Yargıtay Başkanlığında üç yıl kalacak, dolayısıyla üç yargılama yılı konuşması yapacaktım. Öyleyse genelden özele yürüyen bu konuşmanın ilki devlet düzeni üzerinde, yani bir bakıma Cumhuriyetin kurucu felsefesine, Batıda gelişen “gün ışığında demokrasi” (openair democracy, démocratie à ciel ouvert, democrazia all’aria aperta) anlayışına ağırlık veren bir konuşma olmalıydı. Nitekim öyle de olmuş ve konuşmamı bundan tam çeyrek yüzyıl önce aşağıdaki dileklerle bitirmiştim.
“İşte, önümüzde dokunduğu her şeyi bilim
testinden geçirerek akılcılığa dönüştürebilen ve kendisini durmadan yenileyerek
kültür genlerine içselleştirdiği çağla aynı dalga boyunu yakalayabilen pırıl
pırıl bir Atatürkçü görüş.
İşte, önümüzde ilke ve boyutları,
marangozun budaksız ağaçta kayan rendesi gibi, iyi işletildiğinde, barışın,
gelişmenin, açmazları aşmanın altın anahtarlarını cömertçe sunan; ancak
bunların bir tanesinde bile sapma olduğunda, bağışlamayıp sürçen ve, bütün
sistemi bunalıma sürükleme pahasına, çözüm anahtarlarını inanılmaz bir
kıskançlıkla geri alan görkemli ve çağcıl demokrasi.
Nihayet işte, doğruları, yanlışları, esin
kaynakları ve sorunlarıyla kara sevdamız Türkiye, bizim Türkiye’miz.
Tercih sizlerindir.
Ben, Türk halkının “güzeli ağlatan,
çirkini söyleten” bir halk olmadığına inanmış hukukçularından biriyim.
Bu yüzden sadece ondaki titreşimleri ve
bilimi gözeterek doğruları dile getirmeye çalıştım, çalışıyorum.
Çünkü bağımsız bir hukukçunun bu ahlaki
görevi yerine getirmesi gerekirdi.
Ve ben bu görevi, yabancı sözcüklerle
kuşatılmış, başkenti bile sokaklarına dek istilaya yeltenen “Türkgilizce”yle
değil, vurgun olduğum, ses bayrağım anadilim Türkçe’nin yalınlığıyla,
içtenliğiyle yazıp konuşarak sizlerin, Türk halkının önünde konuşmuş ve
görevimi yerine getirmiş bulunuyorum.
Kısaca şu anda, birey, yurttaş, hukukçu
olarak ve bütün sorumluluğu üstlenerek tercihlerimi dile getirmiş bulunuyorum.
Özetle ben, içleri boşaltılmamış,
sulandırılmamış küresel kavramlarla düşünen ve üreten; dünyanın kıyısında
köşesinde değil, odağında yer alan; tarihe maruz kalan değil, tarih yapan,
çağın ruhuna denk düşen bir Türkiye istiyorum.
Uygar yüzlü, ışıyan Atatürk’ü ve sonluluk
değil, sonsuzluk olan, 1930’lara mıhlanan değil, bilimin ışığında geleceğe
gelecekler üreten Atatürkçü görüşü geri istiyorum.
Düşük yoğunluklu, yozlaşmış, büyük
ağabeylerin vesayetindeki icazetli demokrasiyi reddediyor, ülkem için bunun tam
tersini, yani eşit bireylerden oluşmuş özgür halkın, özgür halk tarafından,
özgür halk için yönetimi anlamında çıtası en yüksek demokrasiyi istiyorum.
Demokrasinin yönettiği düşünceler ve
inançlar Cumhuriyetimi geri istiyorum.
Hoşgörünün de ötesinde “öteki benim
eşitim” diyen, birbirlerine meydan okuyarak saygı duyan, berikiler ile
ötekilerin hak ve özgürlükleri çiğnendiğinde, kendilerinin hak ve özgürlükleri
çiğnenmişçesine çiğneyenlere karşı çıkma ortak bilincini, akılcı eleştiri,
tartışma, sorgulama, algılama kapılarını açık tutma yeteneklerini kazanmış
özgür ve demokrat insanların yaşadığı demokratik bir cumhuriyet istiyorum.
Yaşamın ve barışın vazgeçilemez gerekçesi
olarak, dokuları örselenmemiş, kendisini dengeleyen bir doğa; kılcal damarları
çoğulculukla beslenen ve kendisini geliştiren bir toplum istiyorum.
Çoğulculuğun doğal sonucu olarak, din ve
devletin karşılıklı bağımsızlığı ilkesine yaslanan, barışçı, kırılmalara
uğramamış, özürsüz ve ödünsüz laikliği geri istiyorum.
Düşünceleri, inançları yasaklamayan,
yalnızca barış içinde tartıştırıp yarıştıran, adalet imbiğinden geçmiş ve
insanları özgürleştiren bir hukuk; böyle bir hukukun egemenliğinde, düşünce ve
inançlara eşit uzaklıkta, karar süreçlerine kattığı halkına güvenen, yansız ve
meşruluğunu hukuktan alan güçlü bir devlet istiyorum.
Böyle bir devletin; devletlerin özgür
birey ve halk için olduğu anlayışını temel alan, insanların evrensel ahlak kodu
sayılan hak ve özgürlükleri gerçekleştirmeyi kaygı edinen, gözeneklerine değin
içselleştirdiği hukukun üstünlüğü omurgasıyla ayakta duran bir anayasa ile
örgütlenmesini istiyorum.
Hukuku değil, devleti koruma kaygısıyla
Memurin Muhakematı Kanunu gibi yasaların destekçisi sözde anayasa metinlerinin
çağcıl bir ülkede yeri olmadığını özellikle ve yüksek sesle vurguluyorum.
Sığlaşan hukuktaki her yanlışın patlamaya
hazır bir krater olduğu bilinciyle; her aileyi yargısallaştıran ve devleti
bireyleri ile sürtüştüren çarpık hukuk uygulamasının ürettiği davalar yığınının
fay hattındaki hukuk göçüğünden insanlarımızın kurtarılmasını, yazılı hukukun
değiştirilmesini, “Dura dura bayatlayan adalet” (B. Brecht) yüzünden umudunu
mafyaya bağlayanların “makûs talih”lerinin yenilmesini istiyorum.
Özlenen hukuku yaşama geçirmenin
önkoşullarını yaratabilmek için, hukukun biricik yorumcusu ve sözcüsü yargılama
erkinin öbür erklerden bütünüyle bağımsız olmasını, özellikle yürütmenin
kuşatma harekâtını yarmasını; devleti ve demokrasiyi meşrulaştıran yargılama
erkinin, gücünün yasama ve yürütme erkleriyle, güçleriyle maddi ve manevi bütün
alanlarda eşit olmasını istiyorum.
Yargılama erkinin ivedi gereksinimlerinin
kısa sürede karşılanmasını, 1966 New York Medeni ve Siyasal Haklar
Sözleşmesinde (md. 14) bir insan hakkı olarak vurgulanan üst (ara) mahkemeye
başvuru (istinaf) hakkının tanınmasını, böylelikle üst mahkemeleri, yargılama
kolluğu, akademisi, binalarıyla halkın ve Türkiye’nin saygınlığına yaraşan
yetkin bir adlî yargılama erki istiyorum.
Diyeceklerim şimdilik bunlardır.
Gösterdiğiniz ilgi ve sabra gönül borcumu
öderken, önümüzdeki yıllarda demokrasinin utkusuyla taçlanmış, baskı ve
terörden arınmış, barışa kavuşmuş bir Türkiye’de ve dünyada buluşmak umuduyla
sizlere şükranlarımı, saygılarımı sunarım.”
Ondan sonra neler mi oldu?
Geliniz, şimdi bu dileklerden hangisinin
gerçekleştiğine bir göz atalım.
Hemen baştan belirteyim ki, bu konuşmanın
bana ne kazandırdığını bilemem. Ancak, kimyada çözeltilerdeki asit ve bazları
ayırt etmekte kullanılan turnusol gibi, bu konuşma da kimlerin doğru Atatürkçü
anlayıştan ve günümüz demokrasisinden yana, kimlerin bunlara karşı olduğunu
ortaya koymuştur.
Bu açıdan ilkin Atatürk’ün anlayışını
yansıtan iki olaya değinmek isterim.
Bu konuda yaşanan ve Atatürk’ün demokrasi
anlayışını yansıtan önemli olaylardan birincisi şudur: CHP Genel Sekreteri
Recep Peker, İtalya ve Almanya gezisinden sonra toplanacak olan CHP kurultayına
-ki, bu Atatürk’ün yaşamında 9.5.1935’te toplanan son kurultaydır- sunulmak
üzere, İtalyan faşizminden etkilenerek yeni bir tüzük, çok ayrıntılı bir
izlence (program) hazırlamıştır.
Bu parti tüzüğü, partinin eylemli Genel
Başkanı Başbakan İnönü’nün incelemesinden sonra Atatürk’e sunulmuştur.
Atatürk, o gün akşam yemeğine gelen
konuklarını uğurladıktan sonra geceleyin hiç uyumamış, sabaha dek kitaplığında
bu tüzük taslağını incelemiştir.
Bu girişime ve sakat düşüncelere çok
öfkelenen Atatürk, sabahleyin gelen genel sekreterine “Bu zorbalar kimler?”
diye sorduktan sonra, şunları söylemiştir: “Görülüyor ki, varmak istediğimiz
hedef, henüz en yakın –ki olasılıkla, daha çok İnönü’yü amaçlamaktadır-
arkadaşlar tarafından bile zerrece anlaşılmış değildir.”
Hemen ardından da bu hedefi de şöyle
açıklamıştır, Atatürk: “Biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu
ülkede padişahlığa yandaş olanlar bile bir parti kurabilsinler” (Soyak, Hasan
Rıza, Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul, 2004, s. 61-62).
Dikkat edilsin, lütfen. Atatürk,
demokraside akla, değişik görüşlere ve inançlara asla hiçbir yasak, sınır
tanımamakta, bütün inakları, dogmaları reddetmekte, attığı en büyük adımı bile
demokratik tartışmaya açmayı göze almakta, alabilmektedir.
Gerçekten O, çocuğu gibi elinden tutup
büyüttüğü, üzerine titrediği “Cumhuriyet”e karşıt görüşlere bile özgürlük
isteyecek çapta ve büyüklükte demokratik “özgürlük bilinci”ne sahip bir
önderdir.
Ayrıca hiç unutulmamalıdır ki, Atatürk,
dönemindeki bütün baskıcı, buyurgan tümelci rejimlere de karşıdır.
Bir başka olay da şudur: Fuat Köprülü’nün
başkanlığında Cumhuriyetin başlarında bir “Dinde Reform Kurulu” oluşturulmuş ve
bu Kurul, masada ve sandalyede namaz kılınması gibi birçok öneriyi Atatürk’e
sunmuştur. Atatürk, bu önerilere çok öfkelenmiş, “Dinde reformu, demiş, dinin
kendi içindeki din insanları yapabilir. Ben siyaset insanıyım. Martin Luther
değilim.”
Bu nedenle o kurul hemen kaldırılmıştır.
Görülüyor ki, Atatürk ideokrat, totaliter;
Atatürkçü görüş, bir ideoloji, totalitarizm değildir.
Dinlere, inançlara karşı da değildir. Tam
tersine inançlara saygılıdır. Çünkü laiktir; din, inanç alanı ile bilim alanını
özenle birbirinden ayırmaktadır, ayırmıştır da. Tıpkı “Ben, laboratuvarıma
girerken dinimi eşikte bırakırım” diyen on dokuzuncu yüzyılın ünlü fizyolog ve
doğa bilimcisi dindar Claude Bernard (1813-1878) gibi.
Bilindiği üzere, tek kişinin yapacağı bir
işi on kişi yaparsa, dokuz kişinin görünüşte işi vardır. Ancak aslında dokuz
kişi işsizdir.
Ekonomide buna “gizli işsizlik” denir.
Atatürkçülüğü bir ideoloji olarak
algılayarak zaman zaman onu bir tür totalitarizme dönüştürenler de, aslında
Atatürk’ü severken onu boğan “gizli Atatürk karşıtları” ya da “yüzeysel
Atatürkseverler”dir.
Dolayısıyla “1999-2000 yargılama yılı”
(adli yıl) açış konuşmam, her şeyden önce kimlerin Atatürk’ü ve Atatürkçü
görüşü anladığını, kimlerin anlamadığını ortaya koymuştur, benim açımdan.
Bu konuşmadan sonra da şu kanıya
ulaşmışımdır: Gerçekten Atatürk’ü ve Atatürkçü anlayışı, bir bakıma gizli
Atatürk karşıtlarından kurtarmak, bilimsel yörüngesine oturtmak zorunludur.
İşte o zaman, sadece Avrupa Birliği’nin
değil, bütün kapıları açan Atatürkçü görüşün tam demokrasiye geçmede gerçek bir
basamak işlevini yerine getirdiği görülecektir.
Unutulmamalıdır ki, Atatürk’ün kurduğu
parti, yani CHP, bir amaç değil, demokrasinin alt yapısını hazırlayan
devrimleri gerçekleştirmek ve demokrasiye adım atabilmek için sadece bir
araçtı, araçtır.
O kadar.
Nitekim bir yabancı bilim insanı, Prof.
Maurice Duverger, bunun ayrımına çok iyi varmış, Atatürk’ün kurduğu CHP’yi,
hedefi demokrasi olduğu için, başka ülkelerde görülen tek partilerden özenle
ayırmış, bu tür partileri “Kemalist partiler” olarak adlandırmıştır.
Gerçekten Duverger’ye göre, bu terimle
adlandırılan partilerin vazgeçilmez amaçları, halkı geleceğin demokrasisine
hazırlamaktır. Nitekim “Diktatörlük Üstüne” adlı kitabında Atatürk’ün
Mussolini’ye özendiğini söylemekle birlikte, “Siyasal Partiler” adlı kitabının
“Tek Parti ve Demokrasi” bölümünde Atatürk Türkiye’sine önemli bir yer ayıran
bu ünlü bilim insanı, şöyle demektedir: “Atatürk’ün önderliğindeki tek
particilik, tekelciliğe dayanarak özgürlükçü demokrasiyi tıkamamıştır. Ancak
Mustafa Kemal, sahip olduğu güçten, tekelden sürekli rahatsızlık duymuştur.
Çeşitli fırsatlarla bu tekele son vermeye çalışmıştır.’’ Kısaca ona göre, “1923
sonrası Türk devrimiyle Türkiye engelsiz ve sıkıntısız şekilde tek parti
sisteminden plüralizme (çoklu sisteme) geçmiştir. Bugün, Ortadoğu devletlerinin
en demokratik olanıdır.”
Yine Duverger’ye göre, “Basiretle
uygulanan tek parti yönetimi, bugün gerçek bir demokrasinin kuruluşunu mümkün
kılacak...” çalışmaları yapmıştır ve “Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir
tek parti doktrinine dayanmamış; bu tekelciliğe resmi bir nitelik vermemiş,
özgürlükçü demokrasiyi ortadan kaldırma isteğiyle onu hukuksal kılmaya,
meşrulaştırmaya kalkışmamıştır.” (Duverger, Maurice, (Ergun Özbudun), Siyasi
Partiler, Ankara, 1986, s. 360, 364).
İşte bu yüzden Batı dünyasının siyaset
bilimcilerinin çoğu, 1950 seçimlerini ve iktidarın barış içinde devir-teslimini
“beyaz ihtilal” olarak nitelendirmiştir.
Ancak umudumuzu yitirmeyelim.
Gerçekten her dönemde köle sanılanlar,
kurtuluşu eninde sonunda başarmış, yarınların efendileri olmuşlardır.
Ne var ki, bu savaşım, her yerde her zaman
kolay olmamıştır.
Çünkü Atatürk’ler yeryüzüne çok sık
gelmezler.
O’nun değerini iyi bilmeliyiz.
Ayrıca şunları da hiç unutmamalıyız.
Günümüz çoğulcu demokrasisinin
vazgeçilemez temeli, her açıdan birey özgürlüğüdür, kısaca özgürlüktür. Nitekim
“1999-2000 yargılama yılını açış” konuşmam, ikinci olarak, kimlerin çağcıl
demokrasinin olmazsa olmazı olan “özgürlük bilinci”ne sahip olduğunu, kimlerin
olmadığını da ortaya koyan bir turnusol işlevini yerine getirmiştir (Ayrıntılı
bilgi iзin bkz. Doğan, S., Sivil Demokrasi Зağrısı, Bir Konuşmanın Yankıları,
İstanbul, 1999; Kaya, M. E., O Konuştu, Tьrkiye Tartıştı, Ankara, 1999;
Karahasan, M., R., Başkan, İstanbul, 1999).
Yeri gelmişken ayraç içinde belirteyim ki,
o konuşma, aynı günlerde ilkin Liberte yayınları arasında basılmış, hemen
akabinde, başyazarı ve kimi yazarları beni eleştirdikleri –ki, bunlardan bir
kesimi daha sonraları yazılarında yanlış yaptıklarını itiraf etmişlerdir- halde
Hürriyet gazetesinin eki olarak da basılıp halkımıza ulaştırılmıştır.
Çeyrek yüzyıl sonra “o konuşmadaki
umutların hangisi gerçekleşmiştir?” diye sorarsınız, şu yanıtı verebilirim:
Yalnızca üst mahkemelerin (istinaf) kurulması.
Çok yazık ve de çok düşündürücü!?