27 Aralık 2024 Cuma

Suriye’de risk alanları Taha Özhan-27/12/2024

Suriye için dört risk alanından birincisi, 14 yıl önce başlayan Arap İsyanları’nın değişim arzusunun ağır bir bedel ve açık bir zaferle Şam’da hayata geçmesiyle “statüko ekseninin” yeniden oluşmasıdır. Tıpkı bundan 13-14 yıl önce, bölgedeki değişim baskısı karşısında statükoyu ayakta tutmak için yan yana gelen aktörler, tekrar aynı tedirginliğin içerisindeler. İsrail’den İran’a, Mısır’dan Körfez’e, Amerika’dan Ürdün’e varıncaya kadar bölgenin köhne jeopolitik düzeninin farklı motivasyonlarla ayakta kalması adına panik tepkiler verebilirler. Ancak bu tepkilerini Suriye içerisinde taşıyacak aktör bulmakta zorlanacaklardır. 13 yıl önce Suriye’de; İsrail’le İran’ı, Rusya ile Amerika’yı, Irak’la Ürdün’ü aynı hatta sokan dinamikler de taşıyıcı unsurlar da bulunmuyor. Aksine, Suriye devriminin hayata geçmesinde etkili olan iki dinamik var. Birincisi, Türkiye’nin diplomatik, askeri, ekonomik ve devlet kapasitesi desteğiyle korunmuş bir bölgeyi ayakta tutmayı başarmasıdır. Bu korunmuş bölgenin içerisinde Suriye muhalefeti yeşerirken Suriye rejimi de aynı dönemde çürüyordu. Bu yeni dinamik, 12-13 yıl öncesinde Esed rejimini ayakta tutan unsurları bugün fiilen anlamsızlaştırmış oldu.

İkinci dinamik ise Esed rejimini ayakta tutanların yine bizzat rejimin çöküşünün zeminini de oluşturmalarıdır. 2022 sonrasında, Suriye’ye müdahil olan beş aktörün dördü (İran-İsrail, ABD-Rusya, İran-ABD) birbirleriyle savaşır duruma gelerek sahada jeopolitik ve askeri statükoyu değiştirdiler. Rusya, Ukrayna işgaline başladığı gün Suriye dosyasında jeopolitik kasları zayıflamaya başladı. İran, Hizbullah ve kullandığı diğer milis unsurlarıyla, ilk kez Suriye ölçeğinde büyük bir maceraya girerek, yıllardır koruduğu örgüt ciddiyetini kaybederek dağınık mezhepçi lejyonerlere dönüştü. Hizbullah bu dönemde İslam dünyasındaki bütün kredisini tüketirken farkında olmadan örgütsel gücünü de dağıttı. Bu çözülmenin boyutu İsrail saldırıları karşısında daha açık görüldü. İsrail, yıllardır “konforlu düşmanı” olarak konumlandırdığı, hatta Esed sonrası ortaya saçılan resmî belgelere bakınca, İsrail ordusunun sıradan bir aracı haline gelmiş olan Şam yönetiminin, Tel Aviv için, Hamas ve Hizbullah’ı gözetlemek adına kullanışlı bir aparattan ibaret olduğu görüldü. İsrail, Gazze soykırımına devam ederken savaşı Lübnan’a taşımasıyla Hizbullah’ın Suriye’deki varlığı da doğrudan etkilendi. İran açık bir konvansiyonel savaşı göze alamayacağını fiilen kabul ederek, yıllardır üzerine yatırım yaptığı “Direniş Ekseni”nin, karşısında sivil ya da zayıf askeri bir güç olmadığında fonksiyonsuz olduğunu görmenin yanında ağır askeri, ekonomik, diplomatik ve jeopolitik maliyetini de yaşadı.

Benzer şekilde İsrail, fiilen uyguladığı bütün “komşularım otokrasi olmalı” politikasının çökmesini gördü. Amerika’nın tamamen İsrail’e endekslediği ve Suriye’de olduğu gibi bölgede de jeopolitik perspektifinin tamamen iflas ettiği bir döneme girmiş oldu. Amerika’nın Suriye’deki son büyükelçisi Robert Ford ve özel temsilcisi Frederic Hof’un bu iflası aleni bir şekilde “Amerika’nın Suriye politikası savunulamaz” diyerek dillendirdiklerini hatırlatmak, Washington’ın içine düştüğü durumu anlamak için yeterlidir. Ancak Washington, Amerika içerisinde yaşanan siyasal istikrarsızlığın arttığı bir dönemde, üstelik bu istikrarsızlığı ortaya çıkaran Trump’ın taç giymesine 50 gün kala yakalandığı Suriye krizi karşısında, politika geliştiremeyerek sürece teslim oldu. Yıllardır üzerine yatırım yaptığı PKK’nın, Suriye devrimi karşısında ne toplumsal ne de askeri olarak duramayacak bir aktör olduğunu bildiğinden “bekle gör” politikasını tercih etti. Dolayısıyla Washington açısından PKK artık bir imkândan veya araçtan ziyade üzerinden atması ya da taşıması gereken bir yüke dönüşmüş durumda. SDG’nin, “Suriye”sinin artık olmadığı, tek meşruiyeti silah olan bir aktörün zaten “Demokratik” sıfatının imkânsızlığı ve PKK dışında aktörler olduğu imajını korumak için icat edilen “Güçler” tanımlamasının da Arap unsurların çekilmesiyle anlamsızlaştığı bir denklemde korunması mümkün değildir.

Yukarıdaki kaotik tablonun Suriye için riskler üretme potansiyeli bulunmaktadır. Bu risklerin bazıları kendisini terörizm olarak bazıları da Suriyeli farklı kesimlerin geçiş sürecini darboğaza sokacak adımlar atması şeklinde ortaya çıkabilirler. İsrail, bütün aktörlerden önce davranarak, yeni Suriye’nin demokratik bir dönüşüm yaşamasının ve istikrara kavuşmasının geciktirilmesi için hem işgalini genişletti hem de kendisine asla tehdit oluşturamayacak çürümüş Esed askeri kapasitesinden kalanları büyük ölçüde tahrip etti. Suriye’ye coğrafi sınırı olan Ürdün ile Körfez’in, İsrail’le aynı çizgide, Suriye’de halk rızasına dayalı bir meşru yönetiminin bölgesel yansımalarından ürktükleri bilinen bir sırdan ibaret. İsrail’in istikrarlı bir Suriye korkusunun bir süre sonra Körfez’le ve Esed rejiminin batık hisselerine yıllarca yatırım yapmış Tahran’la 13 yıl önce olduğu gibi buluşma ihtimali de bulunuyor. Ancak Suriye ölçeğinde bir ülkede ve kriz alanında, bu “tahrip ekseninin” işi 13 yıl öncesinde olduğu kadar kolay değil. Avrupa’yı yeni bir göç dalgasıyla tehdit etmenin zorluğu, Şam’daki yeni yönetimin hem kendi ülkesinde hem de bölgedeki halklardan gördüğü açık destek, İran’ın her geçen gün artan iç krizi ve ilan edil(e)meyen sessiz değişiminin derinleşmesi, Türkiye’nin aktif bir şekilde aktarmaya devam ettiği devlet ve güvenlik kapasitesi, Irak’ın artık en az Suriye kadar yorgun halde olması ve Lübnan’ın büyük bir kriz sarmalı içerisinde bulunması tabloyu ve hesapları ciddi şekilde değiştirmektedir. Basit bir şekilde söylemek gerekirse: Esed ve düzeni yıkılırken kurtarmayanlar, Esedsiz bir Esedizm için güven transfer edebilecekleri ve kullanabilecekleri unsur bulmakta zorlanacaklardır.

SURİYE’DE PKK SORUNU

Üçüncü risk alanı ise Amerika kaynaklıdır. Amerika’nın hâlâ Suriye’de ne yapacağı bir bilinmezlik içerisindedir. Daha birkaç yıl öncesine kadar Senato’da Amerikan savunma bakanına agresif bir şekilde PKK terör örgütünün nasıl Amerika’nın ortağı olabildiğini soran ve sert eleştiri getiren isimler, bugün eğer PKK’nın kılına zarar gelirse Türkiye’ye karşı sert bir ambargo rejimi uygulamak için iki-partili kanun teklifini Amerikan meclisine sunuyorlar. Benzer şekilde Ocak ayının üçüncü haftasında başkan olacak Trump’ın ne yapacağını kestirmek de zor. Olumlu senaryo, Trump’ın birinci döneminde başaramadığı ve belki de yarım kaldığını düşündüğü Suriye’den çekilme politikasını hayata geçirmesi. Ancak bu senaryo hayata geçmediğinde, Esed rejiminin ayakta kalan son aparatı olarak PKK’nın, Suriye’de istikrar istemeyen bütün aktörler için kullanışlı bir unsura dönüşeceğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. PKK teolojisinin en güçlü fonksiyonu olan “devre mülk örgüt tabiatını” hesaba katınca, bu durumun hem Suriye hem de Türkiye için riskler barındıracağını söylemek mümkün.

Suriye’de yıkılan Baas işkence düzeninin ardından Esed ülkeyi terk etti. Baas unsurları ise şimdilik pasifize oldular. Esed onursuz bir şekilde ülkeyi terk ederken, kendilerini ortada bırakan bir yönetimin adına ne yeniden konvansiyonel bir şekilde sahneye çıkacak güçleri var ne de cesaretleri. Üstelik Suriye devrimi, Baas rejiminin vahşetine karşı gösterdiği sabırla, geçiş adaleti yerine tarihsel adaleti tercih ederek bu unsurlara çok daha büyük bir darbe vurmuş oldu. Ancak Esed rejimiyle birlikte olmasına rağmen Esed’in yıkılmasıyla ortadan kalkmayan Baas’ın eski bir unsuru bulunuyor. Bu, PKK’dan başkası değil. Baas’ın 40 yıllık ideolojik ve araçsal ortağı PKK, Esed rejimiyle açıktan iş birliği yapmış olmasına rağmen devrim sonrası Suriye’de var olmaya devam eden tek unsur konumunda.

Suriye gerek nüfusunun ölçeği ve yapısı gerek toplumsal dinamikleri gerekse de Osmanlı sonrası asırlık tecrübesinin ardından anayasal vatandaşlığa dayalı yeni bir toplumsal, siyasal ve idari sözleşmeden başka çıkış yoluna sahip görünmemektedir. Ne Lübnan’daki gibi aleni kota sistemiyle ne de Irak’taki gibi fiili paylaşım düzeniyle Suriye’de istikrarın yakalanması mümkün değildir. Üstelik Suriye devriminin parçası olmayı reddetmiş, liderinin 79 Temmuz’unda gittiği Suriye’de, Baas rejiminin en ağır zulmü ve aşağılanması altında on yıllardır yaşayan Kürtleri bir kez bile umursamadan, Esed rejiminin Muhaberat’ının kanatları altında yıllarca bulunmaktan hiçbir sakınca görmemiş PKK’nın, Suriye’de Kürtler adına konuşma zemini olmadığı gibi, yeni Suriye’nin kaderini teslim alma hayalinin oturduğu bir zemin de bulunmamaktadır. Daha sarih bir ifade ile Esed rejiminin dayandığı Alevi azınlık bile -hangi gerekçe ve motivasyonla olursa olsun- devrimin saflarında görünmek için çaba sarf ederken, on yıllardır bütün Suriye’ye Sednaya hayatı yaşatan bir işkence düzeniyle hiçbir sorunu olmayan, özellikle de son yedi-sekiz yılını, tıpkı 1999 öncesinde olduğu gibi aktif bir iş birliğiyle geçirmiş bir örgütün Suriye denkleminde var olabilmesi mümkün değildir.

Ancak sahadaki bu durum, yıllardır siyasallaşma sancısı çeken PKK’nın jeopolitik bir hayal dünyasında yaşadığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bütün Suriye, Türkiye, Ortadoğu ve küresel jeopolitik matrislerini naif bir yaklaşım olarak bile kabul edilemeyecek aktivist ciddiyetsizlik içerisinde değerlendiren bu bakış açısının kısa vadede sorun üretme kapasitesi bulunsa da orta vade de sürdürülebilir bir pozisyona oturmayacağı aşikardır. Suriye’nin ezici çoğunluğunun anayasal vatandaşlık çerçevesinde yeni bir sözleşme imzaladığı bir ortamda her türlü dış askeri ve jeopolitik desteğe rağmen, PKK gibi bir yapının oturabileceği bir zemin kalmayacaktır.

Ancak Suriye devrimi ve Türkiye için bu tehdidin bertaraf edilmesinin diğer bir ayağı da Ankara’da atılması gereken adımlardır. Son dönemde radikal bir tartışma ekseninde başlayan girişimlerin, derli toplu bir siyasete dönüşmesi gerekmektedir. Bu ihtiyaç sadece PKK tehdidini ortadan kaldırmak için değil, aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’deki politikası ve varlığı açısından da hayati önemi haizdir. Zira 10 küsur yıldır Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye konusunda karşısına aldığı azgın bakış açısı, Türkiye’deki demokratikleşmenin gerçekleşmesini de engelleyen yaklaşımdır. Türkiye, sahici bir demokratikleşme çerçevesinde hem Kürt meselesini çözerken hem de hukuk devletini mümkün olan en iyi seviyede tesis etmelidir. Bu, Türkiye için basit bir tercih değildir. Suriye’de istikrarın sağlanması ve muhtemel bir demokratik dönüşümün yaşanması, Ankara’nın jeopolitik, güvenlik ve ekonomik çıkarlarını maksimize etmesi için hayati bir meseledir. Bu dönüşüm iki kilidin açılmasıyla mümkündür. Suriye’de Esed’ten kurtularak, dönüşümün ilk kapısı aralanmıştır. Türkiye’de demokratikleşmeyi engelleyen zihniyetin de hitama ermesi gerekmektedir. Türkiye bu zihniyetin yükü altında istese de orta ve uzun vadede Suriye dosyasında arzuladığı başarıyı elde edemez. Zira ülke içerisinde demokratik açık verirken, dışarıda jeopolitik fazla vermek mümkün değildir.

Suriye’de azınlık rejiminin yıkılmasının ardından, yeni bir toplumsal sözleşmede, nüfusun ezici çoğunluğunun karşısına temel insan hakları ve bazı grup hakları (dil) dışında idari haklar ile çıkmanın gerçekçi bir tarafı bulunmamaktadır. Zira arzu edilen naif beklentinin gerçekleşmesi istense bile zaten Suriye genelinde sınırlı olan Kürt nüfusunun ilgili bölgede ciddiye alınacak bir yönetim için yeterli olmadığı da ortadadır. PKK tahakkümü altındaki bölgede Kürtlerin cüzi bir kısmı yaşamaktadır. Ya bu bölgelerde silah zoruyla bir azınlık yönetimi kurulmaya çalışılacak ya da anayasal vatandaşlık içerisinde yeni Suriye’nin bir parçası olunacaktır. Bir asır önce 1920’lerde kurulan Şam, Halep, Alevi, Büyük Lübnan, Cebel el-Dürzi devletleri ve İskenderun Sancağı birkaç yıl içerisinde dağıldılar. Suriye ana gövdesinin hilafına kâğıt üzerinde yapılan hesaplar “bölünemeyen Suriye” gerçeğiyle karşılaştı. Zira tıpkı Irak gibi Suriye’de de etnik hatlardan bölünme dinî duvara, farklı dinî ve mezhebî hatlardan bölünme ise coğrafi ve ekonomik kaynaklar duvarına çarpmaktadır. Türkiye’de demokratikleşme sancılarını hatta Kürt meselesini unutup, Baas rejiminin azınlık algoritmasını kendi içerisinde modelleyenlerin elinde Kürt meselesini 2013’ten itibaren taşıyamayacakları bir jeopolitik soruna dönüştürenlerin, bugün kendi inşa ettikleri tuzaktan da girdaptan da çıkmalarının tek yolu Suriye’de yeni dönemin Türkiye’de demokratikleşmenin aktif bir unsuru haline gelmeleridir.

Suriye için dördüncü risk alanı ise yeni yönetimin nasıl şekilleneceğidir. Yüzyıllık sancılardan dersler çıkarılması durumunda hem Suriye içerisindeki aktörlerin hem de dışarıdaki güçlerin, ortaya çıkan yeni pozitif siyasal ve jeopolitik enerji karşısında -bozguncu girişimler olsa bile- uzun süreli bir direniş imkânları olmayacaktır. Yeter ki yeni Suriye’yi kuracak olan unsurlar, aktörler ve liderler geçmişten almaları gereken en önemli dersi alsınlar. Zira yıktıkları rejim ve düzenin ana zemini de işlevi de “azınlık” üzerine kurulu olmasıydı. Bugün her anlamda bir “azınlık yönetimi” tehlikesinden uzak duracak yaklaşım, eksikleri ve hataları olsa bile Suriye’yi istikrara ulaştıracak yegâne yoldur. Yeni dönemde “azınlık tehlikesinin” iki temel dinamiği olacaktır. Birincisi, çoğunluğun gücüne yaslanan bir dar bakış açısının oluşturacağı ve nihayetinde tersten bir azınlık tarzı üretecek olan yaklaşımdır. İkincisi ise yanı başındaki Lübnan ve Irak’a benzer bir şekilde, üstelik 1920’lerde manda yönetimi altında tecrübe edilmiş olan, farklı formlardaki parçalı yapıların gündeme gelmesi, tekrar aynı krizleri üretilmesini mukadder kılacaktır.

Son olarak, Suriye’de diğer bir gerilim alanı, devrimi gerçekleştiren unsurlar arasında yaşanabilir. İktidar içi tabii gerilimlerden ayrı olarak, Suriye devrimini iki ana damar iki ayrı dönemde gerçekleştirdi. Birinci damar, Mart 2011’de Dera’da başlayarak bütün Suriye’ye yayılan Esed rejimine karşı isyanı şekillendirdi. Devrimin birinci dönemini hayata geçiren geniş kitleler de liderliği de çok ağır bedeller ödediler. Aynı dönemde farklı kesimlerden Suriye devrimine liderlik eden oldukça güçlü ve liyakatli kadrolar da ortaya çıktı. Bu kadroların bir kısmı hayatını kaybetti, bir kısmı da dünyanın farklı yerlerine dağılmak zorunda kaldılar. Halep’in düşmesi sonrası başlayan ikinci dönemin aktörleri büyük ölçüde değişti. Birinci dönemde daha fazla sivil, entelektüel ve siyasetçiden oluşan liderlik kadroları yerini silahlı mücadele veren isimlere bıraktı. Nihayetinde devrimi zafere bu kadrolar ulaştırdı. Yeni dönemde Suriye’de değişimi başlatanlarla zafere ulaştıranlar arasında siyasal bir köprünün kurulması, hatta bu iki ayrı dönemin iki ayrı kadrosunun ortak bir zeminde buluşması önemli bir başlık olacaktır. Suriye’de yeni yönetim bir yandan bütün Suriye’yi kucakladığı oranda başarılı olabilecekken, diğer yandan bizatihi devrimin farklı dönemlerindeki liderlikleri de iktidarda buluşturduğu oranda yönetim kapasitesini tahkim edebilecektir.

26 Aralık 2024 Perşembe

Yüzyıllık yorgunluk ve yeni Suriye Taha Özhan-26/12/2024

29 Kasım 1924’te, Milletler Cemiyeti’nden alınan icazetle, Sykes-Picot anlaşmasının inşa ettiği zeminde, Osmanlı Mezopotamya’sını paylaşanlardan Fransızlar, Suriye’ye Yüksek Komiser olarak General Maurice Sarrail’i atadılar. Suriye’nin kadim siyasal ve toplumsal kumaşını ifsat eden Sarrail’den tam yüzyıl sonra, 29 Kasım 2024’te, Suriye muhalefeti Esed rejimine karşı iki gün önce başlattığı taarruzla, Şam’ın kapısını aralayacak olan Halep’i tekrar özgürleştirdi. Suriye’de azınlık rejimi yıkıldı. Fransız sömürgeciliğinin açtığı jeopolitik fırsattan doğan bir anomali ortadan kalktı. Yarım yüzyıl boyunca saf bir işkence düzeni üzerine kurulu Esed ailesinin iktidarı, Soğuk Savaş’ın Fransız sömürgesi döneminde atılan tohumların yeşermesine imkân sağlamasıyla varlığını sürdürebildi. Aynı dönem İsrail merkezli Ortadoğu düzeninin oluşmasına da denk gelerek, bu azınlık yönetiminin ömrünü 21’inci yüzyıla taşımasına imkân verdi. 8 Aralık’ta Beşar Esed’in Suriye’den kaçmasıyla sadece Baas rejiminin havsalaya sığmayan işkence rejimi yıkılmadı, yüzyıllık azınlık düzeni de çökerek Osmanlı sonrası çözülmenin eşiğine Suriye’yi tekrar getirdi. Bir asır önce azınlıkların, manda yönetiminin, farklı dinî ve mezhebî grupların ne olacağının tartışıldığı Suriye’de, sahici bir jeopolitik ve siyasal düzeltmenin önü yüzyıl sonra tekrar açıldı. Suriye, bir yönüyle, 2024’te asırlık tecrübeyle 1918’e geri döndü.

Yaşanan devrimin önemi ve büyüklüğü ilerleyen yıllarda daha iyi anlaşılacaktır. İslam’ın tarihsel muhayyilesinin, siyasal hafızasının, Mezopotamya’nın ve Akdeniz dünyasının merkez üssü olan Suriye’nin ikinci bir Endülüs’ü yaşamasının engellenmesinin artçı sarsıntılarını ilerleyen yıllarda daha iyi görmemiz mümkün olacaktır. Yarın tarih yazıldığında, Suriye’de asırlık istikrarsızlığın ve yarım yüzyıllık vahşi bir rejimin ardından, nasıl kırılgan hatta kısmen kaotik bir dönem yaşanırsa yaşansın, Suriye’de bir asır önce inşa edilen tarihsel anomalinin ve tekrar yeşerme ihtimalinin kuvvetli şekilde ortadan kalkmasının sonuçları bugünden daha iyi anlaşılacak ve değerlendirilecektir. Suriye’de tarihsel anomalinin son bulması yeni bir başlangıç ve barış düzeni için umut verici olacaktır. Başka bir ifade ile Suriye’de sancının merkezi paradigmatik bir değişimle artık nasıl kapsayıcı bir yapının kurulacağıdır. Azınlık rejiminin yarım yüzyılı aşan vahşetinin ardından, tartışmanın ana ekseni veya muhtemel kırılganlıkların ana üssü kapsayıcılık olacaktır. Bir arada yaşama imkânını güçlendiren yaklaşımlar için meşruiyetin kaynağı artacakken, tersini zorlayan her aktör için azalacaktır.

Esed’in son bir yıl içerisinde yeniden meşruiyet transferine mazhar olduğu, Türkiye dışında bölgesindeki bütün ülkelerle diplomatik ilişkilerini yeniden tesis ettiği bir dönemin, Baas rejiminin ortadan kalmasını arzulayanlar açısından açık bir mağlubiyet ve tarihin donduğu hissini yerleştirdiği anda zuhur eder devrimin önemi de kıymeti de paha biçilmezdir. Bu yönüyle çöken rejimin enkazı altında kalanların yaşadığı travmanın büyüklüğü ile son sekiz yıl boyunca Suriyelilerin yaşadığı hayal kırıklığı mukayese edilemez.

Bu durumu daha iyi anlamak için, Suriye’den Türkiye’nin umudu kestiği bir senaryoyu akıllarda canlandırmak yeterlidir. Tarih elbette böyle yazılmıyor ve hayat bu şekilde akmıyor. Ancak yine de 2012 ve 13’lere gidelim. Bir yandan bulunduğu coğrafyaya ve içinden geldiği tarihe açıkça lanet edememenin sancısını, kendi kendisini tatmin eden kurgu bir tarihin eşliğinde gidermeye çalışan envaiçeşit ulusalcılığın siyaset zannettiği kinin içinde oluşan dili hatırlayalım. Ortadoğu’yu bataklık gören, I. Dünya Savaşı korkularıyla yüzleşmek yerine travmatik bir romantizmle adeta dünyanın başka bir yerindeymiş gibi davranan, bataklık dediği bölgenin, ülkenin 2.750 km’lik kara sınırlarının 1.850 km’sini oluşturduğu gerçeğinden ziyadesiyle huzursuz olan aklın etkili olduğunu düşünelim. Bu aklın aynı yıllarda Suriye’ye giden MİT tırlarını durduran odakla yaptığı nikâhı da hatırlayalım. Mezhepçi kinini realist Ortadoğu siyaseti diye dillendiren ve o dönem neredeyse parti ayrımı olmaksızın bütün muhalefetin de diskurunu şekillendirdiğini de unutmayalım. Bütün bu tablo içerisinde, DAİŞ belasının da küresel düzeydeki jeopolitik tüketiminin ülke içerisindeki söylemle birleşen baskı fonksiyonunu da denklemimize ekleyelim. Yukarıdaki en azgın kadronun, vesayet rejiminin en güçlü odağı olan orduda buluştuğunu da görelim. Başka bir ifade ile Suriye’de, yüzyıl sonra ikinci kez Sykes-Picot düzlemi farklı aktörler eliyle gözümüzün önünde kurulurken, bu yeni düzenin Türkiye’ye ve bölgeye oluşturacağı tehditlerle yüzleşmek bir yana, bölgeyi bataklık gören akılla MİT tırlarını DAİŞ operasyonu yapıyoruz diyerek Batı’ya servis eden aklın aynı yerde buluştuğunu hatırlayalım.

1.000 kilometreye yakın sınırının öte yanı altüst olurken, “olaylara karışmayalım” yaklaşımıyla insanlık felaketini seyredebileceğini düşünenler, yıllarca müstehzi “Suriye politikamız” girişiyle başlayan kibir cümleleriyle, Suriye krizini yönetmeye çalışan aklı aşağıladığını düşündü. Birçoğu başka başkentler adına, bazıları yerli muhbir tadında Batı’dan duyduklarını dragomanlık yaparak, bir kısmı da mezhepçi fanatizmlerini jeopolitik analizlerle perdeleyerek “Suriye politikası…” cümleleri kurup durdular. Ne Baas rejiminin akıl almaz vahşetini umursadılar ne de Türkiye’ye yönelik risklerin nelere yol açabileceğini. Sonuçta, bu akla teslim olunsaydı neler olabilirdi? Bu, üzerine kafa yormaya değecek bir soru. Türkiye’nin pasif bir şekilde seyrettiği Suriye, son 10 yıldır yaşadığımız mülteci krizinin belki de iki katından daha büyük bir insanlık trajedisine dönüşmesine yol açabilirdi. Türkiye bölgesindeki jeopolitik düzende en etkisiz be belki de en anlamsız aktöre dönüşebilirdi.

Halep’in düşmesinin ardından Astana sürecinin de meyvesi olan bir İdlib sığınağı olmasaydı, Suriye demografisi bir daha düzelmemek üzere baştan aşağıya etnik temizlik yaşayabilirdi. 59 yaşındaki Esed’in azınlık rejimi hem “azınlık” özelliğini değiştirecek Tahran’ın demografik müdahaleleri için açık bir alana dönüşebilirdi hem 15-20 yıl iktidarını sürdürecek ve ailesinden birisine devredecek bir düzen kurabilirdi hem de Rusya’nın birkaç askeri üssün ötesinde Suriye konumlanmasının önü açılırdı. PKK’nın nasıl bir konuma oturacağı, bu durumun Irak’a nasıl yansıyacağı gibi başlıklar da olmaz denilen birçok şeyin hayata geçebileceği bir düzlem inşa edebilirdi. Böylesi bir Suriye’nin bölgemizi nasıl dönüştüreceği, İsrail’in nasıl tahkim edileceği de tartışmaya değerdir. Hasılı kelam, 8 Aralık’ta sadece Suriye’de bir devrim gerçekleşmedi, Türkiye’yi yukarıdaki kaosun ve risklerin dünyasından uzak tutan yaklaşımın meyvesini de gördük.

Suriye Turnusol Testi

Suriye hem ahlaki hem de jeopolitik bir turnusol testiydi. Çok az kişi geçebildi. Üstelik her iki başlıktan birisinden, en azından ahlaki imtihandan birçok kişinin geçmesi beklenirdi. Yap(a)madılar. Suriye ahlaki testini geçecek kadar vicdan sahibi olamadılar. Vicdanlarını bastırmak için kof jeopolitik klişeleri kullandılar. Yıllarca tüketilen Suriye “mitleri ve klişelerini” sırf mazlum Suriyeliler güçsüz düştüğü, zemin ve mevzi kaybettiği için hakikat zannettiler. Direniş ekseni dediler, büyük İsrail projelerinden bahsettiler, Rusya’nın her şeyini ortaya koyacak kadar rejimin yanında olduğunu söylediler, Suriye karışırsa bütün bölgenin altüst olacağını iddia ettiler, kâh Esed’i Batı devirmek istiyor kâh İsrail devirmek istiyor dediler. Bir türlü mazlum Suriyelilerin Baas işkence düzenini yıkmak istediğine ikna olamadılar.

Türkiye, içeride, başka hiçbir meselede yan yana gelmeyen kesimlerin Suriye konusunda inşa ettikleri kötülük ekseninin baskısına rağmen Suriye’den vazgeçmemesinin ödülünü aldı. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir taraftan Suriyeli mülteciler konusunda güçlü ırkçı baskıya direnirken diğer yandan Suriye içerisinde 8 Aralık’ta Şam’ı özgürleştiren zemini korumak için gösterdiği çabanın karşılığını aldı. Erdoğan’ın Suriye’den vazgeçmemesi, sadece kendi iktidarı döneminde bölgemizde görülen bir istisna değildir. Bu yönüyle, kendi tarihimizin çözülme ya da “çekilme” yıllarının başladığı son iki yüzyılın da kayda geçen istisnalarından birisidir. Diğer yandan, MİT tırları marifetiyle doğrudan hedef aldıkları Hakan Fidan da 13 yıl boyunca motivasyonunu kaybetmeyerek, neredeyse bütün kariyerini şekillendiren oldukça zorlu bir jeopolitik hassas denge içerisinde, muhalefetin bir şekilde korunmasını sağlayarak, Suriye’de devrimi gerçekleştiren zemini ve zaferi inşa etti.

Elbette Esed sonrası birçok kırılganlığı ve riski içerisinde barındırıyor. Ancak Suriye için önümüzdeki hiçbir dönem Baas işkence düzeninin Suriye’de ortaya çıkardığı yıkımdan daha kötü olamaz. Buna en başta Suriyeliler ikna olmuş durumda. Gelinen noktada, Suriye için açık dört risk alanı ve bir kırılganlık dönemi ihtimali bulunuyor. Kırılganlık ihtimali her devrimden sonra beklenen kaotik dönem anlamına geliyor. Henüz bir ayını doldurmamış olan Suriye devriminin verdiği ilk işaretler, Suriye’de yüzyıllık yorgunluğun, kırılganlıkları kaosa dönüştürecek güç ve motivasyonun hiçbir kesimde bulunmadığını gösteriyor. Üstelik Esed rejiminden kurtulmanın oluşturduğu sevincin, ortaya çıkabilecek yeni terör görüntülerini bastıracak enerjiye sahip olduğu hissini de veriyor.

Ancak bütün bu olumlu atmosfere rağmen Suriye’de süreci tehdit eden dinamiklerin de olduğu muhakkak. “Suriye’de Risk Alanları”nı yazının yarınki bölümünde okuyabilirsiniz.

TAHA ÖZHAN KİMDİR?

Ankara Enstitüsü’nde araştırma direktörü olan Özhan, 2019-2020’de Oxford Üniversitesi’nde misafir akademisyen olarak görev yaptı. 2014-2016 yılları arasında Başbakan başdanışmanlığı, 25 ve 26. Dönem milletvekilliği ve TBMM Dış İşleri Komisyon Başkanlığı yaptı. 2005’te kurucu direktörlerinden olduğu SETA’nın 2009-2014 yılları arasında başkanlığını yürüttü.

24 Aralık 2024 Salı

“YPG ile Türkiye arasında yeni bir dönem başlayabilir” Doç. Dr. Vahap Çoşkun-24/12/2024

SEMA KIZILARSLAN

1 Ekim’de MHP lideri Devlet Bahçeli, TBMM’nin yeni dönem açılışında DEM Parti grubuyla tokalaşarak dikkat çeken bir adım attı. 22 Ekim’deki grup toplantısında ise Abdullah Öcalan’ın geçmişteki "Türkiye'ye dönünce hizmet edeceğim" sözlerini hatırlatarak, PKK liderine örgüt mensuplarına silah bırakıp teslim olmaları yönünde çağrı yapması gerektiğini ifade etti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da “Hep beraber terörün olmadığı bir Türkiye’yi inşa edelim istiyoruz” sözleriyle Bahçeli’nin bu çıkışına destek verdi.

Bu gelişmelerin ardından, 23 Ekim’de DEM Parti Şanlıurfa Milletvekili Ömer Öcalan, 43 ay sonra İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan ile görüştü. Meclis’te görüşmeye dair bilgi veren Ömer Öcalan, amcasının "Bu sorunu diyalog yoluyla çözebiliriz" mesajını ilettiğini aktardı.

Meclis’te bütçe ve komisyon çalışmaları nedeniyle grup toplantılarına ara verilmiş olsa da Bahçeli, 22 Aralık’ta DEM Parti’ye yönelik “Türkiye partisi olma” çağrısını yineledi. Ayrıca, İmralı görüşmeleriyle ilgili “Ortak gelecek ideali açıklanmalıdır” diyerek sürecin önemine dikkat çekti.

Şimdi ise DEM Parti heyetinden bir grubun, Abdullah Öcalan ile ikinci bir görüşme gerçekleştirmek üzere yeniden İmralı’ya gitmesi bekleniyor.

Türkiye ise bu süreçte hem sınır güvenliği hem de bölgedeki etki alanını genişletme çabasıyla Suriye’ye yönelik politika ve stratejilerini yeniden şekillendirdi. Yeni oluşacak siyasi yapının nasıl şekilleneceği, PYD/YPG’nin rolü ve mülteci meselesi gibi konular, Türkiye’nin dış politikasında kilit başlıklar haline geldi.

'BÖLGESEL GELİŞMELER, BAHÇELİ'NİN BU SÜRECİ BAŞLATMASINDAKİ TEMEL ETKEN'

Dicle Üniversitesi’nden Doç. Dr. Vahap Coşkun, hem Suriye’deki son gelişmeler hem de İmralı ile yapılacak kritik görüşme bağlamında, bölgesel dinamikleri, aktörlerin tutumlarını ve çözüm sürecinin yeniden canlandırılma ihtimalini değerlendirdi. Coşkun, bu süreçte Türkiye'nin siyasi atmosferini etkileyen temel unsurlara dikkat çekerken, İmralı görüşmelerinin Kürt meselesinde yeni bir dönemin kapısını aralayıp aralamayacağını analiz etti.

-Bahçeli'nin bir süredir grup toplantıları yapmıyor ancak geçenlerde yaptığı açıklamada İmralı görüşmesine işaret etti. Bu süreçte Suriye gibi yeni gelişmeler de yaşandı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bahçeli’nin bu süreci başlatmasındaki temel etkenlerden biri, bölgedeki gelişmelerdi. Ortadoğu’daki istikrarsız durum, Türkiye’de iktidarı yeni bir okumaya yöneltti. Bu okuma, bölgedeki istikrarsızlığın Türkiye için bir tehdit yaratabileceği ve aynı zamanda yeni fırsatlara kapı açabileceği üzerineydi. Hem bu tehditleri bertaraf etmek hem de yeni fırsatlardan istifade edebilmek için PKK’ya ve Öcalan’a çağrı yapıldı. Bu durum aslında yeni bir şey değil. 2013-2015 yılları arasındaki çözüm sürecini başlatan temel dinamik de yine bölgesel gelişmelerdi. O dönemde Arap Baharı’ndan söz edilmişti ve bu durumun Ortadoğu’da birçok gelişmeyi tetikleyeceği belirtilmişti.

Ancak bugün ile o dönem arasında farklılıklar var. O dönemde Suriye’de Esad rejiminin zayıfladığı bir tablo varken, şimdi Suriye’de yeni bir güç dengesi oluşmuş durumda. Buna rağmen, bu sürecin temel motivasyonunun değişmediği görülüyor.

2013-2015 arasındaki çözüm süreci, Suriye’deki gelişmelerden dolayı sona ermişti. PKK ve irtibatlı grupların Suriye’de fiili bir alan kontrol etmeye başlaması, Türkiye için bir tehdit olarak algılanmıştı. Taraflar arasında derin bir görüş ayrılığı ortaya çıkmış ve bu makas kapatılamayınca süreç sona ermişti.

Bahçeli’nin bu yeni çağrısıyla yine masadaki asıl konu Suriye görünüyor. Taraflar, Suriye’deki durum hakkında bir mutabakata varabilirse, Türkiye’de de bu sürecin ilerlemesi kolaylaşabilir. Bu anlamda PKK’nin Türkiye’ye karşı silah bırakması mümkün hale gelebilir. Devlet yetkililerinin bu süreçte meseleye bu bakış açısıyla yaklaştığını vurgulayan çeşitli açıklamaları da bu durumu teyit ediyor.

-Bu süreçte Hakan Fidan’da da açıklama geldi. Onu nasıl değerlendirdiniz?

Bakan Fidan, Suriye'deki yapının nasıl şekillenmesi gerektiğiyle ilgili olarak YPG'ye dair konuştu. Buradaki temel konu, Suriye'deki yapının ne olacağı ve Türkiye ile YPG arasında nasıl bir ilişki kurulacağı. Bu ilişkinin modeli üzerine tartışmalar sürüyor.

Türkiye, Suriye konusunda bazı talepler öne sürdü. Bunlardan biri, YPG'nin Fırat'ın batısında olmaması. Zaten Fırat'ın batısından 8 Aralık'tan sonra Esad rejiminin yeniden kontrol sağlamasıyla birlikte YPG çekildi.

Türkiye ayrıca YPG içindeki PKK unsurlarının bölgeden ayrılmasını talep ediyor. YPG tarafından yapılan açıklamalarda, eğer Türkiye ile istikrarlı bir ilişki kurulursa, YPG içerisindeki tüm Suriyeli olmayan unsurların gruptan ayrılacağı belirtildi.

'SURİYE'DEKİ İLİŞKİLER VE DENGELER HIZLI DEĞİŞİYOR’

Bunun yanı sıra, YPG'nin kendisini tasfiye etmesi gerektiği ifade ediliyor. YPG, Suriye'de milli bir ordu kurulursa, bu ordunun bir parçası olabileceklerini dile getirdi. Dolayısıyla YPG, Türkiye'nin taleplerine uygun bir siyaset izleme eğiliminde olduğunu gösteriyor. Özellikle Mazlum Abdi'nin açıklamalarında bu tutumu net bir şekilde görmek mümkün.

'İMRALI GÖRÜŞMENİN UZAMASININ NEDENİ MESAJIN İÇERİĞİ KONUSUNDA DEVAM EDEN MÜZAKERELER OLABİLİR’

Bundan sonra sürecin nasıl ilerleyeceği ise belirsiz. Suriye'deki ilişkiler ve dengeler oldukça kaygan ve hızlı değişiyor. Ancak görünen şu ki, Türkiye ile YPG, Esad rejiminin çöküşünden itibaren doğrudan çatışmaktan kaçınıyor. YPG, yeni kurulacak yönetimin tüm etnik kimlikleri, dinleri ve mezhepleri kapsayacak şekilde dizayn edilmesi gerektiğini savunuyor. Burada temel mesele, YPG'nin Suriye içerisinde silahlı bir güç olarak mı varlık göstereceği yoksa Suriye ordusunun bir parçası haline mi geleceği. Bu durum, bundan sonraki müzakerelerin önemli konularından biri olmaya devam edecek.

Bu süreçte DEM Parti'nin rolü de kritik. Görüşmelerden sonra kamuoyuna bir mesaj verilmesi gerekiyor ve bu mesajın içeriği üzerine taraflar arasında yoğun müzakereler yapılıyor. Görüşme sonrası verilecek mesaj, sürecin daha hızlı ilerlemesine katkı sağlayabileceği gibi, bir tıkanmaya da neden olabilir.

Dolayısıyla görüşmenin uzamasının nedenlerinden biri, bu mesajın içeriği konusunda devam eden müzakereler olabilir.

Görüşmenin kimler arasında yapılacağı çok büyük bir sorun değil. DEM Parti'den vekillerin oluşturacağı bir heyet görüşmeyi gerçekleştirebilir. Ancak esas önemli konu, bu görüşmenin ardından verilecek mesajın içeriği. Bu mesaj, hem Öcalan'ın topluma vereceği mesaj hem de DEM Parti'nin yapacağı açıklamalar açısından kritik önemde. Bu nedenle, görüşmenin uzamasının bir nedeni de bu müzakereler olabilir.

Bahçeli'nin son açıklamasında, "Yeni bir yıla girmeden önce bu konuda bir görüşme yapılırsa bunun hayırlı olmasını diliyoruz" şeklinde bir ifade yer aldı. Bu da görüşmenin yıl bitmeden gerçekleşme ihtimalini güçlendiriyor. Muhtemelen bu ay içinde görüşmenin yapılması beklenebilir.

'İKTİDAR YENİ BİR ÇÖZÜM SÜRECİNDE KÜRT AKTÖRLERİ BİRBİRİNE KARŞI KULLANMAYI PLANLIYORSA, BU YANLIŞ BİR YAKLAŞIM’

-Demirtaş'ın bu süreçte ne düşündüğünü tahmin edebiliyor musunuz ya da bir bilginiz var mı? Söyleyeceği şeylerin ne kadar etkili olabilir?

Demirtaş, bu açılımın başlatıldığı andan itibaren verdiği mesajlarda sürecin desteklenmesi gerektiğini ifade etti. Ayrıca, Öcalan'ın belirleyici bir noktada olduğunu belirtti. Bu nedenle yapılacak olan görüşmeden sonra verilecek mesajlar oldukça önemli.

Demirtaş'ın pozisyonu, iki açıdan kritik bir öneme sahip. Birincisi, eğer iktidar yeni bir çözüm süreci inşa edecekse ve bu süreçte Kürt sahasındaki aktörleri birbirine karşı kullanmayı planlıyorsa, bu yanlış bir yaklaşım olur. Örneğin, Demirtaş'a karşı Öcalan ya da Öcalan'a karşı Demirtaş gibi bir karşıtlık yaratmak doğru olmaz. Tam aksine, süreç içerisinde herkesin yapabilecekleri dikkate alınarak bir işbirliği oluşturulmalı. Bu, sürecin daha sağlıklı ilerlemesini sağlar.

Demirtaş'ın en önemli etkilerinden biri, Türkiye'deki farklı toplumsal kesimleri etkileyebilmesidir. Onun içeride tutulması ve kendisine karşı kullanılan dil, toplumda "Demirtaş'ın konuşmasına bile fırsat verilmezken bir çözüm süreci nasıl yürür?" gibi tereddütlere yol açıyor. Bu durum, toplum içerisinde dalgalanmalara neden olabiliyor. Bu nedenle Demirtaş'ın süreçte aktif bir rol alması, kamuoyunun süreçle ilgili daha ılımlı bir çizgiye gelmesini sağlayabilir.

Demirtaş, başından beri bu sürecin siyaseten çözülebileceğini ve siyasetin devreye girebileceği her fırsatın değerli olduğunu savundu. Bugün de aynı noktada durduğunu düşünüyorum.

‘CHP'NİN SÜRECİ DESTEKLEMESİ VE BU KONUDA DAHA NET BİR PROGRAM ORTAYA KOYMASI GEREK’

-Peki, Türkiye'deki muhalefete bu konuda nasıl bir rol düşüyor?

Bu noktada toplumun çözüm sürecine verdiği destek oldukça dikkat çekici. Yapılan çeşitli kamuoyu araştırmaları, toplumun yaklaşık yarısının bir çözüm sürecini destekleyeceğini gösteriyor. Bu oran oldukça yüksek. 2015'te çözüm süreci başladığında bu destek yüzde 30'lar civarındaydı. Bugün ise yüzde 50'lere yaklaşan bir destek söz konusu. Bu, toplumun siyasal aktörlere bu sorunu çözmek konusunda sessiz bir onay verdiğini gösteriyor.

Ayrıca, 2013-2015 dönemine kıyasla şu anda daha uygun bir siyasi ortamdayız. O dönemde AK Parti ve HDP süreci yürütüyordu, ancak MHP buna şiddetle karşıydı. Bugün ise muhalefet partileri sürece daha olumlu yaklaşıyor. Özellikle CHP'nin rolüne dikkat çekmek gerekiyor. CHP, şu anda meclisteki ikinci büyük parti ve ana muhalefet konumunda. Bu süreçte CHP'nin süreci destekleyen bir tavır alması, çözüm sürecinin ilerlemesini kolaylaştıracaktır.

CHP, Cumhuriyetin kurucu partisi olma iddiasını taşıyor ve Cumhuriyet'in ikinci yüzyılına girerken bu sorunun çözümünde rol alması, CHP açısından da büyük bir önem taşıyor. Ayrıca, bu sürecin başarılı bir şekilde sonuçlanması durumunda, sadece iktidar partileri değil, barış ve uzlaşı ortamına katkıda bulunan tüm siyasi aktörler bundan siyaseten faydalanabilir. Bu nedenle CHP'nin süreci desteklemeye devam etmesi ve bu konuda daha net bir program ortaya koyması gerektiğini düşünüyorum. CHP, yapılması gerekenleri ve bu süreçte izlenecek takvimi belirleyerek sürece katkı sağlayabilir. Bu noktada herhangi bir çekinceleri olmamalı.

23 Aralık 2024 Pazartesi

Esad'ın düşüşüyle Rusya 'süper güç' olmaktan çıktı Galip Dalay-23/12/2024

Galip Dalay, Esad'ın devrilmesinin ardından Rusya'nın Ortadoğu'daki etkisini kaybettiğini ve "süper güç" statüsünü yitirdiğini vurguladı. Dalay, bu durumun, Sovyetler'in Afganistan'daki yenilgisiyle eşdeğer bir darbe olduğunu belirtti. Esad sonrası oluşan yeni denklemin, Rusya'nın bölgedeki varlığını derinden sarsacağını öne sürdü.

Uluslararası ilişkiler ve dış politika uzmanı Galip Dalay, Esad'ın devrilmesiyle Orta Doğu'da şekillenen yeni tabloyu değerlendirdi. Rusya'ya ilişkin dikkat çeken bir tespit de yapan Dalay, Esad’ın devrilmesi ve İran’ın 'direniş ekseni'nin zayıflaması, Rusya'nın bölgedeki gücünün azaltılması açısından 1972’de Mısır’ın Sovyet askeri personelini sınır dışı etmesi ve Sovyetler’in Afganistan’da yenilgiye uğramasıyla eşdeğer olduğunu söyledi. Esad'ın devrilmesiyle Rusya'nın süper güç olma statüsünü yitirdiğini belirtti.

Galip Dalay, Project Syndicate’te yayımlanan yazısında, Beşşar Esad’ın devrilmesinin Rusya’nın uluslararası sahnedeki statüsüne ağır bir darbe vurduğunu belirtti. Dalay’a göre, Suriye’deki iç savaş sırasında sağladığı askeri müdahalelerle “bölgesel bir güç simsarına” dönüşen Rusya, Esad’ın düşüşüyle “büyük güç” olma iddiasını kaybetti ve yalnızca bölgesel bir aktör olarak konumlanma riskini taşıyor.

SURİYE: KREMLİN’İN GÜÇ SEMBOLÜ

Dalay, Eylül 2015’te Rusya’nın Suriye iç savaşına askeri müdahalesinin, Kremlin’in dünya sahnesindeki yükselişinin zirvesi olduğunu ifade etti. Esad rejiminin çöküşünü engelleyen bu müdahale, Vladimir Putin’e stratejik kazançlar sağlarken, onu hem bölgesel hem de küresel bir güç figürü haline getirdi. Ancak Suriye’nin Putin’in prestij projesi olduğuna dikkat çeken Dalay, Esad’ın hızlı bir şekilde devrilmesinin Kremlin’in statü ve prestij hedeflerini ciddi şekilde baltaladığını vurguladı.

“Putin’in kimlik ve imparatorluk tasavvuru Ukrayna’daki savaşa dayanıyorsa, Suriye’deki varlığı statü ve prestij üzerine kuruluydu,” diyen Dalay, Esad’ın devrilmesinin Rusya’nın bu prestijini kaybettiğini ortaya koyduğunu belirtti.

ORTADOĞU’DA YENİ DÖNEM: RUSYA’NIN ROLÜ AZALIYOR

Dalay’a göre, Esad rejiminin çöküşü Rusya’nın Ortadoğu’daki rolünü kökten değiştirebilir. Yeni Suriye yönetimi, Putin’in varlığını en az Esad dönemi kadar güçlü bir şekilde sürdüremeyeceği bir pozisyonda bırakabilir. Tartus ve Hmeymim’deki Rus askeri üslerinin geleceği belirsiz hale gelirken, bu durum Kremlin’in Ortadoğu ve Akdeniz’deki stratejik varlığını zayıflatabilir.

Esad’ın düşüşü ayrıca, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerde bir ayrışmayı da beraberinde getirebilir. Dalay, bu durumun Türkiye ile Batı arasında daha güçlü bir iş birliği ihtimaline kapı aralayabileceğini öngörüyor. Suriye iç savaşının başlamasıyla ABD ve Türkiye arasında derinleşen ayrışmaların aksine, Esad sonrası dönemde Batı ile Türkiye’nin Suriye’nin geleceği konusunda daha yakın bir iş birliği geliştirme potansiyeline işaret ediyor.

RUSYA’NIN BÜYÜK GÜÇ STATÜSÜNE AĞIR DARBE

Dalay, Esad rejiminin çöküşünün, Rusya’nın gücünü azaltması açısından, 1972’de Mısır’ın Sovyet askeri personelini sınır dışı etmesi ve Sovyetler’in Afganistan’da yaşadığı yenilgiden daha ağır bir darbe olduğunu belirtti. Esad sonrası dönemde Rusya’nın hala İran gibi bölgedeki bazı önemli ortaklarıyla iş birliğini sürdürebileceğini ifade eden Dalay, bu bağların Kremlin’in Suriye’de kaybettiklerini telafi etmeye yetmeyeceğini de vurguladı.

Dalay’ın analizine göre, Esad’ın devrilmesiyle Rusya artık yalnızca nükleer silah ve doğalgaz kaynaklarına sahip bir “orta ölçekli güç” olarak algılanıyor. Bu durum, Kremlin’in büyük güç iddialarını sürdürmekte açıkça yetersiz kaldığını gözler önüne seriyor.

SURİYE, BATI’DAN ÇOK KUTUPLU GELECEĞİN SEMBOLÜYDÜ

Suriye, uzun süredir Rusya’nın büyük güç statüsünün bir sembolüydü. Dalay, Rusya’nın 2015 sonrasında Ortadoğu’da birçok lider tarafından kararlı, öngörülebilir ve güvenilir bir aktör olarak görüldüğünü, bu algının Amerika’nın zayıf, tutarsız ve güvenilmez bir güç olarak algılanmasını pekiştirdiğini ifade etti. Ancak Esad’ın devrilmesiyle birlikte Rusya’nın bu denklemin merkezinde olma statüsünü kaybettiği açıkça görülüyor.

 

22 Aralık 2024 Pazar

Taliban-İŞİD ve HTŞ: Ya da “Samimiyetten doğan dehşet” Prof. Dr. İlhami Güler-22/12/2024

Bu örgütlenmeler, görünüşte Afganistan’da ve Ortadoğu’da yabancı işgali veya yerli seküler diktatörlüklere karşı İslami enerji/iman ile oluşmuş kristalleşmelerdir. Daha derinde ise, ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratlarının ta başından beri manipülasyonlarına açık halde, bu enerjiyi dünyaya “Terörist” olarak gösterme stratejilerini içinde barındırır. Petrol ve Doğalgaz rezervlerini kontrol etmek için, dini enerji/iman, etnik asabiyet, Araplara, İran’a ve Türkiye’ye karşı kullanılmaktadır. Kürtler de, ikinci bir aparat olarak kullanılmaya başlandı. Bu genel tespitten sonra, bu örgütlerin dinsel bağlamını analize geçelim.

1-Talİban

Taliban, Pakistan’ın “Hint Atmosferli” Sünnî-şeriatçı toprağında büyümüş ve Sovyetler Birliğinin işgaline karşı “Cihat” etmiş ve onları yıllar sonra hezimete uğratıp, çekilmek zorunda bırakmıştır. Bu başarıda ABD’nin, Rusya’nın burnunu sürtmek için Taliban’a verdiği desteği de unutmamak lazım. Afganistan’ı daha sonra ABD işgal etmiş; aynı akıbete kendisi de sürüklenmiştir. Bu başarılarda Taliban’daki İslam’dan gelen özgürlük, onur ve şehadet motivasyonlarını teslim etmek gerekir. Taliban’ın, bunun dışında üç bileşeni daha vardır. Birincisi, coğrafyanın dağlık olmasının doğurduğu sertlik; ikincisi, yoksulluğun doğurduğu sertlik. Üçüncüsü ise, düşünce yerine taklit/kesin-kör inancın samimiyetle birleşmesinden doğan dinsel coşku. Bu üçüncüsü, hepsinden önemlidir. Seküler bir devlet, eğer demokrasi ve hukuk ile dolayımlanmamış ise; diktatörlük ve işkence doğurur. Ancak, kesin inanç, cehalet ve samimiyetle donanmış bir “dinsel” örgüt veya devlet, Tanrı veya din/şeriat adına idam ve istibdat üretir. Cehaletin, samimiyet ile birleşmesi, hainlikten bin beter sonuçlar üretebilir. Hristiyanlık tarihinde Kilise, İslam tarihinde Hariciler, Yahudi tarihinde Siyonizm, bunun örnekleridir. Yakın Türkiye tarihinde oluşan “FETÖ” olayı, bunun başka bir örneğidir. Bütün ısrarlı analizlerime rağmen; olay, örgütün İslam başta olmak üzere, millete, devlete karşı “hainlik” e bağlandı. Oysa kendi samimi zanlarına göre, -ABD ile işbirliği içinde-“Allah Rızası” için, “Hainlik” ettikleri, Ak partisi ve Sayın R. T. Erdoğan idi. Samimiyetin (niyet), ahlak/din için “gerekli” şart; fakat yeterli olmadığı, bir türlü anlaşılamamaktadır. “Yeterli” şart, bilgi ve sonuçlardır: “İnneme’l umuru/amalu bilhavatım (İşler, sonuca göredir)” (Buhari).

2-İŞİD

İŞİD’e gelince, Bu örgüt, Taliban‘a benzer şekilde –“El-Kaide”den evrilme- Saddam diktatörlüğü döneminde işkenceye, baskıya, zulme maruz kalmış Sünni halkın hınç duygularının/içerlemenin/uçuklamanın, -büyük ölçüde- ABD ve İsrail istihbaratları tarafından manipüle edilerek Irakta Şii-Kürt hegemonyaya; Suriye’de Esad diktatörlüğüne karşı harekete geçirilmesiydi. Bu örgütlenmenin de iki farklı bileşeni daha vardı. Birincisi, Avrupa’daki yabancı-İslam düşmanlığının ve Türki cumhuriyetlerdeki şeriat özlemcisi gençlerde doğurduğu hınç ve militanlara vadedilen para (Dolar) ve cariye idi. İşlevi bittikten sonra imha edildi.

3-HTŞ

HTŞ’ye gelince, İŞİD’den evrilme çeşitli örgütlerin oluşturduğu bir koalisyondur. İdlip ve Halep’i ele geçirmişlerdi. Rusya’nın desteği ile Esat, bunları Halep’ten çıkardı. İdlip’de üstlendiler ve orada kendilerince “İslami/Şerî” bir yönetim oluşturdular. Başta İsrail’in Esad’ı destekleyen İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki kollarını kırması ve ABD’nin de Ukrayna’da -Esad’ı destekleyen- Rusya’nın kollarını kırması, Esad’ı “dayanaksız” bıraktı ve HTŞ, Suriye’nin Esat egemenliği altındaki bölgeyi kolayca/elini-kolunu sallayarak ele geçirdi. Bu başarıya –daha doğrusu boşluk doldurmaya- bir “Devrim” demek, ne kadar doğru, tartışılabilir. İsrail’in, Suriye’nin mevcut askeri ve ekonomik gücünü imha ettikten sonra bile olsa, HTŞ’nin yönetimi devralması, hayırlara vesile olabilir. Esat’ın, Sünni halka yaptığı işkence ve zulümlerin sona erdirilmesi, hayırdır. Şii İran’ın, bu kadar zalim ve işkenceci bir adama bu kadar süre ile destek vermesi akıl, izan, insaf, vicdan, din, iman, İslam ile izah edilecek bir şey değildir. İran’ı mağlubiyeti, İsrail’in teknik/silah üstünlüğüne bağlı olduğu gibi; mazlumların ahı da tutmuş olabilir.

Her üç örgütün mücahit/militan figürü “Kara/Kaba Sakallı”lıktır. Gür, kara/kaba-ak, uzun sakalın birbirinden farklı metaforik olmak üzere üç fenomenolojisi vardır: 1- Bilimsel-Felsefi merakın doğurduğu kendini kaybetme/esrime (Marx-Engels,Darvin…). 2- Bilgelik (“Aksakallı”). 3- Dinsel kesinlik (şeriat) kasvet/kabalık/karanlık, karizma. Bu örgütlerde “sakal” şehadet ile birlikte şeriatı simgeler. Her üç örgütün de doğduğu coğrafyalara baktığımız da, “cihat” ettikleri karşıt güç ABD, Rusya, İsrail, Esat, Saddam… gibi zalim odaklardır. Özgürlük ve onur için savaşmışlardır. Sonrasında kurdukları yönetim ise, “Dogmatik Şeriat”tır. Yönetimleri dinsel/teokratik olduğu için yaptıklarını – buna idam ve istibdat da dâhildir- , kendi adlarına değil; Allah, Şeriat, İslam adına yapmaktadırlar. İslam tarihinde “Hariciler” ve Hristiyanlık tarihinde “Kilise” de, yaptıklarını, -büyük ölçüde- “Allah Rızası” için yapmışlardı. Bu dönüşümün, bölge halklarına, barış, huzur ve güven mi; yoksa ABD; İngiltere ve İsrail’e bölgeyi kolayca kontrol imkânı mı sağladığı meşkûktür.

HTŞ, Suriye’de Taliban ve İŞİD’in yaptığı gibi bir yönetim kurarsa, tâ başta, Haricilerin yaptığı gibi, yönetmenin ölçüsünü sübjektif bir “yorum (“La hükme illalillah”)” olacak yani “takva-tekfir” üzerine kurmuş olacak. Hz. Ali, Hariciler’in slogan haline getirdikleri bu ayet parçası/bölümü/ifadesi için: “Kavlun sahih; yuradu biha el-Batıl=”Söz” doğru; fakat “yorum” yanlış.” demişti. Bunun da, -kendiliğinden- “Devlet” denen aygıtın, mümin/mücahit/militan dolayımı ile bir şiddet makinasına/sarmalına döneceği, açıktır. Oysa Suriye-Irak coğrafyası, binlerce yıldan beri yüzlerce etnik ve dinsel gurupların beraberce yaşadığı bir yerdir. İslam imparatorlukları, bu halkları, barış içinde yönetebilmişlerdir.

Modern Devlette politik alanda dinsel kavram, kurum ve değerlere aleni atıf yapmanın doğuracağı üç handikaptan kaçınılamaz: 1- Dogmatizm/kesinlik duygusu. Zira konuşan ve karar veren, kendisi değil; Allah, İslam ve Şeriattır. 2-Totaliterlik/Şiddet. Devleti deruhte edenler, bunu, kendi hevaları(!)na göre değil, Allah, Şeriat ve İslam adına yaptıklarını söylemektedirler. Hakikati “temsil” ettiğine inan “Mücahit”, hep iktidarda kalmak için, ötekileri aşağılar ve onları ezmeye çalışır. 3- Din İstismarı. Muaviye’nin, Hz. Ali ile yaptığı savaşta: “Aramızda Kur’an hakem olsun” deyip, askerlerinin süngülerinin başına Kur’an yaprakları taktırmasında olduğu gibi. İstismar kaçınılmazdır; zira biz insanların kalbini yarıp bakamayız.

4-Sonuç

Kur’an, siyasette emaneti ehline vermeyi, adaleti ve şurayı emreder. Şeriatın maksatları da (Makâsidu’ş-Şeria): Malın, canın, ırzın/onurun, dinin/din hürriyetinin ve aklın/düşünme hürriyetinin korunmasıdır. Dinde zorlama yoktur. Kimse kimseyi tekfir etmeyecek. Yönetim, iman-küfür üzerine değil; adalet-zulüm çelişkisi üzerine kurulur. Ben, buna “Rahmani Siyaset” ve “Dinamik Şeriat” diyorum. Uygulaması da şöyle: İslam davasını içselleştirmiş mümin, bana: Allah, Ayet, Kur’an, İslam ve şeriat kavramları ile değil; yani “Din dili” kullanarak değil; Allah’ın ve Peygamberinin yaptığı gibi maslahata dayalı, makul (kalb-i selim) ahlaki gerekçeli bir dil kullanacak. Her şey içtihat (şura) ve icma (oydaşma) ile karara bağlanacak kurallar (hukuk) ile yürütülecek. Her konuda eleştiri (muhalefet), itiraz serbesttir. Kamu alanında şiddeti, ancak yasalarla kendine yetki verilmiş devlet kurumları, -kurallara bağlı olarak- uygular. Bu bağlamda, Batının geliştirdiği “Hukuk Devleti”, “Kuvvetler Ayrılığı”, “Anayasa”, “Demokrasi” ve “Laiklik” ile benim “Rahmani Siyaset” ve “Dinamik Şeriat” kavramlarının bir çelişkisi yoktur. Çelişki, Dünya Görüşünden, Metafizik Çanaktan, Dava/İdeolojiden (içerikten) kaynaklanır. Gavur’un yaptığı alet kullanılır. Bahsettiğim kavram ve kurumlar “prosedürel” süreçlerdir.

 

Türkiye’nin İslam dünyasına yapacağı iyilik, bahsettiğin “Rahmani Siyaset” ve “Dinamik Şeriat”ı önce kendisi uygulayıp; daha sonra da, bunu, kardeşlerine tavsiye etmektir. Aksi takdirde, İslam dünyası samimiyetten doğan şiddet-tekfir (dehşet) sarmalından kurtulamayız.

20 Aralık 2024 Cuma

Suriye’de daha zor görev: Yaraların üzerine yalnızca barışı değil güveni örmek Tarık Tuncay-19/12/2024

8 Aralık 2024’te sona eren Suriye’nin 13 yıllık iç savaşı, yalnızca bir rejimin devrilmesiyle değil, halkın dayanışma ve cesaretinin zaferiyle tarihe geçti. Ancak bu zafer, ağır bir bedel karşılığında kazanıldı. Birleşmiş Milletler verilerine göre, savaş sırasında 500 binden fazla insan hayatını kaybetti (gerçek rakamların daha yüksek olduğu düşünülüyor), 6.8 milyon kişi ülke içinde yerinden edilirken 5.5 milyon kişi mülteci olarak başka ülkelere sığındı. İdlib, Hama, Halep, Humus gibi şehirler tarih boyunca hiç görmediği yıkımlara maruz kaldı. Yıkılan sadece şehirler değil, insanlar arasındaki bağlar, ortak hayaller ve bir arada yaşama iradesiydi. Bu kayıplar, savaşın fiziksel, ruhsal ve sosyal maliyetinin ne kadar ağır olduğunu gösteriyor.

KIRILGAN BARIŞ

Zafer, büyük bir cesaretle kazanıldı; ancak bedel ağır, barış ise hâlâ çok kırılgan. Dağılan bir toplumun her parçası bir başka yarayı taşır ve her yara sessiz bir çığlık gibi bir başka kırılmanın hikâyesini fısıldar. Şimdi, bu parçaları bir araya getirip bir ulus kurmak için sabır, empati ve sarsılmaz bir irade gerekiyor. İnsanlar yaralarını saklar, sakladıkça içlerinde büyütür; oysa iyileşmek, ancak acıyı paylaşarak mümkün. Suriye halkı için bu iyileşme, derin yaralarını kabul etmekle ve onlarla yüzleşmekle başlayacak. Ancak böyle bir yüzleşme, yalnızca güçlü liderlikle değil, aynı zamanda uluslararası dayanışma, toplumsal kapsayıcılık ve derin bir insani çabayla gerçekleşebilecek.

GEÇMİŞİN ACILARINDAN ORTAK KİMLİĞE

Esad ailesinin 61 yıl boyunca sürdürdüğü despotik Baas rejimi ve iç savaş, yalnızca insanlara ve şehirlere değil, Suriye’nin toplumsal kimliğine de büyük zarar verdi. Şimdi bu travma enkazının ortasında, geçmişin küllerinden bir ulus inşası gibi çok zor ama vazgeçilmez bir görev duruyor.

Travmatik yaralar zamanla unutulmaz; ya insanı tüketir ya da onu dönüştürür. Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilen ve toplumsal travmalar üzerine yaptığı öncü çalışmalarla tanınan Vamık Volkan’ın belirttiği gibi, büyük travmalar bir toplumun kimliğini ya parçalara ayırır ya da onu yeniden şekillendiren, “büyük grup kimliğini” kuran bir harç, büyük bir fırsat haline gelir. Suriye’nin tarihi, bu kırılma noktasında bir yön seçmek zorunda: Geçmişin acılarını gömmek mi, yoksa o acılardan ortak bir hikâye, bir ulusal kimlik inşa etmek mi?

Volkan’ın “seçilmiş travma” kavramı, bu karanlık mirasın nasıl birleştirici bir güce dönüşebileceğini gösteriyor. Seçilmiş travma, toplumun derin yaralarını kabul ederek, bu acılardan ortak bir tarih, bilinç ve dayanışma yaratması. Suriye’nin yaraları, eğer doğru bir şekilde anlamlandırılırsa, halkın “biz” duygusunu yeniden inşa edebilir. Ancak bu kolay bir yol değil. Çünkü her travma, aynı zamanda unutulmaya direnen bir hayalet gibi; onu susturmak yerine onunla konuşmayı öğrenmek gerekiyor.

"BİZ" VE "ONLAR" AYRIMINI AŞMAK: SEMBOLLERLE İYİLEŞME

İç savaşın en acımasız darbelerinden biri toplumsal bağları koparması. Komşular birbirine düşman olur, sokaklar, mahalleler ve bir şehir bin parçaya bölünür. Şimdi, Suriye’nin yeniden birleşmesi için bu ayrımları aşmak, herkesi aynı hikâyenin bir parçası olarak görmek gerekiyor. Ama bunu söylemek kolay, yapmak zor. Çünkü insanlar acılarının yalnızca kendilerine ait olduğunu düşünür; bir daha kimsenin anlamayacağına, hatta anlamayı hak etmediğine inanırlar. Acı, bir süre sonra insanın en mahrem hikâyesine, kimsenin dokunamayacağı bir yara izine dönüşür.

Bu nedenle, bir komşunun yitirdiği evlat, diğerinin kaybettiği kardeşle eşit görülmez; her trajedi, kendi içinde birer duvar olur. Ama o duvarları yıkmadıkça gerçek iyileşme mümkün değildir. Gerçek iyileşme, ancak acıların ortak olduğunun fark edilmesiyle başlar. Çünkü komşunun gözyaşı, kendi gözyaşının yankısıdır; bir başkasının kaybı, insan olmanın ortak kaderidir. Suriye’nin geleceği, insanların kendi acılarından çıkıp birbirlerinin hikâyelerini duymasıyla inşa edilecek. O hikâyeler duyuldukça, bir kez daha "biz" denebilecek; bir kez daha aynı gökyüzü altında birlikte yürünebilecek. Belki o zaman, acılar yalnızca birer iz olmaktan çıkar; insanları birbirine bağlayan bir hafıza haline gelir. İnsan insanın yurdu olur.

Toplumun yeniden birleşmesi, yalnızca sözlerle değil, sembollerle de mümkün. Halep’in meydanına dikilecek bir barış anıtı, yıkılmış bir geçmişi onarabilir mi? Belki hayır. Ama o anıt, sadece yıkımı hatırlatmakla kalmayacak; aynı zamanda orada kalan dayanışmayı ve birlikte yaşama iradesini de simgeleyecek. Almanya’nın Holokost sonrası anıtları gibi, Suriye’de inşa edilecek hatırlama mekanları, geçmişi bastırmak yerine, onu anlamlandırarak topluma bir öğrenme ve iyileşme alanı sunabilir. Çünkü bir anıt, sadece taş ve beton değildir; bazen bir halkın travmalarını sessizce anlatan bir güç olabilir. Halep’te bir anıt ya da Humus’ta bir hafıza müzesi, yalnızca fiziksel bir mekan değil, aynı zamanda toplumsal iyileşmenin ve yeniden bağlanmanın bir aracı olacaktır. Bu semboller, acıları bastırmak yerine onlarla konuşma fırsatı sunacaktır. Bütün mesele insanları düşündürebilmektir.

SURİYE’NİN UMUDU

Suriye halkı, bu enkazdan bir ulus kurabilir mi? Bu sorunun cevabı yalnızca liderlerin değil, halkın kendi hikâyesini yazma cesaretinde gizli. Çünkü hiçbir ulus, kolay zamanlarda doğmaz. Büyük milletler tarih sahnesine, en acımasız savaşların, en derin travmaların içinden çıktılar. ABD’nin iç savaşı, Almanya’nın Holokost sonrası yüzleşmesi ve Güney Afrika’nın apartheid rejimiyle hesaplaşması, 1994’teki soykırımın ardından Ruanda’nın onarıcı adalete başvurması ve daha nice örnek geçmişin acılarından yeni bir ulusal kimlik yaratmanın mümkün olduğunu gösteriyor. Her yara sağlam bir hikayedir.

Bu örneklerden çıkartabileceğimiz en büyük ders, acıların unutulmadığı ve birleştirici bir hikâyeye dönüştürüldüğünde bir ulusun doğum sancısı olarak hatırlanacağıdır. Suriye de bu acılardan bir dayanışma ve birlik hikâyesi yaratabilir. Ama bu inşa, geçmişe sünger çekilmesiyle değil, ancak o geçmişin anlamlandırılmasıyla mümkün olacak.

İNSANİ YARDIM VE KALKINMANIN ROLÜ

Suriye İç Savaşı boyunca uluslararası toplum, insani yardım çabalarını sürdürmek için büyük bir özveriyle çalıştı. Halep’te sıcak çatışmalar sürerken bile insani yardım örgütleri, açlık çeken milyonlara gıda ulaştırdı. Deyrizor’da su kuyuları açıldı, kırsal bölgelere sağlık hizmetleri sağlandı. Savaş sırasında pek çok kuruluş, Suriye halkının en temel ihtiyaçlarını karşılamak için sahadaydı. Beyaz Kasklılar (Suriye Sivil Savunması), özellikle muhalefet kontrolündeki bölgelerde enkaz altından kurtarma operasyonları düzenleyerek on binlerce hayat kurtardı. Gönüllülerden oluşan bu grup, savaşın en yoğun dönemlerinde bile insan yaşamını kurtarmaya odaklandı.

Bu süreçte, Türkiye’nin tarihi rolü, yalnızca bir komşu ülkenin sınırlarını açmasından ibaret değildi. Türkiye, dünyanın en fazla Suriyeli sığınmacıyı kabul eden ülkesi olarak bu insanlık dramının en büyük yükünü omuzladı. 3,3 milyondan fazla Suriyeli, Türkiye’de barınma, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim buldu. Halep’ten İstanbul’a uzanan bu yolculuk, yalnızca bir coğrafi geçiş değil, aynı zamanda bir dayanışma hikâyesiydi. Türk Kızılay, sınır bölgelerinde ve Suriye içinde barınma, gıda ve sağlık hizmetleri sağlarken, Türkiye’deki sığınmacılara yönelik kapsamlı destek programları yürüttü. İHH İnsani Yardım Vakfı vb. birçok kuruluş ve inisiyatif, savaş mağdurlarına yönelik ayni-nakdi yardımlar, konut projeleri, eğitim çalışmaları ve çocuklara yönelik programlarla dikkat çekti. Türkiye, hem hükümet hem de sivil toplum düzeyinde, Suriyeli sığınmacılara insanlık onurunu koruyan bir yaşam sunmaya çalıştı.

Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Kızılhaç ise insani yardım koridorları oluşturma, gıda ve sağlık hizmetleri sağlama gibi operasyonlarla savaşın yükünü hafifletmeye çalıştı. Ancak savaşın sona ermesi, bu çabaların da sona ermesi anlamına gelmemeli. Çünkü acı diner, yoksunluk kalır; savaş biter, yaralar konuşmaya devam eder. Şimdi bu destek daha geniş, daha kapsamlı ve daha sürdürülebilir bir hale getirilmeli. Savaşın izlerini silmek, ancak uluslararası destekle mümkündür.

KALKINMA VE DAYANIŞMA: YENİ BİR SÜREÇ

Savaş sonrası dönemde insani yardım, kısa vadeli bir müdahaleden çok, uzun vadeli kalkınma projeleriyle birlikte ele alınmalı. Halep’in çocuklarının okula kazandırılması, bölgedeki tarımsal üretimin yeniden canlandırılması, Humus’un enerji altyapısının modernize edilmesi gibi projeler, yalnızca fiziksel yaraları değil, toplumsal dokuyu da iyileştirmeye yönelik olmalı. Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılara yönelik sağladığı eğitim ve mesleki beceri kazandırma projeleri, bu kalkınma anlayışının bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Bir çocuk okuluna döner, bir kadın yeniden üretir, bir aile yeniden hayata tutunursa, sadece kişiler değil, toplumlar da iyileşir.

Bu süreçte, Irak ve Afganistan’dan alınan dersler kritik bir yol gösterici olabilir. Irak’ta, 2003 sonrası yeniden inşa sürecinde devlet kurumlarının tasfiyesi ve güvenlik boşluğu, toplumsal kaosa ve yeni çatışmalara yol açtı. Afganistan’da, 2001 sonrası ulus inşa çabaları, yerel dinamiklerin göz ardı edilmesi ve yetersiz kalkınma projeleri nedeniyle istenilen başarıyı elde edemedi. Bugün Afganistan’da insani kriz hâlâ devam ediyor ve despotik bir yönetim altındaki ülke, dış müdahalelere bağımlı bir ekonomik yapıdan çıkamıyor. Bu iki örnek, Suriye’nin yeniden inşa sürecinde yapılması gerekenlere dair önemli ipuçları veriyor. Yardımlar yerel halkın ihtiyaçlarına uygun şekilde tasarlanmalı, yerel yönetimler sürece dahil edilmeli ve ekonomik bağımsızlık için adımlar atılmalıdır.

Halep’in harap olmuş sokaklarında bir okul açmak, yalnızca fiziksel bir bina inşa etmek anlamına gelmez; aynı zamanda o binayı dolduracak umut dolu zihinlere yatırım yapmak demektir. Türkiye’nin bugüne kadar gösterdiği fedakarlık ve insaniyet, bu sürecin temel taşlarından biridir. Ancak bu yük, sadece bir ülkenin sırtına bırakılmamalıdır. Eğer dünya, Suriyeli halkın çektiği acılardan bir ders çıkarmak istiyorsa, bu dayanışmayı sürdürülebilir kılmalı ve Suriye’nin yeniden inşasında sorumluluk almalıdır.

ÖNCE HASSAS GRUPLAR

Suriye’de savaş sonrası insani yardım ve yeniden inşa sürecinin odağında, toplumun en savunmasız kesimlerinin yer alması bir tercih değil, zorunluluktur. Çocuklar, kadınlar, engelliler ve yaşlılar, savaşın getirdiği yıkımdan en çok etkilenen gruplar olarak, aynı zamanda toplumun iyileşme sürecinin de en kritik barometreleridir. Bu gruplara yönelik çok boyutlu psikososyal destekler, yalnızca bireysel iyileşmeyi değil, toplumun kendi kendine yardım etme ve dayanışma kapasitesini artırmayı hedefleyen psikososyal güçlendirme çabalarının merkezinde yer almalıdır.

ÇOCUKLAR İÇİN UMUT İNŞASI

Savaş, çocukların hayatlarında derin yaralar bırakır; onların güven duygusunu, öğrenme becerilerini ve geleceğe dair umutlarını sarsar. Bu yaraları sarmak, yalnızca onların bireysel iyiliği için değil, toplumun geleceği için de hayati öneme sahip. Çocuklara yönelik eğitim ve psikososyal destek programları, travmanın etkilerini azaltmaya ve onları hayata yeniden bağlamaya yardımcı olabilir.

Amaç yalnızca bir çocuğu okula döndürmek değildir; o çocuğun zihninde umut için bir pencere açmak, güvende olduğu hissini kazandırmak esas meselelerdir. Yaratıcı terapi yöntemleri, grup oyunları ve sanat odaklı programlar, travma sonrası çocukların kendilerini ifade etmelerine ve güvenlerini yeniden kazanmalarına olanak tanıyabilir.

KADINLAR: TOPLUMUN YENİDEN İNŞA EDİCİLERİ

Kadınlar, savaş sırasında ve sonrasında çoğu zaman toplumun en büyük yükünü taşıyan kesimdir. Ailelerini ayakta tutan, çocuklarını hayatta tutmaya çalışan ve dayanışma ağlarını örmekte hayati bir rol oynayan kadınlar, aynı zamanda yeniden inşa sürecinin de taşıyıcılarıdır. Kadınların ekonomik olarak güçlendirilmesi, liderlik süreçlerine dahil edilmesi ve karar alma süreçlerine aktif katılımlarının sağlanması, yalnızca kadınların değil, toplumun tamamının iyileşmesine katkı sağlayacaktır.

ENGELLİLER VE YAŞLILAR

Engelliler ve yaşlılar, savaşın gölgesinde en çok unutulan ancak en çok ihtiyaç duyan gruplardır. Onların topluma tam ve eşit katılımını sağlamak, yalnızca bir yardım meselesi değil, toplumsal ahlakın gereğidir. Erişilebilir sağlık ve bakım hizmetleri, mobil destek ekipleri ve toplum temelli programlar, bu kesimlerin günlük hayata yeniden entegre olmalarını sağlar. Bu süreçte, engellilerin ve yaşlıların yardımın ulaştığı güçsüz mağdurlar değil, aynı zamanda toplumun değerli bir parçası olarak kabul edilmesi önemli.

Suriye’nin yeniden inşası sürecinde, hassas koşullar altındaki gruplara sağlanacak desteklerin kişilerin yanı sıra topluma kazandıracağı dayanışma ruhu, uzun vadeli barış ve istikrar için temel oluşturacak. Bu yüzden, toplumun en güçsüz üyelerinin sesi, bu iyileşme hikâyesinin başlangıcı olmalıdır.

İNSANLIĞIN ORTAK SORUMLULUĞU

Suriye’nin yeniden inşası, yalnızca Suriyelilerin değil, tüm insanlığın ortak sorumluluğudur. Suriyeli insanlar, savaştan ve zulümden kaçarken 13 yılda dünyanın dört bir yanına dağıldı; yalnızca kendilerini değil, aynı zamanda acılarının tanıklığını da taşıdılar. Onların hikâyeleri, bu trajediyi bilen her toplumun üzerine ahlaki bir sorumluluk yükledi. Çünkü acıyı işitmek, onu paylaşmayı ve onunla yüzleşmeyi gerektirir. Eğer dünya, Halep’ten Şam’a kadar uzanan sokaklarda barışı kalıcı hale getirmek istiyorsa, insani yardım ve kalkınma çabalarını artırmalıdır. Yıkıntıları kaldırmak değil, o yıkıntıların ruhlarda bıraktığı boşluğu doldurmak, insaniyetin gerçek sınavıdır.

Tarih, savaş sonrası yapılan hataların ve başarıların izlerini birer öğüt gibi bırakmıştır. Irak ve Afganistan’ın yalnızlığı, Ruanda ve Güney Afrika’nın umut veren çabaları… Bu izlerden ders almak, Suriye’nin karanlıktan çıkıp umutla aydınlanmasını sağlayacaktır. Çünkü her yara, doğru bir elle sarıldığında iyileşir; ama yarayı görmezden gelmek, onu yeniden açmaktan başka bir işe yaramaz.

Şimdi sıra daha zor görevde: Yaraların üzerine yalnızca kırılgan bir barışı değil, anlayışı, dayanışmayı ve güveni örmek. Suriye halkının kendi hikayesini yazmasına alan açmak, bu hikâyeyi onlara bırakmak. Elbet, ölüler bir gün uyanır, yaralar bir gün iyileşir. Gün gelir, Suriye’nin hikayesi de karanlığın içinde kıvılcımlanan bir ışık olur.

TARIK TUNCAY KİMDİR?

1977, Elazığ doğumlu olan Sosyal Hizmet Uzmanı Tarık Tuncay, 2000’den beri Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü’nde öğretim üyesi. Çocuk hakları, çocuk-aile politikaları, sosyal refah hizmetleri yönetimi, hassas koşullar altındaki gruplara yönelik psikososyal müdahaleler ve afet yönetimi konularında çalışmalarını sürdürüyor.

 

 

 

18 Aralık 2024 Çarşamba

Dünya bu savunmaya şaştı

ESAS HAKKINDA MÜTALAA:

Sanık: Nakşibendi Tarikatının, Halidiye Kolunun, Kırklar tarikatı adı altında faaliyet gösterip, mürşitlik yaptığı, tarikat piri olarak sohbetler yaptığı, Uğur Korunmaz’ın vaazlarında tarikat içinde kalabilmeleri ve cennete gireceklerinde kendisinin şahitlik yapabilmesi için ilk aşama olan “NUR ÇEŞMESI” dediği kendi cinsel organını öpmeleri, yalamaları, emmeleri ve gelen sıvıyı içmeleri gerektiğini, bunun adının da “BADELEME” olduğunu, İkinci aşamada ise tarikatta ilerlemeleri ve ... tarikatta ilerlemeleri ve kendisine bağlı olabilmeleri için kendisiyle normal yoldan ya da fiili livata yoluyla cinsel ilişkiye girmeleri gerektiğini ve bunun adının da “TABİ OLMAK” olduğunu, tarikat mensuplarının zikir esnasında içlerinin daralacağını, bunalacaklarını ve ... ve kendilerinin badelenmek ve tabi olmak isteyeceklerini bunun için kendisinin yanına geleceklerini bunun adının da “CEZBELENME” olduğunu telkin ettiği; Mağdurların dini bilgilerinin yetersizliğinden yararlanıp iradelerini fesada uğrattığı,

Mağdurların dini bilgilerinin yetersizliğinden yararlanıp iradelerini fesada uğrattığı bu yolla dergahın “SIR ODASI” denilen odasında mağdurlara normal ve anal yoldan cinsel ilişkiye girdiği ve mağdurların ağızlarına cinsel organını soktuğu, sanığın bu surette mağdurlara ... cinsel saldırı da ... Ve onlarca kadın ve erkek mağdurun “badelendiklerine, normal ya da anal yoldan becerildiklerine dair ifadeleri. (Pek tabii bunların ismini vermeyeceğiz.Tövbe etmiş olabilirler, ya da tarikat denen beladan canlarını ve namuslarını kurtarmış olabilirler.)

SAVUNMA:

Sanık(BADECİ ŞEYH) yeni bir tarikat kurmadığını, Nakşi/ Halidiye tarikatının “Kırklar koluna” tabi olduğunu, Hasan Burkay’dan el aldığını, müştekilere karşı cinsel organımı emdirdiğim, yalattığım ve onlarla normal ya da anal yoldan ilişkiye girdiğim hususları doğrudur.

Bunlar tarikatın gerektirdiği bir usul ve çabadır ve bu kapsamda yapılmıştır. Ancak benim çocuk ve hayvan pornosu bulundurduğuma dair iddiaları kabul etmiyorum. Bunları dergahın kütüphanesine bir başkası koymuş olabilir.

Ben müritlerime cinsel organımın ağızlarına alması, emilmesi ya da cinsel ilişkide bulunma ile ilgili hiç bir söylemde bulunmam, herhangi bir çaba sarfetmem, sadece gelen kişiye vird denilen zikirleri veririm. Onlar bu virdlere bir süre devam eder ve bir müddet sonra ... bir müddet sonra müritlerin kendileri gelir, kendileri badelenmek ya da kendilerini düzdürmek isterler.

Ben bu konuda kimseye telkinde bulundurarak kandırmadım, zorlamadım. Müritlerim mertebeleri yükseldikçe bu bahsettiğim eylemleri isterler ben de yaparım. Yaptıkça da ...

Yaptıkça onların mertebeleri de yükselir. Bazıları bu mertebeye gelemez veya virdi çekenler ne zaman isterlerse çekip giderler.  Bazı müştekilerin iddia ettiği “OKUNMUŞ BİR SU” içirdiğim doğru değildir.

Hatta kadınlardan birisi kocasının kendisini tarikata soktuğunu “Sen de çocuğun da şeyhin” dediğini söylemekte. Badeci şeyhin kendisine “artık zamanın geldiğini, badeleme olmazsa tarikatta ilerleyemeyeceğini, kendisine ahirette şefaat edemeyeceğini” söyleyip ... mahiyeti bilinmeyen bir su içirip, “SIR ODASI”nda becerdiğini söyler.

Bu bayanın kocasına da “Seni tam Müslüman yapacağım” diyerek anal yoldan becerdiğini beyanda bulunmakta. ... Başka bir mürit ise; “Efendi Hazretlerinin verdiği virdi tekrarladığımızda kalp gözümüz açılıyordu” badelenen müridin mertebesi yükselir, canlılığı artar, badelenmedikçe onu tıb bile kurtaramaz, badeleme işinin ben halen doğru olduğunu, ... bizim gibi tarikate girmeyenlerin bunu anlayacağını düşünmüyorum der. (Bu ibnenin adını vermek lazım ama, değmez.)

Bir diğer mürit de: “Ben rüya yoluyla Uğur Korunmazla tanıştım, ona mürit olunca kalp gözüm açıldı. Allah’ın nurunun şeyhimim apış arasında olduğunu görüyor ve onu istiyordum.

Biz şeyhimizin penisini emerken çocuğun annesinin göğsünü emmesinden farklı bir duygu hissetmiyorduk.

Bir bayan mürit de kendi isteği ile tüm bunları yaptığını, badeleme ve cinsel ilişki konusunda ailemi korumak için susmak istiyorum. Olay polise intikal ettikten sonra psikolojim bozuldu. (Yani dergahta badelenmek bozmamış da polise intikal etmesi psikolojini bozmuş!) Bu bayan mürit kendisini BADECİ ŞEYH’e götüren şahısla da bir çok defalar cinsel ilişki yaşadığını beyan eder. ...

Bir başkası nişanlısını da şeyhine götürdüğünü ve şikayetçi olmadığını ifade eder. ...

Nasıl kumpanya ama!?

Aşağı yukarı erkek ve bayan müritlerin büyük ekseriyeti “şeyhin cinsel organını emme ve onunla cinsel ilişki kurmayı” tarikatın bir adabı olarak görmekte ve şikayetçi değillerdir. ...

 HUKUKÎ DEĞERLENDİRME VE SÜBUT:

Sanık BADECİ ŞEYH ve onlarca müridi, belirtilen cinsel eylemleri yaptığı sabit olsa da,

müştekilerin 18 yaşından büyük, reşit kimseler oldukları, kendi rızaları ile bu eylemleri gerçekleştirdikleri, eylemlerinin suç teşkil etmediği CMK-223/2-a...

ATEŞ YÜZÜMÜZÜ YALIYOR-1 Zahide UÇAR/17. 12. 2024

AKP Hükümeti en başından beri bu projenin ortağıdır. Unutmuş olabilirsiniz, hatırlayalım; Davutoğlu Libya’ya sokulan yüzer-gezer teröristlere bavulla elden para dağıttı. İş bitince yaralı teröristler Türkiye’de tedavi edildi. Kaddafi linç edildiğinde Davut’un oğlu Hillary Clinton ile çak yapıyordu. AKP Ortadoğu’ya sokulan bir Truva Atı mı? Türk Milleti bu sorunun cevabını bulmak zorundadır!

***       ***         ***

Ateş yüzümüzü yalıyor!

Suriye’ye binlerce terörist sokuldu. Esat ailesinin yaptığı zulümler nedeniyle içeride bulunan muhalif gruplarla birleştiler. Kürtlerin ilk açıklaması, “rejimin yanındayız” oldu. AKP Salih Müslim ile iletişime geçti. İstanbul’da ağırladılar. Davutoğlu’nun Salim Müslüm’e ; Kürdistan vaat ettiğini” öğrendik.  Yani, PYD dedikleri yapının ebesi, ABD ile birlikte AKP’dir.

Bush Irak’a saldırmaya hazırlandığında “bu bir haçlı savaşıdır” dedi. AKP Genel Başkanının geçmişte Haçlı Savaşını övdüğü konuşmadan bir paragraf hatırlayalım: “….     Haçlı seferleri çok yoğun bir şekilde bilim ve sanat noktasında alışverişlerde bulunduğu dönemdir(!)?...”

Ateş yüzümüzü yalıyor!

Suriye Ordusu birden yok oldu. Tıpkı Saddam’ın ordusu gibi…

Bu demektir ki, iki devletin ordusu da operasyon yemiş. Ya Türkiye?

Balyoz ve Türevi davaların BOP ile bağlantısı artık ortaya çıkıyor. Kozmik oda casusluk faaliyeti BOP’nin bir operasyonuydu.  Bu operasyonu neden yedik?  Türkiye Cumhuriyeti Devleti için ne planlanıyor ki, önce içeriden çökertme operasyonu yapıldı?

Suriye’de iç savaş başladığında Halep’ten arayan Türkmen kökenli bir Suriye Vatandaşı şunları söyledi; “Nüfus kütükleri yakıldı. Buraya dışarıdan bilmediğimiz birçok insan yerleştirildi.”

Şimdi dönelim Türkiye’ye;

Bizde nüfus kütükleri yakılmadan içeriye ABD askeri olan Afganlar sokuldu. ABD askeri Afganlar Türkiye’ye neden sokuldu? O askerler Suriye’ye sokuldu mu? Ya da Türkiye’de planlanan bir operasyon için kara gücü olarak mı bekletiliyor?

****                    *****                  ******

Suriye’nin parçalanması zamana yayıldı? Neden?

İç savaş uzun sürünce devletin gücü tükenir. Yoksullaşan halk rejime öfke duyar. Süre uzadıkça ve maddi imkanları gerileyen, yoksullaşmadan payını alan ASKERİN moral gücü çöker. İnancı zayıflar. İşte o noktada devreye istihbarat örgütleri girer. Sosyal medyada; Katar eski Başbakanı Hamad Bin Casim’in bir açıklaması paylaşıldı. Açıklamaya göre Suriye ordusunda en üstten erine kadar para dağıtmışlar. Yani, bir orduyu satın almışlar…

***          ***         ***

Gelelim Türkiye’ye;

Türkiye’de üretim bitirildi. İşsizlik çok yüksektir. Fakirleştirme bir tercih haline geldi. Gençlerin gelecek umudu yok edildi. Adalete olan güven sıfırlandı. Kadın cinayetleri ve çocuk tecavüzleri, imam diye ortaya çıkan bazı kişilerin sapkın fetvaları ve bu fetvalara sessiz kalarak adeta onaylayan siyasi iktidar…  Yandaş ihale soyguncusu şirketlerin tekrarlanan vergi afları… Bir de üstüne fakir halka yüklenen vergiler..

Uyuşturucu batağına düşen gençler… Mafyalaşma ve mala çökmeler tıpkı Osmanlı’nın 1909-1919 yıllarına benziyor.

Bütün kurumlar çökertildi. Korkunç bir toplumsal çürümeyle karşı karşıyayız. Kimsenin kimseye güveni kalmadı.

Farklılıklar derinleştirildi. Trol denilen maaşlı yaratıklar kin ve nefret tohumları ekme görevi aldı. Bir paylaşımda; “Bu Kemalistlerin eline fırsat geçse bize kezzap içirir” diyordu. Atatürk ve Cumhuriyete olan saldırı, iftira, yalan korkunç boyuta vardı. Bu paylaşımların sadece trol işi olduğunu düşünemeyiz. Belli ki bu paylaşımları okuyan Cumhuriyetçilerin nefret duyguları şiddetlensin isteniyor. Yarılma ne kadar derin olursa, çatışma da o kadar şiddetli olur. Bunların arkasında yabacı istihbarat elemanlarının olduğunu düşünüyorum. Kurtuluş Savaşında iç düşmanla birleşen yabancı istihbarat elemanlarının yayınlarını bir düşünün. O zaman da din kullanılmıştı.

İmam kılıklı bazı görevlilerin Cumhuriyet düşmanlığını körükleyen paylaşımları, Atatürk düşmanlıkları, iftira ve yalanları…

Türk Milletinin değerlerinin sürekli aşağılanması, Türklerin varlığını inkara varan açıklamalar… Türk adının birçok yerden kaldırılması, Türkiyelilik dayatması Türklerin sürekli dolmasına neden oluyor. Türkler kurucu unsurdur. Ülke bizim diye sabrediyor. Elinden almaya kalkınca oluşacak patlamanın şiddetini kimse tahmin edemez.. Belki de tahmin edip öncü rolüne soyunanlar satın alınır, kimbilir..

Bütün kışkırtmalar bir iç savaş planı için hazırlığa benziyor. Ve siyaset bu hazırlığı belli ki idrak edemiyor. Belli ki akıl hocalarının etki ajanı olduğunu idrak edemiyorlar. İdrak etseler hedefte sadece Türkiye’nin değil, kendilerinin de olduğunu anlarlardı…

Türkiye’nin  2024 yılı Ekim Ayı itibarı ile cari açığı 7.7 milyar dolardır. Brüt Dış borç stoku 512 milyar dolar, net dış borç stoku 265.4 milyar dolardır. Bu miktar cari açık ve dış borç başlı başına güvenlik sorunudur.

***       ****       ****

Güney Kıbrıs Rum kesimi hızla silahlanıyor. Rumlar askerlikten terhis olunca silahlarını yanında götürüyor. Böylece sivil halk silahlanmış oluyor. Tıpkı Kıbrıs Barış Harekatı öncesinde olduğu gibi… Emekli Albay Aziz Ergen Rum kesiminde hükümetin bilgisi altında 15 yaş grubuna silah dağıtılıyor diye açıklama yaptı. Ve biz AKP Genel Başkanı’nı Yunan Başbakanı ve Rum kesiminin başbakanı ile kahve içerken görüyoruz. Bu resmin anlamı şudur: “Rum tarafını devlet olarak tanıyoruz. “ Peki Yunan Başbakanı Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin Başbakanı ile kahve içer mi? Asla! Rum tarafı AKP’nin sessiz kalışıyla Avrupa Birliğine girmişti. Ne güzel değil mi(!)? Belli ki Rumlar bir savaş hazırlığı içinde. Bir savaş durumunda NATO’da birlikte olduğumuz Avrupa Devletleri AB ülkeleri olarak karşımıza çıkacak…

AKP Yıllardır Ege’de taviz veriyor. Akdeniz’deki haklarımızdan feragat ettiler. Belli ki Kıbrıs konusunda yeni taviz isteniyor. Yoksa savaş mı?…

Türkiye’de iç çatışma çıkarttıkları an Rumlar Kuzey Kıbrıs Türk Devletine saldırır mı? Türkiye kendisiyle uğraşırken, Kıbrıs Türk Devleti’ne sahip çıkabilir mi?

***          ***            ***

YENİ ABD İSTİHBARAT DİREKTÖRÜ Tulsi Gabbard;

“Türkiye yıllardır İŞİD ve El Kaide teröristlerine perde arkasında destek veriyor. Türkiye ve Erdoğan dostumuz değil. Dünyanın en büyük diktatörlerinden biri, İslamcı bir halifelik kurmak istiyor.” Diye açıklama yaptı.

Bu açıklamadan ne anlamalıyız? ABD görevlileri Kaddafi, Saddam, Esat için de buna benzer açıklamalarda bulundu. Sonuç ortadadır.

Bu açıklamadan benim anladığım şudur;

Sayın Erdoğan, istediğimiz her şeyi kabul etmezsen, diğerlerinin başına ne geldiyse, senin de başına aynısı gelir diye şantaj yapılıyor.

Ve sarayın bazı danışmanları Erdoğan’ı Saddamlaştırmak için her şeyi yapıyor.

ABD NATO ülkesi, bize saldıramaz diyenler var. Bilgisizlik.. Arap Baharında ülkeler terörist gruplar kullanılarak şekillendirildi, parçalandı.

Türkiye’de ne kadar terör grubu var, biliyor muyuz? Bilmiyoruz. Bir patlama için ortam nasıl hazırlanıyor, görüyoruz. Her şey bir ajanın provakasyonu ile başlar. İşte o zaman bize direk savaş açamayan ABD, NATO OLARAK ÜLKEYE GİRER. Sahi, Yunanistan’da NATO ülkesi değil mi? Yunanistan’ı da yanında getirir mi? Malum, bir karışıklık durumunda NATO’nun çoook iyi niyetle müdahale hakkı var ya(!)?

Ateş yüzümüzü yalıyor…

Türk Milleti bu süreçte birlik olmalıdır. Kışkırtmalara, provakasyonlara soğuk kanlı bir akılla yaklaşmalıdır. “Böl ve yut” taktiğine malzeme olmadan ülkemize sahip çıkmalıyız.

Türkiye AKP’den de, AKP Genel Başkanından da, meclis tiyatrosunun oyuncularından da çok büyüktür!