Türkiye’de hatta dünyada siyasetin bir tür itikat şeklinde anlaşılması görülmeyen bir şey değil. Hayatla belirli bir ilişkiyi beraberinde taşıyan bu yaklaşımın siyaseti imkânsızlaştıran bir öz barındırdığı da maalesef kolay fark edilmiyor. Siyasi, kültürel, ekonomik, hukuki eşitlik temelinde birlikte nasıl yaşanılacağını bulmak, bunun için toplumun her bir bileşeninin rızasını gözetmek yerine bu yaklaşım maalesef farklılığı, ötekiliği bırakın dikkate almayı giderilmesi gereken bir yanlışlık olarak görüyor.
Hal böyle olunca siyaset de ötekinin
bizatihi varlığını sorun eden, düşmanlaştıran militarist bir alana dönüşüyor.
Bu alanda mücadele de; ister görünmez kılma veya görmezden gelme olsun, ister
teslim alma olsun ister yok etme olsun, hiyerarşik bir ilişkide komuta
merkezini ele geçirmeye, orayı kendi tekeline almaya evriliyor.
***
Türkiye’deki yerleşik ilişkinin mahiyetini
belirleyen bu öz, konjonktürel gereksinimler doğrultusunda toplumun/sistemin
belirli açılımlar gerçekleştirmesine imkân tanıyor elbette. Örneğin 28 Şubat’ın
kasvetli günleri ile 2010’ların hemen öncesi ve sonrasında yaşadığımız
farklılık ve şüphesiz bugün sarkacın tekrar aksi istikamette epey yol alması
hareket alanının nasıl geniş bir ölçekte seyrettiğini gösteriyor.
Elbette bu döngü aşılmaz bir kader değil
ancak döngünün işlerliğini mümkün kılan hususlara dikkat etmek ve dönüşümü
onları kapsayacak şekilde konuşmak, tartışmak önemli. Bunun için de sadece
aktörleri, onların talep ve beklentilerini eksen alan bir konuşmayla mümkün
olmuyor. Aynı zamanda yerleşik sistemi ve bu sistemin yapılanma biçimini ve
sistem üzerinden enforme edilmiş toplumun tüm bileşenlerinin zihniyetini, sorunlara
yaklaşımını ve çözme sistematiklerini içeren çok geniş bir alana işaret ediyor.
Bu geniş alanın önemli bir sorun başlığı
olarak görülmesi gereken hayatla kurduğumuz ilişki ve bunun siyasetin doğasını
belirleyen yönü üzerinde özenle durmamız gereken hususlardan. Hayatla
kurduğumuz ilişki özellikle de devlet yapılanmamız ve devlet-toplum ilişkimiz
siyaseti çarpık bir şekilde öznel alanı genişletmeye dönüştürüyor.
Oysa kendi sınırlarını genişletmeye
odaklanmak doğası gereği başkasının sınırlarının esnekliğini/esnetilebileceğini
varsaymayı gerektirir. Dolayısıyla başkasının sınırlarını tartışmaya
açtığımızda veya böyle bir şeyi kabul ettiğimizde aynı mantıksal işleyişin bizi
de kapsadığını, başkaları tarafından bu tarz bir okumanın ve ilişkinin muhatabı
kılınacağımızı da görmemiz gerekiyor.
Başkasına has kılıp bu durum için
kendimizi muaf tutuyorsak ve bunda bir problem görmüyorsak imtiyaz arayışında
olduğumuzu söylemeye gerek de kalmıyor haliyle. Nihayetinde siyasette bu
imtiyazın bir enstrümanına indirgeniyor. Dolayısıyla Türkiye’de sorunların
neden kronik, neden çözülmez olduğunu, neden belirli bir aks üzerinde iki ileri
bir geri salındığını da bir nebze anlayabiliyoruz.
Tam da bu noktada siyaseti mümkün kılan
noktayı belirginleştirmek ve altını çizmek önem arz ediyor. Çünkü kendini
merkeze alarak sabitlemek ve başkalarının bu merkeze göre pozisyon almasını
beklemek izahı güç bir siyaset tarzı.
Bu tarz bir siyasete sizden olmayanlar
rıza gösteriyorsa mümkün elbette. Aksi taktirde bir takım ideolojik ve baskı
aygıtlarını devreye sokarak kendi dışınızdakileri merkezinde sizin olduğunuz
bir evrenin uydularına çevirmek ve konumlandırmak günümüz dünyasının
kabullerini zorlayan bir şey. Zorluyor çünkü bu tarz ikincil pozisyonlara rıza
gösterecek aktör yok. Bu tarz bir ilişkiye nasıl razı edeceksiniz?
Özgürlük, adalet ve eşitlik taleplerinin
altının çizildiği, en marjinal kesimlerce bile özgüvenle talep edildiği bir
tarihsel-toplumsal eşikte bunu nasıl yapacaksınız?
***
Bunları mevcut siyaset gerçekliğimiz ve
işleyişimiz için dile getiriyorum. Ekonomik gerçekliğinizin, politik
varlığınızın ve iddialarınızın ve sair talep ve beklentilerinizin tartışma dışı
kılındığı bir siyasal alan açık ki dar sınırları ve asayişçi dili nedeniyle
siyasetin dışlandığı bir alana dönüşmüştür. Burada uygulanan tüm
farklılıkların, ötekiliklerin dilsiz bırakıldığı, tasfiye edildiği bir
homojenleştirme siyaseti olur ki bunun da özü itibariyle siyaset olmadığı bir
mühendislik faaliyeti olduğu izahtan varestedir.
Dolayısıyla bu tarz siyaset görünümlü
mühendisliklerin öz itibariyle siyaseti/siyasal olanı dışlayan bir çekirdek
taşıdığı ve nihayetinde işin gelip bu çekirdeğe dayandığı görülüyor.
Ekonomi politikalarındaki vaziyetten
eğitime, kültür-sanat alanından yerel yönetimlerin işleyişine uzanan ölçekte
karşılaştığımız bu mühendislik faaliyetinin çözülmeye mahkûm olduğunu, sorun
çözücü olmadığını söylemek zor değil. Çünkü öncekilerin de inançla/adanmışlıkla
üstelik sayısız kez yürütüp aldığı sonuçlar ortada. Aynı sorunlarda aynı
yöntemi aynı şekilde uygulayıp başarılı olacağınızı düşünmek veya böyle
yaptığınız için başarılı olduğunuzu varsaymak akla ziyandır.
***
Bu açıdan siyasal alanın resmi bir hakikat
düzenine dönüştürülerek çelişkisiz, çatışmasız Chul Han’ın ifadesiyle
“pürüzsüz” hale getirilmesi daha doğrusu bu hale getirilebileceğinin
düşünülmesi pratik/pragmatik açıdan işlevsel değil, uygulanabilir değil ve
uygulama maliyeti çok yüksek.
Sadece uygulanamamakla kalmıyor aynı
zamanda muhatap aldıklarını da çığırından çıkaran, onların dengelerini bozan
bir deformasyon yaratıyor. Çünkü bu tarz sert iktidar ilişkileri doğaları
gereği kendilerini bozdukları gibi yöneldiklerini de insandışlılaştıran çifte
bir etkiye yol açıyorlar. Bu durum karşılaştığımız maliyetin nasıl ölçüye
gelmez olduğunun çok önemli bir boyutu. İkincisi bu tarz mühendislik
faaliyetleri mükemmel bir şekilde uygulansalar ve sonuç alıcı da olsalar usul
ve esasları itibariyle kabul edilemezler. Zira insani olmadıkları gibi ahlaki
değiller.
***
Dolayısıyla meşru ve makul olmayan bu tip
faaliyetlerin tarihsel olarak ne tür sonuçlar verdiğini, ne tür maliyetler
oluşturduğunu ve aynı sorunları büyüterek önümüze getirdiğini biliyoruz.
En azından unutmuş numarası yapıyor olsa
da Türkiye(liler) çok iyi biliyor. Nitekim bu bilmenin üzerine şekillenen bir
okumayla gelen Ak Parti iktidarının geçen süre zarfında bu tarihsel öğrenmenin
ufkunu genişletmek ve derinleştirmek yönünde çaba sergilemek yerine eski kısır
okumasında müflis tüccar gibi keramet araması biraz da sorunsallaştırdığımız
siyaset kavrayışıyla ilgili olsa gerek.
***
Yapılanların bir tür akıl tutulmasından
öte egemen kavrayışın ve ilişki biçiminin doğal sonuçları olduğu görülüyor.
Türkiye tarihsel arka planı itibariyle zor ve kısır koşulların içerisinde yol
almaya çalışırken son derece yanlış ve kalıcı öğrenmeler edinerek bugüne geldi.
Şuuraltı yaralı halde. Bu yanlış ve kalıcı öğrenmeleri düzeltmek, olumsuz
etkilerini gidermek yönünde önlemler alması gerekirken maalesef hem bunu
gerçekleştiremiyor hem de zararı çarpan etkisiyle büyüterek yanlış
öğrenmelerini tartışmasız doğrular olarak sahipleniyor.
Türkiye’ye maliyet çıkartarak yol
aldığımız bu koşu tabiri caizse “Amok” koşusudur. Başkasının ne yaptığı veya
yapmadığıyla izah edilmeyecek bir durum var karşımızda. “Geçmişte neler
olduğunu unutma!” üzerinden savuşturulabilecek bir hal değil yaşadığımız. Dün
ne yaşandığı ve bugünküler ne niyetle konuştuğu elbette çok önemli ama daha
önemli olan mevcut gerçekliğimizin, işleyişimizin, bütün bunlar karşısında ne
halde olduğudur. Bu önemli şeyleri duymak ve gereğini yapmak yerine bildiğinde
ısrar etmenin bir anlamı yok.
Realitenin karmaşık doğasını kendi sınırlı
rasyonalitesinde tükettiğini düşünen “kibirli” okuma felaketimiz oluyor. Hem
siyasetin doğası hem de insan olarak varlığımız mütevazı olmayı gerekli
kılıyor. Zaten insanın her türlü gelişmeye açıklığı da ve nihayetinde siyasetin
anlamlı ve meşru bir etkinlik olarak varlığı da ancak bu basit gerçekliğin
hakkı verilirse bir zemine kavuşmuş olur.
Kendi kimliğini, varlığını tamamlanmış
bilmek ve siyaseti bu tamamlanmışlığı başkalarına kabul ettirmek olarak
algılamaya devam ettiğimiz sürece ne kendimizi geliştirebiliriz ne geniş ve
katılımcı bir siyasal alanın sorun çözme kapasitesinden faydalanabiliriz. Bu
halde en fazla gidebileceğimiz yer bulunduğumuz yer olacaktır.