BİR TÜRLÜ ÇIKAMAYAN İSLAMIN GÜR SEDASI
Bediüzzaman Said Nursi’nin "Ümitvar
olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sedası
olacaktır!" ifadesini zikrettiğinden bu yana 70 yılı aşkın süre geçmiş.
Tabi bu 70 yıl içinde başta Afrika, Güney doğu Asya ve Hindistan olmak üzere
çoğu batı sömürgesi Müslüman coğrafyası ülkeler bağımsızlıklarını sonradan
kazanmışlardı. İlgili ülkelerin ekserisinin de anayasası İslam’ı referans
göstermekteydi. Bu geçen zamanda İran İslam devrimi ve tabi ki Türkiye’de de
referansı İslam olan siyasetçilerin iktidarı gibi önemli gelişmeler de yaşandı.
Ancak detaylara girilmeden İslam dünyasının yolsuzluk, insan hakları endeksi,
gelir dağılımı adaleti, eleştirdikleri batıya rekor göç ve bilimsel çalışmalar
gibi hususlarda dünya küme düşme hattında. Bu durum bir zamanlar İslam’a
geçişleri bizleri heyecanlan Kaptan Jacques Cousteau, Roger Graudy ve Cat
Stevens gibi aydın ve sanatçıların da tavırlarındaki hayal kırıklığında da
kendini belli etmekte.
Eğer İslam’ın gür sedasından kasıt tekrar
hilafetin hüküm sürdüğü coğrafyalarda 12. Yüzyıla dayalı bir Emevi
fıkhının-geleneğinin üstünlüğünün iktidarıysa bu gür sedanın tadının acılığı da
ayrı bir tartışmanın konusu. Eğer modernitenin yaratılana yabancılaştırdığı bir
dünyaya ve bunun insanlığına karşı kadim ve uygulanabilir bir medeniyet teziyse
bu gür sedadan bahsetmek de henüz mümkün gözükmemekte.
GÜR SEDANIN NASIL ÇIKABİLECEĞİNE
DAİR ÇALIŞMALAR
Bu gür sedanın nasıl olabileceğine dair
çok uzun asırlar süren arada bir gündeme gelebilen birtakım çabalar da mevcut.
Bu alanlarda kişisel olarak da incelemelerim ve yazılarımı da hatırlatmak
isterim. Bu yazıyı da son dönemlerde değer verdiğim birkaç kitabın adlarını
paylaşarak açmaya başlayacağım. Bu kitaplar; Ahmet Davutoğlu “Alternatif
paradigmalar” ve “Medeniyet dönüşümü”, Özgür Koca "Islam, Causality, and
Freedom: From the Medieval to the Modern Era", Ahmet T. Kuru” Islam,
Authoritarianism, and Underdevelopment: A Global and Historical Comparison” ve
Mustafa Akyol’un orijinalinden Türkçeye çevrilen “Müslüman Aklın Uyanışı”.
Ahmet Davutoğlu’nun yaklaşımı medeniyet,
kadim varoluşçu psikoloji tanımı ve ilişkin alternatif paradigma üzerinden
gelişmekte. Özgür Koca, metafizik ve fizik dünya/sebep sonuç ilişkileri
üzerinden İslam felsefesinin adeta size bir yolculuğunu yaptırmakta. Ahmet Kuru
ise özde İslam dünyasının altın çağının bitmesini otoriter merkezcilik,
bağımsız burjuvazinin yok olması ve düşünme özgürlüğünün kaba tabirle terörize
edilmesine bağlamakta. Bu çalışmaların hepsi değerli ve ayrı incelemelerin
konuları. İslam dünyasının gür sedasının çıkamama sorununu bu yazıda Mustafa
Akyol’un “Müslüman Aklın Uyanışı” kitabının şerhi üzerinden anlamaya
çalışacağız.
SORUNDA ÜÇ TEMEL HUSUS
İslam dünyasının geldiği bugünkü trajik
durumun temel sorununu ilahiyat-teoloji, siyaset ve sosyoloji olarak kategorize
etmek mümkün. Akyol özellikle teoloji ve siyaset alanında kitapta önemli
tarihsel pencereler açmış ve analizleri yapmış. Tabi ki tüm bu tartışmaları
“İman” ve “Gelenek” ten kopmayan birer Müslüman olarak da yapmamız bu
tartışmalara anlam katmakta. Akyol’un bu son husus konusunda da itinalı ve
içten davrandığını da söylemeliyiz.
İLAHİYATDA AKLIN ROLÜ
Dünya’daki dinlerin mezhepler tarihine göz
attığımızda mezheplerin doğuşunun ilk sebebinin siyasi çıkar çatışmaları
olduğunu görmekteyiz. Teolojik farklılıkların da iktidarların ihtiyacına göre
şekillendiğine tarih sıkça şahit olmuş. Katolisizmden çıkan Angilikanizm ve
Protestanlık, veya Sünnilikten doğan Haricilik ve Şiilik örnekleri de bunların
bazı delilleri. [1]Özellikle İslam dünyası için buradaki siyasi ve teolojik
tartışmalarda sosyolojinin rolü belirgindir. Arap kabile asabiyesi ve otorite
ilişkileri Kur’an ve hadislerin yorumunda mevcut sancılı rolünü oynamıştır.
Bu bağlamda Akyol kitabında 2010 yılında
kaybettiğimiz Muhammed Abid Cabiri’nin “Arap Düşüncesi Eleştirisi” eserindeki
tespitlerine önemli atıflar yapmakta. Bunların, Arap kabile düşüncesinin, İbn
Rüşd’ün aklının en alt düzeyi, “söylem” düzeyinde kaldığı ve ispatlama düzeyine
geçemediği, bu zihin yapısının dünyayı analiz değil ancak önceki bildikleriyle
kıyas yoluyla yorumlayabileceği, bunun da kritik düşünceyi
imkansızlaştırdığını, ezberi de bazıları laik de olsa İslam ülkelerine eğitim
sistemi olarak dayattığı gibi hususlar demekte Cabiri. Cabiri şu an İslam
dünyasının “zihinsel bir intihar” içinde “istifa etmiş bir akla” sahip olduğu
tespitini yapmakta.
Aynı şekilde bugünkü İslam dünyasında var
olan istifa etmiş aklın sebep olduğu metafizik-fizik dünya ilişkilerinin
içeriği konusundaki kafa karışıklığını Akyol, Eşari ve Gazali itikat doktrini
olan “sebeplerden yoksun” evren-fizik anlayışına bağlamaktadır. Bu model
Allah’ın sınır tanımaz iradesinin herhangi bir ahlaki değer ve doğa kuralları
ile sınırlanamayacağını savunmakta. Halbuki Mutezile ve felsefecilerin
görüşlerine göre eşyanın zorunlu sebep-sonuç kurallarını Allah baştan koymuştu.
Mutezile alimlerin yorumundan gittiğinizde evrim teorisi veya üstün bir ırkın
olamayacağı anlayışı da makul kılınabiliyordu. Aslında bu paralelde İbni
Rüşt-Farabi etkisinde Hıristiyan aziz ve doktriner Thomas Aquinas bu duruma
“Tanrı, yarattığı varlıklara sonuçlara neden olabilme onurunu verdi” diye de
tanımlamakta. Tanrı bunu kudretinde bir kusur olduğu için değil rahmetinin
bolluğu için lütfetmişti. Aquinas gibi Yahudi alim Musa ibni Meymun’da İbni
Rüşd’ü anladı ve takdir etti. Felsefe ve din arasındaki ilişkilere açıklık
getirdi. Meymun sağlam bir Eşari eleştirmeniydi. Yahudi aydınlanmasına sebep
teşkil etti.[2] Bizler ise Rüşd’ün tüm Arapça eserlerini yaktık. Selçuklu
Nizamiye ve Osmanlı medreselerinde İbni Rüşd ve İbni Tufeyl gibilerin
öğretileri adeta yasaklandı. Zihinsel ve vicdani intihar süreci başlamış oldu.
İNSANLIĞIN ORTAK GEÇMİŞİNDEN KOPUŞ
Prof. Dimitri Gutas “1050 yılından önce
İslam dünyasında bilimin tüm insanlığın ortak malı olduğu düşünülürdü. 1050
yılından sonra ise Müslümanlara ait alternatif bir bilim inşasına sonuç veren
bir süreç başlatıldı” diyor. Şunu kabul etmek gerekir ki İslam’ın asrı saadet
dönemleri Endülüs, Bağdat Beytül hikme ve Horasan bölgesi aydınlanma
dönemleriydi. 1031 yılında Endülüs halifeliği küçük prensliklere bölündü. Bu
parçalanmadan doğan siyasi çoğulculuk filozofların önüne yeni fırsatları açtı.
Bu dönemler, insanlık tarihi içinde antik pagan geçmiş dahil tüm medeniyetlere
açık bir alışveriş dönemiydi. Endülüs aydınlanmasında vahiy, aklın, hadislerin,
metafizik ve fizikin nasıl anlaşılmasına ilişkin geliştirilen metodoloji aynı
zamanda Rönesans (yeniden doğuş), Yahudi ve Hıristiyan aydınlanmasına da temel
teşkil etmişti. Bütün Avrupa, Platon ve Aristo şerhlerini hep Arapça olarak
Endülüs Müslüman filozoflarından takip etmişti.
Eşariliğin otoriter Emevilik ve Selçuklu
devletinde etkin olması, özgür akıl ve müphemliği savunan Mutezile ve Mürcie[3]
yorumlarının İslam dünyasından tasfiyesine sebep oldu. Bu durum ona ilk başta
dinamizmini kazandıran İslam’ın diğer medeniyetleri özümseme yeteneğinin
sonlanmasına neden oldu.[4] Bizleri bugünlere taşıdı. Bu durum İslam ümmetinde
doğal olarak merak duygusunu ortadan kaldırdı,[5] komplocu vehimler hâkim
olurken araştırma ruhu önemini kaybetti.
Akyol eserinde günümüz siyasal İslam’ı
üzerinden, İslam’ı evrensel boyuta kapatan üç stratejiyi ele almakta bunları;
reddetme, savunma ve araçsalcılık olarak tanımlamakta. Bu üç faktörün ortak
paydasını selefilik olarak belirlemekte. Bu selefiliği de batıdaki püritenlikle
özdeşleştirmekte. Akyol reddetmeyi tanımlarken bugünkü siyasal İslam’ın
“rasyonalizm”, “liberalizm” ve “insan hakları savunuculuğu” gibi kavramlara
karşı çıkışından bahsetmekte. Haklı olarak Mısırlı Seyit Kutub’u felsefe dahil
evrensel değerleri cahiliye ile tanımlamasını eleştirmekte. Savunmacılar ise
demokrasi ve bazı evrensel değerlerin zaten İslam içinde olduğundan
bahsetmekteler. Siyasal İslam’ın araçsalcıları ise demokrasi dahil bu tip
değerlere inanmamakla birlikte bunların kullanılmasında mahsur görmeyenler.
Akyol bu kuralsız faydacılığı malum “ahlaksızlık” problemine katkıda
bulunduğunu ifade etmekte.
Akyol’un selefilik tanımı ile batıdaki
püritenlik tanımı, anlamda benzeşse de sonuçları bakımından tamamen farklılık
arz etmekte. Kitabın tamamen yüzünden anlaşılması ve bireyin dini hayatını
kendisinin ailesi ile tavizsiz yaşaması bakımından iki kelime benzemekte. Ancak
püriten ideoloji özellikle bugünkü A.B.D, İngiltere ve Hollanda gibi ülkelerin
üniversiteleri, sermaye birikimi ve üretimi gibi konularda bir öncü lokomotif
rolü oynamıştır. Selefilik ise derin İslam medeniyetini durağanlaştırmış, aklın
ve vicdanın donmasının sebebini teşkil etmiştir.
AKILDAN BAĞIMSIZ BİR AHLAK VE
VİCDAN OLABİLİR Mİ?
Akyol özellikle teolojik alandaki iyilik
ve kötülük probleminin analiziyle adeta bugünkü Müslüman toplumlardaki evrensel
vicdan ve öteki problemine ışık tutmakta. Belki bu durum multidisipliner
yaklaştığımızda evrensel din anlayışı karşısında ülkemizdeki başta olmak üzere
Müslüman toplumlardaki etnik veya kapalı bir dini kimlik popülistliğini de
aydınlatmakta. Tarihsel Eşari itikat doktrini burada belirleyici olmakta. Bu
görüşte iyilik ve kötülük kavramları için tutarlılık potansiyeli sorgulanamayan
veya nasıl isterse davranan bir Tanrı tasavvuru mevcut. İyi ve kötü objektif
anlamını yitirdiğinden dünyada neden kötülüğün olduğunu sorgulamak
anlamsızlaşmakta. Bir bakıma bu durum ahlakı sadece Şeriat-fıkıh ile
sınırlamakta. Lübnanlı yazar Emin Maruf bu durumu Müslüman halk için “bir
dinleri olduğu için artık ahlaka ihtiyaçları yok gibi davranıyorlar” diye
tanımlamakta. İbni Rüşd ise bu durumun insanları ilkesiz, kendisi hakkında bir
referansın bulunmadığı zalim bir Tanrı inancına götüreceğini ifade etmekte.
Ahlakı Eşari yorumla Şeriat’a hapseden
Müslümanlık anlayışı ne yazık ki vicdanı da ümmet için müphemleştirdi. Akyol
bunu “Gerçek şudur ki, ana akım İslam düşüncesinde bağımsız bir ahlaki
yetkinlik kaynağı olarak tanımlanmış bir vicdan kavramı bulunmamaktadır” olarak
ifade etmekte. Rivayet odur ki kardeş katili Kabil’in bile Cennetten yüz
çevirmesine rağmen Cennetten yadigâr, içinden çıkmayan cennet parçaymış
“vicdan”. Her hâlükârda doğruyu söylermiş. İncil’de aziz Jerom, peygamber
Zülkifil kıssasında bu vurguyu yapmış. Düşünürler bireysel bir vicdanın
ötesinde toplumsal bir vicdanı da zamanla sorgulamışlardır. Elmalılı H. Yazır,
İslam ümmeti için, eğer vicdanlarını kaybederlerse, çöküşe mahkûm olurlar diye
uyarıyor.[6] Erich Fromm ise bu konuda aynı şekilde karamsar, Formm İnsan ve
otorite ilişkisinin adaletli kurulmadığı takdirde İslam ümmetini de
uyarırcasına toplumların vicdani duyarlılığını kaybedeceğini söylemekte. Akyol
burada yorumunda Mutezile’nin öngördüğü bağımsız sezgisel bir ahlakın
oluşmasına otoritenin izin vermemesinin toplumsal bağımsız bir vicdanın
oluşmasını işlevsiz bıraktığından bahsetmekte.[7]
METAFİZİK-FİZİK İLİŞKİLERİNDE
İSTİFA ETMEMİŞ AKIL
Akyol kitabında s. 171’de Eşarilik’in
filozofların rasyonel bilimsel dünya görüşünü perdelediğinden bu nedenle
Müslüman bilginlerin ezoterizmi veya gizli bilimlere kaydığını ifade etmekte.
Aslında buradaki sorunun ana gerçeğinde bir gerçeklik-bilgi mimarisi veya
epistemoloji üretememe sorunu yatmakta. Zira Endülüs, Beytül hikme, Horasan ve
Rönesans filozoflarının hepsinin ezoterizmi ve hatta melekler ilmi ilgi
alanlarındaydı. Bunlar Metafizik sezgiyi ve manevi tasarrufu inkâr
etmiyorlardı. Ancak her birinin bilgi teorisinde iki alemin ilişki modelleri
sekülarize ve sistematize edilebilmişti.
Kişisel görüşüm Allah’ın adeti ve ahlakı
mucibince bu modelin, peygamberler ve bazı özel insanlar ile mucize, keramet
veya istidraçlarla sonucu değiştirmeyecek ayrıcalıklar tanıdığına ilişkindir.
Zaten İbni Rüşd’de bunları kozmik yapının içine gizlenmiş nadir ihtimaller
olarak tanımlıyordu. Ayrıca Rönesans dönemi bilginleri Bruno, Ficino,
Campanella veya Mirandola gibiler ezoterizmi tanımlarında da fizik üstü
gerçeklikler ve modern bilim arasındaki ilişkileri sistematize arayışı içinde
olmuşlardır. Zira Rönesans yani yeniden doğuş dönemi kadim Mısır
antikitesindeki hermetik, okültist ve bilimsel kaynakların karşılıklı
adaptasyonu iddiasını da içermekteydi. Rönesans filozofları bu anlamda Arabi,
Kindi, Farabi ve İbni Sina’nın etkisi altındaydılar.
SİYASİ OTORİTE TARTIŞMALARI
Siyaset alanında İslam’da imametin siyasal
olarak gerekli olup olmadığı da Mutezile ve benzer akılcıların başlattığı ayrı
bir tartışmaydı. Bunlardan bazıları “imamlar hükümdarlara yani despota
dönüştüğünden en iyi çözüm ilk planda devlet kurmamaktır veya gücün
yerelleştirilmesidir” dediler. Mutezile alimlerinin siyasi görüşleri Allah
adına güç isteyen despotların pek işine yaramıyordu. İlginçtir halife Me’mun’un
akıl ve felsefeye ilgisi kendisini Mutezile yapmıştı. Mutezile toplumsal
sözleşme doktrini adeta John Locke’un teorisini andırıyordu. Eşari imam İbn
Hanbel ise tersine ümmetin çıkarı için sultanlara dürüst, adil ve dindar
olmasalar bile itaat caizdir diyordu. Ne yazık ki hala ordularla fethetmek ve
dünyayı ele geçirmek fikri bugün hala bazı radikal Müslüman grupların ütopyası
olarak karşımıza çıkmaktadır.
SONUÇ
Akyol kitabı, başlığındaki gibi İslam
dünyasını özde “Akla, Hürriyete ve Hoşgörüye” davet etmekte. Bizlere
sorgulayıcı ve analitik tarihsel bir arka plan yolculuğu yaptırmakta.
Kitapta neshin rolü, Maturidi’nin
anlaşılamaması, Mutezile ve Mürcie anlayışı farkı belki biraz daha
açılabilirdi. Orta çağ Avrupa ilahiyatı ve Rönesans aydınlanması ile ana konuya
vurgu ve mukayese kitabı daha da zenginleştirebilirdi.
Tabi ki İslam dünyasının bugünündeki
tarihsel tasavvufun rolü değerlendirmelere dahil edilebilirdi. Arabi’nin
vahdeti vücudu-birliğin varlığı ile Rabbani’nin vahdeti şuhüt’unun- varlıkta
birliğin siyasete ve evrensel düşünceye etkileri tartışılabilirdi. Akyol
kitapta haklı olarak sıkça İslam’ın diğer medeniyetleri özümseme yeteneğinin
kaybettirilmesine vurgu yapmakta. Belki bu konuyu aşkın savunan 20. Yüzyılın
başlarının önemli filozofları ve mutasavvıflarından Rene Guenon veya Abdülvahit
Yahya’dan özel bahsedilmesinde fayda olabilirdi. Zira Guenon ve takipçileri
Seyit Hüseyin Nasr da dahil karşılıklı medeniyetleri özümseme gerçeğini savunan
Gelenekçi-Tradisyonalist ve Perrenialist-Daimci felsfenin[8] temsilcileri
olmuşlardı.
Akyol’un kitabı oldukça derinlikli ve iyi
niyetli, düşünen Müslümanlar için yol gösterici bir çalışma olmuş. Kendine
bizlerin birer teşekkür borcumuz var. Velhasıl kelam ve ne yazık ki Allah’ın
rahman ismi mucibince Müslüman aklını başına almadıkça ve kendi, kendini
kandırmaya devam ettikçe İslam’ın tüm insanlık için gür sedası maalesef
duyulamayacaktır.
[1] Graham Fuller- İslamsız Dünya- Profil
kitab.
[2]
https://medyascope.tv/2024/02/03/tarik-celenk-yazdi-nicin-yahudiler-muslumanlardan-daha-cok-dusunurler/
[3] Ertelemek Kıyamet gününde konuyu
Allah’ın kararına emanet etmek.
[4] Akyol-a.g.e-s 118.
[5]
https://medyascope.tv/2024/01/27/tarik-celenk-yazdi-islam-dunyasi-nicin-merak-etmez/
[6] Elmalılı H. Yazır-İslam Düşüncesinin
Problemlerine Giriş-TDV yayınları.
[7] Akyol-a.g.e-s. 105
[8] Evrensel hakikat ilkelerinin tüm
insanlar ve kültürlerde ortak olarak mevcut olduğuna dair felsefi düşünüş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.