Suriye için dört risk alanından birincisi, 14 yıl önce başlayan Arap İsyanları’nın değişim arzusunun ağır bir bedel ve açık bir zaferle Şam’da hayata geçmesiyle “statüko ekseninin” yeniden oluşmasıdır. Tıpkı bundan 13-14 yıl önce, bölgedeki değişim baskısı karşısında statükoyu ayakta tutmak için yan yana gelen aktörler, tekrar aynı tedirginliğin içerisindeler. İsrail’den İran’a, Mısır’dan Körfez’e, Amerika’dan Ürdün’e varıncaya kadar bölgenin köhne jeopolitik düzeninin farklı motivasyonlarla ayakta kalması adına panik tepkiler verebilirler. Ancak bu tepkilerini Suriye içerisinde taşıyacak aktör bulmakta zorlanacaklardır. 13 yıl önce Suriye’de; İsrail’le İran’ı, Rusya ile Amerika’yı, Irak’la Ürdün’ü aynı hatta sokan dinamikler de taşıyıcı unsurlar da bulunmuyor. Aksine, Suriye devriminin hayata geçmesinde etkili olan iki dinamik var. Birincisi, Türkiye’nin diplomatik, askeri, ekonomik ve devlet kapasitesi desteğiyle korunmuş bir bölgeyi ayakta tutmayı başarmasıdır. Bu korunmuş bölgenin içerisinde Suriye muhalefeti yeşerirken Suriye rejimi de aynı dönemde çürüyordu. Bu yeni dinamik, 12-13 yıl öncesinde Esed rejimini ayakta tutan unsurları bugün fiilen anlamsızlaştırmış oldu.
İkinci dinamik ise Esed rejimini ayakta
tutanların yine bizzat rejimin çöküşünün zeminini de oluşturmalarıdır. 2022
sonrasında, Suriye’ye müdahil olan beş aktörün dördü (İran-İsrail, ABD-Rusya,
İran-ABD) birbirleriyle savaşır duruma gelerek sahada jeopolitik ve askeri
statükoyu değiştirdiler. Rusya, Ukrayna işgaline başladığı gün Suriye
dosyasında jeopolitik kasları zayıflamaya başladı. İran, Hizbullah ve
kullandığı diğer milis unsurlarıyla, ilk kez Suriye ölçeğinde büyük bir
maceraya girerek, yıllardır koruduğu örgüt ciddiyetini kaybederek dağınık
mezhepçi lejyonerlere dönüştü. Hizbullah bu dönemde İslam dünyasındaki bütün
kredisini tüketirken farkında olmadan örgütsel gücünü de dağıttı. Bu çözülmenin
boyutu İsrail saldırıları karşısında daha açık görüldü. İsrail, yıllardır
“konforlu düşmanı” olarak konumlandırdığı, hatta Esed sonrası ortaya saçılan
resmî belgelere bakınca, İsrail ordusunun sıradan bir aracı haline gelmiş olan
Şam yönetiminin, Tel Aviv için, Hamas ve Hizbullah’ı gözetlemek adına kullanışlı
bir aparattan ibaret olduğu görüldü. İsrail, Gazze soykırımına devam ederken
savaşı Lübnan’a taşımasıyla Hizbullah’ın Suriye’deki varlığı da doğrudan
etkilendi. İran açık bir konvansiyonel savaşı göze alamayacağını fiilen kabul
ederek, yıllardır üzerine yatırım yaptığı “Direniş Ekseni”nin, karşısında sivil
ya da zayıf askeri bir güç olmadığında fonksiyonsuz olduğunu görmenin yanında
ağır askeri, ekonomik, diplomatik ve jeopolitik maliyetini de yaşadı.
Benzer şekilde İsrail, fiilen uyguladığı
bütün “komşularım otokrasi olmalı” politikasının çökmesini gördü. Amerika’nın
tamamen İsrail’e endekslediği ve Suriye’de olduğu gibi bölgede de jeopolitik
perspektifinin tamamen iflas ettiği bir döneme girmiş oldu. Amerika’nın
Suriye’deki son büyükelçisi Robert Ford ve özel temsilcisi Frederic Hof’un bu
iflası aleni bir şekilde “Amerika’nın Suriye politikası savunulamaz” diyerek
dillendirdiklerini hatırlatmak, Washington’ın içine düştüğü durumu anlamak için
yeterlidir. Ancak Washington, Amerika içerisinde yaşanan siyasal
istikrarsızlığın arttığı bir dönemde, üstelik bu istikrarsızlığı ortaya çıkaran
Trump’ın taç giymesine 50 gün kala yakalandığı Suriye krizi karşısında,
politika geliştiremeyerek sürece teslim oldu. Yıllardır üzerine yatırım yaptığı
PKK’nın, Suriye devrimi karşısında ne toplumsal ne de askeri olarak duramayacak
bir aktör olduğunu bildiğinden “bekle gör” politikasını tercih etti.
Dolayısıyla Washington açısından PKK artık bir imkândan veya araçtan ziyade
üzerinden atması ya da taşıması gereken bir yüke dönüşmüş durumda. SDG’nin,
“Suriye”sinin artık olmadığı, tek meşruiyeti silah olan bir aktörün zaten
“Demokratik” sıfatının imkânsızlığı ve PKK dışında aktörler olduğu imajını
korumak için icat edilen “Güçler” tanımlamasının da Arap unsurların
çekilmesiyle anlamsızlaştığı bir denklemde korunması mümkün değildir.
Yukarıdaki kaotik tablonun Suriye için
riskler üretme potansiyeli bulunmaktadır. Bu risklerin bazıları kendisini
terörizm olarak bazıları da Suriyeli farklı kesimlerin geçiş sürecini darboğaza
sokacak adımlar atması şeklinde ortaya çıkabilirler. İsrail, bütün aktörlerden
önce davranarak, yeni Suriye’nin demokratik bir dönüşüm yaşamasının ve
istikrara kavuşmasının geciktirilmesi için hem işgalini genişletti hem de
kendisine asla tehdit oluşturamayacak çürümüş Esed askeri kapasitesinden
kalanları büyük ölçüde tahrip etti. Suriye’ye coğrafi sınırı olan Ürdün ile
Körfez’in, İsrail’le aynı çizgide, Suriye’de halk rızasına dayalı bir meşru
yönetiminin bölgesel yansımalarından ürktükleri bilinen bir sırdan ibaret.
İsrail’in istikrarlı bir Suriye korkusunun bir süre sonra Körfez’le ve Esed
rejiminin batık hisselerine yıllarca yatırım yapmış Tahran’la 13 yıl önce
olduğu gibi buluşma ihtimali de bulunuyor. Ancak Suriye ölçeğinde bir ülkede ve
kriz alanında, bu “tahrip ekseninin” işi 13 yıl öncesinde olduğu kadar kolay değil.
Avrupa’yı yeni bir göç dalgasıyla tehdit etmenin zorluğu, Şam’daki yeni
yönetimin hem kendi ülkesinde hem de bölgedeki halklardan gördüğü açık destek,
İran’ın her geçen gün artan iç krizi ve ilan edil(e)meyen sessiz değişiminin
derinleşmesi, Türkiye’nin aktif bir şekilde aktarmaya devam ettiği devlet ve
güvenlik kapasitesi, Irak’ın artık en az Suriye kadar yorgun halde olması ve
Lübnan’ın büyük bir kriz sarmalı içerisinde bulunması tabloyu ve hesapları
ciddi şekilde değiştirmektedir. Basit bir şekilde söylemek gerekirse: Esed ve
düzeni yıkılırken kurtarmayanlar, Esedsiz bir Esedizm için güven transfer
edebilecekleri ve kullanabilecekleri unsur bulmakta zorlanacaklardır.
SURİYE’DE PKK SORUNU
Üçüncü risk alanı ise Amerika kaynaklıdır.
Amerika’nın hâlâ Suriye’de ne yapacağı bir bilinmezlik içerisindedir. Daha
birkaç yıl öncesine kadar Senato’da Amerikan savunma bakanına agresif bir
şekilde PKK terör örgütünün nasıl Amerika’nın ortağı olabildiğini soran ve sert
eleştiri getiren isimler, bugün eğer PKK’nın kılına zarar gelirse Türkiye’ye
karşı sert bir ambargo rejimi uygulamak için iki-partili kanun teklifini
Amerikan meclisine sunuyorlar. Benzer şekilde Ocak ayının üçüncü haftasında
başkan olacak Trump’ın ne yapacağını kestirmek de zor. Olumlu senaryo, Trump’ın
birinci döneminde başaramadığı ve belki de yarım kaldığını düşündüğü Suriye’den
çekilme politikasını hayata geçirmesi. Ancak bu senaryo hayata geçmediğinde,
Esed rejiminin ayakta kalan son aparatı olarak PKK’nın, Suriye’de istikrar
istemeyen bütün aktörler için kullanışlı bir unsura dönüşeceğini akıldan
çıkarmamak gerekiyor. PKK teolojisinin en güçlü fonksiyonu olan “devre mülk
örgüt tabiatını” hesaba katınca, bu durumun hem Suriye hem de Türkiye için
riskler barındıracağını söylemek mümkün.
Suriye’de yıkılan Baas işkence düzeninin
ardından Esed ülkeyi terk etti. Baas unsurları ise şimdilik pasifize oldular.
Esed onursuz bir şekilde ülkeyi terk ederken, kendilerini ortada bırakan bir
yönetimin adına ne yeniden konvansiyonel bir şekilde sahneye çıkacak güçleri
var ne de cesaretleri. Üstelik Suriye devrimi, Baas rejiminin vahşetine karşı
gösterdiği sabırla, geçiş adaleti yerine tarihsel adaleti tercih ederek bu
unsurlara çok daha büyük bir darbe vurmuş oldu. Ancak Esed rejimiyle birlikte
olmasına rağmen Esed’in yıkılmasıyla ortadan kalkmayan Baas’ın eski bir unsuru
bulunuyor. Bu, PKK’dan başkası değil. Baas’ın 40 yıllık ideolojik ve araçsal
ortağı PKK, Esed rejimiyle açıktan iş birliği yapmış olmasına rağmen devrim
sonrası Suriye’de var olmaya devam eden tek unsur konumunda.
Suriye gerek nüfusunun ölçeği ve yapısı
gerek toplumsal dinamikleri gerekse de Osmanlı sonrası asırlık tecrübesinin
ardından anayasal vatandaşlığa dayalı yeni bir toplumsal, siyasal ve idari
sözleşmeden başka çıkış yoluna sahip görünmemektedir. Ne Lübnan’daki gibi aleni
kota sistemiyle ne de Irak’taki gibi fiili paylaşım düzeniyle Suriye’de
istikrarın yakalanması mümkün değildir. Üstelik Suriye devriminin parçası
olmayı reddetmiş, liderinin 79 Temmuz’unda gittiği Suriye’de, Baas rejiminin en
ağır zulmü ve aşağılanması altında on yıllardır yaşayan Kürtleri bir kez bile
umursamadan, Esed rejiminin Muhaberat’ının kanatları altında yıllarca
bulunmaktan hiçbir sakınca görmemiş PKK’nın, Suriye’de Kürtler adına konuşma
zemini olmadığı gibi, yeni Suriye’nin kaderini teslim alma hayalinin oturduğu
bir zemin de bulunmamaktadır. Daha sarih bir ifade ile Esed rejiminin dayandığı
Alevi azınlık bile -hangi gerekçe ve motivasyonla olursa olsun- devrimin
saflarında görünmek için çaba sarf ederken, on yıllardır bütün Suriye’ye
Sednaya hayatı yaşatan bir işkence düzeniyle hiçbir sorunu olmayan, özellikle
de son yedi-sekiz yılını, tıpkı 1999 öncesinde olduğu gibi aktif bir iş
birliğiyle geçirmiş bir örgütün Suriye denkleminde var olabilmesi mümkün
değildir.
Ancak sahadaki bu durum, yıllardır
siyasallaşma sancısı çeken PKK’nın jeopolitik bir hayal dünyasında yaşadığı
gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bütün Suriye, Türkiye, Ortadoğu ve küresel
jeopolitik matrislerini naif bir yaklaşım olarak bile kabul edilemeyecek
aktivist ciddiyetsizlik içerisinde değerlendiren bu bakış açısının kısa vadede
sorun üretme kapasitesi bulunsa da orta vade de sürdürülebilir bir pozisyona
oturmayacağı aşikardır. Suriye’nin ezici çoğunluğunun anayasal vatandaşlık
çerçevesinde yeni bir sözleşme imzaladığı bir ortamda her türlü dış askeri ve
jeopolitik desteğe rağmen, PKK gibi bir yapının oturabileceği bir zemin
kalmayacaktır.
Ancak Suriye devrimi ve Türkiye için bu
tehdidin bertaraf edilmesinin diğer bir ayağı da Ankara’da atılması gereken
adımlardır. Son dönemde radikal bir tartışma ekseninde başlayan girişimlerin,
derli toplu bir siyasete dönüşmesi gerekmektedir. Bu ihtiyaç sadece PKK
tehdidini ortadan kaldırmak için değil, aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’deki
politikası ve varlığı açısından da hayati önemi haizdir. Zira 10 küsur yıldır
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye konusunda karşısına aldığı azgın bakış açısı,
Türkiye’deki demokratikleşmenin gerçekleşmesini de engelleyen yaklaşımdır.
Türkiye, sahici bir demokratikleşme çerçevesinde hem Kürt meselesini çözerken
hem de hukuk devletini mümkün olan en iyi seviyede tesis etmelidir. Bu, Türkiye
için basit bir tercih değildir. Suriye’de istikrarın sağlanması ve muhtemel bir
demokratik dönüşümün yaşanması, Ankara’nın jeopolitik, güvenlik ve ekonomik
çıkarlarını maksimize etmesi için hayati bir meseledir. Bu dönüşüm iki kilidin
açılmasıyla mümkündür. Suriye’de Esed’ten kurtularak, dönüşümün ilk kapısı
aralanmıştır. Türkiye’de demokratikleşmeyi engelleyen zihniyetin de hitama
ermesi gerekmektedir. Türkiye bu zihniyetin yükü altında istese de orta ve uzun
vadede Suriye dosyasında arzuladığı başarıyı elde edemez. Zira ülke içerisinde
demokratik açık verirken, dışarıda jeopolitik fazla vermek mümkün değildir.
Suriye’de azınlık rejiminin yıkılmasının
ardından, yeni bir toplumsal sözleşmede, nüfusun ezici çoğunluğunun karşısına
temel insan hakları ve bazı grup hakları (dil) dışında idari haklar ile
çıkmanın gerçekçi bir tarafı bulunmamaktadır. Zira arzu edilen naif beklentinin
gerçekleşmesi istense bile zaten Suriye genelinde sınırlı olan Kürt nüfusunun
ilgili bölgede ciddiye alınacak bir yönetim için yeterli olmadığı da ortadadır.
PKK tahakkümü altındaki bölgede Kürtlerin cüzi bir kısmı yaşamaktadır. Ya bu bölgelerde
silah zoruyla bir azınlık yönetimi kurulmaya çalışılacak ya da anayasal
vatandaşlık içerisinde yeni Suriye’nin bir parçası olunacaktır. Bir asır önce
1920’lerde kurulan Şam, Halep, Alevi, Büyük Lübnan, Cebel el-Dürzi devletleri
ve İskenderun Sancağı birkaç yıl içerisinde dağıldılar. Suriye ana gövdesinin
hilafına kâğıt üzerinde yapılan hesaplar “bölünemeyen Suriye” gerçeğiyle
karşılaştı. Zira tıpkı Irak gibi Suriye’de de etnik hatlardan bölünme dinî
duvara, farklı dinî ve mezhebî hatlardan bölünme ise coğrafi ve ekonomik
kaynaklar duvarına çarpmaktadır. Türkiye’de demokratikleşme sancılarını hatta
Kürt meselesini unutup, Baas rejiminin azınlık algoritmasını kendi içerisinde
modelleyenlerin elinde Kürt meselesini 2013’ten itibaren taşıyamayacakları bir
jeopolitik soruna dönüştürenlerin, bugün kendi inşa ettikleri tuzaktan da
girdaptan da çıkmalarının tek yolu Suriye’de yeni dönemin Türkiye’de
demokratikleşmenin aktif bir unsuru haline gelmeleridir.
Suriye için dördüncü risk alanı ise yeni
yönetimin nasıl şekilleneceğidir. Yüzyıllık sancılardan dersler çıkarılması
durumunda hem Suriye içerisindeki aktörlerin hem de dışarıdaki güçlerin, ortaya
çıkan yeni pozitif siyasal ve jeopolitik enerji karşısında -bozguncu girişimler
olsa bile- uzun süreli bir direniş imkânları olmayacaktır. Yeter ki yeni
Suriye’yi kuracak olan unsurlar, aktörler ve liderler geçmişten almaları
gereken en önemli dersi alsınlar. Zira yıktıkları rejim ve düzenin ana zemini
de işlevi de “azınlık” üzerine kurulu olmasıydı. Bugün her anlamda bir “azınlık
yönetimi” tehlikesinden uzak duracak yaklaşım, eksikleri ve hataları olsa bile
Suriye’yi istikrara ulaştıracak yegâne yoldur. Yeni dönemde “azınlık
tehlikesinin” iki temel dinamiği olacaktır. Birincisi, çoğunluğun gücüne
yaslanan bir dar bakış açısının oluşturacağı ve nihayetinde tersten bir azınlık
tarzı üretecek olan yaklaşımdır. İkincisi ise yanı başındaki Lübnan ve Irak’a
benzer bir şekilde, üstelik 1920’lerde manda yönetimi altında tecrübe edilmiş
olan, farklı formlardaki parçalı yapıların gündeme gelmesi, tekrar aynı
krizleri üretilmesini mukadder kılacaktır.
Son olarak, Suriye’de diğer bir gerilim
alanı, devrimi gerçekleştiren unsurlar arasında yaşanabilir. İktidar içi tabii
gerilimlerden ayrı olarak, Suriye devrimini iki ana damar iki ayrı dönemde
gerçekleştirdi. Birinci damar, Mart 2011’de Dera’da başlayarak bütün Suriye’ye
yayılan Esed rejimine karşı isyanı şekillendirdi. Devrimin birinci dönemini
hayata geçiren geniş kitleler de liderliği de çok ağır bedeller ödediler. Aynı
dönemde farklı kesimlerden Suriye devrimine liderlik eden oldukça güçlü ve
liyakatli kadrolar da ortaya çıktı. Bu kadroların bir kısmı hayatını kaybetti,
bir kısmı da dünyanın farklı yerlerine dağılmak zorunda kaldılar. Halep’in
düşmesi sonrası başlayan ikinci dönemin aktörleri büyük ölçüde değişti. Birinci
dönemde daha fazla sivil, entelektüel ve siyasetçiden oluşan liderlik kadroları
yerini silahlı mücadele veren isimlere bıraktı. Nihayetinde devrimi zafere bu
kadrolar ulaştırdı. Yeni dönemde Suriye’de değişimi başlatanlarla zafere
ulaştıranlar arasında siyasal bir köprünün kurulması, hatta bu iki ayrı dönemin
iki ayrı kadrosunun ortak bir zeminde buluşması önemli bir başlık olacaktır.
Suriye’de yeni yönetim bir yandan bütün Suriye’yi kucakladığı oranda başarılı
olabilecekken, diğer yandan bizatihi devrimin farklı dönemlerindeki liderlikleri
de iktidarda buluşturduğu oranda yönetim kapasitesini tahkim edebilecektir.