılıktan uzak, herkesi kapsayan ve kimseyi geride bırakmayan bir yaklaşım eşliğinde yapısal bir dönüşüm şart.

Peki Türkiye’de sivil toplumun güçlendirilmesi yolunda istediğimiz dönüşüme dair kamusal alan konusunda önemli referanslardan felsefeci, sosyolog ve siyaset bilimci Jürgen Habermas ne diyor? Her ne kadar daha sonraları Nancy Fraser gibi düşünürler tarafından feminist eleştiriye konu olsa da, Habermas’ın yaklaşımı aslında bu kaosun çözümünde elimize bazı açıklayıcı çerçeveler veriyor. Şöyle ki Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü başlıklı çalışmasında devletin egemenlik alanının dışında yeni bir kamusallık biçiminin doğduğunu, bu özerk toplumsal ilişkiler ağında “erişilebilir” bir tartışma kültürünün yaygınlaşarak eleştirel düşüncenin ve müzakere kültürünün geçer akçe haline geldiğini belirtir. Bu demokrasi perspektifinde bireyler eşit yurttaşlar olarak özgürce tartışmalara katılabilirler, kendilerini ilgilendiren sosyal, kültürel ve siyasi konularda söz sahibi olurlar.

Habermas için kamusallık “kamu” ile sınırlı değildir; tüm sivil oluşumlar, toplumsal hareketler, medya bu sepetin içerisindedir ve eleştirel söylem aracılığıyla farklılıkların bir arada yaşadığı bu çoklu ve birbiriyle kesişen “kamusallıklar” karmaşık bir ağ bütünü oluşturur. Bu kamusal alan sağlıklı bir şekilde işledikçe sivil toplumun da demokrasideki rolü güçlenir; demokratik süreçlere sivil toplumun uzmanlaşmış bilgisi etki etmeye başlar; kapsayıcı, özgürlükçü ve müzakereci demokrasi pratikleri yaygınlaşır. Yeter ki devlet bu yeni kamusallıkları manipüle etmesin ve bu yeni kamusal alanlar, devletin kendi çıkarları ve öncelikleri doğrultusunda araçsallaştırılmasın. Dolayısıyla eşitsizlik, ötekileştirme, dışlama, kendine benzemeyeni sistemin dışına itme veya yok sayma, dernekleri “benden olan” ve “olmayan” diye ayırma gibi pratikler, kamusal alanın özgürleşmesinin de, rasyonel tartışmanın da, toplumsal kapsayıcılığın da düşmanıdır. Ancak Habermas’ın normatif bir ideal olarak sunduğu çerçeveye ne yazık ki günümüz toplumlarında ve Türkiye’deki mevcut sivil toplum-devlet dengesi bağlamında erişmek de kolay değil, çünkü bir soyluyla bir işçi bu yeni kamusallıkta karşı karşıya gelip tartışabilecek olgunlukta olmalı ve sistemde böyle bir kapsayıcılık oluşturulmalı. Yani sivil toplumda toplumsal eşitsizlikler ve sınıfsal farklılıklar devre dışı bırakıldığında, örneğin kadınların da dahil edileceği kamusallık biçimlerinin önündeki sosyal ve kültürel engeller kalktığında, toplumsal ilişkiler böylesi bir heterojenlikte kurgulanabildiğinde anlam kazanıyor.

YENİ KAMUSALLIK NASIL DÖNÜŞMELİ?

Frankfurt Okulu’nun en önemli temsilcilerinden Habermas, bu yeni kamusallık biçiminin yeni bir siyasal alan da doğurduğunu, bu sivil örgütlenme alanının siyasal düzeyde karar alma süreçlerini etkileyebildiğini kaydeder. Yani devlet-toplum ilişkileri yapısal olarak ve peyderpey dönüşmektedir. Habermas’a göre, kamusal alandaki iletişim ve müzakereci demokrasi modeli, ancak aktif bir sivil toplumla, ifade özgürlüğünün güvence altına alınmasıyla sağlamlaştırılır.

Son 40 yıldır giderek daha yaygın şekilde deneyimlediğimiz bilgi toplumu ve küreselleşme çağıyla birlikte özel alan-kamusal alan ilişkisinde ayrım giderek silikleşiyor ve yeni bir kamusallık biçimi doğuyor. E-demokrasiden, e-katılımdan, dijital oylardan, Zoom bağlantıları üzerinden yürütülen sivil toplum toplantılarından bahsediyoruz.

Dolayısıyla dijitalleşme süreci aslında kamusallığa ve sivil topluma farklı bir boyut kazandırıyor. Bireyler de bu yeni kamusallıkta daha etkin bir şekilde, sınırları da aşarak yer almak istiyor ve bu yöndeki kapasiteleri ve mekânsal olanakları da artıyor. Afrika’nın bir ucundan, Avrupa’daki bir sivil toplum kuruluşunun toplantısına katılıp söz almak ve sorunlarını anlatmak mümkün hale geliyor. Dijital ağlar üzerinden sivil toplumda bireyler arasında bağlar kurulup ortak mücadele mekânları geliştiriliyor.

Günümüzden bakıldığında, evet, kamusallık dönüşüyor. Evet, sivil toplum siyasal alanı etkilemek üzere elindeki temel araç olarak müzakere gücünü kullanıyor. Ancak STGM’nin son araştırmasında da görüldüğü üzere, bu rasyonel/eleştirel tartışma ve karar alma süreçlerini etkileme alanı giderek siyasal alanın kısıtlayıcı genişlemesi karşısında daralıyor, nefesi tükeniyor. Dolayısıyla müzakerenin, eleştirel tartışmanın, siyasal alanı etkileme çabasının olmazsa olmazı, toplumdaki farklı bileşenlerin eşitlikçi bir çerçevede birbirleriyle iletişim kurup siyasal alanla eşitlikçi ve yurttaşlık temelinde bir bağ tesis edebilmesi.

Hayvan haklarını, çevre haklarını, kadının insan haklarını, çocuk haklarını veya kentsel yaşam haklarını savunan dernekler arasında bizden olan/olmayan ayrımları kökleştikçe, siyasal kutuplaşmanın tüm iç gerilimleri sivil alanın işleyiş ve hareket alanına sirayet ettikçe, toplumun farklı renklerinin solması ve farklı nefeslerin havasız bırakılması kaçınılmaz.

Bu kutuplaşma virüsü bir kanser hücresi gibi toplumun tüm hak alanlarını sardıkça her canlının farklı düzey ve şiddette hak ihlali yaşaması ve bunun da son kertede demokrasinin kalitesini sarsıp zayıflatması da kaçınılmaz.

E.E. Cummings der ki; “Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez!” İşte sivil toplum, böylesi bir dünyada, kamusallıkların sürekli dönüştüğü, çoklu krizlerin insanları çoklu mücadelelere yönelttiği bir ortamda, ortak aklı üretmek, ortak sağduyuyu geliştirmek, ortak hedefler doğrultusunda yaşamı anlamlandırmak için büyük bir mücadele veriyor Türkiye’de... STGM raporu verileri bunu bir kez daha bize kristal berraklığında anımsattı.

MENEKŞE TOKYAY KİMDİR?

Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Belçika Katolik Louvain Üniversitesi’nde Avrupa Birliği alanında yüksek lisans çalışmasını gerçekleştirdi ve yüksek onur derecesiyle mezun oldu. Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü’nden doktora derecesini aldı. Avrupa Birliği alanında danışmanlık firmalarında uzman olarak görev aldı. 2003 yılından beri çeşitli dergi ve yayınevleri için çeviri yapmaktadır. Ayrıca, 2010 yılından bu yana birçok uluslararası haber ajansında Türkiye muhabiri olarak görev almakta ve Türkiye’ye ilişkin gelişmelere dair analizler hazırlamaktadır. Mülteci hakları, çocuk hakları, sosyal politikalar, kadının insan hakları, Avrupa Birliği ve Orta Doğu’daki gelişmeler, başlıca ilgi alanları arasında yer almaktadır.

6 Mart 2024 Çarşamba

Adaletin teolojisi Namık Kemal Okumuş-06/03/2024

ESOGÜ İlahiyat Fakültesi Kelam Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Namık Kemal Okumuş “Adalet bu dünyanın dengesi, insan da adaletin dengesini temin eden kıymetli muhataptır” diyor.

İnsanı halk eden Yüce Tanrı’nın ondan beklediği ilk şey, yaşadığı ortamları ‘yaşanılası forma’ sokabilmesidir diyebiliriz. İşbu sebepledir ki, insan denilen donanımlı varlık, içinde var kılındığı dünyayı adaletin terazisinden geçirebilecek en değerli muhatap hükmündedir. Zira her daim geçerli olacak sistemi kuran Cenâb-ı Hakkın insana yüklediği vazifenin ardından gelen bu tercih işlemi, son derece etkin şekilde yaratılan insanı sorumlu varlıkların merkezine alan ‘pozitif katkı’ beyanıdır demek durumundayız.

İşin farkındalığı gereği, dünya hayatı kapsamında; “Adalet neyimiz olur?” başlığı altında sorulacak ilk soru, yaşayan en değerli varlık olan insan için ‘asıl soru’ hükmündeki arayışın kapısıdır. Öyle ki, bahsedilen husus, dünyanın emanet edildiği insan için imandan önceki kazanımla ilgili bir husustur. Buna göre, Yüce Allah’ın isteği doğrultusunda yol almayı tercih eden dindar insanın ancak ve kata ‘âdil insan’ formunda yaşama dokunması gerekmektedir.

Bir adım sonrasında dememiz gerekir ki; “İnsanı düşmanına benzemekten alıkoyan tutum hangisidir?” Zira gerçeği anlama adına, bize yol gösterecek olan bu soru hakkında sıklıkla düşünmemiz de gerekmektedir. Kanaatimizce; adalet, bizleri düşmanımıza benzemekten alıkoyan şeyin ilk adı ve de basamağıdır.

Ve dahi, iyi insan olma adına sadece adalet kriterlerine uyarsak, düşmanlarımıza benzeme süreçlerine dâhil olmamakla birlikte, yanlışa arka çıkan bireylerden de olmayacağız. O yüzden, adalet düşmanları ile adaletten hazzetmeyenler, hiçbir zaman Müslümanların öğretmenleri olamazlar demek durumundayız. Zira bizim öğretmenlerimiz, her daim adaletin yanında saf tutanlar olacaktır. Ve dahi bilge idarecimiz Aliya İzzetbegoviç’in yerinde tespitiyle ancak ‘gökyüzünün talebesi olanlar yeryüzünün öğretmenleri olabilirler.’

Tarihsel süreçte sıklıkla karşılaştığımız tercih türlerinde olduğu gibi, kişi ve toplumların adalet isteklerini heterodoksi yani sapkın, marjinal, anarşi ve düzensizlik olarak göstermek, sağlıklı bir din ve toplum anlayışı oluşmasına fırsat vermez. Buna mukabil, kendilerini sahîh, makbul, geçerli ve de kabul edilebilir dinî düşüncenin vârisi sayan görüş sahiplerinin, kendileri gibi düşünmeyen ötekine hiç de âdil olmayan tarzda muamele etmesi ise, insanı merkeze alan Yaratıcının isteği doğrultusunda kabul edilebilir bir tutum değildir.

Bunun yanında, daha kendi dindaşına karşı adaleti sağlamayı beceremeyenlerin, diğer din mensuplarına karşı nasıl davranacağı da kestirilemez durumda gözükmektedir. Gariptir ki, din üzerinden yapılan ve adına ‘cihat’ denilen savaşların büyük bir kısmı, kendileri gibi düşünmeyenlerin kâfir ilan edilip mal ve canlarının heder edilme isteğinden ibaret olduğunu da yakından görebiliriz. Öyleyse adalet isteği, sadece kendimiz için dilek tutmadan çıkarılarak, hemen herkes için genel bir uygulamaya dönüşmelidir demek durumundayız.

Üstelik sırf ‘öteki’ olduğu için mal ve can güvenliğinin ortadan kaldırıldığı bir dünya, asla ‘âdil bir dünya’ olmayacaktır. Bilahare, herkesin tek tipleştirildiği dünya da asla ‘hakkaniyetli bir dünya’ olamaz. Eğer ki, işleme alınan yaratılış teorisi bağlamında etkin ve de yetkin varlık olan insanın dünya üzerinde ‘farklı’ olunmasını istemeseydi, işin faili olan Yüce Allah’ın insan denilen muhatabına bu denli farklı düşünme yeteneğini vermesi de mümkün olmayacaktı deme imkânımız da bulunmaktadır.

İlkesel ayrılığı hatta beşerî duruşu ayıran insanın iradî yeteneğine bağlı olan esas durum, akıl ve zekâdan çok, karar verme yeteneği olan iradenin hâkimiyet göstermesidir diyebiliriz. Nitekim ‘seçme yeteneği’ olan hemen herkesin insanlığa sunulan yegâne din olan İslâm’ın isteğinden ya da beklentisinden haberli olması da gerekmektedir. (Bkz.: Kâfirun, 109/6). Yüce Allah’ın daha ilk adımda kıymetli varlığı kendine muhatap aldığı âdil bir nizamda, ‘berceste ifade’ makamında oturan evrensel vurgulara kulak vermek de elzem gözükmektedir.

Kanaatimizce, öteden beri ‘insanlığın kaderi’ yani ‘işleme sokulan istek’ formunda fiiliyatta olan her husus, yine insan tarafından başka bir yasal prosedüre denk gelecektir. Bu veçhileyledir ki, din ve mezhep hatta siyasî eğilimler üzerinden insanların öldürülmesine imkân tanınması, kader ve kaza olgusunu ‘sünnetullah’ yani ‘olgusal durum’ ve de ‘evrensel yasa’ mahiyetinde var kılan Yüce Allah’ın nizamıyla uyuşmayan bir yaklaşımdır demenin gereği de ortada durmaktadır.

Oysaki yaşanılan dünya özelinde gerçekleşecek olan farklılıkları işleme alacak insanı yaratan Yüce Allah’ın kendisidir. O’nun deyişine göre: “Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin/lisanlarınızın ve ten renklerinizin farklı olması da O’nun sınırsız kudretinin göstergelerindendir. Şüphesiz bunlarda hak ve hakikati idrak eden kimseler için dersler ve ibretler vardır.” (Rûm, 30/22). Yine O’nun nizamına gereği, insanların farklılıkları ölüm nedeni değil, sadece kaynaşma ve tanışma sebebi olabilir.

Yakinen bilindiği gibi, hukuk, esasında ‘delil üzerinde işleyen sistemin adıdır’ demek lazımdır. Hukukun üstünlüğü de, kesin delil olmadan suçlama yapılamayacağı ilkesinin hayata geçirilmesidir. Bu sebeple, adaletin temininde sübjektif delillendirme yapılamayacağı gibi, sahte, geçersiz, ilgisiz ve de yorumsal delillendirmeler de yapılamaz. Davaya taraf olan herkes, yapılan şeyin hakkaniyet içerdiğine kanaat getirmelidir ki, süreç sonunda verilecek olan kararı içselleştirebilsin.

Ayrıca, ‘delil’ dediğimiz şeylerin insanı tatmin eden gereklilikler olduğu da yakinen bilinmelidir. Zaman içinde alınan bu yol ise, hakikatin ortaya çıkarılması sürecinde verilecek olan kararların temel dayanaklarından sayılmalıdır. Yani dünya hayatını adalete derk edecek olan hukuk; izafî yorumlar, indî kanaatler ve sübjektif delillendirmelerle değil, kesin kanaat ve deliller ile konuşan gerekli bir kazanıma denk gelmelidir. Buna göre, verilecek karar açısından kesin delili olmayanlar ise susar ve araştırmaya devam ederler demenin farziyetinden de emin kalınmalıdır.

Mamafih, yaşananı anlama adında diyebiliriz ki, oldukça farklı kontekste ifade edilmiş olsa bile, Bedir Savaşı’ndaki İlâhî yardımın sünnetullah/tabiat kanunları/olağan seyir yasaları çerçevesinde olan işlevselliği hakkında kesin bir kanaati ifade eden şu âyetin işaret etmiş olduğu mana, O’nun muhatabı olan bizler için oldukça anlamlı durmaktadır. Haddizatında ilgili beyan, insanların karar verirken ya da karar alırken kendilerini iknaya icbar eden delillerin önemine işaret etmektedir: “…böylece helâk olanın da hayatta kalanın da elinde bir kanıtı olsun…” (Enfâl, 8/42).

Binaenaleyh her hâl ve şartta adaletten yana olanlar, karşısındakini suçlarken sadece somut ve haklı delil/gerekçelere dayanmak zorundadır. Öyle ki, hukukun üstünlüğü ve adaletin temini işi, sadece bu gibi atraksiyonlar sonrasında gerçekleşecek olan bir şeydir diyebiliriz. Zira insan, ‘kulluk’ yani ‘vazife taksimi’ ya da ‘görev icrası’ için yaratılmıştır. Onu merkeze alıp değer veren basamak olan kulluk ise ‘söz dinlemek’ demektir. Nitekim Yüce Allah’a göre, ‘her türlü sözü dinleyip en iyisine uymak’, erdemine vurgu yapan: “…Çünkü onlar, çeşitli sözler duyar, farklı görüşler dinler; ama onların en güzeline, Allah’ın sözüne uyarlar…” (Zümer, 39/18) tespiti, aklı başında olan insan için en değerli kulluktur dememize de kapı aralamaktadır.

Yakinen bilindiği gibi, insanı ‘değerli aktör’ kılan bu kulluğun yani vazife ediminin gösteri alanı ise yalnızca dünya hayatıdır. Yine bu hayatın en değerli ve de gerekli hatta güzel gösterisi de ibadet kapsamında öne alınan adalet işlemidir. Nitekim insanı muhatap alan ibadetin İlâhî adaletle yani dikey ilişkiyle olan ilgisini bir yana bırakacak olursak, insanı ilgilendiren esas şey, onu sisteme dâhil eden yatay adaletin tesisidir diyebiliriz. Bu görevin sadece insanın uhdesine verilmiş olması ise, insanın böyle bir yetenekle halk edildiğini gösteren en değerli kazanım hükmündedir. Hatta insandan istenen asıl şey, hiçbir durumda bu yeteneğini köreltmemesi ve de adaletten ayrılmamasıdır.

İmdi, ‘yaratılış amaç ve felsefesi ile eylem felsefemizin merkez değeri adalettir’ demek durumunda olduğumuzu sistem dışına almamamız gerekmektedir. Zira yaratılışımızın ana vurgusu olan bu görev alanından kaçış ya da görev tanımından çıkış asla mümkün değildir. Eğer ki, kaçış olursa, hem kendi cinsimiz ve hem de diğer bütün canlılar nezdinde dengenin büsbütün bozulacağından da bahsedebiliriz. O yüzdendir ki, adalet, bu dünyanın dengesi, insan da adaletin dengesini temin eden kıymetli muhataptır.

Okullarımızda ne oluyor, öğrencilerimize neler oluyor? Abdulbaki Değer-05/03/2024

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, Türkiye'de mevcut eğitim paradigması, planlaması ve pratiğinin tartışılması gerektiğine vurgu yapıyor.

İzmir’de bir okulumuzda yaşanan hadiseyle ilgili basında yer alan haber böyle. Haber tabiri caizse “UFO gören köylü” şaşkınlığıyla veriliyor. Bu tür hadiseler hayatımızda hiç yaşanmıyormuş, bu ve benzeri olaylara ilişki ağımızda hiç rastlanmıyormuş gibi abartılı bir tepkiyle ele alınıyor. Öncelikle bir savunma mekanizması ve giderek de temel varoluş tarzına dönüşen abartılı şaşkınlığı, tepkiyi; anomik vaziyeti sindirme hatta perdeleme işlevli olarak kayıt altına almamız gerekiyor. Çünkü gündelik hayatımızın rutinlerine dönüşen yapısal sorunları görmek, çözmek yerine bu tür reflekslerle adeta üzerini örten ve kronikleşmelerine yol veren bir işleyişimiz var. Küresel ölçekte dile gelen ve bazen yankıları ülkemizde de duyulan bir “eğitimin krizi” gerçeği var. Bu krizin nasıl yapısal bir kriz olduğunu ve sosyal, siyasal, ekonomik, felsefi, teknolojik başkalaşımla ilintili olduğunu bu sayfada zaman zaman dile getirmeye çalışıyorum. “Tamam, da çözüm ne?” gibi paket çözüm beklentisinin mevcuda payandalık ettiği ortamda ne meseleleri etraflıca tartışmak, ne bir sorun barındırmıyormuş gibi duran alanları sorunsallaştırmak ve dolayısıyla da ne de anlamlı ve işlevsel çözümler üretebilmek mümkün.

Bu vesileyle alanı mevcuda mahkûm eden vaziyete mesafe almakta ve bazı sevimsiz soruları kamuoyunun dikkatine sunmakta yarar görüyorum. Bu tip hadiseleri hayat akışımızdan ayrık, istisnai hadiseler olarak gören ve şaşkınlıkla da bu görmeyi meşrulaştıran yaklaşım biçimimiz maalesef bu hadiselerin hem yaygınlığını hem de daha derin ve yapısal bir krizin semptomu olduğunu görünmez kılıyor. Olay oldu, öğrenciler disipline sevk edildiler, cezalarını almalarının verdiği rahatlıkla bildiğimizi aynıyla yapmaya devam edeceğiz. Bu kadar mı? Bu hadisenin ve benzer hadiselerin ilişkili oldukları bir alt zeminden bahsedemez miyiz? Merceği nereye kaydıracağız, mevzuyu hangi odağa yerleştireceğiz? Bu basit bir disiplin hadisesi mi? Sadece olayda ismi geçen öğrencilerimizin bireysel kontrolsüzlükleri mi? Bu olay sadece İzmir’deki bir okulumuzda mı yaşanıyor? Ülkemizin diğer bölgelerinde, diğer okullarında bu tarz meseleler hangi yaygınlıkta yaşanıyor? Belirtildiği gibi olayı yapıyla işleyişle, ilişkiyle etkileşime sokmak mümkün mü? Böyle yapıldığında ne söylenir, ne söylenebilir?

Uzatılması gereken bu soruların zor ve sevimsiz, çözümün de kolay olmadığını bilen birisi olarak bu tür hadiseleri “her suç topluma yöneltilmiş bir sorudur” kabulünce ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Görüntü ve görüntüye verilen tepkiler mevzuyu bir kuşak çatışması, kronikleşen bir öğretmen-öğrenci gerilimi, değer tanımayan yeni nesil vs. üzerinden buharlaştıracağımızı gösteriyor. Belirli periyotlarla basına yansıyan bu tip haberler alışılagelen ezber üzerinden okunuyor ve buna göre tepkiler veriliyor. Disipline sevk etme, soruşturma başlatma, müfettiş görevlendirme şeklinde özetleyebileceğimiz bu çözüm sistematiği, genetiği itibariyle meseleyi lokal ve teknik kavrayıcıdır.

Öncelikle bu olayların istisnai olmadığını kaydetmemiz gerekiyor. Bu sansasyonel haberlerin eğitim ortamlarımızın büyük çoğunluğunun rutini olduğunu ilgili olanların tümü bilmektedir veya bilmek durumundadır. Uzaydan gelinmemişse modern zorunlu eğitimin, üstelik sadece Türkiye’de de değil, tüm yerkürede benzer manzaraları yaygın bir şekilde içinde barındırdığı hatta bizatihi yapısı dolayısıyla bu tarz insandışılıkları üreten bir niteliğinin olduğu rahatlıkla görülebilir. Hayatın işleyişine ayna tutan sinema-edebiyat ürünlerinde çoğunlukla arka fonda bir şekilde kendisine yer bulan eğitim-okul-öğrenci-öğretmen ilişkisine azıcık dikkat kesildiğinde belirttiğim manzara rahatlıkla görülecektir: Tükenmiş-itibarsız öğretmen, agresif-isyankâr öğrenciler, şiddet, çete, madde bağımlılığı, zorbalık membaı okul ortamı vs.

Soğukkanlı bir bakış meselenin teknik ve lokal olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla çözüm olarak ileri sürülen hususların hepsinin Alev Alatlı’nın ifadesiyle ‘mış gibi yapmak’ dışında bir hükmünün olmadığını bilmeliyiz. Burada sistemin, yapılanmanın, zaman ve mekân tasarımının, ilişki biçiminin gerilim üreten, çatışma ve saldırganlık büyüten bir nitelik arz ettiğini görebilmeliyiz. Mesele her bir bileşenin bağımsız olarak ne olduğuyla anlaşılabilecek bir mesele değildir. Elbette her bir bileşenin ayrı ayrı anlamı vardır ve niteliği ziyadesiyle önemlidir. Ancak sistemin, bileşenlerinin toplamından fazla ve öte bir şey olduğunu hatırlarsak karşımızdaki sorunu anlama imkânımız olacaktır. Eğitim sosyolojisinin, psikolojisinin ve felsefesinin egemen klişelerine sarılmadan, Baudrillard’ın tanımlamasıyla ‘Çaresiz Stratejiler’in ağına düşmeden ciddiyetle eğilmesi gereken bir alan karşımızda duruyor.

Modernleşme tarihimizdeki tüm iyileştirme çabalarına rağmen istikrarlı bir şekilde varlığını devam ettiren akademik başarısızlık başta olmak üzere sosyal, bireysel, psikolojik ve mesleki yetersizlik eğitimimizin değişmeyen şikâyet konularıdır. Akademik başarısızlığı gidermek için başvurduğumuz teknik düzenlemelerin elimizde kaldığını göstergelerden biliyoruz. Daha vahimi eğitim ortamlarında mevcut ilişkinin gittikçe insani olmaktan çıkan ve modernliğin kaba dönemlerinden kalan disiplin konseptine bağlanmış olmasıdır. Tören ve ritüellerden kıyafete, okul ve sınıf ortamından egemen ilişkiye, öğrenci yerleştirme sisteminden zorunlu eğitime uzanan bu geniş düzeneği; eğitimin toplumsal bellekteki olumlu çağrışımlarıyla bir yere kadar idare edebiliriz. Sorunlar birilerinin kişisel-ahlaki zaaflarının ötesinde sistemik bir hüviyet taşıyorlar. Olayların, problemlerin döl yatağı olan sistemi görmek yerine sınıf içi hâkimiyeti olmayan öğretmen, ailesinden terbiye almamış öğrenci gibi lokalleştiren bakış açısı açık ki yüzleşmek yerine kaçmayı tercih ediyor. Sorunu öğretmen ve öğrenci kaynaklı sıkıntılar olarak görmek, sistemi gözden kaçırmanın ötesinde sorunları kronikleştiriyor. Bu tarz problemlerin İzmir’deki okulla mukayyet olduğunu düşünenler sorunu çözmeye değil işlevsiz ezberlerine sarılmaya koşuyorlar.

Meselelerimizi palyatif tedbirlerle çözemeyiz. Çözüm için sahip olduğumuz alet çantasının bırakın sorun çözmeyi, sorunu tespit etmekten aciz olduğunu görmek durumundayız. Meselenin MEB’in meselesi olduğunu, onun uygulayageldiği yanlış politikaların neticesi olduğunu belirten yüzeysel kavrayışa da mesafe koymalıyız. Sosyal meselelerin mucizevi çözümleri olmadığını bilenler çözümün tartışmanın, sorgulamanın niteliği ve derinliği ile ilintili olduğunu da kabul edeceklerdir. O yüzden sorun tüm Türkiye’nin sorunudur, tüm Türkiye’nin mevzuyu kavrama düzeyiyle ilintilidir ve AKUT tedbirlerle, palyatif çözümlerle geçiştirilmeyecek büyüklüktedir. Modern dünyanın fetişi olarak hayatımızı şekillendiren zorunlu eğitimin ontolojik olarak tartışılması elzemdir. Mevcut eğitim paradigması, planlaması ve pratiği tartışılmalıdır. Sistem içindeki öğretmenin ve öğrencinin konumu sorgulanmalıdır. Tekçi, tektipçi, otoriter, merkeziyetçi bir yapı, hiyerarşik bir ilişki biçimi doğası icabı problemlidir. Öğretmenin özerkliğini elinden alan, öğrencinin merak, ilgi, istidat ve kabiliyetlerini, fiziksel, sosyal, psikolojik gereksinimlerini dikkate almayan ve eğitim-öğretimi bir mühendislik faaliyetine indirgeyen yerleşik düzen bu biçimi ve işleyişiyle meşruiyetten, makuliyetten yoksundur. Eğitimin de kaderini tayin eden genel eko-sistemin ne kadar özgürlükçü ne kadar dingin ve huzurlu olduğu da ayrıca dikkatle ele alınmalıdır.

Cumhuriyet’in hemen başında ülkemize davet edilen ve eğitim sistemimiz üzerine rapor hazırlayan Dewey’in ‘muallimlerin vaziyetinin şayanı memnuniyet olmadığında ittifak vardır’ tespitinin yüz yıl sonra aynıyla vaki olduğu görülmelidir. Öğretmenlik mesleğinin kendi bakanlığı başta olmak üzere itibarsız olduğu ve mali, özlük ve sosyal haklarıyla perçinlenmiş bu vaziyetin kuru retorikle düzelemeyeceği açıktır. Mevcut eğitim yapılanmamızın tarihsel dayanakları aşınmıştır. Modernliğin katı koşullarında hayat bulan kurumlar ve ilişkiler günümüzün akışkan dünyasında sadece işlevsiz kalmıyorlar aynı zamanda karikatürleşiyorlar, çözümü engelleyen, çözüm arayışını görünmez kılan problem odaklarına dönüşüyorlar. Matbaanın, nüfusu homojenleştirmeyi temel odağına ulus alan ulus devlet anlayışının, pozitivist anlayışın, okuma, yazma, itaat gibi beceriler ekonomik-bürokratik gereksinimlerin şekillendirdiği bir dünyanın ürünü olan okul düzenimiz bugün varlık zeminini yitirmiş durumdadır. Kriz zannettiğimizden çok daha derindir. Öğrencilerin boş ders sevinçlerine, tatil beklentilerine hatta sadece teneffüse çıkış şekillerine bakılırsa durum görülecektir. Bunların her biri görülmesi ve el atılması için yükselen imdat çığlıklarıdır. Diğer yandan sansasyonel şekilde belirli periyotlarda kamuoyunda infial yaratan ölüm, darp, taciz gibi kriminal hadiseler de kriminal olmalarının yanı sıra topluma yöneltilen ve çözüm bekleyen sorunlardır. Eğitime erişime, eğitim ortamlarının fiziki şartlarına odaklanan bakış konforlu alanlarda yaşanılan insandışılığı bırakın görmeyi anlamaktan bile aciz durumdayız maalesef. Korkarım görülmez ve duyulmazsa McLuhan'ın dediği gibi “öğrenciler yakında okulları yakacaklar!”

4 Mart 2024 Pazartesi

İslam-şeriat ilişkisi bağlamında ‘sabit din dinamik şeriat’ İlhami Güler-03/03/2024

Benim de içinde olduğum “İslâmiyât” dergisini çıkaran akademik ekip, “Şeriat” özel dosya sayısı çıkarmıştık (Cilt-1,sayı: 4. 1998). Alanında uzman akademisyen, düşünür ve tarihçi hocalarımızda makaleler alarak konuyu aydınlatmaya çalışmıştık. Dergide yazısı olanlar: Mehmet S. Hatipoğlu, Roger Garaudy, M. Abid El-Cabiri, İlhami Güler, Muhammed Arkoun, W. Cantwel Smith, Ali Dere, Himmet Konur, İlber Ortaylı, Halil İnalcık, Ercüment Kuran, J.M.S Baljon, Enis Ahmet, Adil Çiftçi, M. Hayri Kırbaşoğlu, Mahfuz Söylemez, Hidayet Şefkatli Tuksal, Mansurizade (1864-1923). Kendisi ile “Şeriat” üzerine soruşturma yapılanlar ise: Hüseyin Atay, Nasr Hamid Ebu Zeyd, Hasan Hanefi, Hüseyin Hatemi, Hayreddin Karaman ve Seyyid Hüseyin Nasr’dır. Bu konu ile ilgili benim yazdığım makale ve sunduğum akademik tebliğ metinlerini, “Sabit Din Dinamik Şeriat (Ank. 1999)” başlığı ile kitaplaştırmıştım.

1- İSLAM-ŞERİAT İLİŞKİSİ

Ebu Hanife başta olmak üzer, klasik ulemamız, evrensel “İslam” dini ile onun, tarihsel (peygamber-vahiy) aktüelleşmesi olan “Şeriat”ı birbirinden ayırmıştır. Hz. Nuh’tan Hz. Muhammed’e kadar olan peygamberlerin dini olan “İslam” sabit/değişmez; şeriatları ise, muhtelif/değişkendir. İslam’ın özü İman (Tevhit-Mead-Nübüvvet), ibadet ve ahlaktır. Burada “İman” ilkesi asla değişmez; ancak ibadetlerin şekli-şemaili toplumdan topluma/dile göre değişebilir:” Her ümmet için uygulayacağı ayrı bir ibadet yolu belirledik. O halde, bu konuda seninle tartışmasınlar.” (22/67, 34). Yani, Allah’a “İbadet” etmek, dinin özü olarak değişmez; ancak, ibadet şekilleri (menasik) değişebilir. Ahlaka gelince, bütün dillere çevrilebilen ve Allah’ın insanlarda yarattığı vicdan kapasitesi ile geliştirdiği ve peygamberlerin de desteklediği, tashih ettiği adalet, yardım, barış, dürüstlük, merhamet, minnettarlık… gibi kurallar, değişmez ve dindir. Ancak, bunların hukuk, siyaset, iktisat gibi somutlaşmaları (şeriat), toplumdan topluma ve tarihten (zaman) tarihe değişir: “Her bir topluma ayrı bir şeriat ve yol koyduk. Oysa isteseydik, hepinize tek bir toplum yapardık. (Böyle yapmadık). Sizi denemek için böyle (çoğul) yaptık.” (5/48). “Bir hükmü (ayet) değiştirdiğimiz de, ondan daha iyisini getiririz”(2/106). “Biz, bir hükmü (ayet) değiştirip, yerine başka bir hüküm getirdiğimizde- ki Allah ne yapacağını gayet iyi bilir-, onlar: “Sen, uyduruyorsun” derler.” (16/101). “…Her dönemin kendine has bir hükmü (kitap) vardır; Allah, dilediğini imha eder; dilediğini de sabit tutar…”

(13/38-39). “Mecelle” de formülleştirilen “Ezmanın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkâr olunamaz (Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz)” ilkesi de, bunu ifade eder.

Din/İslam ile şeriat arasındaki ilişki ruh/omurga-iskelet ve beden-elbise arasındaki ilişkiye benzer. “Olması Gereken” olarak, ruh/omurga değişmez; beden-elbise ise, toplumdan topluma ve çağdan çağa değişir. Başka bir benzetme ile bir şehrin yeri ve ismi (adres) değişmez; ancak mimarisi, ekonomisi, kültürü ve demografisi değişir, gelişir, yenilenir.

İslam’ın erken tarihinde Kur’an’ın muhtevasının nüzulüne muvafık İçtihatları/ön-deyileri ile katkıda bulunmuş olan Ömer b. Hattab (“Muvafakвt-ı Цmer”), Hz. Muhammed’in ölümünden sonra da şeriat alanında tecditlerini (re-form) sürdürmüştür. Ancak, Ahmed İbn Hanbel ve İdris eş- Şafii önderliğindeki Sünni-Arap aklı (“Ehl-i Hadis/Selefilik”), bunu engelleyerek Nassı, yorumsuz bırakarak Allah gibi (“Kelam-ı Kadim”) mutlaklaştırdı, dondurdu, dogmatikleştirdi. Ebu Hanife’nin “İstihsan” metodu, Mutezile’nin “İstihkak” ilkesi, Ömer’in metodolojik ruhunu devam ettirmek istiyordu; ancak başarılı olamadı. İmam Şafii’nin kurduğu “Fıkıh Usulü” ve Eş’ari’nin geliştirdiği “Kadercilik” itikadı ve Muaviye’nin zorla kurduğu “Saltanat” rejimi, Sünnilik= İslam olarak somutlaştı.

Geleneksel ulema, şeriatları “Nesh” etmenin, Allah’ın yetkisinde olduğuna; son şeriattan sonra bu kapının Kıyamete kadar kapalı olduğuna dogmatik olarak inanmıştır. Şeriat nesh etmenin gerekçesi hâşa keyfilik/kapris olmayacağına göre; toplumsal yaşamın dinamik ve değişken olması hikmetine bağlı olmalıdır. Toplumsal değişmenin yedinci yüz yılda Arapların durumunda durduğu kanaati, sadece dogmatik bir inançtır. Maturidi, Tefsirinde Hz. Ömer’in içtihatlarını “İçtihadi Nesh” olarak kavramsallaştırmıştır ve doğrudur. “Âlimler, peygamberlerin varisleridir” hadisi eğer geçerli ise; bu sorumluluğu, ulema üstlenmeliydi. Ancak, onların kahir ekseriyeti, bu sorumluluktan kaçındılar. Bunun yanı sıra İstisnalar, “Şaz” ve “Bidat” olarak dışlanmışlardır. Çağımızda Pakistanlı âlim rahmetli Fazlurrahman, neshi içeren içtihat sorumluluğunu, “Tarihselci Kur’an Yorumu” ile teorileştirdi.

Bugün gerek İslam dünyasında, gerekse Türkiye’de Şeriat karşıtlığının sebebi, bu yanlış kurulmuş, eskimiş, yıpranmış, altı oyulmuş, tarihte kalmış ve yer yer çürümüş unsurların, insanları irite etmesidir. Dolayısıyla, İslam= Sabit Şeriat formülü doğru değildir. İslam, dinamik ve dogmatik olarak iki şekilde de somutlaşabilmektedir.

Şeriat’ın tarihsel tecessümü, - sorumlusu ulema olan yanlışlıklar içermesinden öte- toplumdan topluma ve tarihten tarihe farklılık gösteren bir gerçektir. Türk toplumu, Fukaha’nın formülleştirdiği “şeriat” a fazla itibar etmemiştir. Osmanlı “Devlet” örgütlenmesi, Türk “Töre”si, Bizans etkisi ve İslam Şeriatının kesişmesine bağlı olarak oluşmuştur. Halk ise, şeriattan ziyade, Tasavvuf/Tarikat meşrep olmuştur. Türklerin bir kısmı Alevi-Bektaşiliği, diğer kısmı da Nakşiliği,Kadiriliği, Mevleviliği… benimsemiştir. Neyzen Tevfik’e atfedilen “Şeriat, bu kuluna kaba geldi Ya resulullah” ifadesi, Türklerin bir kısmının Sünni “şeriat” ile arasındaki mesafeyi ifade eder. Kayseri’de “Hunat” Cami-i Kebiri’nde Cuma günü ateşli bir “şeriat talebi” vaazı dinleyen yetmiş yaşlarında ihtiyar bir amca, ayakkabıları elinde camiden çıkarken kendi kendine: “Şeriat getirecekmiş; ne varsa sanki.” sözü, benzer şekilde, ortalama Anadolu insanının, “Şeriat” ile olan mesafe duygusunu ifade eder.

Devrimlerle birlikte “Şeriat-Hilafet ve Tarikat” ilga edilmişti. Türk halkı devrimden sonra Şeriat ve Hilafetin ilga edilmesine ses çıkarmadı; ancak, dini sembollere (Ezan, Başörtüsü, Cami, Hac, Kur’an Kursu…) ve Tarikatların ilgasını hazmedemedi; bir müddet, yer-merdiven altında saklandıktan sonra tekrar açığa çıktı. Bugün, Tarikatlar ve Cumhuriyet döneminde oluşan “Cemaatler, -azınlık da olsa-, bütün versiyonları ile birlikte varlıklarını sürdürüyorlar.

2- ŞERİATIN YENİLENMESİ

İslam= Sabit Şeriat “itikad”ında olan “Şeriatçı”ların durumu, -teşbihte hata olmaz- motoru sağlam, kaportasının ilk modeli 610-632 de; diğer modelleri “Fıkıh-Kelam” disiplinleri ve reel politik tarafından klasik Tarım ve İmparatorluk dönemlerinde üretilmiş bir aracı, bugün piyasaya sunmaya benzer. Sayın cumhurbaşkanımızın “Faiz” konusunda böyle bir teşebbüsünün (“Nass var, Nass”), yakın zamanda ülkemize neye mal olduğunu hepimiz biliyoruz.

Kur’an’ın oluşturduğu şeriat, inzal olduğu Arap toplumunun hazır-bulunuşluluğu ve toplumun ihtiyaçları doğrultusunda, Allah tarafından, insan vicdanına (Kalb-i selim, Lübb, Basiret, Fuad…) yaslanarak gerekçeli (Li, Key, İzen, Hatta, Lealle…) olarak oluşturulmuştur. Fukaha, bu yöntemi terk ederek, nassları (Kur’an-Sünnet/Hadis) dondurmuş ve sürekli onları lafzen “İstismar=Meyvelendirme” ederek sorun çözmeye çalışmıştır. Bugün şeriatı yenilemek için yapılması gereken, Nassları içselleştirdikten sonra Allah’ın ve Hz. Muhammed’in muradını Kamu Maslahatına, vicdana, akla ve ahlaka dayalı bir “dil” ile şeriatı yenilemektir; onu, aynıyla taklit etmek değil. Dini sembol, kavram ve kıymetlere (Allah, İslam, Ayet, Hadis, Şeriat…) aleni atıf yaparak kendini “Temsil” makamında görmek, son derece tehlikelidir. Dinler (Yahudi-Hristiyan-İslam) Tarihi göz önünde tutulursa; bu tavırdan üç büyük tehlike doğmaktadır: 1- Dogmatizm, 2- Totalitarizm, 3- Din istismarı. Her üç olgunun, üç dinin tarihinde ve günümüzde nasıl sonu gelmez bir iç savaşa (“Dine karşı Din”-Ali Şeriati) sebebiyet verdiği herkes için alenidir. (Geniş bilgi için bkz: İlhami Güler, “Reel Politikada Dini Değer, Kavram ve Sembollere Atıfta Bulunmanın Doğurduğu Sorunlar”. Politik Teoloji Yazıları adlı kitabın içinde. Ank. 2010. s 65-89)

3- SONUÇ

İslam=Sabit/donmuş Şeriat formülü, dogmatik bir inançtır. Toplumu, bu tartışmalar üzerinden bölmek, yanlıştır. Doğru olan, “Sabit Din Dinamik Şeriat”tır. İslam dünyası, bu hakikati keşfedecek sorumlu düşünürler ve âlimler beklemektedir.

Dumezil ve Divitçioğlu: Üçlü İşlev Halil Turhanlı-04/03/2024

Kırk küsur yıl iktisat teorisi üzerine çalışan Sencer Divitçioğlu daha sonra geçmişe dönmüş, hayatının son on altı yılını tarihe vermiş; Orta Asya’daki Türk topluluklarını, Osmanlı’nın beylikten devlete geçiş sürecini, bu gelişmeyi mümkün kılan Anadolu’daki siyasi koşulları incelemişti. Kök Türkler onun tarihe yöneldiği ikinci dönemin en önemli eseri.

Osmanlı toplum yapısı, Osmanlı’daki üretim ilişkileri Divitçioğlu’nun hep entelektüel ve akademik ilgi alanının odağında olmuştu. Marx’ın ortaya attığı ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) kavramını Osmanlı’daki üretim ilişkileri açısından ele almış, 1960’larda bu konuda yapılan tartışmaların en önünde bulunmuş ve hatta bu tartışmalara yön vermişti. Halil İnalcık onun ATÜT üzerine çalışmaları hakkında “Bu yayınlar o yıllarda Osmanlı ve sosyal yapısı üzerine yazılmış en etkili eserlerdendir” hükmüne varır. (2016:33). Tarihle ilgilendiğinde araştırmalarında geriye giderek Orta Asya bozkırlarına uzandı ve oradaki Türk toplumlarını inceledi. Bu açıdan bakıldığında onun iktisatçılığı ile tarihçiliği arasında bir bağ olduğunu söylemek mümkün.

İnalcık, Divitçioğlu’nun ‘Türk tarihini antropolojik metotla açıklamaya’ çalıştığını belirtir. (2016:38). Özcan da onun ‘seçilmiş tarihsel olgular kadar antropolojik çözümlemelere de’ başvurduğunu ve ‘antropolojiyle desteklenmemiş tarih bilgisini geçerli bilgi olarak kabul etmeme eğiliminde’ olduğunu vurgular. (1999:170)

Gerçekten Divitçioğlu tarih ve antropoloji disiplinlerinin olabildiğine yakınlaşmalarının, hatta iç içe geçmelerinin ikinci dönem çalışmalarının belirleyici yönü olduğunu kabul eder ve bu konuda ayrıntı verir. Tarihin geçmişte yaşamış olan ‘başkasını’ inceleyen, zamanda ‘yabancı’ olanı anlamaya çalışan bir disiplin olduğunu ileri sürer. Tarihçinin anlamaya çalıştığı kişi ‘yad’dır, yani uzaklarda bulunan ve tanıdık olmayan birileridir. (2004:13). Bu anlamda tarihçi ile konusu, teması arasında bir mesafe mevcuttur.

Benzer bir mesafe antropolojide de görülür. Antropoloji de ‘yad’ı ele alır, araştırır. Onun inceleme konusu yaptığı ‘yad’ ilkel, yabancı, barbar olarak nitelendirilir. Şu halde tarih ve antropoloji zaman ve mekânda bize yabancı olan insanı inceler, böylelikle birbirini tamamlarlar. Tarihçi ondan zamanla uzaklaşmış toplumlarla ilgilenir, ardsüremli çalışmalar yapar, antropolog ise mekân olarak uzaklaşmış topluluklarla ilgilenir, eşsüremli çalışmalar yapar. (2004:16).

Tarih dikey, antropoloji yatay konumlanır. Bu nedenle “tarih disiplininin kullandığı gereçlerin antropolojinin gereçleriyle işbirliği yapması mümkündür” (2000: 16). Divitçioğlu Kök Türkler’in Orta Asya’daki dünyalarını keşfedebilmek için Paul Feyeraband’dan ödünç aldığı bir terimle düş dünyası “ kurmuştu. Ancak buradaki düş sözcüğü bizleri yanıltmamalı. Onun inşa ettiği bu dünya ‘Kök Türk toplumunun ussal alanda anlaşılmasına yardım etmeyi’ amaçlıyordu. (2000:17). Şu da var: O böyle bir dünya kurmaya çalışırken George Dumezil’in üç işlev modelinden ideolojisinden de hayli yararlanmıştır

1925’de Türkiye Cumhuriyeti’nin çağrısı üzerine İstanbul’a gelen, 1931’e değin Darülfünun’da dersler veren dinler tarihçisi, filolog, etnolog, antropolog, mit derleyici, karşılaştırmalı mitoloji uzmanı George Dumezil’in ilgi alanı hayli genişti. Karşılaştırmalı mitoloji incelemelerinin artık rağbet görmediği bir dönemde bu alandaki incelemelerini ısrarla sürdürdü; ısrarında James George Frazer’ın çalışmalarına duyduğu hayranlık etkili oldu. Bugün özellikle Hint-Avrupa uygarlığı üzerine yaptığı, uzun yıllara yayılan çalışmalarıyla anılıyor. Üçlü işlev kuramı bu toplumlar üzerine gerçekleştirdiği incelemelerden doğdu.

Hint-Avrupa toplumlarını uzun yıllar inceleyen Dumezil bu toplumlarda üçlü bir ayrışma tespit etti. Üçlü işlev kuramını oluşturmadaki asıl amacı söz konusu toplumlarda egemenliğin nasıl bir yer tuttuğunu göstermekti. Fransız dinler tarihçisinin üçlü işlev modeli uyarınca Hint-Avrupa toplumları şu şekilde ayrışıyordu:1-Rahipler. Bu sınıfın iki ayrı, fakat birbirini tamamlayan iki yönü vardı. Kutsallık ve hukuk. İlahi olana doğrudan erişebiliyor, kutsal yasayı ilan ederek toplumu yönetiyorlardı. Ayrıca Tanrı’nın lütfuna sığına iki insan arasındaki meseleleri halledebiliyorlardı. Ancak bazı Hint-Avrupa toplumlarında din adamları ve savaşçı kast birlikte yönetiyorlardı. Rahiplerin ve savaşçıların yönetici sınıfın iki parçası oldukları görülüyordu.2- Savaşçılar, askeri kast: Savunma ve saldırma işlevini yerine getiriyor, baskınlar düzenliyorlardı. Hem toprak kazanıyor, hem kazanılmış toprakları savunuyorlardı. Prestij, onur ve şeref sahibi bir kasttı; zira söz konusu toplumlarda savaşmak onur verici bir eylem sayılıyordu. Gücünü büyük ölçüde bu değerlerden alıyordu. Daha doğrusu bunlar da onun silahları arasındaydı; 3- Üreticiler: Çobanlar, çiftçiler zanaatkârlar ve tüccarlardan oluşuyordu. Toplumun varlığını sürdürebilmesi için bereketi ve refahı sağlıyorlardı.

Dumezil üçlü işlev modelini 1960’ların sonlarına doğru ana hatlarıyla tamamlamıştı; yaşamının son yirmi yılında bazı ilaveler yaptı, genelde eleştirilere cevaplar verdi. Divitçioğlu’na göre Dumezil tarihteki tikel olguları sınayarak bunlarda genel hipotez türetmiş istisnai bir tarihçidir. Dahası onun çığır açan üç işlevi hipotez olmanın ötesinde bir teori niteliği taşımaktadır. Üstelik, Fransız filolog ve dinler tarihçisi o böylesine büyük bir iş başarmış olmasına rağmen alçakgönüllü davranmış, bir teori kurduğunu kabul etmemiştir. (2000:34)

Divitçioğlu, Dumezil’in Hint-Avrupa topluluklarının tarihleri, toplumsal yapıları, inanışları destanları açısından ayırt edici bir özellik olduğunu ileri sürdüğü üçlü işlev modelini yeni kavramlaştırmayla Orta Asya Türk toplumlarına uygulamaya çalıştı; başta Oğuz Kağan Destanı olmak üzere destanlardaki, yazıtlardaki Türklerin İslamlık öncesi yaşayışları, inanışları, kolektif bilinçleri hakkında verilen bilgileri de dikkate alarak üçlü işlevin bozkır medeniyeti içinde yer alan Türk toplumları açısından da geçerli olabileceğini ileri sürdü. Dumezil’in birinci işlevi olarak belirlediği kutsallığı kut, savaşkanlığı küt, üretkenliği ise ülüğ olarak kavramlaştırdı.

Divitçioğlu üçlü işlev modeline Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde de rastlandığı düşüncesindedir. Buna göre Osmanlı Beyliği’nde fetihler ve akınlar gerçekleştiren “imanlı savaşçılar” olan gaziler savaşçı sınıfı; zanaatla uğraşan ahi örgütleri, onların yanısıra ticaretle uğraşanlar üreticileri oluşturuyorlardı. Divitçioğlu kuruluş sürecinde bu iki işlevin öne çıktığını ileri sürer. Gazilerin fetihleri ve esnaf birliklerinin faaliyetleri göçer topluluktan devletli topluma evrilmeyi sağlamıştır. (2022: 79).

Divitçioğlu’na göre Osman Bey’in dönemin en sağlam kalesi içinde geniş bir alana kurulu Karacahisar’ı fethinden sonra aldığı üç karar de üçlü işlev teorisinin Osmanlı’nın devletleşme aşaması için geçerli olduğunu doğrulamaktadır. Nedir bu üç karar? 1- Dursun Fakıh’ın yeni alınan şehre kadı ve imam olarak atanması; böylelikle Osmanlı Devleti’nin ilk imam-hatibi ve kadısı unvanını elde etmesi, Osman Bey adına ilk hutbeyi okuması. Burada ilk kez Osman Bey adına hutbe okunması Osmanlı Beyliği’nin bağımsızlığını ilanı bakımından önemli bir adımdır. 2- Osman Bey’in kardeşi Gündüz Alp’e subaşılık görevini vermesi, fethedilen şehrin muhafız kuvvetlerinin komutanı olarak ataması. Bu şehrin ele geçirilmesinin resmi hale getirilmesi açısından da önemliydi. 3-Karacahisar’da bir Pazar kurdurması. Ekonomik işlevin gerçekleşmesini sağlayacak girişim.

Sözü edilen üç karar devlet statüsüne geçişte kararlılıkla atılmış adımlardı. Bu kararlar aynı zamanda, Osman Bey’in üçlü işlev sağduyusuna göre hareket ettiğine kanıttır. Kutsallık, savaşçılık ve iktisat işlevlerini gözetmiş, bu işlevlere ilgisini belirterek iyeliklerinin kendisinde bulunduğuna değğin sezgilerini bilinçsiz olarak dile getirmiştir. (2022:115).

Osman Bey’in yerine geçen Orhan Bey’le birlikte devletin yapılanması hızlanmıştı. Onun divan kurdurması yapılanmada çok ciddi gelişmelerden biridir. Yaptığı bir başka yenilik daha vardır: Kardeşi Alaeddin Paşa’nın önerisi üzerine divana katılanların giydikleri börkün renginin kırmızdan beyaza değişmesi.

Renkler güçlü duygusal çağrışımlar yaratır, farklı kültürlerde değişik anlamlar taşırlar. Bu özelliklerinden dolayı da sembol olarak kullanılırlar. Renklerin simgesel anlamlara sahip olmaları hem çok eski hem modern toplumlumlar açısından söz konusu. Dumezil üç işlev teorisini geliştirirken renklerin sembolik anlamları üzerine de çalışmalar yapmış, her işlevi simgeleyen renk kodlamasının mevcudiyetini tespit etmişti. Bir başka ifadeyle renkler toplumsal ayrışma ve katmanlaşma açısından anlam taşıyorlardı

Buna göre birinci işlev egemenlik ve kutsallık beyaz, savaşçılık kırmızı renk ile temsil ediliyordu. Kırmızının dökülen kanın rengi olması nedeniyle savaşkanlığı ve savaşçıyı temsil etmesi çok olağan. Güçlü duyguların ifadesi olan kırmızı savaşçının ruh halini yansıtır. Üçüncü işlevi, sağlık ve zenginliği mavi renk temsil ediyordu. Orhan Bey’in birinci işlevi yerine getiren yöneticilerin ak bört giymelerine karar vermesi Dumezil’in tespit ettiği renk kodlarıyla örtüşüyordu.

Kaynaklar:

Divitçioğlu, S. (2000), Kök Türkler, YKY

Divitçioğlu, S. (2004) Ortaçağ Türk Toplumları Hakkında, YKY

Divitçioğlu, S. (2022), Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu, Alfa

İnalcık, H. (2016), Türklük, Müslümanlık ve Osmanlı Mirası, Kırmızı Yayınları

Ufuk, Ö. (1999), ‘Osmanlı Devleti’nin Doğuşuna Bir Yaklaşım’, İstanbul Üniversitesi Dergisi, Cilt.3, Sayı 5

Kadının meşruiyeti ve ‘başını açan’ erkekler Betül Doğan Akkaş-29/02/2024

Her 28 Şubat’ta aynı şeyi düşünüyorum: distopik bir senaryoda uyanıyorum ve artık fakülteye başörtülü gidemiyorum. Bir binanın önüne geliyorum, küçük bir kabin görüyorum. Polis eliyle orayı işaret ediyor, sıra bekliyorum, çok fazla kadın var, içeri başörtülü girip başı açık çıkıyorlar. İçeri giriyorum. Şalımı çıkarıyorum, iğnemi itinayla boneme saplıyorum ki kaybolmasın. Şalımı çantama koyuyorum. Saçımı düzeltiyorum ve güvenlikle göz göze gelmemeye çalışarak okula giriyorum. Sonra aklıma yağan yağmur altında başımı açıp, ıslak eşarbı sıkıp çantama koyduğum gün geliyor, yıl 2009’du. Sadece 15 yıl geçmiş olmasına inanamıyorum çünkü şimdi aynı binalara kimse beni durdurmadan giriyorum.

Üniversiteye başörtülü girdiğim ilk gün, 2010’da dönemin ilk sınavlarından hemen sonra bir gündü. Güvenliğin yanından geçiyorum, engellenmedim. Tahmin ediyorum o an hissettiklerimi hiç unutamayacağım. Sınıfa giriyorum, gözler üzerimde ama tepki yok, derin bir oh çekiyorum. Derken günler geçiyor ve artık alıştık, alıştılar.

Başörtüsü yasağını, 28 Şubat’ı, temel vatandaşlık hakları, Türkiye’nin siyasal tarihi, İslamcılık ve daha nice kallavi meseleyle tartışabilir, derin analizler yapabiliriz. Yapalım da ama benim ve daha nice kadının o günlere dair trajikomik anıları da en az siyaset bilimi terminolojisi kadar kapsamlı ve açıklayıcı durum komedileriyle dolu. 28 Şubat demagojisi yapmak diye bir kavram bile var Türkiye’de --ki ‘hakkıyla’ yapanlar genelde ne kadınlar ne de başlarını açtılar.

Burası gerçekten önemli, biz sokak ortasında birden küçük kulübelerin önünde, yurt girişlerinde başörtümüzü çıkarıverdik. O sınıflara girmek, okulu bitirebilmek için. Kimileri peruk taktı, kimileri şapkayla girdi kimileri okulu bıraktı. Bunla mücadele etmek bile sosyo-ekonomik bir gerçeklikti çünkü bazı aileler çocuklarını tesettürlü kabul eden özel okullara gönderebildiler, bazıları yurt dışına gitti. Ama ben başını açıveren o kadınlardan biri olarak o anları dönem dönem hatırlayıp genç yaşta içine düştüğüm parodilerin üstünden geçiyorum ve genelde soruyorum: tekrar olsa, yine öyle sessizlik olur mu? Sonra başka sorular geliyor aklıma. Şu an mağdurlara iade edilen temel hak ve özgürlüklerden sonra, başörtülü kadınların algısı meşru bir zemine oturdu mu? Başörtülü kadınlar bugün neler yaşıyorlar? Bazıları başlarını açtılar.

BAŞINI AÇAN ERKEKLER

Bu kategori inanılmaz ilgi görüyor çünkü kadınların hayat seçimlerinin görünür olması, ‘başını açan erkekleri’ gizlerken kadınları sahnenin ortasına bırakıveriyor. Evet, erkekler de başlarını açtılar, bu toplumda çıplak gözle görülen bir sosyal gerçek ama çoğunlukla kadınları konuşuyoruz.

Herhangi bir ortamda Türkiye’de dindarlığın azalması yahut sekülerleşme konuşulduğunda herkesin ilk örneği başını açan bir kadın arkadaşı, yakını. Başörtüsü görünür bir unsur ve kadınların İslami yanına dair ilk izlenimi barındırıyor. Oysa hepimizin bildiği gibi, yalnızca başörtülü kadınlar dindar değil ve başörtülü kadınların da hepsi dindar değil. Fakat mesele erkeklere geldiğinde, en az başını açan kadınlar kadar çok sayıda erkeğin dinden uzaklaştığını ve kendi üsluplarıyla ‘başlarını açtıklarına’ şahidiz. Namaz kılmayı bırakmak, özel hayatını dinden uzak formlarda yaşamak, içki içmek hatta inşallah, maşallah gibi günlük ifadeleri bile kullanmaktan hicap duymak sekülerleşme alametlerine örnek olabilir. Kim ne kadar dindar elbette bilimsel metotlarla ölçümü zor fakat lisansüstü tezlerde henüz sayısı az olsa da başını açan kadınlara dair sosyolojik çalışmalara rastlamak böylece tartışmayı akademik bir zemine oturtmak mümkün.

Benzer şekilde Zübeyir Nişancı’nın ‘Sayılarla Türkiye’de İnanç ve Dindarlık’ araştırması kadın ve erkek üzerinden bir karşılaştırma imkânı sunuyor. Kadınlar arasında kendini dindar olarak tanımlayanların, düzenli olarak namaz kılanların ve oruç tutanların oranları erkeklerden %3-4 bandında daha yüksek. Araştırmaya göre, ‘Türkiye’de yaşayan 18 yaş üstü kadın katılımcıların %73’ü -diğer bir deyişle neredeyse dörtte üçü herhangi bir şekilde başörtüsü’ takıyorlar. Katılımcıların %48’i ise dışarıya çıkarken “sık sık” veya “her zaman” başörtüsü taktıklarını dile getirmişler. Bu demek oluyor ki Türkiye’de kadın için dini eğilimlerini ve pratiklerini göstermek oldukça yaygın bir tutum.

KADININ MEŞRUİYETİ

Nişancı’nın anketinde daha da ilginç olan kısım başörtüsü algısını inceleyen bölümde, erkeklerin başörtülü kadınların hakimlik veya savcılık yapabileceğine dair soruya %3-5 bandında daha negatif cevap vermeleri. Biraz daha açarsak, katılımcı erkekler arasında katılımcı kadınlardan daha yüksek oranda bir kısım, kadınların başörtülü olarak belli meslekleri yapmalarını onaylamadıklarını belirtmişler. Aynı minvalde hem kadın hem de erkek katılımcılara başörtüsünü siyasi bir sembol olarak görüp görmedikleri sorulmuş ve erkekler arasında başörtüsünü siyasi sembol olarak görmek kadınlara göre daha yaygın çıkmış.

Zahide Tuba Kor hocaya göre belki de başörtülü kadınların yasaklarla hesaplaşması çoktan bitti, hedeflerine ulaştılar ama o ‘dışlanmışlığın’ etkileri hala unutulmadı. Kadın meselesi üzerine çalışan ilahiyatçı Hidayet Şefkatli Tuksal da başörtüsü yasaklarının kalkmasının başörtülü kadınlara bir itibar iadesi getirmediğini öne sürüyor.

Bu konu üzerine yazanlardan biri de İsmail Kılıçaslan ve onun kadınların açılmasına ilk cevabı; ‘seküler hayat tarzının kuşatıcılığına ve çağrısına karşı koymak hiç kolay değil’. Aynı oranda hatta belki kadınlarla yarışır biçimde sekülerleşen erkekler de mi modern hayatın dayatmalarıyla baş edemiyorlar yoksa onların geçirdiği kişisel dönüşümler caiz mi? Eğer mesele seküler hayatın cazibesi idiyse, onlarca insanın içinde, minik kulübelerde, okuldaki sosyal hayattan dışlanarak geçen onca yılda, iş bulamazken, evlenemezken neden kadınlar başlarını açmadılar? Ya da erkeklerin iş yerlerinde tesettürlü eş sorun oluyor öngörüsüyle seküler hayat tarzında evlilikler yapmayı tercih etmeleri, neyin cazibesine denk düşüyordu? İsmail Kılıçaslan erkeklerin ‘yozlaşma’ serüvenini, ‘dindar erkekler sorunu’ olarak tanımlıyor ve ilginin yalnızca kadınların sekülerleşmesinde olmasını yadırgıyor.

Başörtüsünü çıkaran kadınların sıraladıkları nedenler listesi uzun ama ‘hala bariyerler var ve ben yoruldum’ öne çıkan bir ifade. Başörtülü kadınlar dini hassasiyetleri olan ya da özgürlükçü insanlar tarafından ne kadar destekleniyorlar? Yoksa iş dünyası ve siyaset kolaya kaçarak ve konvensiyonel kadın imajına sığınarak yalnızca temsili ve sınırlı bir noktaya kadar bir alan mı açıyor onlara? Mütedeyyin kadın temsilini bir yere taşımak artık bu camianın bir meselesi değil mi? Yoksa mütedeyyin kadına artık haklarını aldın, gerisi sende mi deniyor? Bu da oldukça ilginç çünkü bu yazıyı yazdığım gün bile karşısında cevap vermeye hicap duyacağım bir durum yaşadım, üstü örtülü, oldukça kibar çünkü artık ‘bize’ dokunulması zor fakat saygısızlık hatta reddetme çabası tam da detaylarda gizli değil mi?

‘MİNİK KELEBEK, DUR SAKİNCE UÇMAK NE DEMEK’

Bu karmaşanın bir başka yüzü daha var: başörtülü kadınların hala hak ettikleri işlere girmek ve belli terfileri almak için sorun yaşıyor olmaları. Siyasal sistemin, Devekuşu Kabare’den bir alıntıyla, ‘hangi kelebeğin uçacağına, hangisinin duracağına’ karar veriyor olması başlıca bir ikilem. Başörtülü bir kadın bir göreve gelince sosyal medyada özgeçmişi elden ele dolaşıyor, sürekli bir açık arama telaşı başlıyor. Meşru olduğunu ve uçmaya uygun bir kelebek olduğunu kanıtlaması gerekiyor. Yalnızca seküler endişelerle başörtülü temsilinin artmasından rahatsız olanlar nezdinde değil üstelik. Kadınların iyi çocuk yetiştirecek kadar eğitimli, eşlerinin davetlilerine İngilizce hoş geldin diyebilecek kadar dil bilen kız kardeşler olmaktan çıkıp, birer meslektaş, belki de rakip olmasından rahatsız olan muhafazakâr çevreler için de. En basit haliyle, hala Whatsapp gruplarında, eğer bir kadın eğitimli olmazsa nasıl çocuk yetiştirir, biraz olsun dil bilmez ve uğraşı olmazsa eşiyle nasıl ortak konuşacak şeyi olur erkeğin gözü dışarda olur temalı videolar dolaşıyor ve bunlar yadırganmadan iki diplomalı, 28 Şubat mağduru kadınlar tarafından bile paylaşılıyor. Kadınlar meşru kalmaya o kadar odaklanmış haldeler ki kelebeğin uçmamasını doğal karşılıyorlar belki de sineye çekiyorlar.

Bir diğer vurucu ve üzücü nokta belki de kadının kadını unutması. Afrika’da kolonyal sistem sonrası sisteme giren kadınların kadın politikalarını ya da temsilini öncelemeyi bırakıp ana akım siyasal denkleme hizmet etmesi üzerinden ‘femokrasi’ tartışmaları yürüyordu ki bu kavram hemen her siyasal sistem eleştirisinde de kullanılır. Başörtülü kadınlar bir yere geldiklerinde önce kendilerini güvene alıyorlar çünkü hem geleneksel, dindar kodlara karşı sosyal hayatta da çalışan ve işini iyi yapan kadın imajı çizmeye çalışıyorlar hem de konvensiyonel seküler tutuma karşı basit bir varoluş mücadelesi veriyorlar. Bu esnada kadın kadına ne kadar dayanışma oluşuyor, birbirlerine manevra alanı açıyorlar mı hepsi soru işareti.

Yazının sonuna gelince şunu biliyorum ki kadın meselesini sol eylemler yapılırken de mütedeyyin kadınlar durumlarını açarken de duymak istemeyen çok. Bu yazı da ne başını açan kadınları ‘aklamak’ için ne de erkekleri topun ağzına koymak için. Kadınların sorunları dile getirilince ‘aman bunlar da kafa ütülüyor daha ne istiyorlar’ diyecek de çok. Ama konuşmak, ifade etmek belki de sadece sorular sormak hala bir ihtiyaç. Ben Merve Kavakçı’nın mecliste yuhalandığı görüntüleri hala kalp ritmimi normal akışında tutarak izleyemiyorum. Eminim bir yerlerde de kadın dernekleri 8 Mart’a pankartlar hazırlıyorlar ve sorunsuzca eylem yapamayacaklar ki onların da bazıları bir zamanlar bizim zorla kapandığımızı söyleyerek yasağı desteklemişlerdi. Ezcümle, yazıyı buraya kadar okuyan erkekler varsa, hala umut var.

BETÜL DOĞAN AKKAŞ KİMDİR?

Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Dr. Öğretim Üyesi olarak görev alıyor. 2014 yılında Bilkent Üniversitesi Uluslararası ilişkiler Bölümü’nden mezun oldu. 2017 yılında Katar Üniversitesi Körfez Araştırmaları Bölümü’nde Katar dış politikasında güvenlikleştirme üzerine yüksek lisans derecesini aldı. Durham-Katar üniversiteleri Körfez Araştırmaları ortak programında doktora yaptı. İngiliz Uluslararası Çalışmalar Derneği (BİSA) bünyesinde Uluslararası Akdeniz, Ortadoğu ve Asya Çalışmaları grubunun yürütücülüğünü yapmaktadır. Körfez ülkelerinin siyasal kültürleri, dış politikaları ve güvenlik stratejileri temel araştırma alanlarıdır.