31 Ocak 2024 Çarşamba

Tek-Adamlık İlhami Güler-30/01/2024

“Kesin Kanaat, Herkesi Gafil Avlar”

Xenophones

Tek adamlığın bir politik versiyonu, bir de dini-ahlaki versiyonu vardır. Eski Mısırda politik versiyonu, Firavun; dinsel versiyonunu da Hâman karşılar. İkisi birlikte toplumu kontrol altında tutarak, toplumun kimlik, kültür ve diğer toplumsal formasyonları belirler. Hz. Musa, bu iki otoriteye birden, her iki misyon ile karşı çıkar. “Hz. Musa’nın yaşadığı çağda Mısır‘da “Amon” kültü hâkim olduğuna göre, bu kültü temsil eden en yüksek dereceli rahibin de, yönetimde Firavun’dan sonraki ikinci adam olması tabiidir. Bunu, 28/38 ve 40/36-38 ayetlerinde Firavun’un, ondan Musa’nın Tanrısını görmesi için bir kule yapması talebinden anlaşılabilir.” (M.Esed, Kur’an Mesajı. Çev: C. Koytak-A. Ertürk. İst. 1997. S. 782.). Firavun, tek adamlığını Hz. Musa karşısında şöyle ifade ediyor: “Bırakın da, onu öldüreyim; inandığı Tanrıyı yardıma çağırsın da görelim. Ben onun düzenimizi değiştireceğinden/bozacağından, toplumda fesat çıkaracağından çekiniyorum.” (40/26). Sonunda tekebbür ve istiğnası: “Ben, sizin en büyük Rabbinizim” deme noktasına vardı.

Kur’an, politik veya dinsel olarak oluşmuş mutlak iktidar-otorite sahibi kişisel veya kurumsal yapıları şiddetle eleştirir. Örneğin, bu tip kanaat önderi veya politik liderlere koşulsuz, sorgusuz-sualsiz itaat edip dalalete düşerek cehennemlik olan kişilerin Ahirette Allah’a: “Ey Rabbimiz, biz, liderlerimize ve kanaat önderlerimize uyduk; bizi doğru yoldan uzaklaştıranlar onlar; onlara iki kat azap ver; onlara büyük bir lanet ver.” şeklindeki serzenişleri, kendilerine meşru bir mazeret oluştur(a)mamaktadır. Yine cehennemlik olan Müstekbir (lider ve kanaat önderleri) ve cahil-zayıf bırakılmışlar (Mustazaflar) cehennemde birbirlerini şöyle suçlarlar: “Mustazaflar: Doğrusu biz, sadece size uymuştuk; o halde, cezamızı azaltabilir misiniz? Müstekbirler ise: “Biz hepimiz, cezanın içindeyiz.” derler.” (40/47-48). Başka bir tartışma sahnesi: “(Ayartılmış olanlar): kendilerini ayartanlara: “Siz, bize suret-i haktan göründünüz” derler. Ayartanlar: “Hayır, siz kendiniz inanmadınız; üstelik sizi zorlayacak bir gücümüz de yoktu; siz de küstahça bir kibre kapılmıştınız. Sizi sapıklığa sürükledik (doğru); çünkü kendimiz de sapıktık.” (37/328-32). Xenephones’in yazının ser-levhası yaptığımız sözünü doğrulayan bir müminin, Hesap Günündeki şu itirafı, manidardır: “Dünyadayken benim bir arkadaşım vardı; bana şöyle derdi: ”Sen de, tekrar dirileceğimize inananlardan mısın; ölüp toprak ve kemik yığını olduktan sonra, tekrar hesaba çekileceğimize mi inanıyorsun?” Allah’a yemin olsun ki, neredeyse/az kalsın beni de mahvedecekti (ayartacaktı).” (37/51-56).

Kur’an, ahlak ve dini alanda Allah’ın öğretmesi (vahiy), peygamberin içtihatları ve bu ikisine bağlı Ulemanın gerekçeli (ilmi-hikmetli) görüşlerine itaat etmeyi tavsiye etmekle birlikte; müminlerin kendi vicdani, iradi inisiyatifleri ile de düşünerek (tefekkür, tafakkuh, taakkul, tezekkür, tedebbür, rey, nazar, dinleme…) karar vermelerini, dini-ahlaki hayatlarını oluşturmalarını ister: “Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine körü körüne düşme; göz, kulak ve kalp, bundan dolayı hesaba çekilecektir.” (17/36) Politik alanda da işlerini ortak akıl (şura) ile çözmelerini tavsiye eder (42/38, 3/159).

Müslüman toplumlar, politik alanda bu ilkeyi hayata geçiremeyip “Saltanat” denen tek-adam rejimleri kurdukları gibi; dini-ahlaki alanda da Ulemanın içtihatlarını mutlaklaştırarak (dogmatizm/taklit) ve “din-adamları (imam, mehdi, veli, şeyh, gavs, kutup, baba, dede, efendi…)” oluşturmuşlardır. Bu durum, müşriklerin “put” oluşturma gerekçesi ile hayli yakınlık arz etmektedir: “Allahtan başkalarını “Evliya” edinenler: “Bizim onlara saygımız (ibadetimiz)ın nedeni, bizi, Allah’a daha fazla yaklaştırmalarından dolayıdır.” (39/3).

Politik olsun, ahlaki-dinsel olsun her iki alanda da “Tek adam”lığı doğuran şey, tek adamın karizması, kahramanlığı, öz-verisi yanında; onun güç istenci, istiğnası, narsizmi, zorbalığı ve ona itaat edenlerin cehaleti, zayıflığı, fakirliği, korkaklığı ve güven arayışı da olabilir; bu durum kendini, kişiliğini, karakterini, onurunu hiçe saymadır. Oysa medeni insan olmanın kriteri, politik alanda ortak akıl (şura) ile karar alma, oydaşma, kurum (bürokrasi) ve kural (hukuk) oluşturmaktır. Ahlaki-dinsel alanda ise, vicdani kapasitesini sürekli tetikte, teyakkuzda tutmak ve kül yutmamaktır; körü körüne ve korkakça itaat etmekten, boyun eğmekten, teslimiyetten kaçınmaktır. Politik alanda bütün sorunların, nihai çözümünü bir kişinin inisiyatifine/iradesine bırakmak, bütün toplumun aklını yok saymak ve onu iptal etmektir. İç ve dış politika, ortak akıl ve ilgili kurumlar-kurallar tarafından bir “Kaneviçe” gibi işlenmesi gerekirken; Tek Adam politikası/kararları, bir “ilmek” veya “düğüm” atma işlemi gibidir. Toplumlar için bu tutum, çok tehlikeli ve risklidir. Onulmaz ve geri dönülmesi zor sonuçlar doğurur. Tek adamlık, zorla, dayatma ile tepeden aşağı olabileceği gibi; toplumun kendi kararı/kararsızlığı (seçimi) ile de olabilir: “Tencere yuvarlanır, kapağını bulur.” Avrupa, Fransız Devriminden yani Krallığın ve Kilisenin ortadan kaldırılmasından sonra, 19. ve yirminci yüz yıl boyunca “Seçilmiş Krallar” (M. Duverger) veya “Tek Parti” ler ile yönetildi. Napolyon, Hitler, Mussolini, Franko Avrupada; Lenin, Stalin, Mao, Tito, Enver Hoca Sosyalist blokta Tek adam iktidarları kurdular.

Aynı dönemlerde İslam dünyasında da Tek Adam, Tek Parti, Tek Kabile, Tek Komutan/Kaid (asker) yönetimleri oldu. Körfez Krallıkları, Suud Ailesi, C.A. Nasır, Kaddafi, Saddam, Şah Rıza Pehlevi, Zahir Han, Humeyni, Ziyaulhak… Tek Adam-Aile yönetimleri idi. Avrupa’da kurumsal/Anayasal demokrasi, daha kolay gelişirken; İslam dünyasında bu olmadı. Osmanlı imparatorluğunda padişahlar ve paşalar birlikte yönetiyorlardı. Meşrutiyetten sonra, II. Abdulhamit ile birlikte “Tek Adamlık iyice yerleşti. Cumhuriyet Devrimlerinden sonra ise, M. Kemal (Atatürk) ve İsmet İnönü (Milli Şef), tek adam yönetimleri kurdular. Tek Adam yönetimi Tek Adamların iyiliği, bilgeliği, kahramanlığı, öz-verili olabileceklerinden, imkânından öte; “Tek Adamlık”ın kendisi, tehlikeli ve büyük risk barındıran bir durumdur. Kurtuluşu, sorunların çözümünü birlikte arama, birlikte sorumluluk üstlenme yerine; bir kişinin boynuna yükleme tembelliği, kurnazlığıdır söz konusu olan. Yahudilerin tarihinde Hz. Davut ve oğlu Hz. Süleyman; Perslerde Enuşirnevan, İslam tarihinde Hz. Ali, Hz. Ömer, Ömer b. Abdulaziz, Selahattin Eyyubi, Fatih Sultan Mehmet; Modern dönemlerde Gandhi, Nelson Mandela, Aliya İzzet Begoviç… gibi ‘Bilge Kral’ların çoğu, semalarında “tek yıldız” olarak kalmayı bilinçli olarak tercih etmişlerdir.

Son yirmi yıldır Recep Tayyip Erdoğan da, seçilerek/oylanarak, demokratik kurallarla iktidara gelmektedir. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra geçilen ‘Başkanlık Sistemi’ -ilgili kanuni düzenlemeler, bilinçli olarak yapılmadığı için- giderek ‘Tek Adamlık’a doğru evrilmektedir. Tek adamlığın tehlikesi, ona verilen yetkinin (iktidar) fazlalığı ve tek başına vereceği kararların doğruluk ihtimalinin -çoğunluğun vereceği karara nispetle- yanlış olma ihtimalidir. Sayın Erdoğan’ın -kendisinin de itiraf ettiği gibi- gerek iç politikada FETÖ ve PKK (çözüm süreci) gerekse dış politikada ABD tarafından (Suriye politikası) aldatılmıştır. Bundan sonra da aldatılmayacağına dair bir garantisi yoktur. Ciddi ekonomik ve politik hatalar yapmasının faturasını da hep birlikte toplum olarak ödemekteyiz. İyi bir ‘ekonomist’ olmadığını, ‘nass’ı yanlış anladığını, bugün itibariyle faiz oranlarının yüzde 45’e çıkmasıyla hep birlikte gördük.

Sayın Erdoğan’a olan desteğin, yirmi küsur yıldır devam etmesi, destekleyenlerin bu ceremeyi (zararı) bile-isteye devam ettirmeye teşne olduğunu gösterir. Meşhur bir hadis: “Siz, nasıl iseniz; öyle yönetilirsiniz” der. Demem o ki “Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır (12/76) ayeti ve “Akıl akıldan üstündür”. “Bir elin nesi var? İki elin sesi var” özdeyişlerinde söylendiği gibi, politik hayatta herkesi ilgilendiren kararların ortak akıl ile/oydaşma ile alınması; yönetme işinin uzman kurumlara tevdi edilmesi ve yönetirken yerleşik kurallara/hukuka uyulması; dinsel-ahlaki alanda da aktif bir vicdan (düşünme) ile birlikte “Sözü dinleyip, en güzeline uymak” (39/18), sorgusuz-sualsiz birilerine teslim olmamak, daha doğrudur.

18 Ocak 2024 Perşembe

Halkın rızası Muhsin Altun-16/01/2024

VERİCİ LİDER

Üretimin kolektif emek üzerinden örgütlendiği Maori (Y. Zelanda) halkı arasında liderin konumu ve işlevleri, literatürde “devlet öncesi” olarak adlandırılan şeflik kurumunun gelişmiş bir formuna karşılık gelir.

Halk ve şef (ariki) arasındaki ilişkiler, saygılı olmakla birlikte abartılı ölçüde değildir. Şefin önünde eğilmek gibi ritüel teslimiyet gösterileri bilinmez. Bir Maori, şefe hitap ederken evli insanlar veya genel olarak yaşlılar için öngörülen görgü kurallarının ötesinde herhangi bir özel saygı terimi kullanmaz. Şefin özel konumu, halkın ona karşı davranışından ziyade onun halka karşı üstlendiği görevlerde kendini gösterir.

Antropolog A. Goldenweiser, Maorilerin bir şefte sekiz “insani nitelik” (pu manawa) aradığını saptamıştır: Yiyecek toplamada çalışkan; anlaşmazlıkları çözmede usta; cesur; savaşta iyi bir lider; oyma, dövme ve süslü dokumacılıkta uzman; konuksever; ev, tahkimat ve kano yapımında becerikli; kabilenin sınırları konusunda bilgili.

Soyluluk, şefin itibarının ana belirleyicisi olsa da Maoriler karakter, öngörü, inisiyatif, organizasyon ve komuta yeteneği gibi kişisel niteliklere saygı gösterirler. Bir şefin oğlu olarak doğan kişi, bunların hepsinden ya da herhangi birinden yoksun bulunduğunda kabilenin liderliği, eğer yetenekliyse küçük erkek kardeşe ya da baba tarafından en yakın erkek kuzene geçer.

Şefin, konumunu korumak için soy çizgisi yanında servete de ihtiyacı vardır. Yolculara, akrabalara ve diğer ziyaretçilere konukseverlik göstermesi beklenir. Her şef, ancak periyodik olarak tekrarlamak zorunda olduğu cömertlik gösterileriyle itibar kazanabilir. Bahçesi bataklık tavukları ve tırtıllar tarafından tahrip edildiği için müstakbel misafirlere sunacak bir şeyi kalmayan bir Maori şefinin, yaşadığı utanç ve kederi ifade etmek için bir ağıt bestelediği ve ardından köyünü terk ettiği rivayet edilir.

Başka bir tanınmış Maori şefi, tüm malını tükettiği bir zamanda kalabalık bir akraba topluluğu kendisine misafir olmuştu. Şefin utancı büyüktü, “tek kelime etmek için ağzını açamıyordu; misafirlerinin önüne koyacak bir yemeği olmadığı için kendini çok utanmış hissediyordu.” Şef o gece köyünü terk etti ve yeni bir ev kurmak için uzaklara gitti.

Yabancıları ve ziyaretçileri memnun etmenin yanı sıra, servetini kendi takipçilerine hediye olarak dağıtmak da bir Maori şefinin görevleri arasındadır. Şefin ayrıca büyük kamusal yapıların, tekne ve benzerlerinin inşasında inisiyatif alması beklenir.

Bu anlatılanlardan, Maori şeflerinin, zenginlikleriyle ayırt edilen varlıklı bir sınıfı temsil ettiği anlamı çıkarılmamalıdır. Şefin gelirinin bir kısmı, kendi halkının ve ziyaretçilerin getirdiği hediyelerden; büyük kısmı ise kendisinin ve hane halkının emeğiyle sağlanıyordu. Bu durum, çalışmanın bir Maori şefinin yaşamında oynadığı büyük rolü açıklar. Şef, takipçileri gibi sürekli olarak çeşitli mesleklerle meşgul olmasa da hiçbir şekilde “eli boş, gönlü hoş” bir aylak değildir. Genellikle oymacılık, silah ve süs eşyası yapımı ve topluluk için önemli görülen ekonomik girişimlerin yönetimi ile meşgul olur. Toplumsal üretimin önemini ve kabile itibarının bir göstergesi olarak değerini vurgulamak için hitabet yeteneğini kullanır.

 Son Maori şeflerinden biri ve oğlu

ALICI LİDER

Üretimin himayeci-feodal ilişkiler üzerinden örgütlendiği Baganda (Uganda) toplumunda, kralın tahta çıkışı, “ülkeyi yemek” adı verilen bir törenle kutlanırdı. Bir prens, örneğin Mwanga tahta çıktığı zaman “Mwanga Baganda’yı yedi” (Mwanga alide Baganda) denirdi. Ülkeyi yemek, “onunla bir olmak” anlamına geliyordu.

Antropolog J. Roscoe, bir Baganda kralının cülûs merasimini kaydetmiştir: Kral (kabaka) ve kraliçe, çitle çevrili korunaktan aşağı doğru, mızrak sapı yapımında kullanılan ağaçların yetiştirildiği yere götürülür. Ağaçlardan biri rahip tarafından kesilir ve şu sözlerle krala uzatılır: “Bununla düşmanlarınızı yeneceksiniz.” Tören alayı, sepet yapmak için bir sarmaşık türünün yetiştirildiği başka bir yere geçer. Burada, rahip sarmaşıktan birkaç parça koparır ve krala uzatarak “hayatınız, düştüğünde toprak bir kap gibi kırılmayan bir sepet gibi olsun” der. Yabani muzların yetiştiği başka bir alana geçilir. Rahip ağaçlardan birkaç tohum alır ve “bilgelik ve anlayışta tebaanızı aşasınız” diyerek krala uzatır. Sumba adlı bir sonraki tepeye kadar krala eşlik eden başrahip, onu burada bir diğer rahibe sunar ve törenden ayrılır. Ülkeyi yeme töreninin tamamlandığı andan itibaren kral yasal olarak atanmış bir egemen sayılır. Artık yeme işini fiiliyata dökme zamanıdır.

Törenin ardından kral daimi konutu (blange) için yer beğenir. İşçiler kısa süre sonra kralın seçtiği alanda bir dizi ev inşa ederler. Her bölge şefi (bakungu), yeni krala korunaklı bir yerde özel bir ev sağlamakla yükümlü olduğu gibi, kraliyet konutunu çevreleyen yüksek çitin bir kısmını da inşa etmek zorundadır. Oval biçimli ikametgâh, bir mil uzunluğunda, yarım mil genişliğinde bir alana yayılmıştır. Arka kısmı, muz ağaçları yetiştirilmesi için orada büyük mülkleri olan kralın eşlerine tahsis edilmiştir. Kralın ayrıca, isyan veya ani savaş tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında kaçabileceği, bu mülklerden göle ulaşan özel bir yolu vardır. Acil bir durumda planlarını oluşturabileceği ve düzeni yeniden sağlayabileceği adalara geçmek için göl kıyısında birkaç kano hazır tutulur.

Kraliyet konutunda her zaman kalabalık bir aşçı ordusu çalışmaktadır. Aşçılar çoğunlukla kralın eşlerinden birinin gözetimi altında çalışan kadın hizmetçiler ve kölelerden oluşur. Kral yemeğini tek başına yer ve eşlerinden biri tarafından servis yapılır. Servisi bitiren eş sofraya arkasını döner. Kral yemeğini bitirdiğinde veya ilave yemek istediğinde parmağını yapraklara vurur ve karısı ne istediğini anlamak için ona döner. Bu kural, “aslan yalnız yemek yer” sözüyle ifade edilir. Kralın yemeğinden artanlara kimse dokunamaz; artıklar köpeklerine verilir.

Şeflere ait özel mülkler dışındaki tüm topraklar krala ait sayılır. Ancak özel mülkler de vergi ve emek yükümlülüğünden muaf değildir. Dahası, bu tür mülklerde ikamet eden şefler, kral tarafından her zaman görevden alınabilir. Mülkünden kovulan bir şef, kendisine herhangi bir suç isnat edilmemişse karılarını ve sığırlarını yanına alabilir. Suç isnadı halinde, kral sığırlara ve karılara da el koyar.

Kralın vergi tahsildarı tüm meblağı önce baş vezire (katikiro) götürür. Her yerleşimdeki hanelerin ve insanların sayısı ve onlardan kaç tane ağaç kabuğu ve deniz kabuğu (para birimi) toplandığına dair ayrıntıları aktarır. Miktar elindeki kayıtlarla uyumlu ise baş vezir tahsilatın tamamını krala arz eder. Eksik varsa tahsildarın bölgeye geri dönmesi ve baş vezirin talimatlarına göre eksikliği gidermesi gerekir.

Bölge şefi, topladığı vergilerin bir kısmını kendisi ve astları için ayırıp kalanı krala gönderir. Kral bu miktarın yarısını kendisine ayırırken baş vezir, -kralın göbek kordonunun ve kraliyet davulunun muhafazasından sorumlu- “kimbugwe”, kraliçe ve kralın annesi de konumlarıyla orantılı olarak paylarını alırlar. Kral ve diğerleri, vergilerden aldıkları paylara ek olarak, kendi mülklerinden sağlanan gelirlerin tamamına sahiptirler. Haraç ödeyen komşu devletçikler, haraçlarını, astı oldukları şefler aracılığıyla, sığır, köle, fildişi, deniz kabuğu, tuz, çapa vb. mallar cinsinden öderler. Ayrıca her şef, kralın talebi halinde kendi bölgesinin nüfusuna göre belirli sayıda kız ve erkek çocuğunu toplayıp, sarayda çalıştırılmak üzere göndermek zorundadır. Özetle, bütün şefler ve sıradan yurttaşlar, kralın “ülkeyi yemek” şeklinde özetlenen siyasi vizyonunu desteklemekle yükümlüdür.

HANGİSİNİ SEÇMELİ?

Antropoloji literatüründe, Maori ve Baganda halklarının lider tercihlerine benzer çok sayıda örnek bulmak mümkündür. Devlet öncesi toplumlarda şef, her zaman belirgin bir kişisel itibardan yararlansa da halk nazarındaki saygınlık derecesi ve diğer özellikleri toplumdan topluma farklılıklar gösterir. Halka “vermekle” ve toplumsal üretime katkı sağlamakla yükümlü olan Maori tarzı bir lider için sosyal onay ve itibar en değerli ödüldür. Lider burada başarısıyla orantılı bir gurura sahiptir. Buna karşılık halktan “almakla” ve toplumsal üretimi yemekle yükümlü olan Baganda tarzı bir liderin “şahsı” halk için bir ödüldür. Bu kutsal ve dokunulmaz ödülün gururu, ülke kaynaklarını yemedeki performansıyla orantılıdır. Baganda örneği, depolamaya ve ilkel birikime izin veren üretim koşullarının, kralın ve yakınlarının halk tarafından beslenmesini mümkün hatta zorunlu kılan bir üstyapıyı destekleyebileceğini göstermektedir.

Liderin “alıcı” ya da “verici” olduğu yukarıdaki her iki modelin de -üretimin örgütleniş keyfiyetinden bağımsız olarak- geniş bir toplumsal rıza üzerinde yükseliyor olması anlamlıdır. Maoriler, iktidar oyununu geniş alanda, olimpik ölçülerdeki bir sahada oynarken Baganda halkı dar alanda kısa paslaşmalardan memnun görünmektedir.

SONUÇ: BÜZÜLME

Modern insan, güvenlik, sağlık vb. alanlarda kategorik bir düzenlemeyle karşılaştığında genellikle onun sınırlayıcı yönünü vurgulamaya, onu bir baskı ve dayatma olarak hissetmeye eğilimlidir. Buna karşılık ilkellerde böyle bir eğilim nadiren gözlenir. Eleştiri ve tercihin yokluğunda, liderin ya da kolektif eylemin dayattığı herhangi bir düzenleme, sınırlamadan ziyade rehberlik ve yönlendirme amaçlı bir “model” olarak algılanır.

Somut ve eksiksiz bir görevi tanımlayan model, bir taraftan kişiye yürüyeceği yolu gösterirken diğer taraftan kendi sürekliliğini güvenceye alır. Bunu, sosyoekonomik gelişme için bıraktığı “alanı” genişleterek ya da daraltarak başarır. Dar alandaki her gelişme “içeri yönlü” olur ve modelin sürekli yeniden üretilmesiyle sonuçlanır. Goldenweiser’ın “büzülme” (involution) olarak adlandırdığı bu süreç, son zamanlarda sıkça kullanılan “toplumsal çürüme” tezinden daha açıklayıcıdır: En azından çoğunluğu itibarıyla, kendisini sosyoekonomik anlamda dar alana hapseden bir modeli benimsemiş görünen Türkiye halkı, kültürel özelliklerini çekirdeksiz bir meyve gibi kendi içinde geliştirmektedir. Bu bir rıza sorunudur.

Batı-sonrası dünya, stratejik otonomi ve Türk dış politikası E. Fuat Keyman-18/01/2024

Sabancı Üniversitesi Rektör Yardımcısı Fuat Keyman, Batı-sonrası dünyanın bugün için Türkiye’ye potansiyel değil, ciddi riskler getirdiğini dile getiriyor.

2024 ve yakın gelecek için yapılan “risk” araştırmalarının ortak sonucu, “savaş” ve “iklim krizi”nin ilk ikiye yerleşmesi oldu.

Daha önce ilk ikide çıkan “eşitsizlik” ile “hayat pahalılığı ve ekonomik sorunlar” üçüncü ve dördüncü sırada yer alıyor.

Bu sıralamayı “gıda güvenliği” ve “şiddet-yoksulluk-yoksunluk sarmalı” izliyor.

Başta savaş ve sonra iklim krizi, birlikte, “güvenlik” alanını ve “güvenlik dünyası”nı, “eşitsiz dünya”, “dijital dünya”, “kabile dünyası” ve “kurallar-temelli dünya”nın önüne koyuyor.

Savaş ve iklim krizi, küreselleşme üzerine yazılarımda ve konuşmalarımda belirttiğim gibi, sadece devlet güvenliği için değil, daha da önemlisi “insani güvenlik”, “çevre güvenliği” ve en genelinde “yaşam güvenliği” için de dünyanın en önemli riskleri.

Üstelik, savaş ve iklim krizi, hem küresel dünyada hem ülkelerde yaşadığımız ve toplumsal ve bireysel psikolojiyi çok etkileyen, “belirsizlik”, “güvensizlik” ve “endişe” duygularının yaygınlaşmasına ve derinleşmesine neden oluyor.

Aynı zamanda yaşamımızda “kıyamet” riskini artıran, “Soğuk Savaş 2.0”, “Üçüncü Dünya Savaşı”, “Nükleer Savaş”, “Yaşamı Yok Edici Afetler” olasılığını, komplo teorisi değil, aksine “gerçekleşme olasılığı olan bir olgu” konumuna getiriyorlar.

Nasıl olmasın?

2022’den beri Rusya’nın işgaliyle başlayıp devam eden, devam edecek olan “Ukrayna Savaşı”;

7 Ekim 2023’ten beri devam eden, Gazze’de soykırım düzeyinde katliamlar sahneleyen, Yemen ve Kızıldeniz’den başlayıp İran’a, Lübnan’a ve bölgeye yayılma riski olan “İsrail-Filistin Meselesi”;

Irak ve Suriye, Azerbaycan-Ermenistan, Balkanlar, dünyanın farklı yerlerinde de yaşanacak ve 2024 ve sonrasına damgasını vuracak olan savaşlar;

Diğer taraftan, sadece 2023’ün değil, son 10 yılın, dünyanın yaşadığı en sıcak yıl ve dönem olması; ve Yunanistan, Libya, Haiti, Türkiye başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde yaşadığımız korkunç afetler, savaş ve iklim krizini en büyük risk konumuna getiriyorlar.

Dahası, 1945-sonrası Batı merkezli liberal düzenin sonunu, bitimini yaşıyoruz.

Bu düzen artık “eski”: Hegemonu ne Amerika ne Amerika-Avrupa’dan oluşan Transatlantik İttifakı ne de başta BM Güvenlik Konseyi olmak üzere bu düzenin uluslararası kurumları dünya siyasetine şekil verebiliyor, sorunları çözebiliyor.

“Batı-sonrası dünya”da yaşıyoruz.

Batı-Batı-dışı dünya ilişkilerinde güç ve etki dengesi değişiyor, dünya çok-kutuplu, çok-kümeli, çok-eksenli hale geliyor, ama ne Çin ne de Batı-dışı dünya küresel ya da bölgesel lider, hegemon konumunda. “Yeni” doğamıyor ya da daha doğmuyor.

Yeninin ne olduğunu bilmiyoruz.

Eski ölüyor, yeni daha doğamıyor: Uluslararası sistemde “geçiş”, “interregnum” dönemindeyiz.

Üstelik, 7 Ekim’de gerçekleşen Hamas terör eyleminden sonra İsrail’in Gazze’de sivil insanlara soykırım ve etnik temizlik düzeyinde uyguladığı bilinçli politika ve bu politikaya Amerika, Almanya, İngiltere’den başlayarak Batı hükümetlerinin “koşulsuz destek” vermesi, “demokrasi-soykırım” sorusunu gündeme getiriyor.

7 Ekim ve Gazze’de soykırım ölçeğinde yaşananların, sadece 1945-sonrası Batı merkezli liberal düzenin bitimine değil, aynı zamanda Batı ve Batı modernitesi fikrinin de çok ciddi hasar görmesine neden olduğunu düşünüyorum.

Batı’da aşırı sağ ve kültürel ırkçı partilerin ve liderlerin güç kazanmaya devam etmesinin ve bu yıl farklı ülkelerde ve kurumlarda yapılacak seçimleri de kazanma olasılıklarının yüksek olmasının, Batı-sonrası dünyanın Batı içinde de ortaya çıktığı anlamına geldiğini görebiliriz.

Demokrasinin çok zayıflaması ve kültürel ırkçı düşüncenin güçlenmesi, dolayısıyla bir tür faşizmin Batı içinde giderek yaygınlaşması ve derinleşmesi, demokrasiden otoriterleşmeye sapmanın çok ötesinde, dünyayı belirsizlik-güvensizlik-endişe sarmalına iyice savuruyor.

Batı-sonrası dünyanın, sadece Batı-dışının güçlenmesi değil, Batı içinde demokrasinin giderek zayıflaması ve bu iki sürecin birlikte yaşanması anlamına geldiğini de görmeliyiz.

“Eskinin bittiği, yeninin doğmadığı”, “Batı sistemi-fikri-modernitesinin bittiği ve büyük zarar gördüğü” ve “Batı-sonrası dünyanın başladığı ama nasıl şekilleneceğini bugün bilmediğimiz” bir sistemsel-düzensel geçiş döneminin tanımladığı bu tarihsel bağlamın iyi anlaşılması ve değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamalıyım.

TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE BATI SONRASI DÜNYA

Özellikle Türkiye için.

Türk dış politika yapımcıları ve destekçileri, Batı-sonrası dünya düşüncesine çok fazla irdelemeden, tartışmadan sahip çıkmış, hatta güçlü şekilde destekliyor gözüküyorlar.

Batı-sonrası dünyanın Türkiye’nin yararına olduğunu ve bu dünya bağlamının Türkiye’nin önemini artırdığını düşünüyorlar.

Batı-sonrası dünyanın çok-kutuplu yapısı içinde, Türkiye’nin önemi, değeri ve gücü artıyor algısının kabulüyle, dış politikanın da Batı ile tarihsel ve kurumsal çapanın-bağlantının zayıfladığı, Batı-dışı ile ilişkilerin güçlendiği ve ülkenin kendi kararları ve çıkarları doğrultusunda tek-taraflı belirlendiği bir nitelik göstermesi gerektiğini öneriyorlar.

Buna da “stratejik otonomi” deniyor.

Doğru: Türkiye, Batı-sonrası dünyanın önemli bir aktörü olabilir, değeri ve etkisi artabilir, bu dünyanın şekillenmesine katkı verebilir.

Doğru: Batı’dan Batı-dışı dünyaya güç ve etki kayışı var, Amerikan hegemonyası ve Avrupa-AB artık ne uluslararası sistemi şekillendiriyor ne de sorunlara çözüm olabiliyor.

Doğru: Çok-taraflı/kümeli/eksenli bir yapıya doğru gidiyoruz.

Fakat bugün bu geçiş döneminin Türkiye’yi nasıl etkilediği ve nasıl bir Türkiye tablosunu ortaya çıkardığına baktığımız zaman, bu sorunun yanıtını olumlu vermenin mümkün olmadığını, dahası Türkiye için risklerin potansiyellerden çok daha fazla olduğu bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.

Risklerle dolu bu tablo, Batı-sonrası dünyanın bitim tarihi olabilecek 7 Ekim 2023’ten bu güne giderek de netleşiyor ve olumsuzlaşıyor.

Birincisi; kuzeyinde “Ukrayna Savaşı”, güneyinde “Gazze Savaşı”, doğusunda “Azerbaycan-Ermenistan-İran gerilimi” olan, üç tarafı savaşla, dahası “Büyük Güçler Rekabeti” ile çevrilmiş durumdayız.

İkincisi; 7 Ekim’den bugüne, Irak’ta başlayan ve Suriye’ye kayabilecek olan 11 terör saldırısı oldu ve bu saldırılarda 31 şehit verdik. Tüm bu saldırıların arka arkaya gelmesi, Gazze meselesinden bağımsız değil.

Üçüncüsü; Ukrayna savaşında uzlaştırıcı ve gıda koridoru konumundayken, İsrail-Gazze savaşında bu konumda değiliz, olmamız da istenmiyor gözüküyor.

Dördüncüsü; Avrupa ve AB Güvelik Mimarisi toplantılarına davet edilmiyoruz.

Beşincisi; ne BRICS ülkelerine yeni ülkelerin katılması sürecine katılma daveti aldık ne de Hindistan’da yapılan G20 Zirvesi ve sonrasında yapılan toplantılarda ve açıklamalarda yer aldık.

Altıncısı; BRICS ve G20 toplantıları Türkiye-Hindistan gerilimini artırırken, Hindistan’ın kendisinin stratejik otonomi temeli yaptığı Batı-sonrası dünya tahlillerinde Türkiye’yi dışladığını gördük.

Yedincisi; İsveç’in NATO üyeliğini onaylamada çok geç kalan Türkiye, bugün F-16 alımı gibi al-ver ilişkisine sıkışmış durumda.

Sekizincisi; Türkiye-AB ve Avrupa ilişkileri, al-ver ilişkileri içinde, “mülteci barındırma” konumuna indirgenmiş durumda. Böyle bir durumda, Türkiye vatandaşlarına “vize vermeyen”, sadece nitelikli “beyin göçü”ne açık, Türkiye’nin aleyhine ve tek taraflı bir ilişki güçleniyor.

Bu listeyi uzatabiliriz. Ama görüntü değişmeyecektir.

Batı-sonrası dünya bugün için Türkiye’ye potansiyel değil, aksine ciddi riskler getiriyor. II. Dünya Savaşı sonrası değerli Türkiye tablosunun tersine, Türkiye’nin güvenlikten ekonomiye oyunun ve masanın dışında kalma riskini güçlendiriyor.

Türkiye’nin bugün demokrasi ve hukuk sorunu kadar, büyük güçler rekabetinin yaşandığı Batı-sonrası dünyada “dışlanma ve oyun dışında” kalma sorunu da var.

Al-ver ilişkisiyle şekillenmiş stratejik otonomi, bu bağlamda ne anlama geliyor ve ne sonuç yaratıyor?

Bugün için olumlu yanıt gerçekçi olmaz.

Bu yazıyı bu hafta konuşmalar ve toplantılar için gideceğim Amerika seyahatimden önce yazıyorum. Amerika gözlemlerimle devam edeceğim...

FUAT KEYMAN KİMDİR?

Sabancı Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve öğretim üyesidir. Aynı zamanda İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) direktörü ve Türkiye Bilim akademisi üyesidir. Çok sayıda uluslararası düşünce kuruluşunun ve akademik derginin danışma kurulunda bulunan ve 2013 yılında başlayan Çözüm Süreci’nde Akil İnsanlar Komisyonu üyesi olarak da görev yapan Keyman; demokratikleşme, küreselleşme, uluslararası ilişkiler, sivil toplum ve Türkiye’de devlet-toplum ilişkileri üzerine çalışmalar yürütmektedir.

Yurt dışı ve içinde yayımlanmış çok sayıda makaleye imza atan Keyman’ın, Hegemony Through Transformation: Foreign Policy, Identity, and Democracy in Turkey (Dönüşüm Yoluyla Hegemonya: Türkiye’de Dış Politika, Kimlik ve Demokrasi), Symbiotic Antagonisms: Competing Nationalisms in Turkey (İç içe Çatışmalar: Türkiye’de Milliyetçilik) isimli kitapları da bulunmaktadır.

17 Ocak 2024 Çarşamba

PKK terör örgütüyle mücadele Dr. Naim BABÜROĞLU/17 Ocak 2024

1978 yılında kurulan PKK (Kürdistan İşçi Partisi) bölücü terör örgütü, 1985 yılından itibaren köy baskınlarına yöneldi ve toplu katliamlar dönemini başlattı. 1994-1999 yılları arasında yapılan operasyonlarla ağır kayıplar verdi.

1999’da, terörist başının yakalanarak Türkiye’ye teslim edilmesi, terör örgütü açısından bir şoktu. Siyasi iktidarın değiştiği 2002 yılında, PKK’nın gücü iyice zayıflamış ve terör olayları minimize edilmişti. 2002 yılında şehit sayısı, altı güvenlik görevlisidir.[1]

Terör örgütü, 2004 yılından itibaren silahlı eylemlerini tekrar başlattı.

***

“Demokratik Açılım Süreci”, Temmuz 2009’da başlatıldı. Hükümete göre hedef, demokratikleşme yolu ile terör sorunun çözülmesiydi. 10 Mart 2009’da, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İran’a giderken bu konuda soru soran bir gazeteciye: “Yakında çok güzel şeyler olacak” diyordu.[2]

“Yakında güzel şeyler olacak” müjdesiyle atılan adımlar, 2015’e gelindiğinde PKK terör örgütü tarafından bazı yerleşim yerlerinin ele geçirilmesine neden olacak ve Suriye’deki iç savaşı andıran görüntüler ortaya çıkacaktı.

***

19 Ekim 2009’da, terörist başı Öcalan’ın çağrısı ile PKK’nın kontrolündeki Kandil ve Mahmur kamplarından 34 kişilik bir grup, terörist kıyafetleri ile Habur sınır kapısından Türkiye’ye giriş yaptı. Teröristler, Silopi’de Halkın Demokratik Partisi (HDP) yöneticilerinin de bulunduğu 50 bin kişi tarafından davul, zurna ve halaylarla karşılandı. Habur’da, çadırda kurulan mahkemede teröristlerin yargılaması yapıldı. Sorgulama sonrası serbest bırakılan teröristler, o dönemin HDP Genel Başkanı’nın da yer aldığı 15 HDP milletvekili ile Diyarbakır’a gittiler. Bin araçlık konvoyla, Diyarbakır’a gelen grubu 50 bin kişi karşıladı.[3]

Oysa Habur Olayı’na kadar geçen sürede, PKK bölücü terör örgütü tarafından yaklaşık 7.500 kahraman asker, polis ve köy korucusu şehit edilmiş; 5.500 sivil katledilmişti.[4]

***

2013’te terörist başı ile yapılan görüşmeler sonucunda “İkinci Açılım” süreci başlatıldı. Türkiye’de terör sorununun biteceği yönünde iyimser bir hava estirildi. 21 Mart 2013’te, Diyarbakır’da Nevruz kutlamalarında toplanan halka, terörist başı Öcalan’ın mektubu okundu ve bu görüntü televizyonlarda canlı olarak yayımlandı.[5]

***

“Çözüm Süreci” denilen bu dönemde; PKK’nın bölgede vergi topladığı, asker alma daireleri kurduğu, mahkeme oluşturduğu ve HDP Belediye meclislerinin yerel parlamento gibi çalışmaya başladıkları basına yansıdı.

1 Eylül 2013’te, Dünya Barış Günü nedeniyle HDP, Diyarbakır’da bir miting düzenledi. Mitingde PKK marşı okundu, bu arada PKK’nın Suriye kolu PYD’nin eş başkanı Asya Abdullah da mitinge katıldı.[6] Tutuklanmadı. 2015 yılına gelindiğinde, PYD Suriye’nin kuzeyinde PKK Koridoru’nun taşlarını döşeyecekti. PYD eş başkanı Salih Müslim, birkaç kez Ankara ve İstanbul’a resmen davet edilmiş ve kendisiyle görüşmeler yapılmıştı.

***

16 Kasım 2013’te, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Barzani’nin ziyareti nedeniyle Diyarbakır caddeleri, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin bayraklarıyla donatıldı. Diyarbakır Valiliği önündeki “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazısı kaldırıldı.[7]

***

Dönemin Başbakan Yardımcısı, Ağustos 2015’te NTV canlı yayınında, Genelkurmay Başkanı’nın belki de söyleyemediği, PKK’nın eylemlerine karşı güvenlik kuvvetlerinin sessiz kalışını şöyle açıkladı:

“Halkın şöyle söylediğini biliyorum ‘Üzerinde silah olan bu PKK’lı teröristler karakolun önünden geçiyor. Asker de onlara hiçbir şey yapmıyor.’ Durum biraz böyleydi. Ama bunun bir tek sebebi vardı, terörün tekrar hortlamaması ve siyasi görüşmelerin sonuca ulaşması.”[8]

Davutoğlu’nun izlediği, “Stratejik Derinlik” ve “Sıfır Sorun Politikası sonucu komşu ülkelerle gerginlikler arttı. ABD’nin sır olmayan, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” sonucu, Irak ve Suriye bölünecek, 23 milyon nüfuslu Suriye’nin 13 milyonu evlerini terk etti. Resmî sayılara göre, dört milyon civarında Suriyeli sığınmacı Türkiye’ye yerleşti. Türkiye’nin Suriye sınırında bir “PKK Devleti”nin tohumları atıldı.

***

Türkiye, PYD/PKK terör örgütünü etkisiz duruma getirmek, terör koridorunu önlemek, Suriyeli sığınmacıların dönüşlerini emniyetle sağlamak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak için; Suriye’de Fırat’ın batısında 24 Ağustos 2016’da Fırat Kalkanı Harekâtı, 20 Ocak 2018’de Zeytin Dalı Harekatı’nı düzenledi.

Suriye’de Fırat’ın doğusunda 9 Ekim 2019’da “Barış Pınarı Harekâtı”nı başlattı. ABD tepki gösterdi. Operasyona 17 Ekim 2019’da, Türkiye-ABD arasında yapılan anlaşma sonucu ara verildi. ABD, yaptırım kartını masaya sürmüş, operasyonun siyasi ve askeri hedefi tam olarak karşılamadan durdurulmuştu.

***

Türkiye, Suriye’de ABD’nin devletçiğe dönüştürdüğü PKK/PYD terör örgütüne geniş çaplı kara operasyonu yapacağını 2020’den bugüne sürekli dile getirdi. Ancak, ABD’nin karşı çıkması nedeniyle henüz operasyon yapılamadı. Terör örgütü tehdidi gün geçtikçe büyüdü ve örgütün düzenli orduya dönüşme adımları hızlandı. 17 Mart 2023’te, terör örgütünün helikopter kullandığı ortaya çıktı. Milli Savunma Bakanı Akar: “PKK/YPG destekçileri, teröristlere helikopter vererek bir kez daha suçüstü yakalanmışlardır. Bunların beyhude çabalar olduğunu artık anlamaları lazım.” açıklamasını yaptı.[9]

PKK’ya ağır silah ve helikopter veren ABD’nin, Türkiye'ye doğrudan savaş açmadığı kalmıştı. Türkiye, açıklama yerine ABD'ye NOTA verebilirdi. ABD Büyükelçisini sınır dışı edebilirdi. ABD’yi uyarması gereken Türkiye, bu süreçte ABD’nin projesi ve hedefi olan Finlandiya’nın NATO üyeliğini, 31 Mart 2023’te TBMM’de onayladı. ABD çok mutluydu… Türkiye ise, eldeki stratejik kartı heba etmişti… ABD, vefa göstergesi olarak Finlandiya’nın NATO üyeliğine onay veren Türkiye’nin SİHA’sını 5 Ekim 2023’te Suriye’de düşürdü.

***

Son üç ayda, Irak’ın kuzeyinde Pençe-Kilit Harekâtı kapsamında PKK terör örgütünün dört eylemi gerçekleşti:

Birincisi, 20 Kasım 2023’te, Metina’da 1740 ve 1754 rakımlı tepelerde. Bir kahraman üsteğmen şehit düştü, 22 askerimiz yaralandı.

İkinci eylemi, 22 Aralık 2023’te Hakurk’ta Sur Tepe’de. Altı kahraman askerimiz şehit düştü.

Üçüncüsü, 23 Aralık 2023’te 1740 ve 1754 rakımlı tepelerde. Altı kahraman askerimiz şehit düştü.

Dördüncüsü, 12 Ocak 2024’te yapıldı. 1740 rakımlı tepede. Üçüncü kez birbirine yakın bölgelerde. Dokuz kahraman askerimiz şehit oldu.

Üç ayda 22 şehit.

Birbirine yakın bölgelerde terör örgütünün bu eylemleriyle ilgili bazı sorular:

-Kış koşullarında eylem yapma alışkanlığı olmayan PKK terör örgütünü bu saldırılara hangi güçler yönlendirdi?

-Şiddetli kış koşullarında Irak kuzeyindeki üsler, yeterli emniyet ve savunma imkanlarına sahip mi?

-ABD’nin YPG/PKK’ya sağladığı eğitim, silah, mali ve diğer lojistik destek kesilmediği sürece, terör tehdidi sona eremeyeceği gerçeğinden hareketle, ABD’ye karşı hangi adımlar atılacaktır? Mesela, ABD’nin hedefi olan İsveç’in NATO üyeliğine “evet mi” denilecek?..

***

Suriye’de PKK/PYD terör örgütüne zamanında, ABD’ye rağmen geniş kapsamlı operasyon yapılabilseydi tehdit bu kadar büyümeyebilirdi. Suriye ile işbirliği yapılsaydı, PKK/PYD terör örgütü ve göçmen sorunu bu kadar stratejik düzeyde olmayabilirdi.

ABD’ye ve NATO’ya rağmen, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nı zaferle sonuçlandıran; 25 Temmuz 1975’te ABD’nin Türkiye’de bulunan 21 üs/tesisini kapatan bu Türkiye değil miydi? 1974 Türkiye’si, 2023 Türkiye’sinden daha güçlü olmadığına göre sorun nerede?..

Kaynakça:

(1) “2002: 6 şehit, 2012: 123 şehit”, https://www.ntv.com.tr/turkiye/2002-6-sehit-2012- 123-sehit,I13imXKSXkCuxc94VXYPSg (erişim tarihi: 09.06.2023).

(2) Osman Ararat, PKK Terörü ve Türkiye, Andaç Yayınları, Ankara, 2015.

(3) Osman Ararat, PKK Terörü ve Türkiye, Andaç Yayınları, Ankara, 2015.

(4) Alaettin Parmaksız, PKK Gerçeği, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2009.

(5) Osman Ararat, PKK Terörü ve Türkiye, Andaç Yayınları, Ankara,2015.

(6) Osman Ararat, PKK Terörü ve Türkiye, Andaç Yayınları, Ankara, 2015.

(7) Hürriyet Gazetesi, 16 Kasım 2013 (https://www.hurriyet.com.tr/gundem/basbakan-erdogan-dagdakiler-inecek-cezaevleri-bosalacak-25134624, Erişim 19 Mart 2023, 21.05).

(8) Arslan Bulut, Yeniçağ Gazetesi, 7 Ağustos 2015.

(9) https://www.takvim.com.tr/guncel/2023/03/19/duhokta-dusen-teror-helikopteri-ile-ilgili-flas-detaylar-pkk-elebaslarindan-mazlum-kobaninin-yegeni-servan-kobani-de-oldu (Erişim, 20 Mart 2023, 23.35)

15 Ocak 2024 Pazartesi

2024’te küresel jeopolitik Taha Özhan-14/01/2024

Ankara Enstitüsü Araştırma Direktörü Taha Özhan, küresel tansiyonun yüksek seyrettiği süreçte önümüzdeki dönemi jeopolitik riskler bağlamında değerlendiriyor.

Jeopolitik yıla 7 Ekim’de girdik. 5 Kasım 2024’te Amerikan seçimleriyle de seneyi tamamlama ihtimalimiz yüksek görünüyor. Bu iki tarih arasında 2024, jeopolitik risklerin oldukça yüksek seyredeceği bir sene olacak. Hâlihazırda İsrail, Rusya ve Çin başlıkları üzerinden hararetli olan kriz alanlarının üzerine seçimler eklenecek. Ocak ayından başlayarak, dünya nüfusunun yüzde 50’sinden, küresel gayrisafi hasılanın yüzde 60’ından fazlasına denk gelen bölgelerde seçimlere gidilecek. Tam anlamıyla bir seçim senesi olan 2024’te demokrasiler büyük bir stres testine girecekler. İster sahici bir demokratik yarışla isterse rekabetçi olmayan seçimlerle olsa da ortaya çıkacak sonuçların küresel jeopolitiği şekillendirme potansiyeli bulunuyor.

Küresel jeopolitik geçen seneye girerken beklentiler ve tahminler oldukça kasvetliydi.

2023 tahminlerinde dikkat çeken küresel ekonominin sert inişler yapacağı beklentisi hayata geçmedi. Sonuçta 2024 için ekonomik görünüm geçen seneye göre daha olumlu bir eksene oturdu. 2024’ün önemli gündem başlıklarından birisi küresel faiz artışları sonrasında ekonomik inişin yumuşak mı sert mi olacağı. Enflasyona yönelik küresel bir zaferden bahsetmek henüz erken görünüyor. Bu sene faizlerin düşürülmesi sürecine yönelik oldukça temkinli beklenti devam ediyor. Oranların yüzde 3,5-4 arasında tutulmaya devam edilmesi tahmin ediliyor. Bu oranlar, ekonomik büyüme, işletmeler ve hane halkının üzerindeki ekonomik baskıyı sürdüreceği anlamına geliyor.

2023 tecrübesi, 2024 için ekonomide daha temkinli ve daha iyimser senaryoların konuşulmasının önünü açarken, jeopolitik alanda risklerin oldukça yükseldiği bir gündemi öne çıkarıyor. Aynı anda deglobalizasyon ve reglobalizasyon süreçleri hareket halinde kalmaya devam edecek görünüyor.

ABD’nin “Önce Amerika” çizgisinin oldukça sorumsuz bir şekilde güçlenmesi, Avrupa’da benzer eğilimlerin yükselmesi ve Çin’in işbirliği zemini oluşturmaktan uzak politikaları küreselleşme üzerindeki gerilimi artırıyor. Ticari ve siyasi ittifaklar akışkan bir şekilde ABD-Çin-Avrupa üçlüsü etrafında yeniden şekilleniyorlar. Bu durum geleneksel sermaye, mal ve hizmet akışlarını bozuyor. Bu bozulma ister istemez jeopolitik kriz alanlarında istikrarı ve barışı tesis edecek işbirliklerini ya ortadan kaldırıyor ya da baskı altına alıyor.

KÜRESEL SEÇİM FIRTINASI

Öncelikle 2024 ulusal seçim dalgasına biraz daha yakından bakmakta fayda var. Tayvan, Hindistan, Endonezya, Meksika, Güney Afrika, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Parlamentosu’nun 27 ülkesi de dahil olmak üzere yaklaşık 50 ülkede 2 milyardan fazla insan sandık başına gidecek. Toplamda, 2024 seçim maratonuna katılanlar, dünyanın ekonomik çıktısının yüzde 60’ını oluşturuyor. Seçim sonuçları hayati politik tercihleri doğrudan etkileyecek. Son yıllarda küresel bir ekonomik savaşın öncü dinamiğine dönüşen teşvik politikaları, vergi indirimleri, teknoloji transferi sorunları, gümrük duvarları, serbest ticareti bozan faaliyet yasakları, yapay zekâya dair meseleler, yatırım sorunları, borçlar ve enerji başlıklarında kapsamlı, kuşatıcı ve sürdürülebilir yönetim sorunları seçim sonuçlarından doğrudan etkilenecek. Son tahlilde küresel veya ikili ticareti bozan her yaklaşım gelir kaybı olarak kayda geçecek. Popülist dalgaya yenilerek kısa vadede kazandığını düşünenler de orta ve uzun vadede kaybedenler arasına kaçınılmaz olarak katılacaklar.

2024 seçimlerinin en önemlisi, sene sonundaki ABD seçimleri olacak. Bu seçimlerde şimdilik Biden ve Trump’ın yarışma ihtimali yüksek görülüyor. Ancak en az bir hatta iki yeni ismin ortaya çıkma ihtimali de ortadan kalkmış değil. Biden sağlık, Trump hukuki sorunlarla yarışa veda edebilir. Biden üç yıl önce seçilirken de demokratların özellikle tercih ettiği bir isim olmasından ziyade, Trump’lı Amerika’ya son vermek için mahkûm oldukları bir dönemlik bir isim olarak değerlendiriliyordu. Geçmişte ilk döneminden sonra ikinci dönem için aday olmayan yedi Amerika başkanı bulunuyor. Biden şimdilik adaylıkta ısrarlı olsa da her geçen ay hem sağlık sorunları hem de yönetim kalitesine yönelik sorunlar artmaya devam ediyor.

2020’de kaybettiği seçimlerin sonuçlarını kabullenmeyen Trump’ın 2024’te tekrar aday olma ihtimali oldukça güçlüydü. Cumhuriyetçiler üç yıldır fiilen adayları belli bir şekilde kampanya yaparken, Biden’ın sergilediği performans ve sağlık sorunları nedeniyle 2024’te adaylığı hâlâ soru işaretleri barındırıyor.

Trump’ın, Colorado’da seçimlere katılmasını engelleyen mahkeme kararını Anayasa Mahkemesi’ne götürmesiyle gözler Şubat ayında çıkması beklenen karara dönmüş durumda. Mahkemenin muhafazakâr eğilimi (6-3) göz önüne alındığında, Trump’ın aleyhine bir kararın çıkması sürpriz olacaktır. Amerikan seçim tarihinde, iki dönem teamülü ya da tek dönem başkanlık sonrası verdiği aranın ardından tekrar başkanlık yarışına giren isimler bulunuyor. Ancak bu isimlerin büyük bir kısmı girişimlerinde başarısız olurken, 19’uncu yüzyılın sonundaki Cleveland ve iki dönem geleneğini de bozan 20’nci yüzyılın başındaki Theodore Roosevelt, istisnaları oluşturuyor. Trump’ın ara verdikten sonra tekrar yarışa giren ve kazanan Cleveland’a benzer bir başarı elde edebileceği konuşulsa da Amerika için büyüyen kriz Demokratların Biden adaylığında düğümlenmiş; Amerikan iç siyasal bunalımı taşınamayacak bir noktaya ulaşmış durumda. Neredeyse bir gerontokrasi kriziyle karşı karşıya olan Amerikan elitleri, aylardır sağlık sorunları olan Biden’la seçime gitme kararı almaları durumunda bu kriz daha da derinleşecektir.

Demokratlar için Biden’ın sağlığı ve geçtiğimiz üç yıldaki performansına dair endişeleri seçimi kazanma sorununun önüne geçmiş durumda. 2019’dan farklı olarak, eğer iki aday yarışırsa, seçim neticesinin ne Amerikalılar ne de dünya için iyimser bir senaryosu bulunuyor. Biden’ın kazandığı senaryoda Ukrayna’dan Ortadoğu’ya gerilimin ve risk barometresinin yüksek olmasını, Çin’le ilişkilerde tıkanmanın devam etmesini ve Avrupa ile ekonomik rekabetin soğuk ticaret savaşlarına doğru evrilmesi öngörülüyor.

Trump’lı senaryoda Ukrayna’da bir kırılma, Avrupa ile doğrudan ticaret savaşları, Çin’le krizlerin yönetiminden uzaklaşıp sıcak gerilimin artması, Ortadoğu’da tam kontrolden çıkmış bir İsrail merkezli kriz dönemi tahmin ediliyor. Dolayısıyla 2024’ün tam anlamıyla ABD’deki seçim gündeminin üreteceği gerilimle geçmesi beklenirken, cari adaylarla seçim sonucunun sürecinden daha fazla risk barındırması söz konusu.

Çin’in toprağı olarak gördüğü Tayvan da Ocak ayı ortasında seçime hazırlanıyor. Seçim sonuçlarının ABD-Çin ilişkilerini etkileme potansiyeli bulunuyor. Cumhurbaşkanı Tsai Ing-wen’in Demokratik İlerleme Partisi, bağımsızlık yanlısı duruşunu korumaya, Pekin ve muhalefet partisi Kuomintang’ın baskısına direnmeye çalışıyor. 2023’te casus balonlar, yarı-iletken savaşları, askeri rekabet, ticaret savaşları, Tayvan meselesi, Güney Çin Deniz’indeki gerilim ve askeri rekabet başlıklarıyla dolan ABD-Çin ilişkileri, Biden-Şi buluşmasıyla da sarih bir istikamete doğru yönelmedi. ABD-Çin ilişkileri hâlâ gerilimini koruyor. İki liderin zirvesinden çıkan tek olumlu sonuç, sorunları çözemeyecek olsalar da kriz yönetiminde kanalları açık tutacak zemini koruma vaatleri oldu. Ancak 2024 yeni bir türbülans dönemi olabilir. Tayvan’daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve ABD-Çin ticaret savaşları sorunların büyümesine imkân verebilir. Çin seçimleri Tayvan için “savaşla barış” arasında bir tercihe zorlarken, Washington açısından iktidarın kim olacağı Tayvan’a dair bütün iddialarını baştan aşağı şekillendirecek bir sonuç doğuracaktır.

Çin için 2024’te ikinci önemli seçim ise ABD’de gerçekleşecek olan seçimlerdir. ABD-Çin ilişkilerinde, Trump 2.0’ın ortaya çıkması, Pekin açısından “arzulanmayan iyi sonuç” durumunda. Zira Trump 2.0, Pekin için ticari ve ekonomik olarak risklerin yükselmesi ve sorunlarının artması anlamına geliyor. Ancak bu çok yeni bir süreç değil ve Biden döneminde de çok farklı bir zemin oluşmadı. Diğer yandan Trump’ın yeniden başkan olması, Pekin açısından jeopolitik bir nimet olarak görülüyor. Benzer bir durum dünyanın geriye kalanı için de geçerli. Trump’lı bir Amerika’nın Çin ekonomik gerilimini had safhaya çıkarması senaryosu, küresel ekonomiyi G-2’ye sıkıştırma girişimine dönüşebilir. Bu durum bir taraftan parçalı küreselleşmenin artması anlamına gelirken diğer yandan yaşanacak ticari ve ekonomik işbirliği haritasındaki güncellemeler birçok ülkeye fırsatlar sunacaktır. 2024 bu yönüyle önümüzdeki yılları şekillendirecek bir sene olabilir.

Avrupa’da 2024’te dokuz parlamento seçiminin dördü hükümet ve/veya politikalar üzerinde önemli değişikliklere yol açabilir. 2024’te Avrupa’daki en önemli seçim Birleşik Krallık’ta olacak ve seçmenlerin İşçi Partisi’ni iktidara taşıması mümkün görünüyor. Siyasi parçalanmanın önümüzdeki yıl Avrupa’da kilit bir trend olarak kalmasını bekliyoruz. Çoğunluk hükümetleri istikrarlı ve vizyoner bir yönetim sergilemekte sorunlar yaşıyor. Koalisyon hükümetleri partiler arası anlaşmaların ihtiyaç duyulan yapısal reformları engellemesinden dolayı sağlıklı politikalar geliştiremiyor. Siyaset kurumuna yönelik artan hoşnutsuzluk, ana akım partilerin aşırı sağ ve aşırı sol (özellikle göç konusunda) tarafından benimsenen daha radikal politikalarının ana akım politikaların parçası yapılmasına yol açıyor. Anketler ayrıca aşırı sağ partilerin Haziran 2024’teki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde önemli kazanımlar elde edeceğini gösteriyor. Bu durumun, AB’nin göç, iklim değişikliği ve AB genişlemesi gibi konulardaki politika duruşunu etkilemesi muhtemeldir.

2024’te hem ABD seçimleri hem de dünyanın önemli ülkelerindeki diğer seçimlerden dolayı hükümetlerin birçok başlıkta olduğu gibi jeopolitik konularında kararsız, pasif veya adımlarını erteleyen bir eksene oturmaları muhtemeldir. Ancak popülist iktidarların yükseldiği bir dönemde, seçimler, iç politik sahneyi şekillendirmek için riskli adımların da atılması riskini yükseltmektedir. Meksika’dan Endonezya’ya, Hindistan’dan İngiltere’ye bu yönde riskler yükselebilir. Diğer yandan jeopolitiğin çoklu bir evren haline gelmesi de riskleri artırmaktadır. İkili, bölgesel ve diğer kurumsal grup türleriyle örtüşen karmaşık ittifaklar, akışkan jeopolitik işbirliklerini büyütecektir. Bloklar veya ittifak ağları arasında artan rekabetin ortasındaki jeopolitik güç daha fazla dağıldıkça, küresel sistem üzerindeki jeopolitik merkezkaç unsurların etkisi ve çok-kutuplu dünyaya doğru eğilim artacaktır. Ülkelerin küresel ve tek-kutuplu bağımlılıklarını azaltmaya çalışan duruşları, ulusal güvenliği tamamen ekonomik düşüncelere göre önceliklendirerek riski azaltma girişimleri çoğalacaktır. Bu da ironik bir şekilde jeopolitik riskleri artırmakta, işbirliği zeminini daraltmaktadır. Ekonomik dinamikleri aşacak bir şekilde, yaşanan bunalımın arkasında birincil neden, asgari düzeyde kural bazlı küresel düzenin korunması konusunda hâlâ ümitvar olunan Batı’nın iç krizleri artmaya devam ederken alternatif bir odağın ya da aktörün zuhur etmemesidir. Batı’nın iç stresi küresel düzeyde bunalımın devam etmesi için yeterince tahrip edici bir unsur olmaya devam edecek.

İSRAİL SORUNUNUN KÜRESEL JEOPOLİTİĞE ETKİSİ

Ankara Enstitüsü Araştırma Direktörü Taha Özhan, bulunduğumuz yıl içindeki jeopolitik risklere ilişkin analizini İsrail’in saldırıları üzerinden sürdürüyor.

İsrail’in Gazze’de soykırıma dönüşen saldırılarıyla bir kez daha teyit edilen bu durum, 2023 biterken Batı-dışı dünyaya Batı’ya dair oldukça net negatif mesajlar vermiş oldu. Hatta toplumsal düzeyde (Batı ayrımı olmaksızın dünyanın tamamında hem sokakların hem de anketlerin işaret ettiği üzere) Batılı aktörlerin küresel düzeydeki meşruiyet algılarının vahim bir çöküş yaşadığı da söylenebilir. Bu durumun ilerleyen yıllarda keskin sonuçları olacağını söylemek mümkündür. Bu sonuçların jenerasyonel etki ile yeni bir değişim dalgası için imkânlar oluşturması da keza öyle. Batı’nın sürdürülebilirliği sorgulanan agresif jeopolitik eksen oluşturma girişimleri orta düzey güçlerle karşılaşmalarında da yeni bir sorun alanına dönüşmektedir.

Batı’da son yıllarda küresel ve bölgesel jeopolitiğin oluşumunda önemli roller üstlenen ve belirleyici olan “Orta düzey güçler”i ya Çin rekabeti ve Rusya savaşında sıradan bir araç olarak gören ya da bu güçlerin kendi bölgelerindeki ağırlıklarını umursamayan yaklaşımlar artmaktadır. Oysa son yılların da teyit ettiği üzere, orta düzey güçlerde gerek bağımsız gerekse tarafsız davranma eğilimlerin güçlendiği bir dönemde, Batı’nın “umursamazlığa” dönüşen tavırlarının yakın dönemde somut maliyetleri oluşacaktır. Küresel sistem üzerindeki Batı kaynaklı risklerin artması görece yeni bir fenomen olmakla birlikte önümüzdeki yılları şekillendirecektir.

Batı’nın gerek küresel ekonomik hizalanmada yaşanacak kaçınılmaz değişimleri sindirim kapasitesindeki sorunları gerekse de asgari düzeyde kurallı jeopolitik düzenin korunmasına yönelik uluslararası zeminin muhafazası başlıklarında Çin’den veya Rusya’dan farksız bir pozisyona savrulması küresel ekonomik ve jeopolitik risklerin artmasına yol açmaktadır. Özellikle Ukrayna savaşında dünya, Batı’nın kolektif bir şekilde sergilediği tavrın arkasında değilse bile karşısında duracak bir pozisyon almadı. Rusya’nın uluslararası hukuku hiçe sayarak başlattığı işgal girişimiyle başta Batı için biriken kredi, İsrail işgali ve katliamlarıyla tek seferde tükendi. Artık İsrail meselesi, Batı ile dünya arasında önemli bir mukayese alanına dönüştü ve büyük bir güven krizi ortaya çıkardı.

Bu güven krizinin göbeğine ise BM’nin yapısı oturmuş durumda. BM bu haliyle, Güvenlik Konseyi vesayeti altında tam bir vetokrasi yönetimiyle işlevsiz halini sürdürmekte zorlanacaktır. Benzer şekilde IMF ve Dünya Bankası’nda da 75 yıl önceki ekonomik güç dağılımının yansımasını korumaya çalışmak gerçekçi değildir. Genişleyen BRICS’in, emekleme aşamasındaki kalkınma bankası bu süreçte zemin kazanacaktır. Felç olmuş BM, eğer reforme edilmezse, önümüzdeki yıllarda Global Güney’de yeni bir güvenlik kurumunun doğumuna yol açabilir. Bu krizde ana mesele, uluslararası kurumlarda ihtiyaç duyulan ve katılımcılığı sağlayacak reformların yapılmaması durumunda Çin’in alternatif olması değildir.

Pekin henüz böyle bir perspektife sahip değil. Gerek üretim gücü gerekse de jeopolitik ağırlığı demokrasi sınırına dayanmış durumda. Asgari düzeyde demokratikleşme süreci yaşanmadığı sürece, cari kapalı haliyle, dünyayla kurduğu ilişki limanlar arası münasebeti aşarak jeopolitik ve ekonomik bir ağırlığa ulaşmasına engel olacaktır. Asıl mesele bu reformların olmadığı senaryoda küresel dağılmadaki ivmenin oldukça hızlı bir şekilde artma riskidir. Bu tehlikeye ne küresel ekonomik hizalanmanın değişmemesini arzu eden Batı ne de cari sıralamanın değişmesini isteyen Çin’in bir cevabı bulunmaktadır. Siyasal perspektifin ve sürdürülebilir ciddi işbirliği zeminlerinin kaybolması kaotik senaryoların güçlenmesine yol açmaktadır.

ÜÇÜNCÜ SENESİNDE UKRAYNA İŞGALİ

Bu kış, Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşta askeri ve/veya siyasi bir dönüm noktası olabilir. Savaşın çıkmaza sürüklenmesi, Ukrayna’nın ABD ve Avrupa’daki müttefiklerinin desteklerinde yaşanacak sorunlar ve Kiev’deki iç siyasi gerilimler, Ukrayna’nın kendisini Rusya’nın topyekûn saldırısına karşı savunma yeteneğini azaltma riski taşıyor. Benzer şekilde Zelenski’nin İsrail-Gazze savaşında takındığı pozisyon, Batı dışındaki ülkelerde ve toplumsal destekte kredisini tüketmiş durumda. Bunlardan, Ukrayna’nın başarısı için en önemli olanı Batılı ortaklarının yalpalaması şu an için savaşın gidişatını değiştirebilecek en önemli unsur olarak duruyor. Ukrayna’nın kara savaşında üçüncü kışı çıkarabilmesi için ciddi bir desteğe ihtiyacı bulunuyor.

Biden yönetimi, yaptırımların Rusya’yı felç ederek rejim değişikliğini zorlayabileceğini hayal etmişti. Bunun yerine, dünya ticaret ve finansal akımlarının ciddi bir kısmı Amerikan yaptırımlarını atladılar. Sonuçta, yaptırımlar Rusya’nın petrol gelirlerini zar zor azalttı.

Türkiye, Kazakistan, Gürcistan ve Ermenistan gibi aracılarla Çin’den istikrarlı yüksek teknoloji bileşenleri tedarikini sürdürdü. Rusya ekonomisi, Biden’ın öngördüğü gibi yüzde 50 oranında çökmek yerine, 2022’de sadece yüzde 2,1 daraldıktan sonra 2023’te yüzde 3 büyüdü. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, en azından 2024 ABD seçimlerine kadar uzun bir oyun oynamaya çalıştığının bilincinde olan çoğu Avrupa hükümeti, savunma bütçelerini artırırken mali ve askeri yardımlarını sürdürmeye kararlı görünüyor. ABD Başkanı Biden, Ukrayna desteğini kongreden geçirmekte çok daha fazla zorlanacağı bir döneme giriyor. Yaklaşık iki yıldır Rusya işgaline karşı birlik görüntüsü veren Ukrayna’nın iç dengeleri de sarsılmaya başlıyor. Özellikle askeri liderlikle siyasi liderlik arasındaki sorunlar büyüyor, savaş ortamında seçime gitmeme yaklaşımı gerilimi artırıyor. Demokratların Washington’da iktidarı kaybetme senaryosu ve AB desteklerinin kırılgan hale gelme ihtimali Ukrayna açısından 2024’ün belirleyici olacağını gösteriyor.

Ukrayna işgaline dair tıkanmayı teyit eden bir gelişme de Aralık ayında G-7 ve belli sayıda ülkenin Suudi Arabistan’da Kiev’in geleceğini masaya yatırmak üzere toplandıklarına dair haberin sızdırılmasıyla yaşandı. Türkiye’nin de katıldığı iddia edilen Suudi Arabistan toplantısında ciddiye alınacak bir ilerleme kaydedilmediği anlaşılıyor. Toplantıda, Amerika’nın başı çektiği G-7 blokunun, diğer ülkelerin baskısına rağmen, Ukrayna’da bir uzlaşma formülü için Rusya ile doğrudan müzakere fikrine yanaşmadıkları ortaya çıktı.

Benzer bir durum işgalin ilk döneminde İstanbul’da büyük ölçüde savaşı durdurma ve hatta bitirme zemini oluşmuşken, ABD ve İngiltere’nin baskılarıyla Kiev’in anlaşmaya yanaşmamasıyla yaşanmıştı. Ancak gelinen noktada, ABD ve Avrupa’nın Ukrayna’ya yapmayı planladıkları 100 milyar dolara ulaşan yardım parlamentolarda askıya alınmış durumda. Kiev’in bu yardımı alsa bile savaşacak asker sorununun yanında sürdürülebilir siyasi liderlik meselesi de büyümeye devam ediyor. Her açıdan oluşan baskılar altında, 2024’te Ukrayna işgalinde bir kırılma yaşanma ihtimali artmaktadır.

Seçimlerden Ukrayna işgaline, küresel faiz oranlarının geleceğinden büyüyen ticaret savaşlarına, ABD-Çin geriliminden İsrail katliamlarının bölgesel bir savaşı tetikleme potansiyeline varıncaya kadar bir dizi risk alanının 2024’te belirleyici olacağı görülüyor. Başta ABD olmak üzere bu sene jeopolitik ve ekonomik açıdan belirleyici konumdaki birçok ülke kendi iç gündemleriyle -seçimlerle- meşgul olmak zorundalar. Bu durum riskleri daha da artırdığı gibi birçok ülkeye de farklı fırsat imkânları sunacaktır. Akışkan ittifakların arttığı ve parçalı küreselleşmenin büyüdüğü bir dönemde 2024’ü verimli kullanabilen Orta Düzey güçlerin ciddi mesafe alma imkânı bulunmaktadır. Amerikan seçimlerinin gidişatına dair öncü göstergeler ortaya çıkmaya başladığında, küresel jeopolitik ve ekonomik hareketlenme de ivmelenecektir. Bu senenin baharında, jeopolitik 2024’ün ne zaman biteceğini daha rahat görme şansımız ortaya çıkacaktır.

13 Ocak 2024 Cumartesi

Weber ve Ülgener sosyolojisinden Polat ve Erzan vakalarına bakmak Abbas Bilgili-12/01/2024

Avukat Abbas Bilgili, kamuoyunda gündem olan Dilan Polat ve Seçil Erzan davaları üzerinden değerlendirmelerde bulunuyor.

Kapitalizmin arkasındaki itici gücün protestan ahlâkı olduğunu söyleyen Max Weber, bu görüşünü Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli ünlü eserinde1 savunurken, sadece çalışmaya övgü ile yetinmeyerek, protestan sofuluğun çalışmaktan daha fazlası olduğunu söyler. Meslek, ticaret, üretim, para kazanmak gibi kavramların üzerinde durarak, ekonomik akılcılık ve bunun gereği olarak da kazanılan paranın işletmelerin büyümesinde kullanıldığını anlatır. Çalışmanın, kazancın, sanat ve zenaatın, aşağılık ve kirli görünürken, reformasyon adı verilen dinde yenilik ile birlikte herkesin saygı duyduğu birer erdem haline geldiğini belirten Weber’e göre protestan ahlâkı ile beslenen kapitalist ruh, ortaçağdan sonra modern ekonomiye evrilir. Aşağılanan ekonomik faaliyetten, kalvinist ve püriten mezheple “vakit nakittir” zihniyetine geçilir. Weber, Protestanlığın “ekonomik akılcılık” kavramına verdiği önemi vurgularken (sh. 42), “irrasyonel tasarımlara göre yönünü bulan maceracı kapitalizme” karşı olmalarını da hatırlatır sh. (43). Edinilen servetin akılcı ve faydacı biçimde kullanımını ifade ettikten sonra “akıl dışı ve ihtiraslı kullanımıysa feodal duygulara çok yakın olduğu gibi, yaratılanların tanrılaştırılması olarak görülüp lanetlenmiş olan lüks tüketim biçimi olarak sayılmıştır” diyor (sh. 156).

Bizde de Sabri F. Ülgener, Weber’in Kalvinizmdeki son derece disiplinli meslek ahlâkı ve ciddiliğin, tasarruf bilinci ve çalışma düzeninin kapitalizmin doğuşundaki etkisini abartılı bulmakla birlikte büyük ölçüde isabetli bulur.2 Düşünce dünyamızın önemli isimi Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası isimli özgün eserinde3 bizdeki ekonomik değişim ve gelişmenin Batı ile paralel yürümediğine değinirken, Batı’nın “yeni zamanlar”a ilerlerken, bizde “ortaçağlaşma” anlamında geriye gidişten bahseder. Sabri Hoca, bu gerilemeye önce eski tabirle “inhitat devri” derken, sonradan daha yenisini, “çözülme devri” kavramını kullanmayı tercih etmişti. “Çözülme Devri” kavramının, tarihçilerin imparatorluklar (bizde Osmanlı) tarihi için kullandıkları yükselme, duraklama ve gerileme devri kavramlarıyla karıştırılmamasını ve bunlarla ilgisinin olmadığını da hatırlatır. Ona göre çözülme devri, Osmanlı’nın da sınırlarını aşar ve 15. ve 16. yüzyıllardan günümüze kadar uzanır. Yani “çözülme devri” halen devam ediyor ve biz o çözülmenin içindeyiz. Batıda aşağılanmaktan kurtularak, saygın bir konuma gelen “çalışma olgusu” aynı değişimi, örneğin Osmanlı’da gösterememiş ve esnaf ve tüccarlar için “erazil ve esafil” (rezil ve aşağılık) kavramları yaygın biçimde kullanılmıştır. Bu zihniyetin normal çalışma yollarını tıkadığı açıktır.

Ortaçağ ahlakının Doğu’da büyük ölçüde normal kazanç yollarını tıkaması sonucunda anormal kazanç yollarına başvurmanın yaygınlığı üzerinde duran Ülgener, Weber’in “irrasyonal kazanç” dediği bu anormal kazançlar üzerinde ciddi biçimde durur. İbn Haldun’dan yaptığı alıntıya göre bir toplumda anormal kazanç yollarını tercih etmede, akıl ve idrak noksanlığının büyük payı olmakla birlikte, esas sebep bireylerin ticaret, sanat ve tarımda doğal yollarla çalışarak geçimini temin etmekte zorlanmalarıdır.

Normal kazanç yolları ne kadar geniş ve açıksa anormal yollara başvuranların azaldığı, yolların dar ya da kapalılığı fazlaysa anormal kazanç yoluna başvuranların arttığı görüşünde olan Ülgener, normal ve doğal yollar dışındaki kazançları da tasnife tabi tutar. Avrupa’da 16. Asırdan bu yana kazanç iç güdüsü 19. asırda büyük bir rasyonellikle endüstrileşmeye evrilirken, bizdeki gelişme ters istikamette olmuştur. Süreç, Batıda ticari kapitalizme dönüşme biçimindeyken, doğuda yerinde sayma ya da feodal zihniyetin devamı söz konusu.

İsmet Berkan da yeni çıkan kitabında “Osmanlı neden çöktü?” sorusunun cevabını verirken, “kapitalizme geçememiş olmayı” vurgulamaktadır.4Ticaret yollarının kervan yollarından okyanuslara kayması, doğuda yol üstündeki kentlerde canlılığın sönmesine neden olurken, iç pazarlardaki tıkanma ve kapanma; içeride ve dışarıdaki güvenlik noksanlığı ve zaten esnaf ve sanatkârlığın muteber görülmemesi normal kazanç yollarının tıkanmasında büyük rol oynamıştır. Karacaoğlan’ın “Harami var diye korku verirler / Benim ipek yüklü kervanım mı var?” diyerek, ticaret yollarındaki haramilere vurgu yapmasının bugünkü versiyonu “mala çökme” biçiminde ifade ediliyor ki, “mala çökmek” bugünkü tıkanmada sadece bir örnektir. Birkaç gün önce Ali Babacan dikkat çekici bir açıklama yaptı; vergi rekortmeni listesindeki ilk 100 kişinin 76’sı bazı sebeplerden dolayı isminin açıklanmasını istememiş ve bu sebeplerden birisi de “parama çökerler” kaygısı imiş. (07.01.2024, Karar Gazetesi). Bugün “mala çökme” eyleminin öznesi, dünün kervan yollarını kesen haramiler değil midir?

Ağırlıklı olarak Osmanlı döneminden örnekler veren Ülgener, dindar görünümlü Müslümanın durumunu, alıntı yaptığı bir beyit ile açıklar: “Kılur namaz, eder niyaz Hakk’a / Varır bey kapısına hem tımar umar!” Bu örnekten hareketle, bey kapısında tımar umanların bugünkü versiyonunu, Saray kapısında ya da başka bürokrat koltuğunda birkaç yerden maaş almak olarak belirleyebiliriz. Bunlar çözülme devri zihniyet ve ahlâkının devam ettiğini gösteren tipik örneklerdir.

Tarihçilerimiz, Yeniçeri Ocağı’nın bozulmasıyla birlikte askerlik yapmadığı /sefere gitmediği halde ocak defterine yazılanların varlığından bahseder. Ulufe alabilmek için Yeniçeri Ocak Defteri’ne yazılanların benzerini, bugün çalışmadığı halde belediye veya başka bir kamu kurumunda görünüp maaşını bankamatikten alanlarda görmüyor muyuz? Çözülme devri ahlâk ve zihniyetindeki davranış kalıbı, bugün de varlığını aynen koruyor.

Ülgener, din sahasındaki zihniyeti de inceleme gereği duymuş ve “İslam, mala mal varlığına değil kibir ve gurur metaı, çokluk yarışı olduğundan karşıdır” dedikten sonra gelinen noktada yarı dinî-feodal bir rant kapitalizmine vurgu yapmaktadır. Yine Hoca’nın gözünde “İslam, ortalama bir Müslüman gözüyle, şekil ve ibadet düzeyinden ahlâk ve davranış katına yeterince nüfuz etmiş değildir.”5 Ülgener’in din sahasındaki bu görüşlerinin bugünkü dindar görünümlülere ve bugünkü özünü kaybetmiş tarikat ve cemaatlere uygunluğunu belirtmeye dahi lüzum yok.

Ülgener, “Evliya Çelebi, siyasi otoritenin en fazla yerleştiği asırlarda ve hem de hükümdar önünde o meşhur esnaf alayını tasvir ederken, hakiki sanat ve meslek erbabı arkasından hırsız ve dolandırıcı kafilelerini de –şerlerinden Allah’a sığınarak- “esnaf” diye tanıtmaktan kendini alamamıştı” diyor.6 Bu satırlardaki dikkat çeken husus, hırsız ve dolandırıcı grubunun esnaf diye padişahın önünden geçmesidir ki, günümüzdeki bir takım dolandırıcıların ve kriminal tiplerin tepe noktalardaki kişilerle ve özellikle bir Bakan’la aynı karede poz vermiş olmalarıdır. Bugün dolandırıcılıktan yargılanan Dilan Polat’ın Cumhurbaşkanı ile resminin olmasını nasıl yorumlamak lazım? Bu kişi güzellik salonu işleten hakiki bir esnaf mıdır, ya da Evliya Çelebi’nin “şerrinden Allah’a sığındığı” dolandırıcı kafilesinden midir? Kazancı rasyonel midir, irrasyonel midir? Ülgener’in deyimi ile “nam ve şöhret peşinde koşan türedi tabaka, bir kelime ile ortaçağ zengini” midir? Uyuşturucu ile uğraşan mafyatik tiplerin eski İçişleri Bakanı ile resimlerinin olmasını da bu bağlamda yorumlamak gerekmez mi? Bu tipler Weber ve Ülgener sosyolojisindeki “irrasyonel kazanç”ın aktörleri olup, günümüzdeki yaygın örneklerdir.

Ülgener’in bu genel görüşlerinden sonra konuyu biraz daha daraltarak, normal kazanç yolundan tatmin olmayanları nasıl tasnife tabi tuttuğuna bakalım. Hoca bunları; 1) Kaba ve zorlu kazançlar, 2) Uysal ve sinsi kazançlar ve 3) Hayal ve hile mahsulü kazançlar şeklinde üç grupta ele almaktadır.7Kaba ve zorlu kazançların, devlet otoritesini ellerinde tutanlarla o otoritenin dışında ve uzağında kalanların beraberce paylaştıkları bir yol olduğu belirtiliyor. Bazen açıkça yapılan soygunlar, bazen üstü örtülü biçimde rant kaynaklarından yararlanma olarak ifade ediliyor. Osmanlı’nın çözülme devrindeki devlet mansıplarının para ile satılması, para ayarının sık sık düşürülmesi bu tür kazancın bir başka biçimidir. Bugün yandaşlara ihale vermek için İhale Kanunu’nunda defalarca değişiklik yapmayı, kaba ve zorlu kazancın günümüz versiyonu olarak sayabiliriz. Yol kesme, kervan soyma en kaba biçimi olup, ihale ile çıkar sağlama daha incelikli halidir.

Uysal ve sinsi kazançlar, saray ve konak gibi zenginlik merkezlerine yakın durarak kazanç sağlamak olarak belirtilmekte ve türlü sebeplerle göze girme, yanaşma ve kapılanma olarak ifade ediliyor. Normal çalışma düzeninde sabır ve zaman gerektiren yükselme olgusu, göze girme ile hızla yükselmeye sebep olur ki, bunun günümüzdeki en bilinen yolu, liyakati bir kenara bırakarak, bizden olanın liyakatsiz de olsa makam ve mevki koltuğuna oturtulmasıdır. Rahmetli Ülgener Hoca bunlar için “eğri ve sinisi kazançlar” diyor. Bugünkü çözülme devri ahlâk ve zihniyet dünyasında örneklerini bolca görmek mümkün. Bunun için yüz suyu dökmek, el etek öpmek ve eğilmek gerektiğini de unutmayalım.

Hayal ve hile mahsulü kazançları Ülgener, define merakı, simya ve astroloji merakı, dua ve keramet üzerinden verdiği örneklerle açıklamaktadır. Batı’da ortaçağın sonlarında yaygın olan define arayıcılığı, bizde halen tarihi mekanları talan ederek devam ediyor. Normal geçim yollarında kullanmadığı akıl ve zekasını akla hayale sığmayan maceralar yolunda denemek olarak ifade ediliyor ki, havadan para kazanarak kısa yoldan zenginleşmenin günümüzde de meraklıları çoktur. Simya ve astroloji için hayal gücü geniş bir kandıran ile inanmaya hazır saf bir halk kitlesinin varlığına değinen düşünürümüz, bugün için bunun fazla öneminin kalmadığını söylese de, bugün de benzerlerini görmek mümkün. Dua ve keramet üzerinden çıkar sağlamanın günümüz versiyonunu medyumlara başvurma ya da yakmayan kefen bezi satan çıkarcı tarikat ehlinde görmek mümkün. Talep edenin çok olduğu piyasada bunun satıcılarına da gün doğmaktadır. Son günlerde medyayı işgal eden dolandırıcılık sanığı Seçil Erzan’ın şifacı denilen birinden medet umması ya da diğer dolandırıcı sanığı Dilan Polat’ın astrolog olarak ifade edilen kişiden yardım umması konunun güncelliğini de göstermektedir.

Ortaçağ için gelirin asıl gür kaynağını teşkil edenin siyasi menşeli kazançlar olduğu vurgusunu yapan Ülgener, bu servetin yoktan var edilmediğini, normal yolla sağlanmadığını ve sadece el değiştirdiğini belirtiyor. Bu nedenle de gelir bakımından sosyal piramidin üst kısımlarına tırmananların siyasi nüfuz ve iktidar sahipleri olduğunu belirtiyor.

Baştan beri verdiğimiz güncel örneklerden de anlaşılacağı üzere, rahmetli Ülgener, kitaplarını bugün yazmış olsaydı (60-70 yıl önce yazdı) kolay para kazanmanın sosyolojisi bağlamında ahlak ve zihniyet dünyamıza dair çok sayıda örnek bulmakta hiç de zorlanmazdı.

 

1- Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çeviren: Milay Köktürk, BilgeSu Yayınları, 4. Baskı, Ankara 2019

2- Sabri F. Ülgener, Makaleler, Derin Yayınları, İstanbul 2016, s. 395

3- Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1981

4- İsmet Berkan, İnsan Uygarlının Kısa Tarihi, The Kitap, İstanbul 2023, s. 113-131

5- Sabri F. Ülgener, Zihniyet ve Din / İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı, Der Yayınları, İstanbul 1981, s. 56, 104, 121, 122

6- Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, s. 169

7- Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, s.159-170

2024 varyasyonları Ufuk Uras-11/01/2024

2024’e gelindiğine kestirimde bulunacak bir dünya geride kalacak mı bilemeyiz, ama bu yılın dünyasını muhtemelen Uzak ve Ortadoğu’daki gerilim dinamikleri şekillendirecek gibi gözüküyor. Uluslararası ilişkilerde tümdengelimden yola çıkarak tüme yeniden varmak daha doğru bir yaklaşım gibi. Küresel düzeydeki kavganın saflaşmaları yerel tutumları üretiyor ve yeniden belirliyor. Kaos, rastlantı ve belirsizliklerin uluslararası ilişkileri belirlediği bu dünyanın düzenli olduğu varsayımından yola çıkmak, bu disiplini bilimin girebileceği en zor alanlardan biri haline getirebiliyor.

Yaklaşan yerel seçimlerle ilgili birçok önemli küresel kurumun CEO’su, kendileri açısından bir siyasi risk ve sürpriz beklemiyorlar. Bu değerlendirmeyi yapanlar geçen yılki seçimleri de tüketici memnuniyet endekslerindeki yükselişe bakarak, bunun siyasi memnuniyetin işareti olabileceği gibi bir kestirimde bulunmuşlardı. Bu varsayımları medyada paylaşmama rağmen olgusal durumlarla kendi temennilerinin yerlerini değiştirenler, özellikle seçmen kitlesinde beklentileri büyüterek ciddi bir hayal kırıklığına neden olmuşlardı. Nostradamus gibi kâhinlerden farkımız, olgusal doneleri koymadığımızda torbamızın dik durmadığını bilmemizdir.

İktidarın 2023 seçimlerinde hem Meclis’te çoğunluğu elde etmesi hem de Cumhurbaşkanlığını kazanması karşısında, bu zor koşullara rağmen seçimleri almasının muhalefette yarattığı travmanın hâlâ aşılamadığı görülüyor.

İKİNCİ TRAVMA RİSKİ

Seçim kıl payı kaybedildi, ama “faturayı bir günah keçisine çıkarıp izlenen hattın tam tersini yaparsak, bu sefer şans bize güler” gibi bir mekanik yaklaşımının sonuç vereceğine dair bir inancın yaygınlaşması kaygı verici, çünkü bu analizi külliyen yanlış buluyorum. Tuhaf bulduğum bu içi boş iyimserliği yerel seçimler akşamı test etme imkânımız olacak ve umarım yanılan taraf olurum, yoksa siyaset dünyamızın çok daha ağır bir ikinci travma yaşayacağı gün gibi ortada. “Bir kez hata yapmak insani, ama ikinci defa olursa şeytani” denmesi bu yüzden herhalde, tuhaf bir şeytana uyma hali ile karşı karşıyayız. Damdan düştükten sonra, defalarca dama çıkıp yeniden aşağıya atlamak anlaşılabilir bir durum değil ve daha çok siyaset bilimi ve sosyoloji gibi disiplinlerden çok psikiyatrinin alanına giriyor bu takıntı.

Varlığını kabul etmesek de siyaset evreninde de bir kara delik herkesi kendine doğru hızla çekiyor. Zaman daralıyor ve kara deliğin ötesinde ne olduğundan da emin değiliz.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun yönetimindeki muhalefet bir dizi vahim hatasına rağmen, biraz da 50+1 sistemi nedeniyle yan yana gelme başarısını göstermişti. Bugün o ittifakın eklektik kaldığı, toplumsallaşamadığı vs. söylenebilir, ama parti devleti modeline karşı olan herkesi yan yana getirmeye çalışan bu hat doğruydu; seküleri, muhafazakârı, Sünnisi, Alevisi, Kürdü, Türkünü yan yana getiren bu tarihsel buluşma önemli bir müktesebat ve ortak hafıza oluşturdu. Bugüne kadar da kimse eğer bu çizgi yanlışsa, doğrusunun ne olduğunu söyleyemedi, çünkü onlar da tam ne yapacaklarını bilmiyor. Nerdeyse bütün 2023 boyunca ağırlıklı olarak CHP ve değişim temaları konuşuldu ama elde kalan, retorik siyaseti dışında ne, belli değil.

Var olan yüzde 48’i tahkim edip büyütmek yerine steril, safkan siyaset modellerini önermek adeta bir toplu intihar girişimine dönüştü neredeyse. Özellikle herkesin gözünü diktiği İstanbul seçimlerinde, kendini saydırma yarışı tam gaz devam ediyor. Freud’un yakın fark narsisizmi bir kere daha siyaset alanında da kendini doğruluyor. Ortak paydalar değil farklılıklar öne çıkıyor.

“Adı üstünde, bu bir yerel seçim, yerel dinamikler sonucu belirler” diye düşünmeyin, bu seçimin özellikle İstanbul ekseninde bir hayat memat seçimi olacağını öngörmek zor değil.

O yüzden sanki yüzde 50 barajı varmış gibi en geniş yelpazeyi kapsayıcı bir siyaseti sürdürecek bir esneklik ve yumuşaklık gerektiği ortadayken, sert ve köşeli bir siyaset, muhalif mahallenin militanlarınca belki sevinç ve coşkuyla karşılanabilir, ama sanırım bu seçimi de belirleyecek olan gri alandaki kararsız seçmen olacaktır.

İktidar seçimlere büyük ölçüde blok halinde girme esnekliği gösterirken, muhalefetin çok parçalı hali düşündürücü. “Bizi halk birleştirecek” romantizminin, bu denli bıçak sırtı bir durumda yaratacağı riskler göze alınamaz. Hele partilerin “halkla ittifak yapacağız “söylemi de bir tuhaf. Halk, dışınızdaki bir özne değil ki ittifak yapılacak bir aktör ve faktör olarak dışınızda tanımlayabilesiniz, bir Japon turist edasıyla.

KİMLİK VE SINIF SİYASETİ

Bir sosyal demokrat vakfın toplantısında CHP’nin bugün de değişmez yöneticilerinden biri “kimlik siyasetinden, sınıf siyasetine geçeceklerini” anlatınca, söz alıp, “Biz de 2001 seçimlerinde aynı kararı almış, ama oylarımızın yarısını kaybetmiştik” hatırlatmasını yapmıştım. Kimlik ve sınıf siyasetlerini tokuşturmadan buluşturmak maharetini göstermek gerekiyor. Kültürel kodlar sınıfsal konumlarımızı yukardan belirleyebiliyor. Kimliklerimizi asacağımız bir büyük vestiyer keşfedilmedi henüz, kimliklerimizden sıyrılmış steril bir dünya sadece kendi hayal dünyalarımızda olabilir ancak. Tam da bu yüzden, artık bir kültürel ateşkese ihtiyacımız var. “Eski dosttan düşman olmaz” demeyin, ya “düşman”laştırdıklarınızdan zoraki dost olmuyorsa? Ne olduğunu bilelim ki temennilerin ötesine geçip çözüm üretebilelim. Cumhuriyet’i kuran kadroların sonra birbirinin kuyusunu nasıl kazdığını biliyoruz. O yüzden Ahmet Cevdet Paşa, tarihe sırtını dönen siyasetçiyi, boşuna pusulasını kaybetmiş gemicilere benzetmemiş.

“Seçimlerin en büyük hatası sağa açılmak oldu” diye bileşenlerinizi rencide edip sonra aynı bileşenlere el uzatmak, inandırıcılık sorunları yaratabiliyor. Seçmeni ikna etmek, delegeleri ele geçirmek kadar kolay olmayabilir.

Genel bir siyasal İslam kavramsallaştırmasıyla, AK Parti’den Gelecek’e, Saadet’ten DEVA’ya, Yeniden Refah’a ve DEAŞ’tan Hamas’a atlayıp, herkesi aynı torbada tektipleştirmenin adı toplumu anlamak için analiz yapmak olmuyor.

Pozitivist yanılsamalarla tanımlamalar yapıldığında, bu kavramlar dünyayı gören gözlerimiz olabilecekken, bizi kör edebilen hapishanelerimize dönüşebiliyor.

ÜÇÜNCÜ YOL

Herkes Üçüncü Yol’dan bahsediyor, ama bir türlü bu Üçüncü Yol’da ortaklaşılamıyor. Üçüncü Yol bütün patikaların birleştiği ana yol olmalı belki de. Hem merkezi yeniden tarif eden hem de 12 Eylül, 15 Temmuzların tarif ettiği merkez tanımlamaları dışında bir ortak Üçüncü Yol’da buluşma iradesini ortaya koyabilme yeteneğini göstermek makul olabilir. Diğer yolları ötekileştirerek Üçüncü Yol kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Çıkmaz yollardan bir Üçüncü Yol hiç çıkmıyor. Birinci Yol başkanlık, İkinci Yol parlamenter sistem ise Üçüncü Yol nedir? Yarı başkanlık sistemi mi? O zaman sayı saymak yerine önerinizin adını koyun.

Siyasetin bu denli merkezde yoğunlaştığı bir zeminde yerel demokrasinin somut örneklerini sunabilmek çok büyük bir imkân tanıyor.

12 Eylül rejimi sayesinde “temayül yoklaması” diye bir şey keşfedildi, kimse ön seçimi uygulamadığı gibi, yine “şimdi sırasının olmadığı” nakaratına sarılıyorlar.

Resmî ön seçim olmadan fiili ön seçim yapıp, çıkan sonucun organ kararı haline getirilebileceğini birçok TV kanalında örnekleriyle anlatmama rağmen, anlaşılan esas mesele, niyet ve politik kültürde düğümleniyor, teknik bir sorun değil bu. Herkes Evren’in yasalarına sarılıp, Evrenci olmadığını anlatıyor.

“Önüne gelene bir tekme” oyunu benzeri, siyaseti bir laf yetiştirme sanatı gibi algılamak yerine stratejik ve taktik hamleleri içselleştirmek ve örgütlenmenin ancak üretilen fikirler üzerinden olabileceğini unutmamak gerekiyor. 40 yıldır, “Örgütlenebilseydik, her şey farklı olabilirdi” mazereti, sorunu nicel bir mesele olarak tarif ederken, sözümüzü çoğaltmak gibi niteliksel meziyetlerin farkında olmamak üzücü bir durum.

Peki bu değerlendirmeler, muhalefete muhalefet etmek mi demek? Bu yapılmadan, içi boş güzellemelerle siyaset yanlışlarını başka türlü nasıl aşabilir ki?

Ne şakşakçılık ne bedduacılık, Nurullah Ataç’ın dediği gibi, aydın olmak yanlışta doğruyu, doğruda yanlışı göstermek olmalı ki aynı şeyleri değişmez kader gibi yaşamayalım, kendi seçmenini bir türlü beğenmeyen siyasi ucubelere dönüşmeyelim.

Bach’ın Goldberg Varyasyonları gibi artık yeni bestelere ve icracılara ihtiyacımız var. Yoksa siyasi tahayyüllerimiz, değişim diye yola çıkıp geri dönüşüm kutularında son yolculuklarını tamamlayabilir.

UFUK URAS KİMDİR?

Türk siyasetçi ve akademisyen. 1996 yılında ÖDP’nin kurucu genel başkanı oldu ve 5 dönem, 10 yıla yakın süre genel başkanlık yaptı. 2007 genel seçimlerine bağımsız aday olarak katıldı ve İstanbul 1. Bölge’den Türkiye Büyük Millet Meclisi 23. Dönem üyeliğine seçildi.