Geçenlerde basında bir gazeteci arkadaşın bir Yargıtay üyesi ile konuştuğu ve Yargıda tarikat ve cemaatlerin etkinliğinden ve aralarındaki rekabetten bahsettiği haberi yayınlandı (Bkz. İsmail Saymaz, halktv.com.tr, 19 Ekim)
Kamuoyunun bu habere oldukça şaşırdığı
anlaşılıyor.
Bendeniz şaşırmadım.
2011 başında Danıştay üyesi olduğumda en
çok şaşırdığım şey şuydu:
Danıştay’daki ve Yargıtay’daki hemen
herkes her üyenin ve hatta her tetkik hâkiminin hangi cemaat veya tarikattan
olduğunu ya da hangi siyasi eğilimin taraftarı olduğunu sayabiliyordu. 2011 ve
sonrası atananların ise herhalde yüzde sekseni belli bir tarikat-cemaatle
özdeşleştiriliyordu. Birçok üye bana tek tek isim isim hangi üyenin hangi
cemaat-tarikatten olduğunu saymıştı. Tabii kendisini ve kendi
tarikatinden-cemaatinden olanları ayrık tutarak!
İşin ilginci bu tam bir sır bile değildi.
İsimler ortalıkta herkesçe zikrediliyordu. Hatta normal bile karşılanıyordu.
Bunun da nedeni, “eski üyeler” olarak
nitelenen sosyal demokrat-Kemalist üyelerin kendilerini böyle bir
ideoloji-yaşam tarzı ile özdeşleştirmeleri ve bunu dışarıya “gururla”
göstermeleri ve ifşa etmeleri ne kadar meşru ve normal ise, kendilerinin de
muhafazakâr-milliyetçi ideoloji ile özdeşleşmelerinin ve bunu dışavurmalarının
aynı şekilde meşru ve normal olduğu gibi bir anlayışa dayanıyordu sanki.
Yani bu dönemde sanki tarikat ve
cemaatlerinin o klasik kendilerini saklama ve “yeraltında” kalma anlayışları
bir nebze de olsa gevşemiş gibiydi.
Tabii ki Darbe girişimi sonrası bu durum
tekrar değişti, o ayrı.
2010’daki Anayasa değişikliği sonrasında
HS(Y)K’nın yapısı değişince ve kontrol başta Fethullahçılar olmak üzere
muhafazakâr kesimlere geçince, Danıştay ve Yargıtay’da üye kadroları iki katına
çıkarıldı. Böylece yüksek yargıda önceki ezici “Kemalist” çoğunluk karşısında
denge sağlayabilecek bir milliyetçi-muhafazakâr ekip oluşturulmaya çalışıldı.
Bu ekip içinde de daha örgütlü olan Fethullahçılar ön plana çıktı ve 2011-2015
arasında diğer muhafazakâr grupları da domine etti.
Gerçi bunlara şimdi “FETÖ” denilmezse
garip kaçıyor. “Fethullahçı” denmesi bile hafif bulunuyor.
Ama o zaman bunlara yargıda “Fethullahçı”
denilmesi bile cesaret istiyordu. Bunlara böyle hitap ettiğimde başka bir
muhafazakâr gruptan bir Danıştay üyesi arkadaş beni uyarmıştı. “Hocam, bunlara
Fethullahçı deme, seni mimlerler, “hizmet hareketi” demek gerekiyor” demişti.
Desen: Selçuk Demirel
Kabaca 2010 Anayasa değişikliği ile 2016
darbe girişimi arasındaki bu dönemin yargıdaki en önemli özelliği, Hükümetten
de destek ve güç bulan ve çoğunluğu tarikat-cemaat bağlantılı muhafazakâr-milliyetçi
kesimlerin temel amacının Yargıda ve özellikle Yüksek yargıda o zamana kadar
kemikleşmiş biçimde ezici çoğunluğu oluşturan sosyal demokrat-Kemalist kesime
karşı bir denge oluşturabilmek olduğu söylenebilir.
Bu kesimin ileri gelenleri ile kişisel
sohbetlerimde yargıdaki bu ezici sosyal demokrat-Kemalist çoğunluğun yeterince
demokratik davranmadıklarından ve kendilerini fazla dışlamaya ve ezmeye
çalıştıklarından yakınıyorlardı. Bu nedenle Yargıda bir “denge” kurulması
gerektiğinden dem vuruyorlardı.
Bu yüzden yargıdaki bu döneme “dengeleme
dönemi” demeyi uygun buluyorum.
Tam becerilemese bile, siyasi boyutu da
olabilen önemli davalarda dahi daha dengeli ve daha “objektif” olmaya çalışma
çabası dikkat çekiyordu.
Bu dönemde yüksek yargıdaki denge ise
aşağı yukarı, üçte biri sosyal demokrat-Kemalist, üçte biri Fethullahçı, üçte
biri ise diğer tarikat-cemaatler ve ülkücüler ile birkaç tane “kafasına göre
takılan merkez demokratlar”dan oluşuyordu. Ancak Fethullahçılar diğer
tarikat-cemaatleri gerektiğinde korkutup sindirebildiğinden, yüksek yargı
yönetiminde fiilen en güçlü konumda idi.
Bu denklem 2014 sonundaki HSYK
seçimlerinde sosyal demokrat-Kemalistlerin bir kesimi ile Hükümet destekli
diğer tarikat-cemaatlerin Fethullahçılara karşı ittifak yapması ve başarılı
olması ile değişmeye başladı.
Akabinde henüz Darbe girişimi öncesinde
çıkarılan bir kanunla Yüksek yargıdaki Fethullahçılar toptan biçimde üyelikten
alınıp düz hâkimliklere ve kızak görevlere atanarak tamamen etkisiz hale
getirildi. Darbe girişimi sonrasında ise bütünüyle elimine edilerek Sistem’den
çıkarıldı.
Bu olguya paralel biçimde aynı zamanda
özellikle darbe girişimi sonrasında sosyal demokrat-Kemalist ekip de iyice
etkisizleştirildi. Çünkü yüksek yargıya alınan yeni üyeler ve açılan yeni
kadrolar birkaç istisna dışında tamamen diğer tarikat-cemaatlere rezerve
edildi.
Nitekim 2017 Anayasa değişikliği ile yeni
dizayn edilen HSK’ya artık yargı ve yüksek yargı hiçbir üye seçemediğinden ve
tüm üyeler Hükümetçe ve TBMM’deki (son seçime kadar) beşte üç çoğunluğu bulunan
AKP-MHP tarafından seçilince, artık sosyal demokrat-Kemalistlere ihtiyaç
kalmadı.
Sonuçta gelinen noktada gerek HSK gerek
Danıştay ve Yargıtay tamamen muhafazakârların ve bunlar arasında da büyük
ölçüde diğer tarikat-cemaatlerin kontrolüne geçti.
Yeni dönemin en önemli özelliği ise artık
muhafazakârların ezici çoğunluğa geçince herhangi bir “denge” aramaya ve
“objektif” olmaya ihtiyaç duymamaları. Yargıyı amansızca bir kontrole almaya ve
dominasyona yeltenmeleri.
Bu yeni döneme ise “dominasyon dönemi”
demek uygun gibi.
Sonuç olarak yaklaşık son 20 yılda yargıda
alınan yol bir arpa boyu bile değil maalesef.
28 Şubat’ta askerlerin bir işareti ile
askerlerden brifing almaya giden yargıdan, siyasi iktidarın ve siyasi
muktedirlerin önünde ceket ilikleyen yargıya.
Askeri vesayetten cemaat vesayetine,
oradan da siyasi vesayete terfi (?) eden yargı.
Geçenlerde bir tıp profesörü arkadaşımın
oğlunun düğününde bir yüksek mahkeme üyesi ve bir bölge mahkemesi başkanı ile
aynı masaya denk geldim. Masamıza sonradan teşrif eden bir Cumhurbaşkanlığı üst
düzey bürokratı gelince ikisi de bürokratın önünde ayağa kalkıp, ceketlerini
ilikleyip el pençe divan durunca inanın içim cız etti.
Benzer bir tablo, 12 Eylül İhtilalinden
sonra paşaların önünde el pençe divan durup ceketlerini ilikleyen Anayasa
Mahkemesi üyeleri için söylenirdi.
40 yılda pek fazla yol alamamışız
maalesef.
Danıştay’ın efsane isimlerinden ve örnek
bir yüksek yargıç olarak tanıma fırsatı bulduğum ve daire başkanlığı ve
başsavcılık da yapmış şimdi emekli bir dostuma Danıştay’dan biri yeni üyeler
hakkında bilgi veriyormuş. “Şu üyeler bu tarikattan, şu üyeler şu cemaattenmiş”
diye. Dostumuz sormuş:
“Hiç mi yargıç yokmuş aralarında?!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.