Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin Kurucusu Tarık Çelenk “Müslüman toplumlarda moderniteye karşı 9. ve 12. Yüzyılda şahit olduğumuz epistemolojik çıkış henüz gerçekleşemedi” diyor.
'Vicdan için kutsalda, insan benliğinde
hakikatten kopmayacak en son ve tek parça denir. Müslüman toplumların
kaybettikleri hakikati ve ahlak felsefesini bulabilmeleri için öncelikle
içlerindeki vicdanı keşfetmeleri gerekiyor.”
İZMİR MARŞI İLE ANLAM ARAYIŞI
Geçenlerde bir kısmımızın dikkatinden
kaçan ancak ilginç bir konu, bazı ilahiyat fakülteleri mezuniyet törenlerinde
İzmir marşının okunmasına dairdi. Ayrıca Kayseri gibi muhafazakâr bir merkezde
gençlerin mahşeri bir kalabalık konserde İzmir marşını coşkuyla birlikte
söylemelerinin ise pek gözlerden kaçacak durumu yoktu. Belirgin olan başka konu
ise muhafazakâr sıkı değerlerle yetiştirilen çoğu gençlerin nikah ve nişan
törenlerinin kapanışında İzmir marşının okunmasının artık bir format haline
getirmeleriydi.
SADECE İNANÇLARINI MI KAYBEDİYORLAR
Son yazdığımız “Niçin İnançlarını
Kaybediyorlar” yazımız oldukça ilgi gördü. Zira toplumsal bir karşılığı vardı.
Yazı diğer politik konular gibi açıktan, pek tartışılmayan, örtülmek istenen
veya ertelenen bir hakikatin karşılığıydı.
Gençlerin kaybettiği sadece kurumsal dine
olan inançları değildi. Ülkelerine ve toplumsal birbirimizi birbirimize
bağlayan bazı değerlere olan aidiyet duygularını da kaybediyorlardı.
Siyasiler ve ilgili kamuoyu tarafından
yürütülen popülist beka ve kutuplaştırma politikaları toplumda artık mecal
bırakmadı. Öncelikle kaybolan sadece dini değerler olmadı. Daha da önemlisi
ülkeye ve insanların birbirlerine olan bağını belirleyen aidiyet değerlerine de
zarar verdi. Bir bakıma post truth-hakikat sonrasi dönemin kendimize özgün
etkileri, toplumda hakikate olan güveni içten sarsmıştı.
ANLAM ARAYIŞINDAN MUTLAK
ANLAMSIZLIĞA GEÇİŞ
Bu süreçlerde genç kuşak yaşamda
planladıkları ve amaçladıkları şeylerin gerçekleşmeyeceği hissine kapıldı. Bu
onlarda adeta bir anlamsızlık, amaçsızlık ve kaybolmuşluk duygusu yaşatıyordu.
Artık yeni kuşaklar kimseye empati duyamıyor. Kendini tanımayanı yok sayıyor.
Bu kuşaklarda kaybolan anlam duygusu ancak mutlak anlamsızlıkta kendine çözüm
bulabiliyor. Bu da aidiyet duygusunu örseliyor.
İSLAM DÜNYASI VE EVRENSEL AHLAK
FELSEFESİİ
Dine ve aidiyet değerlerine kopuş sadece
ülkemiz için geçerli bir durum değil. İslam dünyasının genelinde de bu kopuş
kendini hissettirmekte. Tunus ve Cezayir’de yapılan araştırmalar bu konu
hakkında bizlere ip ucu vermekte.
Bu alanda tez danışmanlığı yapan bir
akademisyen arkadaşımın şu yorumu dikkat çekiciydi “İslamiyet bugün siyasal ve
sosyal olaylarda (örneğin yolsuzluk) ahlaki savunu yapamıyor,
Hukuk olarak verdiğini ikna edici değil.
Mesela ben AB hukukunu tercih ederim vb.
Bu ikisi kaçınılmaz olarak insanlarda o
zaman niye bağlı kalalım sorusunu tetikliyor.
Epistemolojik iman tartışması bunlardan
sonra geliyor. Bu iki alanda ikna edici olsa insanlar cinlere bile inanır :)”
Aslına bakarsanız ülkemizde yeni vefat
eden maruf bir hoca efendinin ardından tarikatlara ve cemaatlere ilişkin
yapılan tartışmaların altında yatan gerçek neden ise tam da bu idi.
Vicdanlarda ve tarafsız gözlemcilerde soru
şu “Müslüman toplumlar niçin evrensel bir ahlak felsefesi üretememekte”.
EPİSTEMOLOJİ İNŞASI
Episteme antik filozoflara göre, hakikatın
direkt kendisi. Veya hangi paradigmadan-bakış açısından bakıyorsanız hakikatı
ayırt edebilecek bilgi veya inancın mimarisi. Post modern filozoflara göre ise
düşüncenin mimarisi veya metodolojisi.
Hz. Peygamber’den sonra İslam dünyası
siyasi ve ekonomik alanda hızla genişledi. Roma ve İran’ın derin kültürel ve
devlet mirasını yönetmek zorunda kaldı. Ortaya sadece devlet inşası ve
protokolüne ilişkin sorunlar çıkmıyordu. Gelişen ticaret hukuku ve kadim
inançların varlık anlayışlarına ilişkin İslam’ın yorum ve bakışı da bu yeni
toprakların halklarının merak alanlarını celbediyordu. Bu toprakların yeni
yöneticilerinin bu coğrafyayı yeni bir dinin önderliğinde rahat yönetebilmeleri
için sorulara tatminkâr ve uygulanabilir yanıtlar vermeleri gerekiyordu. Yeni
bir düzen, hayatın akışına uygun kurulmak zorundaydı.
Fıkıh, Kelam ve İtikadi mezheplerin
oluşumu Müslüman halk açısından söz konusu işleri yoluna koymuştu. Ancak Hind,
Orta Asya ve helenistik-antik pagan inançları özellikle elit eski kesimde
etkindi. Ayrıca matematik ve geometri gibi tekniğin ve görünen dünyanın içine
nüfus edebilecek bilimlerde bu antik felsefelerin parçalarındandı. Aristo’nun
fizik-metafizik dünya ayrımı veya Platon’un ideler alemi ve gerçek dünya ile
ilişki modeli antik epistemenin tanımını oluşturuyordu.
İslam inancının temel esaslarından
vahiy-görünmeyen alem-dogma gibi kavramların akıl, zeka ve görünülen dünya
arasındaki ilişki modelinin tanımlanması gerekiyordu.
Bugünkü determinal sebep-sonuç biliminin
ve metodolojisinin de kurucusu kabul edilen Aristo’nun bakış açısı ve ilgili
metinleri, çiçeği burnunda İslam dünyasının filozoflarına önderlik etti.
Öncelikle, konuya ilgi duyan Emevi ve Abbasi prenslerinin sponsorluğunda
Grekçeye hâkim Asuri mütercimlere kadim-antik Helen filozoflarının eserleri
Arapça ’ya çevrildi. Öyle ki bu Arapça kaynaklar sonradan Rönesans ve İngiliz
aydınlanmasının referanslarını teşkil edecekti.
Farabi, İbni Sina, Kind ve İbni Rüşt gibi
filozoflar, temelde Aristo referans olmak üzere Platon’dan da faydalanarak
İslam inancında varlık telakkisinden yaşadığımız dünyadaki içkinliğe kadar bir
dizi hususun ilişkisini kodifiye edip modellediler. Bu durum sadece İslam
medeniyetinin gelişmesinin önünü açmakla kalmadı, İbni Meymun ile Yahudi, Saint
Thomas ile Hıristiyan epistemolojisinin de gelişmesine referans teşkil etti.
Peygamber a.s dan sonra İslam medeniyeti
9. Ve 13. Yüzyıl olmak üzere biri Bağdat- Beytül hikme’den Orta Asya’ya, diğeri
İspanya-Endülüs olmak üzere birbiriyle bağlantılı epistemik çıkışlar yakaladı.
Artık İslam medeniyeti antik Mısır, Helen
ve Roma’dan sonra modern öncesi dönemde tarih sahnesine çıkmıştı. Bu çıkışın
arka planında Vahiy ve Akıl arasındaki ilişkiyi modelleyen ve kadim bilgeliği
kodifiye edebilen bir epistemoloji üretimi mevcuttu.
Bu çıkışın temelinde 3 ana faktör etkindi.
Bunlar, özgüvene dayalı tercüme faliyetleri, finansal destek ve otonom-özerk
alanlar idi.
Öncelikle özgüven esaslı kadim pagan da
olsa bilgiye ön yargısız yaklaşım yapıldı. Bunun kodifikasyonuna ihtiyaç göz
önüne alındı. Bunun için Arami ve Süryanilerden oluşan mütercim grupları
oluşturuldu. Kodifikasyon işlemlerine öncelikle tercüme ve dil felsefesi
bağlamında başlandı. Halifelerin veya yakın prensleri filozoflara otonom
alanlar yarattılar ve onları bağımsız finanse edebildiler.
Zira özellikle Endülüs’te güçlü bir
merkezi siyasi otorite oluşmamıştı. Bağdat ve çevresi de farklı kimlikler ve
uluslararası ticarete çok açıktı. Bu da halifeleri ve prensleri esnek davranmaya
itiyordu. Filozoflar bu esnek alanda siyasilerin yanında prestij bulabilme ve
desteklenme şanslarını buluyorlardı. Bir şekilde uluslararası ticarette söz
sahibi sponsor bağımsız tüccarlarla da varlıklarını sürdürebiliyorlardı. Gerçi
burada İbni Haldun örneği gibi birçok filozof, bazen üst düzey devlet görevi
alabiliyorlar ancak bazen de beraber hareket ettikleri siyasiler, sadaretten
düşünce de hapise girebiliyorlardı.
MODERN DÜNYA İÇİN BİLGİ MİMARİSİ
Orta Çağ Avrupa’sında Papalık siyasi gücü
krallar, derebeyleri ve tüccarlarla paylaşmak istemiyordu. Bu durum Rönesans ve
Aydınlanma devrimine sebep teşkil etti. Aydınlanmacılar da referanslarını erken
İslam filozofları gibi antik Mısır ve Helen’den aldılar. Başta Arapçadan olmak
üzere ciddi tercüme faaliyetlerine giriştiler. Şehir devletleri ve tüccar
ailelerin güçlü olduğu Avrupa’da filozofların ve sanatçıların sponsorluğu sorun
olmadı. Kutsal Kitap değil İnsan odaklı kodifikasyon süreçleri yaşandı. Fizik
alem ve determinal dünyaya odaklandı. Bu, bilimsel, arkasından endüstri devrimi
ve bugünlerin dünyasına öncülük etti.
Bugünkü Batı epistemolojisi inşasına
Kartezyen’ce bakıştan Kuantumcu bakışa kadar, Descartes, Kant, Hegel ve
Foucault gibi filozofların katkıları hep hatırlanmakta. Bu süreçte düşünce metodolojisi
bakımından antik mirastan diyalektik ve sentez gibi önemli enstrümanlar
üretildi.
İnsan merkezli paradigma ve episteme,
tartışmasız bir batı medeniyetinin üstün ve belirleyici olduğu bu tartışmalı
dünyayı mümkün kıldı. Bu paradigma bugün dünyamızda onarılması imkânsız çevre
sorunları ve gelir adaletsizliğinin nedenini teşkil etse de kendi içinde bir öz
eleştiri geleneğini de geliştirebilen bir esnekliği bizlerden farklı olarak
barındırabildi.
EPİSTEMİK RİYAKARLIK
İslam dünyası ise Fatih döneminden sonra
entelektüel esnekliğini kaybetti. Katı siyasi merkez, fıkıh ve kelam endeksli
kapalı İslam anlayışını kul statüsündeki vatandaşlara dikte etti. Bunun mirası
hep sürdü. İktidarı paylaşma kaygısından Türklere ve Müslümanlara bağımsız
ticaret alanları açılmadı. Tüccar ve burjuva, kontrollü olarak da olsa hep
gayri Müslimlerden oluştu.
Osmanlı modernleşme anlayışı ise askeri
yenilgiler üzerine inşa edildi. Türk modernleşme düşüncesi ise tamamen devleti
nasıl eski ihtişamlı günlerine kavuştururuz üzerine doğdu. Bir insan ve varlık
telakkisi sorgulama üzerine doğamadı. Batının ilmi ve fenni, doğunun ahlakı
çelişkisi söylemiyle oyalanmaya çalışıldı.
Devlet dahil her türlü otoritenin
sorgulanmasına dair bir ahlak felsefesi geliştirilemedi. Devlet dini ve
tarikatları bir şekilde kontrol altına aldığından bunların bağlılarında adalet
duygusu da sınırlanmış oldu. Muamelat ve amellerin öteki dünya ile matematik
mantığı denklemi dışına adalet anlayışı taşamadı. Bu tartışmalar ışığında
adalet duygusuyla fıtri ahlakı ilişkilendirdiğimizde ciddi çelişkiler yaşandı.
Otoriteye mutlak itaat ve duyulan korku, fıkhın ve tasavvufun özünü oluşturan
hususları bazen anlamsız kıldı.
İslam retoriğinde Ahlak, imanın ve
yaratılışın doğası olarak tanımlandı. Tasavvuf “hiçbir şeyin insana sahip
olamaması-gerçek özgürlük” ve Fıkıh ise “kişinin lehi ve aleyhine olanı
bilmesi” olarak tanımlanmıştı. Haya ve hikmete farkındalık bilinci dendi. Ancak
bugün başta ülkemiz olmak üzere, İslam dünyasına baktığımızda bunların
karşılığını hissetmemekteyiz. Tam tersine modern akla dayalı batılı seküler
ahlak anlayışı birey, toplum ve ticaret hayatında üstünlüğünü hep gösterdi.
Sorun bugünkü Batı’nın akıl ve adalet
esaslı ahlak epistemolojisi yaklaşımının yaşamda geçerliliği kadar, İslam
dünyasında Vahiy kaynaklı bir ahlak anlayışının Müslüman toplumların genelinde
geçersizliği üzerine gözükmekte. Bu durum farkında olarak veya olmayarak bir
“epistemik riyakarlık” sorunudur. Bu sorunu aklı ve vicdanında hissedebilen
İslam dünyası aydınlarının, ahlak anlayışında batı ahlak epistemolojisinin
ürettiği ahlak anlayışını tartışmasız kabul ettiğini görüyoruz. Bu durum bir
bakıma İslam dünyasında istikametsiz ve kontrolsüz bir sekülerleşme sürecinin
hızlandığını göstermekte. Kurumsal dinden uzaklaşma ise sadece bu sürecin
sonuçlarından birisi.
ULEMA-DİNİ ÖNDERLER SORUNU
Genelde İslam dünyasında bugün siyasi
popülizmin ötesinde geçmiş tarihe anakronik yorum yapan dini önderlerin
popülizmi var. 14-15. Yüzyıl fıkıh ve kelam anlayışına kapanmış bu grubun
Müslüman toplumlara güvenilir bir gelecek penceresi açması mümkün görünmüyor.
Maalesef bu grup evrensel kadim bilgi anlayışı ile alışverişe ve kodifikasyona
kapalı. Ancak, halk ve doğal olarak, siyasiler üzerinde etkinler.
Çağımızda, insanlığa ait tüm kadim
bilginin bağdaştırıcılığını savunan perenniyal felsefe, veya senkretizme kapalı
ve habersiz bir zihniyet, bugünkü Müslüman toplumların başka bir handikabıdır.
Bu konuda çalışmalar yapabilen Guenon’dan, Seyit Hüseyin Nasr’a ve Muhammet
Abid Cabiri’ye kadar mütefekkirler, ancak kendilerine batıdaki ciddi
entelektüel ortamlarda yer bulabilmişlerdir.
VİCDAN SORUNU VE SONUÇ
Müslüman toplumlarda moderniteye karşı 9.
Ve 12. Yüzyılda şahit olduğumuz epistemolojik çıkış henüz gerçekleşemedi. Bunda
ilk başta belirttiğimiz II. tercüme faaliyetleri, post modern felsefenin
kodifikasyonunu ve bunların özerk finansını yapabilecek özgüven ve iradenin
henüz oluşamamasının payı yüksektir.
İnanç ve bilginin epistemolojisini
üretemediğinizde bağlı olan Ahlakın epistemolojisini de üretemiyorsunuz. Burada
en belirleyici faktör olan “Vicdan” ve “Adalet” sorunsalıdır. Vahye dayalı
vicdan ile akla dayalı vicdan tartışmaları söz konusu ettiğimiz ahlak
tartışmalarımız ile simetriktir.
Seküler vicdana ilişkin batı ve kilise
önemli literatüre sahiptir. Modern batı, Anayasa metinlerinde ise sıkça vicdan
özgürlüğüne başvuru vurgusu yapar.
Vicdan için kutsalda, insan benliğinde
hakikatten kopmayacak en son ve tek parça denir. Müslüman toplumların
kaybettikleri hakikati ve ahlak felsefesini bulabilmeleri için öncelikle
içlerindeki vicdanı keşfetmeleri gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.