16 Temmuz 2022 Cumartesi

Fethullahçı hareketin iç ve dış destekçileri (1) Levent Baştürk-15/07/2022

7 Şubat 2012’de Gülen Hareketi mensubu İstanbul Özel Yetkili Savcısı Sadrettin Sarıkaya’nın MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırdı. Bu durum, AK Parti iktidarı döneminin yaklaşık 10 yılını içeren yönetici elit ittifakındaki çatlağın en mühim işaretlerinden biri ve Gülen Hareketi’nin o döneme kadarki en cüretkâr çıkışıdır. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan bu hamleyi kendisinin tutuklanmasına yönelik bir girişim olarak görmüştü. Bu gelişme, Türkiye’deki müesses “askeri vesayet rejimi”ni tasfiye için işbirliği yapan en önemli sosyal aktör ile siyasî aktör arasındaki güç birliği ve dayanışmanın sona erdiğinin güçlü bir göstergesiydi.

Ayrıca dershanelerin kapatılmasına dair iktidarla Gülenistler arasında yaşanan müteakkip çatışma iki ortak arasındaki ayrışmayı net bir biçimde ortaya koydu. Aslında her iki taraf arasında askıya alınan gerilimin varlığı Fidan olayının da öncesine gidiyordu.

Türkiye’de 1946’da çok partili siyasete geçilmesinden bu zamana, Gülen Hareketi gibi dinî oluşumların, bir sağ kitle parti çatısı altında birleşen büyük iktidar koalisyonunun bir parçası olması alışılmış bir durumdur. Ancak Fethullahçılarla birlikte ilk olan şuydu: Bir dinî hareket, ekonomik kaynakların ve bürokratik kadroların dağılımında hak ettiğini düşündüğü payı fütursuzca talep etme cüreti gösterdi. İlaveten, hükümet politikalarını şekillendirme hususunda da kendinde hak gördü ve bu konuda gücünü sergileme teşebbüsünde bulundu.

AK Parti’yle Gülenistler arasındaki çatışmayı o dönemde ele alan hem uluslararası medya hem de AK Parti karşıtı Türk medyasının bazı unsurları, bu çatışmada genellikle iç faktörlerin önemi üzerinde durdular. Ayrıca, Gülenistlerin hükümete yönelik çatışmacı tutumuyla dış faktörler arasında herhangi bir bağ kurmaya çalışan her türlü analizi komploculuk olarak nitelendirme eğiliminde oldular. Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, analize dış dinamikleri dahil etmek, Gülen Hareketi’nin Türkiye’de güçlenmesinde iç dinamiklerin inkar edildiği manasına gelmez. Ayrıca hareketin davranışıyla uluslararası bağlamın dikte ettiği koşullar arasında bir bağ bulmak, hareketi sadece bir piyon olarak hareket eden bir oluşum konumuna da indirgemez.

Aslında, Sünni geleneğin “40 yıllık zâlim bir yönetim bir gecelik kaostan iyidir” anlayışına bağlı bir kişi olarak, Gülen her zaman devlete karşı çıkmamayı savundu. Kendi hareketini kültürel İslam dairesi içinde konumlayan Gülen alternatif siyasî-sosyal düzen arayışı içinde olan İslamcı hareketleri kısa ömürlü saman alevine benzetmiştir. Ona göre kendi hareketini yeryüzünü ısıtan ve aydınlatan güneştir. Peki o halde neydi Gülen’i mevcut iktidara karşı başkaldırmaya iten? Gülen’i iktidara karşı koymaya yönelten etken, artık hareketinin devletin gerçek sahibi olduğuna inanmış olması ve kendisine destek veren dış aktörlerden de cesaret ve hatta destek almış olmasıdır. Kısacası, dış dinamiklerin rolünü dışlayarak Gülen Hareketi ile Erdoğan hükümeti arasındaki çatışmayı anlamaya yönelik her türlü çaba yetersiz kalacaktır.

İLK EVRE: YEREL HAREKET, DEVLETÇİ VE STATÜKO YANLISI YÖNELİM

Gülen Hareketi’nin başarısında elbette üyelerinin fedakarlığının ve gayretlerinin bir etkisi vardır. Ancak belirli tarihsel konjonktürlerde iktidar(lar)la yakın ilişkiler içinde olması ve belli bir işlev içinde hareket ediyor olması ona muazzam bir güce ulaşmasının kapılarını açtı.

1960’lar Türkiye’de üniversite gençlik hareketlerinde Marksist ve sol fikirlerin popülerlik kazanmaya başladığı yıllardı. 1950’lerden beri sürdürülen bir çizginin devamı olarak o dönemde dini cemaatler ve tarikatlar “Sovyet tehditi” ve artan “ateist komünist tehlike”ye karşı devlet yanlısı duruşlarını sürdürüyorlardı. Henüz belli bir dini örgütlenme içinde sivrilmemiş olan Fethullah Gülen de kendisine taşralı ve muhafazakar kökenden gelen biri olarak tarikatlar ve cemaatler çizgisinde bir pozisyon belirlemişti. 1960’lı yıllarda onursal başkanlığını emekli bir kara kuvvetleri generali olan Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in yaptığı Komünizme Karşı Mücadele Derneği’nin faaliyetlerine katıldı.

1970’ler Gülen Hareketi’nin oluşum yıllarıydı. O yıllarda merkez sağ Adalet Partisi’ni destekleyen Nurcu oluşumdan ayrılmış ve Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Milli Görüş Hareketi’ne (MGH) yakın durur bir görüntü sunmuştu. Ancak MGH gençleri arasında İran Devrimi’ne ve bölgedeki diğer İslamî siyasî hareketlere karşı artan sempatiden rahatsız olan Gülen, Erbakan ve hareketine karşı da mesafeli bir tavrı benimsedi. 1970’lerin sonlarında ve 1980 askeri darbesinden önceki aylarda aşırı sağ ve sol silahlı gruplar arasında artan şiddet sonucu can kaybı her geçen gün artarken, Gülen gençleri siyasî gösterilerden ve okul boykotlarından uzak durmaya ve anarşi ve kaosa karşı polis ve orduyla birlikte hareket etmeye çağırıyordu.

Gülen, Türkiye’nin demokratik gelişmesi üzerine olumsuz etkilerinin bugün hâlâ hissedildiği 1980 askeri darbesini desteklemişti. Askeri rejimin “arananlar” listesiydi ama hareketi askeri yetkililerle irtibat halindeydi. 1983 yılında çok partili siyasete geçişin ardından 1983-1991 yılları arasında ülkeyi yöneten Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’ni destekledi. Gülen Hareketi’ne tamamen devletin icadı bir oluşum olarak bakmak kimileri için komplocu bir bakış olarak görülebilir. Ancak hareketinin müesses nizam tarafından İran Devrimi sonrası dönemde yükselen İslamcı siyasî gençlik aktivizmine karşı bir panzehir olarak görüldüğüne şüphe yoktur.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması, Gülen Hareketi için yeni fırsatlar sundu. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Türkiye’nin Sovyet sonrası dönemdeki rolünü, Selefilik ve İran Devrimi’nden ilham alan radikalizme karşı Orta Asya’da bir set/mani oluşturma olarak tanımladı. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında yaşanan jeopolitik değişimler bölgede dinî alan da dahil olmak üzere birçok açıdan bir boşluk bırakmıştır. Türkiye, dini alandaki boşluğu doldurmak için devlet olarak sadece kendi kaynaklarını (Diyanet İşleri Başkanlığı) seferber etmekle kalmamış, aynı zamanda Gülen Hareketi’nin Orta Asya’da etkisini göstermesinin önünü açmıştır. Bu çabalar aynı zamanda terörü “radikal” İslamî siyasî aktivizmin bir sonucu olarak gören NATO’nun Soğuk Savaş sonrası dönem tehdit değerlendirmesiyle de uyumluydu.

Gülen Hareketi ile Türk devleti arasındaki ilişkiler Özal sonrası döneme de yayılmıştır. Bu ilişkide hareketi sadece devletin elinde bir araç olarak görmek kısır bir değerlendirme olacaktır. Daha ziyade her iki tarafın da karşılıklı çıkarlarına hizmet eden bir durumdan mümkündür. Gülen’in devletçi ve milliyetçi görüşleri dikkate alındığında, bir dinî hareketin çabalarını devletin politikalarıyla uyumlu hale getirdiğini görmek garip olmasa gerek. Ayrıca devletle olan bu yakın ilişkiler, hareketin bürokratik kadrolara erişimini sağlamıştır.

28 ŞUBAT 1997 MÜDAHALE VE SONRASI

Postmodern darbe olarak da adlandırılan 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi, Başbakan Necmettin Erbakan’ın koalisyon hükümetini istifaya zorlamış ve tüm dinî kesimlere yönelik bir baskı dönemi başlatmıştır. Bu müdahalenin ilk evrelerinde diğer dinî oluşumların zulmüne kayıtsız kalan Gülen, kendi hareketini bir baskıdan korumak umuduyla darbeyi meşrulaştırıcı bır duruş benimsedi. Darbeyi destekleyen medya, Gülen’in bu duruşunu özellikle Refah Partisi’ne (RP) karşı manipüle etti. Ancak Gülen, darbecilerin listesinde sıranın kendisinin olduğunu anlayınca ABD’ye gitmek için Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı.

Türkiye’den ayrılan Gülen’in yerleşmek için ABD’yi tercih etmesi bir rastlantı değil, rasyonel bir tercihtir. 1990’ların ortalarından itibaren Gülen, kendisini ve hareketini “ilerici” İslam’ın “aydınlanmış ve Batı yanlısı yüzü” olarak sunan yeni bir “İslamî”söylem geliştirmeye başladı. Ayrıca hareket, eğitim ve ticarî faaliyetlerde bulunmak suretiyle her kıtada at oynatan bir konuma geldi. Daha önce de belirttiğimiz gibi ABD, Soğuk Savaş sonrası tehdit söylemini “radikal İslamî terörizm” üzerine inşa etmişti. “Radikal İslami teröre karşı panzehir” söylemine sahip bir küreselleşmiş Müslüman oluşumu olarak Gülen Hareketi, ABD’de kendini “evinde” hissedecekti.

Geçmişte MGH ile yakın temastan kaçınan Gülen’in 2002 seçimleri ve sonrasında AK Parti’ye verdiği desteği bu bağlamda anlamak gerekir. AK Parti liderliği, MGH’den ayrılan grubun temsilcileri olarak siyasette ayakta kalabilmek için ulusal ve uluslararası güç merkezleri nezdinde meşruiyet kazanma zarureti hissettiler. Erbakan liderliğindeki hükümetin devrilmesi ve RP’nin yasaklanması esnasında iç ve dış güç merkezleri arasında kayda değer bir görüş farklılığı yaşanmadı. Avrupa ve ABD, RP liderliğindeki hükümete karşı aleni bir askeri darbeye yeşil ışık yakmasa da, ordunun siyasete müdahale etmesine de itiraz etmedi.

Lakin AK Parti’nin kurucuları, ABD’li politikacılarla kurdukları iletişim kanalları aracılığıyla, İslamcı gelenekten gelen ve ABD’nin İslam ile demokrasi arasında uzlaşma arayan bir siyasî partiye olumlu baktığı kanaatindeydiler. Bu izlenimi o dönemde Amerikan akademik çevrelerinde sürdürülen tartışmalar da destekler mahiyetteydi. Yaptığı konuşma nedeniyle 10 ay hapis cezasına çarptırılmasının ardından Erdoğan’a ABD’nin İstanbul Başkonsolosu tarafından tam destek vermesi, Amerikalıların yeni siyasî oluşuma yönelik olumlu bakış açısının erken bir göstergesiydi.

ABD’de akademik çevrelerde epeydir tartışılmakta olan İslamcıların demokrasiyle uzlaşmasının bölgede demokratik rejimlerin oluşması ve oturmasına katkı sağlayacağı hususu 1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında Amerikan karar vericilerinin de gündeminde olan bir mevzu haline gelmişti. Ortadoğu’daki diğer ülkelere göre nispeten oturmuş bir çok partili hayata sahip olan Türkiye’de böyle bir iktidara şans verilmiş olması özelde bölge açısından, genelde de tüm İslam dünyası açısından bir labaratuvar işlevi görebilirdi.

AK Parti kurulmadan önce, partinin kuruluşuna öncülük eden isimlerin ABD’li yetkililerle çeşitli temaslar içinde oldukları gözlerden kaçmadı. Sonuç olarak, her iki taraf da birbirleri hakkında karşılıklı bir ortak anlayışta buluştular. ABD, iki nedenle yeni siyasî oluşumda altın bir fırsat gördü: Birincisi, Amerikalılar için o anda ülkenin tek popüler figürü olan Erdoğan’ın başını çekeceği siyasî partiye kapıları kapalı tutmak, stratejik olarak çok önemli bir ülkede siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın büyümesinin önüne geçecektir. İkincisi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD’li politika yapıcılar bakımından İslam ve demokrasi arasında bir uzlaşma (ılımlı İslam), Müslüman dünyasına siyasi istikrar getirebilecek ve Batılı ile Müslüman kültürler arasındaki gerilimleri azaltabilecek bir rol üstlenebilir.

İkinci husus açısından bakıldığında, ABD’liler açısından İslam ve demokrasi arasında böyle bir uzlaşmayı sağlamada Türkiye orijinli İslamî hareketler dünyanın diğer bölgelerine kıyasla daha fazla potansiyele sahipti. Bu tarihsel bağlamda ve konjonktürde, Gülen Hareketi ve AK Parti, tükenmiş Türk siyasi sistemini dönüştürmek için ilgili tüm taraflarca beklenen ortaklar haline geldi.

AK Parti-Gülen hareketi ilişkilerinin niteliği (2)

Levent Baştürk-16/07/2022

AK Parti ile Gülen Hareketi arasındaki ilişkiler, 2000’li yıllarda 2010 referandumuyla zirveye ulaşan bir ittifak olmasına rağmen, her zaman pürüzsüz olmadı. Ordu içindeki bir takım unsurların tekrar siyasete müdahil olma girişimlerine tanıklık eden 2007 sonrası dönem ikisi arasındaki dayanışmanın altın çağı oldu. Ancak hareket veya o günlerdeki popüler sıfatıyla cemaat, medya, iş dünyası ve finans sektöründeki ağırlığının yanı sıra temelde güvenlik güçleri, yargı ve diğer bürokratik kadrolardaki gücüne çok güvenmekteydi.

İktidarla yaşanan zıtlaşma öncesinde muhafazakar kesimde pek çok kişi hareketin ifade edilen sosyal ve kültürel hedeflerine sempati besliyordu. Lakin bu sempatinin hareketin kendi siyasi çıkarlarına yönelik bir desteğe dönüştürülmesi oldukça zordu. Bunun sebebi de benzer değerleri paylaşan ve önceki hükümetlere kıyasla ülkenin yönetiminde başarılı olduğuna inanılan güçlü bir siyasi parti olarak AK Parti’nin varlığıydı.

Güç mücadelesinde başat oyuncu olma bağlamında harekete/cemaata verilen kitlesel desteğin hacmi hakkındaki belirsizliğin, hareketin bürokrasi, medya ve ekonomideki güçlü varlığının ağırlığını otomatik olarak azaltıcı etkisi olmuştur. İktidarın güçlü popüler desteğe sahip olması, ona cemaattan gelecek saldırılara karşı gereken hamleyi yapabilecek bir meşruiyet alanı sağlamıştır.

“SİYASET DIŞI” BİR SİYASÎ AKTÖR OLARAK GÜLEN HAREKETİ

Gülen Hareketi sürekli siyaset dışı olduğunu iddia etmiştir. Gerçekteyse hareket sürekli siyaset dünyasıyla ve devletle derin ilişkiler geliştirmiştir. Gülenciler siyasetten uzak durma iddiasıyla siyasete derinden bulaşmış olma arasındaki çelişkiyi, hareketlerinin siyaset üstü faaliyet gösteren sivil toplum oluşumu olduğunu vurgulayarak açıklamışlardır. Ancak aslında olan şudur: Hareket politikaları etkilemek yerine bizzat şekillendirmek için siyasi bağlarını devreye sokmakta ve emniyet, istihbarat ve yargı bürokrasisindeki takipçilerini kullanmaktadır. İhtiyaç gördüğünde hukuk dışına çıkmaktan da çekinmemektedir.

Hakikatte, Gülen Hareketi özellikle AK Parti iktidarı döneminde Türkiye’deki en etkili siyasi aktörlerden biri olmuştur. Bir sivil toplum girişimi olma iddiası, hareketin sahip olduğu gerçek siyasî iktidar kaynaklarını gizlemek için bir kılıf işlevi görmüştür. Hareket, hayati çıkarları söz konusu olduğunda veya bu çıkarlar tehlikeye girdiğinde devlet hiyerarşisi içindeki uzantıları ve bağlantıları vasıtasıyla kararları şekillendirmeye ve belirlemeye çalışmaktan çekinmemiştir. Gerçekte, Gülen Hareketi siyasal sistemin kurallarına tabi olmadan, siyasi sistemde giderek gücünü artıran bir siyasî entite aktör olarak faaliyet göstermiştir.

Bir siyasi aktör olarak Gülen Hareketi, müttefiki iktidar partisinin itirazlarını ve ikazlarını ciddiye alan bir tutum takınmamıştır. Hareket devlet içindeki örgütlenmesi sayesinde bazı siyasi hesaplarını görmek için, siyasi gücünü hasımlarına karşı çeşitli darbe davalarında kullanmıştır. Hareketin siyaseti şekillendirme girişimlerinin ortaya koyduğu gerçek şudur: Hareket ile AK Parti iktidarı arasındaki çekişme, demokratik sivil bir hareket veya toplumsal güçle her gün daha otoriter olma eğiliminde olan bir iktidar arasındaki mücadele değildir. Kavga iki otoriterleşme eğilimindeki aktör arasında bir iktidar mücadelesidir.

DÜNYAYA ANAAKIM AMERİKAN PERSPEKTİFİYLE BAKAN KÜRESEL HAREKET

Gülen Hareketi üzerine yapılacak herhangi bir analiz, lideri ve merkezi ABD’de olan küresel bir hareketle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini göz ardı edemez. Özellikle de 11 Eylül sonrası dönem bağlamında hareketin ABD merkezli olması tesadüfi bir gelişme değildir. Gülen’in ABD’de olması da sadece 1998’de Türkiye’deki baskıdan kaçmasıyla ilgili değildir. Araştırmacı gazeteci Jeremy Scahill’in resmini çizdiği “kirli savaşları” rutin hâle çeviren ve “dünyayı bir savaş alanı” haline getiren “küresel teröre karşı savaş” bağlamında Amerikan siyasetiyle Gülen Hareketi arasında göz ardı edilemeyecek bir çıkar örtüşmesi vardır.

11 Eylül sonrası konjonktürde Gülen’in İslam anlayışı ve meselelere yaklaşımı ABD’de kabul gören, takdir ve tasdik edilen bir bakış açısıdır. 11 Eylül sonrası dönemde George W. Bush’un dış politika ekibinin mühim bir üyesi olan Zalmay Halilzad’ın eşi Cheryl Benard tarafından yazılan Civil Demokratic Islam adlı bir RAND Cooperation raporunda Gülen, çalışmaları teşvik edilmesi gereken modernist bir fikir insanı ve hareket lideri olarak sunulmaktadır. Ayrıca raporda Gülen’in bakış açısı paralelindeki İslamî yaklaşım ve hareketlerin teşvik edilmesi önerilmektedir.

Gülen Hareketi, AK Parti iktidarıyla işbirliği yapması sebebiyle bir ara pro-İsrail sağcı muhafazakar çevrelerden tepki görmüş olmakla beraber genelde ABD’deki olumlu imajını büyük ölçüde korumuştur. ABD’deki bazı şahin muhafazakarların harekete karşı bir ara olumsuz tavır içine girmiş olmalarının etkisiyle, özellikle 2010’dan itibaren Erdoğan hükümetiyle bağlantılı olarak görülmenin hareketin imajını zedelediğini fikri Gülen’de hasıl olmuştur.

Küresel bir hareket olması Gülen Hareketi’nin yumuşak karnıdır. Dünya siyasetinin mevcut iartlarında bir Müslüman oluşum olarak 150’den fazla ülkede güçlü bir direnişle karşılaşmadan faaliyet göstermek, küresel statükoya maksimum düzeyde uyum gerektirmektedir. Hareket, “ılımlı” görünümü nedeniyle dünya çapında tolere edilmiş ve hatta teşvik görmüştür. Harekete yönelik bu onaylayıcı tutum ve onun “ılımlılık modeli” olarak görünmesi sadece “İslamî” mesajıyla ilgili değildir. Aynı zamanda dünya meselelerinde aldığı pozisyonla da ilgilidir. Dünya sisteminin mevcut güç ilişkisinde Gülen Hareketi kendisini Batı yanlısı olarak konumlandırmaktadır.

Hareketin medyasına dikkatlice bakan bir okuyucunun ilk farkedeceği hususlardan biri, İsrail hakkında yayınlanmış herhangi bir haberde veya köşe yazısında “işgal” kelimesinden neredeyse hiç kullanılmadığıdır. Genelde hareketin medyasında İsrail’e yönelik kınayıcı bir eleştirel tavır pek olmadı. Filistin’de barışın önündeki engelin kolonyalist yerleşmeci Apartheid rejimi olduğuna dair bir tespit görmek neredeyse imkansızdı. Ancak çatışmanın devam etmesinde Filistinlilerin direnişini yargılayan bir tavır yer yer görülmüştür.

Gülen Hareketi kesinlikle İsrail’in, ABD’de oldukça etkili olan İsrail lobisinin ve pro-İsrail evanjelist çevrelerin tepkisini çekmek ve İsrail karşıtı olarak algılanmak istememektedir. Dahası, Gülen Hareketi İsrail’i düşmanlaştırmamanın ABD ve Avrupa’nın gözündeki ılımlı imajını güçlendireceğine inanmıştır. Bu kabul, hareketin küresel ölçekte hayatta kalmasının ve genişlemesinin anahtarı olarak görülmüştür.

Hareket medyasında uzun yıllar yazmış ve Gülen’e yakın duruşuyla tanınmış ama şu an iktidar safındaki gazeteci Hüseyin Gülerce’nin de teyit ettiği gibi, Gülen Hareketiyle AK Parti arasındaki ilk ciddi çatlağa her iki yapının İsrail hakkındaki duruş farklılıkları neden oldu.

EKSEN DEĞİŞİMİ TARTIŞMASINA YOL AÇAN OLAYLAR VE GÜLENİST DURUŞ

Türkiye’yi Batı’ya dönük görme arzusu, Filistin Meselesi ve İsrail dışındaki konularda da Gülen’in Erdoğan’ın dış politikasını eleştirmesine neden oldu. Bunlardan birisi de 2010’da Türkiye ile ABD arasında İran’ın nükleer enerji programı konusundaki anlaşmazlık oldu. ABD’nin İran’a yönelik yaptırımlara başvurmasına karşılık Türkiye, İran’ın barışçıl amaçlarla nükleer teknoloji geliştirme programını destekledi ve Brezilya’yla birlikte İran’a ek yaptırımlar uygulayan BM Güvenlik Konseyi’nin 1929 sayılı Kararına karşı oy kullandı.

Türkiye’nin yaptırımlar konusundaki istenmeyen tavrına ilaveten 31 Mayıs 2010’daki Mavi Marmara Vakası, Washington’daki siyasi çevreleri hayli rahatsız etti. Ayrıca, Türkiye-İsrail arasındaki siyasi ilişkiler de bozuldu. Mayıs 2010’daki bu iki gelişme, Washington’da Türkiye’nin dış politika yönelimlerine ilişkin tartışmaları alevlendirdi. Amerikan medyası ve siyasetçiler Türkiye’yi “eksen kayması”yla, yani “İslamcı” yönelimli AK Parti yönetimi altında Batı’dan kopup pan-İslamist bir dış politikaya yönelmekle suçladı.

Bu kritik konjonktürde Gülen, Wall Street Journal’a Türk hükümetinin olayı ele alış biçiminden hoşnutsuzluğunu gösteren bir röportaj verdi. Gülen bu röportajda, bir Türk insanî yardım kuruluşu olan İHH’nın sahibi olduğu Mavi Marmara gemisinin de içinde bulunduğu filonun, İsrail makamlarından izin istememesinin bir hata olduğunu belirtti. Oysa böyle bir izni istemek tüm Gazzelileri temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum bırakan bir işgalci güç tarafından uygulanan bir yasadışı ablukayı kırma amacına tamamen aykırıydı.

GÜLENİSTLERİN ARAP BAHARI SONRASI ELEŞTİREL TAVRI

Tunus’ta başlayan ve 2010 yılı sonunda Kuzey Afrika bölgesine yayılan Arap ayaklanmaları tüm Ortadoğu için hem umutları ve beklentileri hem de endişeleri artıran bir gelişme oldu. Ayrıca Türkiye açısından, ülke dış politikası hakkındaki “eksen değişimi” tartışmasının Ortadoğu’daki yeni rejimler için “Türk modeli”ne dönüşmesine vesile oldu. “Yeni Ortadoğu”da, İslam ile laik liberal demokrasi arasında bir sentez oluşturmuş bir ülke olarak Türkiye’nin bir model olup olamayacağı Batı’da siyasi ve akademik çevrelerde ve medyada tartışılmaya başlandı.

“Arap Baharı” demokratik kurallara göre siyasi iktidar için rekabet etmeye istekli İslamcı oluşumları ön plana çıkardı. İslamcı oluşumların, kökleri İslamcı harekete dayanan ve laik Batı merkezli Türkiye›yi yöneten siyasi bir parti olan AK Parti’ye yakınlıkları, AK Parti’nin Batı’da yeniden ilgi odağı haline gelmesini beraberinde getirdi.

“Arap Baharı”nın kısa sürede kışa dönmeye başlamasıyla birlikte, AK Parti’nin bölgesel ve genel dış politikası yeniden eleştiri odağı oldu. 2011’de bölgenin yükselen yıldızı, 2013’ün yalnız kurdu olarak görülmeye başlandı. Batı’da AK Parti yönetimine yönelik iyimserlikten sert kritik tavıra doğru bu gidişatta başlıca üç faktör rol oynadı: Suriye çıkmazı, Mısır’daki Cumhurbaşkanı Mursi hükümetini deviren askeri darbe ve Haziran 2013’te İran Cumhurbaşkanı seçilen Hasan Ruhani’nin Batı’ya açılımı.

Gülencilerin Arap Baharı sürecinde AK Parti’nin dış politikasına bakışı, Batı’nın Erdoğan hükümetine yönelik tutumları doğrultusunda gelişti. 2011 ve 2012’de, bu kritik yıllarda hükümetin bölgesel politikası hakkında koşullu bir iyimserlik sürdürdüler. Bazı durumlarda da hükümetin attığı adımları eleştirmeye devam ettiler.

Libya ayaklanması başladığında, hükümetin Kaddafi’ye karşı müdahale kampına katılma konusundaki isteksizliği nedeniyle Gülenciler hükümeti eleştirenlere katıldı. Suriye ayaklanmasının ilk aylarındaysa krizi bölgesel düzeyde mezhepçi bir perspektiften sunmaya çalıştılar. Hükümeti sadece Esad rejimiyle ilişkileri derhal kesmeye zorlamaya çalışmakla kalmadılar, aynı zamanda Suriye’nin bölgedeki en önemli müttefiki olan İran’a karşı çatışmacı bir politikayı da kışkırttılar.

Gülenciler, iktidarın Arap Baharı ülkelerindeki yeni siyasi aktörlerle geliştirmekte olduğu bağlarla da ilgilendiler. İktidarın İslamcı siyasi partilerle güçlü ilişkiler kurma politikasını sakıncalı buldular. Bu arada İsrail’le siyasi ilişkilerin geliştirilmesinin gerekliliği konusunu sürekli gündeme getirdiler. Cumhurbaşkanı Mursi’nin Temmuz 2013’te Mısır’da bir darbeyle devrilmesinin ardından Gülenciler, sözde pan-İslamist dış politikası nedeniyle Erdoğan’ı eleştirme eğilimi içinde oldular.

SONUÇ

AK Parti ile Gülen Hareketi arasındaki çatışmayı sadece iktidarı oluşturan büyük koalisyondaki bir çatlağın yansıması olarak okumak yanıltıcı olacaktır. Gülen Hareketi sadece Türkiye kökenli bir oluşum değildir. İhtiyaçlarını ve çıkarlarını küresel ölçekte tanımlayan küresel bir harekettir. Onu popüler bir takipçi kitlesine sahip bir diğer yerli grupla kıyaslamak yanıltıcı olur. Gülen, Türkiye’de yerel aktör olarak hareket etmiş gibi görünmekle birlikte küresel ölçekte yapılan hesaplara göre adım atmıştır.

Gülen Hareketi’ni herhangi bir sivil toplum yapılanması gibi karar alma sürecini etkilemeye çalışan bir çıkar veye baskı grubu olarak ele almak da yetersiz kalır. Hareket aslında iktidar üzerinde büyük bir etkiye sahipti ve bir çok hükümet kadrosunu takipçileriyle doldurmuştu. İki müttefik arasındaki çatışma, otoriter bir hükümetin, siyasi sistemin demokratikleşmesini isteyen bir sivil toplum oluşumunun önerilerini reddetmesinden kaynaklanmadı. Gülen Hareketi’nin yapmaya çalıştığı şey, politikalar için girdi sağlama mücadelesinin çok ötesine gitmiştir. Aksine gerçekte, küresel çıkarları doğrultusunda belirlediği kendi politikalarını hükümete dayatmaya çalışmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.