31 Ekim 2021 Pazar

Siyasetsiz siyaset yaralı şuuraltı ve kırılamayan döngü ABDULBAKİ DEĞER-31/10/2021

Türkiye’de hatta dünyada siyasetin bir tür itikat şeklinde anlaşılması görülmeyen bir şey değil. Hayatla belirli bir ilişkiyi beraberinde taşıyan bu yaklaşımın siyaseti imkânsızlaştıran bir öz barındırdığı da maalesef kolay fark edilmiyor. Siyasi, kültürel, ekonomik, hukuki eşitlik temelinde birlikte nasıl yaşanılacağını bulmak, bunun için toplumun her bir bileşeninin rızasını gözetmek yerine bu yaklaşım maalesef farklılığı, ötekiliği bırakın dikkate almayı giderilmesi gereken bir yanlışlık olarak görüyor.

Hal böyle olunca siyaset de ötekinin bizatihi varlığını sorun eden, düşmanlaştıran militarist bir alana dönüşüyor. Bu alanda mücadele de; ister görünmez kılma veya görmezden gelme olsun, ister teslim alma olsun ister yok etme olsun, hiyerarşik bir ilişkide komuta merkezini ele geçirmeye, orayı kendi tekeline almaya evriliyor.

***

Türkiye’deki yerleşik ilişkinin mahiyetini belirleyen bu öz, konjonktürel gereksinimler doğrultusunda toplumun/sistemin belirli açılımlar gerçekleştirmesine imkân tanıyor elbette. Örneğin 28 Şubat’ın kasvetli günleri ile 2010’ların hemen öncesi ve sonrasında yaşadığımız farklılık ve şüphesiz bugün sarkacın tekrar aksi istikamette epey yol alması hareket alanının nasıl geniş bir ölçekte seyrettiğini gösteriyor.

Elbette bu döngü aşılmaz bir kader değil ancak döngünün işlerliğini mümkün kılan hususlara dikkat etmek ve dönüşümü onları kapsayacak şekilde konuşmak, tartışmak önemli. Bunun için de sadece aktörleri, onların talep ve beklentilerini eksen alan bir konuşmayla mümkün olmuyor. Aynı zamanda yerleşik sistemi ve bu sistemin yapılanma biçimini ve sistem üzerinden enforme edilmiş toplumun tüm bileşenlerinin zihniyetini, sorunlara yaklaşımını ve çözme sistematiklerini içeren çok geniş bir alana işaret ediyor.

Bu geniş alanın önemli bir sorun başlığı olarak görülmesi gereken hayatla kurduğumuz ilişki ve bunun siyasetin doğasını belirleyen yönü üzerinde özenle durmamız gereken hususlardan. Hayatla kurduğumuz ilişki özellikle de devlet yapılanmamız ve devlet-toplum ilişkimiz siyaseti çarpık bir şekilde öznel alanı genişletmeye dönüştürüyor.

Oysa kendi sınırlarını genişletmeye odaklanmak doğası gereği başkasının sınırlarının esnekliğini/esnetilebileceğini varsaymayı gerektirir. Dolayısıyla başkasının sınırlarını tartışmaya açtığımızda veya böyle bir şeyi kabul ettiğimizde aynı mantıksal işleyişin bizi de kapsadığını, başkaları tarafından bu tarz bir okumanın ve ilişkinin muhatabı kılınacağımızı da görmemiz gerekiyor.

Başkasına has kılıp bu durum için kendimizi muaf tutuyorsak ve bunda bir problem görmüyorsak imtiyaz arayışında olduğumuzu söylemeye gerek de kalmıyor haliyle. Nihayetinde siyasette bu imtiyazın bir enstrümanına indirgeniyor. Dolayısıyla Türkiye’de sorunların neden kronik, neden çözülmez olduğunu, neden belirli bir aks üzerinde iki ileri bir geri salındığını da bir nebze anlayabiliyoruz.

Tam da bu noktada siyaseti mümkün kılan noktayı belirginleştirmek ve altını çizmek önem arz ediyor. Çünkü kendini merkeze alarak sabitlemek ve başkalarının bu merkeze göre pozisyon almasını beklemek izahı güç bir siyaset tarzı.

Bu tarz bir siyasete sizden olmayanlar rıza gösteriyorsa mümkün elbette. Aksi taktirde bir takım ideolojik ve baskı aygıtlarını devreye sokarak kendi dışınızdakileri merkezinde sizin olduğunuz bir evrenin uydularına çevirmek ve konumlandırmak günümüz dünyasının kabullerini zorlayan bir şey. Zorluyor çünkü bu tarz ikincil pozisyonlara rıza gösterecek aktör yok. Bu tarz bir ilişkiye nasıl razı edeceksiniz?

Özgürlük, adalet ve eşitlik taleplerinin altının çizildiği, en marjinal kesimlerce bile özgüvenle talep edildiği bir tarihsel-toplumsal eşikte bunu nasıl yapacaksınız?

***

Bunları mevcut siyaset gerçekliğimiz ve işleyişimiz için dile getiriyorum. Ekonomik gerçekliğinizin, politik varlığınızın ve iddialarınızın ve sair talep ve beklentilerinizin tartışma dışı kılındığı bir siyasal alan açık ki dar sınırları ve asayişçi dili nedeniyle siyasetin dışlandığı bir alana dönüşmüştür. Burada uygulanan tüm farklılıkların, ötekiliklerin dilsiz bırakıldığı, tasfiye edildiği bir homojenleştirme siyaseti olur ki bunun da özü itibariyle siyaset olmadığı bir mühendislik faaliyeti olduğu izahtan varestedir.

Dolayısıyla bu tarz siyaset görünümlü mühendisliklerin öz itibariyle siyaseti/siyasal olanı dışlayan bir çekirdek taşıdığı ve nihayetinde işin gelip bu çekirdeğe dayandığı görülüyor.

Ekonomi politikalarındaki vaziyetten eğitime, kültür-sanat alanından yerel yönetimlerin işleyişine uzanan ölçekte karşılaştığımız bu mühendislik faaliyetinin çözülmeye mahkûm olduğunu, sorun çözücü olmadığını söylemek zor değil. Çünkü öncekilerin de inançla/adanmışlıkla üstelik sayısız kez yürütüp aldığı sonuçlar ortada. Aynı sorunlarda aynı yöntemi aynı şekilde uygulayıp başarılı olacağınızı düşünmek veya böyle yaptığınız için başarılı olduğunuzu varsaymak akla ziyandır.

***

Bu açıdan siyasal alanın resmi bir hakikat düzenine dönüştürülerek çelişkisiz, çatışmasız Chul Han’ın ifadesiyle “pürüzsüz” hale getirilmesi daha doğrusu bu hale getirilebileceğinin düşünülmesi pratik/pragmatik açıdan işlevsel değil, uygulanabilir değil ve uygulama maliyeti çok yüksek.

Sadece uygulanamamakla kalmıyor aynı zamanda muhatap aldıklarını da çığırından çıkaran, onların dengelerini bozan bir deformasyon yaratıyor. Çünkü bu tarz sert iktidar ilişkileri doğaları gereği kendilerini bozdukları gibi yöneldiklerini de insandışlılaştıran çifte bir etkiye yol açıyorlar. Bu durum karşılaştığımız maliyetin nasıl ölçüye gelmez olduğunun çok önemli bir boyutu. İkincisi bu tarz mühendislik faaliyetleri mükemmel bir şekilde uygulansalar ve sonuç alıcı da olsalar usul ve esasları itibariyle kabul edilemezler. Zira insani olmadıkları gibi ahlaki değiller.

***

Dolayısıyla meşru ve makul olmayan bu tip faaliyetlerin tarihsel olarak ne tür sonuçlar verdiğini, ne tür maliyetler oluşturduğunu ve aynı sorunları büyüterek önümüze getirdiğini biliyoruz.

En azından unutmuş numarası yapıyor olsa da Türkiye(liler) çok iyi biliyor. Nitekim bu bilmenin üzerine şekillenen bir okumayla gelen Ak Parti iktidarının geçen süre zarfında bu tarihsel öğrenmenin ufkunu genişletmek ve derinleştirmek yönünde çaba sergilemek yerine eski kısır okumasında müflis tüccar gibi keramet araması biraz da sorunsallaştırdığımız siyaset kavrayışıyla ilgili olsa gerek.

***

Yapılanların bir tür akıl tutulmasından öte egemen kavrayışın ve ilişki biçiminin doğal sonuçları olduğu görülüyor. Türkiye tarihsel arka planı itibariyle zor ve kısır koşulların içerisinde yol almaya çalışırken son derece yanlış ve kalıcı öğrenmeler edinerek bugüne geldi. Şuuraltı yaralı halde. Bu yanlış ve kalıcı öğrenmeleri düzeltmek, olumsuz etkilerini gidermek yönünde önlemler alması gerekirken maalesef hem bunu gerçekleştiremiyor hem de zararı çarpan etkisiyle büyüterek yanlış öğrenmelerini tartışmasız doğrular olarak sahipleniyor.

Türkiye’ye maliyet çıkartarak yol aldığımız bu koşu tabiri caizse “Amok” koşusudur. Başkasının ne yaptığı veya yapmadığıyla izah edilmeyecek bir durum var karşımızda. “Geçmişte neler olduğunu unutma!” üzerinden savuşturulabilecek bir hal değil yaşadığımız. Dün ne yaşandığı ve bugünküler ne niyetle konuştuğu elbette çok önemli ama daha önemli olan mevcut gerçekliğimizin, işleyişimizin, bütün bunlar karşısında ne halde olduğudur. Bu önemli şeyleri duymak ve gereğini yapmak yerine bildiğinde ısrar etmenin bir anlamı yok.

Realitenin karmaşık doğasını kendi sınırlı rasyonalitesinde tükettiğini düşünen “kibirli” okuma felaketimiz oluyor. Hem siyasetin doğası hem de insan olarak varlığımız mütevazı olmayı gerekli kılıyor. Zaten insanın her türlü gelişmeye açıklığı da ve nihayetinde siyasetin anlamlı ve meşru bir etkinlik olarak varlığı da ancak bu basit gerçekliğin hakkı verilirse bir zemine kavuşmuş olur.

Kendi kimliğini, varlığını tamamlanmış bilmek ve siyaseti bu tamamlanmışlığı başkalarına kabul ettirmek olarak algılamaya devam ettiğimiz sürece ne kendimizi geliştirebiliriz ne geniş ve katılımcı bir siyasal alanın sorun çözme kapasitesinden faydalanabiliriz. Bu halde en fazla gidebileceğimiz yer bulunduğumuz yer olacaktır.

AHLAK VE DİN

Ahlakı anlamak için önce insanın fıtratına (doğasına, yapısına) bakmak lazım. Nedir fıtrat? Bir bakış açısına göre her varlığın nüvesi, mayası, özüdür, varlıksal, içsel değerlerdir fıtrat. Yani o varlığın özünde nelerin olduğunu anlamak için özüne, içeriğine bakmak lazım deriz ya…

İnsan ahlakı iki temel kaynağa sahiptir.

1-İnsanlığın varoluştan gelen, VİCDANDAN KAYNAKLANAN varlıksal bir ahlak. (Varoluşsal ve fıtrat deyince hemen yaratıcıya bağlamayın. Oluştuğu madde ve veriler anlamında söylüyorum.)

2- Sonradan kazandığı bir takım tutum, davranış, iyi ve güzel niteliklerin bütünü olan ahlak.

Bu iki temeldeki tek kural ise “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamaktır.” Sonradan kazanılan ahlak, aklın, ailenin, çevrenin toplumun, zamanın, coğrafyanın, kültürlerin üretimidir, dinlerin değil. Dinlerle gelen bir ahlak yoktur. Aksine döneminin ahlak kuralları dini metinlere de sokulmuştur. Yani ahlak zamana ve şartlara göre değişkenlik gösterir. Bu nedenle sonradan kazanılan ahlak, evrensel olmadığı gibi kaynağı da “yaratıcı” değildir.

İnsanın özünde varlıksal ahlak dışında neler vardır? Daha insan var olmadan önce dinler ortada yokken, özünde nelerin olacağı/olduğu, çevresel şartlar gereği belli idi. Nelerdir bu insanın özünde olanlar? AKIL, VİCDAN, ADALET, SEVGİ. İşte bu değerler, din ve diğer kavramlar yokken insanlığın özünde vardı. Bu değerler, dinler ile ortaya çıkmış veya dinler tarafından kazandırılmış değerler DEĞİLDİR! Bu değerler, DİNİ değerler değillerdir! Varlıksal öz değerleridir. Bu değerler Arap ya da başka bir milliyete ait olamazlar. Tüm insanlığa ait değerlerdir. Bu değerler tüm dinlerden ve Araplardan önce de vardı. Din ise insan özüne ait değildir, insan üretimidir! Dinler, insana özünde olan ve unuttuğu bu kavramları, hatırlatmak için kendisinin oluşturduğu bir düzen ve sistemdir. Yani dinleri ve kurallarını insanoğlu kendisi oluşturmuştur. Toplum ve bireylerin inşası, biçimlendirilmesi için bir dine ve elçiye ihtiyaç olmadığı gibi ille de bir kaynak, dayanak, referans aranıyor ise insanlığın evrensel ve ortak olan AKIL, VİCDAN, ADALET, SEVGİ değerleri yeterli kaynak ve dayanaktır.

Bu özün ve değerlerin olması, bir dinin ve elçinin olması veya oldurulması gerektiği anlamına gelmiyor. Bunlar sadece VAROLUŞSAL ÖZE AİT DEĞERLERDİR. İlle de bir din arayışındaysanız eğer tüm insanlığın ortak değeri olan ve kabul edebilecekleri bir (AKIL, VİCDAN, ADALET, AHLAK, SEVGİ, BİLİM) dini oluşturulmalıdır. Adı da BARIŞ DİNİ, SEVGİ DİNİ, İNSANLIK DİNİ ya da EVRENSEL DİN olsun. Bu dinin referans ve kuralları da insanın özündeki bu ilkelere dayanmalıdır.

Deniyor ki “İnsanoğlu yaratıldı ise başıboş mu bırakıldı? Kendi haline bırakılan insanoğlu kendini nasıl, neye, kime göre geliştirmeyi başaracak?’’ İnsan yaratılmadı ama fıtrat olarak da boş değil. Tüm insanlığın özünde sonsuza dek ortak değerler olan AKIL, VİCDAN, ADALET, SEVGİ, kaynak, dayanak ve elçi olarak var, bunları kullanmak yeterli! Yani gidip de Arap’ın ya da başka bir milletteki uyanıkların bireysel fikirlerinin peşinden gitmemeli!

Diğer bir soru da "Kimin aklına, vicdanına, adaletine, sevgisine, ahlakına göre hareket edeceğiz?" Sorusudur. İnsanlığın bir kişisel Aklı, Vicdanı, Adaleti, Sevgisi, Ahlakı vardır; bir de yaşadığı toplum ve coğrafyaya uygun ortak yerel Aklı, Vicdanı, Adaleti, Sevgisi ve Ahlakı vardır. En önemlisi bunların da üzerinde ortak Evrensel Aklı, Evrensel Adaleti, Evrensel Vicdanı, Evrensel Sevgisi, Evrensel Ahlakı vardır. Bunlar insanlığın EVRENSEL ve ORTAK değerleridir. Her değerin kendi çapında kuralları, hakları, düzeni, hukuku, yaptırımı vardır. Kişisel olanlar kişisel tabanda, yerel olanlar yerel tabanda, Evrensel olanlar Evrensel tabanda hukukunu oluşturur, yaşanır ve uygulanır. Bireysel olanlar yerele, yerel olanlar Evrensele tabi olursa asla karışıklık oluşmaz.

İnsanın içinde bulunduğu şartlara, coğrafyaya, kültüre göre ahlaki değerler farklılık ve değişim gösterebilir. Bu kimseyi ne diğerinden üstün ne çok ahlaklı ne de çok ahlaksız yapmaz.

Ahlakın temellendirilmesi bir …izm ile değil vicdan ile olur. Bir insanda Vicdan kaybolursa eğer önce adalet sonra sevgi ve ahlak da kaybolur. (Vicdan kendi içinde adalet ve hukuku da barındır.) İradesini baskı ve zulümden yana kullanmaya başlar. O nedenle Ahlakın etkileşimi Akıl, Vicdan, Adalet, Sevgi, çevre ve Coğrafya iledir. Din bir kurum değildir. Din; sadece insana özünü hatırlatıp, “inandığı yaratıcısı” ile arasındaki bağı sağlam tutmak için, insanlar tarafından ihtiyaca göre kişisel kullanım için oluşturulmuş, bir çeşit kullanma kılavuzudur. O YÜZDEN AKLIN, ADALETİN, AHLAKIN, VİCDANIN, SEVGİNİN ERDEMLEŞTİREMEDİĞİ İNSANI, DİN ERDEMLEŞTİREMEZ. AKLINIZ, VİCDANINIZ, ADALETİNİZ, SEVGİNİZ, AHLAKINIZ YOKSA EĞER DİNİNİZ HİÇBİR İŞE YARAMIYOR VE NE YAZIK Kİ SİZİ İNSAN YAPMIYOR.

Kısmen evrensel olan ahlak, aynı zamanda tüm insanlığın ve şartların ortak değerini taşır. Örneğin insan öldürmek, çalmak, tecavüz etmek, adaletsiz davranmak, baskı, zulüm, fikir hürriyetsizliği, fikir dayatmak gibi eylemler evrensel ahlaksızlık kabul edilir. Bazı evrensel ahlak kuralları aynı zamanda evrensel hukuka dönüşmüştür.

Evrensel ahlakın kaynağı; akıldır, vicdandır. Sonradan kazanılan ahlakın kaynağı ise coğrafyadır, şartlardır. Yani zamana ve şartlara göre değişkenlik gösterir. Bu nedenle ahlakın kaynağı ASLA yaratıcı ve dinler değildir.

Bugün insanlık bırakın bireyseli yerel olan ortak vicdanını kaybettiği içindir ki dindar bile olsalar ahlaksızlık, adaletsizlik kol geziyor. Hırsızlıklar, yolsuzluklar, bebek tecavüzleri, kadına şiddet ve öldürmeler, hukuksuzluk ve zulümler karşısında tepkisiz kalan vicdanlar, kendi vicdanına teslim olmayan insanlık baskı ve zulüm altında adaletini arayamadığı gibi sevgisini de kaybetmiş. Hiçbir din de bunu engelleyememiş. Hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak ahlaksızlık konusunda tepkisiz ve riyakâr davrananlar, kendi hataları ile kendi sonlarını hazırlıyorlar. Kurtuluş ise toplumun ortak aklında, vicdanında, adaletinde, sevgisinde, ahlakında ve iradesindedir.

İnsanın fıtratına en uygun yaşam tarzını ise din değil, bu saydığımız ortak değerler Akıl, Vicdan, Adalet, Sevgi, Ahlak ile şartlar, coğrafya ve hukuk belirler.

 

Ahlaki Eylemin Üç Saiki Üzerine Prof. Dr. İlhami Güler

Ahlaki amelin/eylemin (fazilet-erdem) başlıca üç saiki, motivi yani etkeni-sürücüsü vardır: 1- Vicdan, 2- Tanrı Rızası, 3- Menfaat-Mutluluk. Bu yazıda bu üç saiki seküler ve Kur’an açısından analiz etmeye çalışacağız. Kadim değerleri, “İyinin ve Kötünün Ötesinde” “Güç İstenci” veya “Übermansch=Üstinsan” kavramları ile reddedip, Egoizmi yani yukardaki saiklerin “iyilik” olarak kodladıklarını reddedip, “kötülük” olarak kodladığını savunan Nietzsche’nin teorisine değinmeyeceğiz. Kur’an’da bu teori “Tağutluk”, “Şeytanlık”, “Ğarurluk”, ”Firavunluk” ve “Karunluk” olarak reddedilir ve “Kötülük” olarak nitelenir.

1-Vicdan

Vicdan, insanın doğasında olan bir yeti olarak, ahlaki eylemi bir karşılık beklemeden, kendiliğinden, iyi olduğu için yapmaktır. Kant, ahlakı bu saike dayandırmıştır. Onun “Ödev” ve “Kategorik Buyruk” kavramları, bunu ifade eder. Bunların açılımları şöyledir: “Yapmalısın”, “Öyle hareket et ki, senin yerinde olan herkes, senin gibi hareket etsin.” “İlişkilerinde insanları “araç” olarak görme; onları, kendi başına birer “amaç” olarak gör”. Ahlaki davranışın ucunda kişisel bir çıkar, haz, mutluluk… varsa; o davranış ahlaki değildir. (İ. Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. Çev: İoanna Kuçuradi. Ank. 1982. S 24 vd)

Kur’an’da bu saik ile eylemde bulunmak “İhsan” ve “merhamet” olarak kavramsallaştırılır. İnsanlara merhametle muamele edilmesi tavsiye edilir (90/17). İhsan, karşılık beklemeden, iptidaen iyilik yapmaktır. Bu davranış, karşı tarafta da kendiliğinden aynı tutumu doğurur: “İhsanın karşılığı, ihsandan başka bir şey değildir.” (55/60). Bir başka ayette “Allah rızası” ve vicdani saik ile eylemde bulunmak birlikte zikredilir: “Mallarını Allah rızasını kazanmak ve vicdanlarını tatmin etmek için başkalarına dağıtanların (infak) misali…” (2/265). Yaratılışta insana bahşedilen “Vicdan” veya “Fıtrat” kapasitesi (91/8; 30/30), Allah’ın Rahman, Rahim ve Rezzak sıfatlarının insandaki yansımalarıdır. “Rabbaniyyun” (3/79) ve “Ribbiyyun” (3/146) kavramları, “Allah’a râm olmuş” anlamında bunu ifade eder. Hz. Muhammed’e yapılan: “İyiliği, (burada) daha fazlasını bekleyerek yapma.” (74/6) tavsiyesi, yine vicdanı ima eder.

Vicdanın sesini duymak, ayrı ve büyük bir sorundur. İnsanlar, hazır buldukları toplumsal değerlerini, Freud’un kavramsallaştırması ile “üstben”lerini (toplum/kültür/gelenek) veya kişisel “Bilinçaltı (id-içgüdü)”nı kolayca vicdan sanabilirler. Yunanlı filozof Ksenophanes’in deyimi ile: “Kanı (zan-İG), herkesi gafil avlar.”. Z. Gökalp’ın uyarısı haklıdır: “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.”

2-Allah Rızası/Hatırı

Allah Rızası, Kur’an’da bulunan bir ahlaki amel saikidir. Allah’ın insana lütuf, ihsan, rahmet ve cömertlik olarak bahşetmiş olduğu nimet, rızık ve ikramların karşılığı, insanın şükran, sorumluluk ve minnet duyguları yani O’nun “hatırı için” kendine ve insanlara karşı tavsiye etmiş olduğu emir ve yasakları yerine getirmektir. Kur’an’da sık sık tekrarlanan bir husustur (2/207, 265; 4/114; 5/2; 60/1)

Ahlaki eylem saiki olan “Allah Rızası”nın aşırıya götürülerek saptırılması, insanı hemcinsine karşı eylem, aksiyon ve fiilde bulunmaktan uzaklaştırarak eylemsizlik olarak “çileciliğe” ve “zühde” götürür (mistisizm). Yani “Ribbiyyun” ve “Rabbaniyyun” olmaktan, -insanlara emredilmemiş olan “Rahbaniyyet”e götürür (57/27). Ruhbanlık, dünyadan el-etek-ayak keserek/çekerek, Tanrıyı “Takıntı” haline getirmektir (aşk, vecd, istiğrak, fena…). Kur’an, insanların –normal olarak- Allah’ı unutabileceklerini varsayarak, O’nu sık sık hatırlamalarını tavsiye ederken (2/198; 33/41; 62/10…); mistikler, Tanrı’yı “unutmamayı” dindarlık olarak vazederler. Kur’an, insanlara yatay olarak, ileriye doğru, yeryüzünde, doğru yolda (sırat-ı müstakim, sebilullah, şeriat) yürümelerini emretmiş olduğu halde; mistikler, dikey olarak, Allah’a doğru yürümeyi (seyr-i süluk, miraç, tarikat) seçerler. Kur’an’da dindarlık olarak “Takva”, içgüdüleri onaylayıp düzenleyen “dünyada dindarlık” iken; zühd ve çilecilik, içgüdülere kök-söktüren (nefsi öldürme-fena) ve “dünyadan kaçan” bir dindarlıktır. Allah’a doğru “yükselen” doğru söz söylemek ve salih/sağlam iş yapmaktır (35/10).

Tanrı’ya doğru bu dikey yürüyüş, uzak doğu dinlerinde (Hinduizm-Budizm-Taoizm) ”Nirvana”, “Tao”, “Kutsal Hiçlik” ve “Çok Katlı Sonsuzluk” gibi Tanrısal imgelerde sona erir iken; İslam mistisizminde (Tasavvuf) Tanrı ile ittihat, vusul, hulul, vahdet ve onda yok olma (fena fillah) ile sonuçlanır. İslam Tasavvufunun hepsinin böyle olduğunu söylemek, haksızlık olur. “Ticaret ve alış veriş yapmanın, Allah’ı anmaktan alıkoymaması gerektiğini” (24/38) şiar edinmiş, “Dil (gönül-kalp) be yâr; dest, be kâr= Eli işte; kalbi, Allah’ı ile” ve “El-kâsibu, habibullah= Kazanç peşinde olan, Allah’ın sevgilisidir.” diyen Tarikatlar ve Esnaf Loncaları da mevcut olmuştur.

3-Mutluluk-Menfaat

a) Seküler Yaklaşım

Aristo, mutluluğun, insanları ahlaki eyleme sürükleyen bir saik olduğunu şöyle izah ediyor: “Hiçbir zaman bir başka şey için tercih edilmeyip, hep kendisi için tercih edilen ise, (ona) sadece kendisi amaçtır diyoruz. En çok, mutluluğun böyle bir amaç olduğu düşünülüyor. Çünkü onu, hiçbir zaman başka bir şey için değil; hep kendisi için tercih ediyoruz.” (Aristo, Nikhomakos’a Etik. Çev: İoanna Kuçuradi. Ank. 1988. S 13). Yani Aristo’ya göre, bizi ahlaki eyleme sevk eden saik, o eylem sonunda mutlu “olmak”tır.

Çağdaş etik düşüncede ve seküler bağlamda mutluluğu-menfaati temel saik olarak gören iki teori daha mevcuttur. Birincisi, J. S. Mill’in “Faydacılık (Utulitarizm)”ı; diğeri, W. James’in “Pragmatizm”idir. Bu üç teorinin ortak paydası, “Tanrı Rızası” ve Ahireti yani “te’cil edilmiş/veresiye menfaati” açıkça hesaba katmamalarıdır. Her iki teorinin, Aristo’nun mirasçıları olarak “Tek Dünyalı (seküler)” Kapitalist Ekonominin geliştiği İngiltere ve Amerika’dan çıkmış olmaları, manidardır. Bu teorilerin, Hz İsa’nın ve Hristiyanlığın Ruhbancılığı, Çileciliği/Zühdü (“Tanrı’nın Krallığı”) ile hiçbir alakaları yoktur. Protestanlığın, kuruluş aşamasında ortaya koyduğu püriten “dünya için dindarlık” teorisi, M. Weber’in teşhis etmiş olduğu gibi, sonunda bu iki teori ve bunların toplumsal hayata yansıması olan “Kapitalizm” ile sonuçlanmıştır.

Ahlaki bir sorumluluk olarak Tanrı’ya imanı ve onu memnun etmeyi (Tanrı Rızası) veya insanlara karşı vicdani ödevi/merhameti hesaba katmayan Mill, mutluluğu-faydayı yegane motivasyon olarak şöyle tanımlıyor: “Mutluluk, istenir ve amaç olarak biricik arzu edilecek şeydir; meğer ki o, amaca erişmeye bir araç (motiv-İG) ola… Bir şeyin istenir, arzuya değer olduğunu ispat için, onun “şimdiki zamanda” (burada/dünyada-İG) bütün insanlar tarafından arzu edildiğini söylemekten başka bir kanıtımız olmamasından korkarım… İspat etmeli ki, insanlar, yalnız mutluluğu istemekle kalmazlar; belki, mutluluktan başka bir şeyi asla arzu etmezler. Kendisine bağlı olan zevk (haz-menfaat) fikri ile ölçülmüş olmaksızın bir şeyi arzu etmek, fiziksel ve metafiziksel bir imkânsızlıktır. Arzunun, zevki (amaçlamaktan) ve ıstıraptan (kaçınmaktan) daha yüksek bir amacı olabileceği hakkında bir itiraz akla gelmez.” (J. S. Mill, Faydacılık. Çev: N. Coşkunlar. İst. 1986. S. 54-55,61).

W. James ise, ahlaki iyiyi şöyle tanımlıyor: “İyi, basitçe talebin karşılanmasıdır (satisfy). Talep, “Güneşin altındaki (burası/dünya)” her şeydir. Fiziki fenomenler için farz edilecek tek bir kanun olmayışı gibi, tüm taleplerimizin temelleneceği evrensel bir motivasyon da yoktur. Ahlaktaki temel belirleyici kuvvetler/motivler, fizikte olduğu gibi çoğul olabilir.” (W. James, The Will To Belive, Newyork, 1907, S. 201). Burada altı çizilmesi gereken nokta, bütün taleplerin “güneşin altında” yani “peşin” yani “Dünya” da karşılanmasıdır. Bu ahlak filozoflarının her ikisi de İngilizdir. F. Nietzsche, bir aforizmasında: “Çocuklar, kadınlar, inekler ve İngilizler, “mutluluk” peşinde koşar” der.

b) Kur’anî Yaklaşım

Kur’an, Karl Marks’ın (Kapital) ve Kapitalizmin insanı “Homo Economicus” olarak tanımlamalarına katılır: “İnsan, menfaate çok düşkündür.” (99/6); “Kendini ebedileştirecekmiş gibi, malı istifler.” (104/2-3); “Çoklukla övünmek, sizi ölünceye kadar oyaladı.” (102/1-2). “İnsan, bir kazanç/kâr elde ettiğinde, cimrileşir.” (70/21). Bu tutumun, başıboş kalması sonucu olarak ortaya çıkan Tağutluk (Güç İstenci), Şeytanlık (İstiğna-İstikbar), Ğarurluk (ayartıcılık), Firavunluk (zulüm) ve Karunluk (İstif-israf) tipolojilerini de ahlaki bağlamda “kötülük odakları” olarak yadsıdığı ve lanetlediği açık bir gerçektir. Bu konuda Fazlurrahman şöyle diyor: “İnsan, önemsiz şeylere dalıp giden bir zihin(petty mınd), dargörüş ve çileden çıkarıcı bir bencillile haraket eder. Bu, siyasi,, toplumsal, ekonomik ve dahası dini bütün insani davranış alanlarında böyledir. İnsan çok zayıf/akılsız ve kıt düşüncelidir(17/100,4/28).”İnsan doğası kararsızdır; başına bir fenalık gelince feryadı basar; bir menfaata ulaşınca da, onun başkalarına ulaşmasını engeller.”(70/19-21)”( Fazlurrahman, “Kur’an’ın Bazı Ahlaki Kavramları” Çev. A.Çiftçi. Allah’ı Elçisi ve Mesajı Ank.1997 içinde. S 17)

Yaşamı bir “Denenme” olarak vazeden Kur’an evrenin (semavat), Güneş sisteminin, ekosistemin/dünyanın ve insanın düzenli ve bir gayeli olarak Tanrı tarafından yaratıldığını ve insanın kendisinin de Tanrı’ya karşı İman-ibadet ve insanlara karşı da adalet ve merhamet etmek sorumluluğu ile denendiğini (din) anlaması gerektiğini tavsiye eder. Böyle bir ahlaki kapasite de insanın derininde mevcuttur: “Fıtrat” (30/30).

Kur’an, denenmenin özü/kendisi olan ahlaki eylemin vicdan ve Tanrı Rızası saiklerinin ötesinde bir de menfaat saiki koyar. Ahlaki eylemin insani boyutu olan, hemcinsine karşı adil davranmanın saiki, dünyevi menfaattir. Bu, “Adalet” kavramı ile ifade edilir. Adil olan ahlaki ilişkide menfaatler dengelenir. Bir tarafın “lehine”, diğer tarafın “aleyhine” olmaz. Adaletin temeli, menfaatin altın kuralı olan: “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” veya tersinden: “Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına öyle davran”dır. Yani dünyevi menfaat gözetme saiki ile de ahlaki eylem yapılır. Bu ilkeyi çiğneyerek başkalarına zarar vermek, acı çektirmek, haddi aşmak, hakkaniyetsizlik yapmak zulüm, fesat, fücur, tuğyan… dır. Dünya nimetleri, insanlar için hazırlanmıştır. Onların, salih/sağlam (Sabiğat-34/11) bir şekilde üretim yolu ile çoğaltılması, adil bir şekilde (mizan) bölüşülmesi (83/2-3) ve israf edilmeden tüketilmesi (6/141; 7/31) helal/meşrudur ve ahlakidir.

Allah-Kur’an, insanın menfaatperestliğini göz önünde tutarak, yukarıda saydığımız “kötülük odakları” haline gelmemesi ve hemcinsine karşı katil, gasıp, zalim ve hoyrat olmayıp; adil ve merhametli olması için, dini anlamda “denenme”yi kazanabilmesi için, ona bir de “Ahiret Menfaati” vadetmiştir. Bunu ifade eden odak kavram “Hayr”dır. Yukarıda belirttiğimiz gibi “İhsan” kavramı, karşılıksız vicdani iyiliği imlerken; “Hayr” kavramı, “karşılıklı iyiliği” imler. Bu dünyada Tanrı’ya İman ve kullarına iyilik yapmanın, onun dinini korumanın ve tebliğ etmenin karşılığı olarak “Ahiret”, peşin/âcil (kapitalizm) ekonomi yerine; veresiye/tecil edilmiş (17/18; 75/20; 76/27) bir ekonomidir; kesintiye uğramayan bir ticarettir (35/29), bir tür alış-veriş (bey’)tir (9/111); Allah’a verilmiş bir borçtur (64/16-17). Aynı zamanda hukuki bir hakketmektir. “Bu menfaat, daha çok ve daha uzun sürelidir” (87/17).

Malını, “Allah yolunda” yani cihat veya fakirlere yardım etmek için harcayanlar/dağıtanlar, yardım edenler (infak), yani “hayr” yapanlar, Ahirette kat be kat fazlasını alacaklardır: “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak verip her başakta da yüz tane bulunan tohum gibidir. Allah, dilediğine kat be kat verir, O, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (2/261). İnfak, yoksullara her türlü nakdi yardımı içerdiği gibi; günümüzde saile (dilenci) sadaka vermek değil; işsizlere istihdam yaratmaktır. Kur’anda ahlaki bir saik olarak “Ahiret”in yeri hakkında Fazlurrahman şöyle diyor: “Herşeyden evvel Ahiret olmaksızın insan, anlık yaşama haline düşer ve sadece “dar görüşlü” olmakla kalmayıp, aynı zamanda hayvanlar gibi olur. İnsana geniş görüşlülüğü veren ve “takva”yı harekete geçiren “Ahiret”tir. “Bu dünya” peşinde koşmak, hali hazıra(here and now) dalıp gitmenin diğer bir tezahürüdür. Böyle bir hayat görüşüne/tutumuna sahip insanlar,”hayvanlar gibidirler, hatta daha da kötüdürler; çünkü onlar, düşüncesizdirler.”(7/179). Kur’an’ın “takva”yı telkin etmedeki bütün çabası, insanı bu gelip geçici(hour to hour) hayatın üstüne çıkarmaya, böylece de onun davranışlarını uzun vadeli hedefleri ve “amellerin Sonu(the End of affairs)nu gözeten sağlam bir temele oturtmasına yöneliktir.”(Fazlurrahman, Kur’an’ın Bazı Ahlaki Kavramları, a.g. e, s15)

4-Sonuç

Kur’an’ın benimsemiş olduğu üçlü yani vicdan, Allah rızası ve menfaat saikleri, “Takva” kavramında toplandığı gibi, “Dünyada Dindarlık”tır. Bu üç motivin kendi içinde “Yücelik” sıralaması: 1- Allah Rızası, 2- Vicdan ve 3- Menfaattir. Tek motivli ahlak teorilerinden daha geniş ve gerçekçidir. Kant’ın “Ödev” teorisinde olduğu gibi “gazoz ağacı (zor)” değildir. Aristo’nun, Mill’in ve James’in teorilerinde olduğu gibi, Allah’ı ve Ahireti unutan seküler ve tekçi saikli değildir. Allah rızasını aşırıya götüren mistik teorilerde olduğu gibi yeryüzünü, bedeni, içgüdüleri (insanı) ihmal edip; onları düşman belleyen, dikey olarak Tanrı’ya veya O’nun ile birleşmeye, Sonsuzluğa, Hiçliğe giden bir yol da değildir. Dünyaya saplanmadığı gibi; dünyadan da kaçmaz. Gerçekçidir

İmansız ve ahlaksız itikat ve ibadet Müslümanlığı Prof Dr. İlhami Güler yazdı

1- İmanın İtikada Dönüşmesi

Tarihte ve günümüzde İslam dünyasının ve yüzde doksan dokuzu Müslüman olan Türkiye halkının temel dini problemlerinden biri budur. İmanda “istikamet” yani doğru bir imana veya akaide sahip olmak ayrı bir problemdir. Konumuz o değil. Konumuz, Allah ve Ahiret ile her bir bireyde diri, artıp eksilebilen, canlı ve dinamik olması gereken imanın edilememesi/edinilememesi veya ateş-yanma halinde olması gereken imanın ocağının sönmesi ve küle dönüşmesi; kinetik enerji üreten kaynar su gibi olması gereken imanın, donması ve buza dönüşmesi; canlı insana benzeyen imanın ölmesi ve cenazeye dönüşmesi yani “Akaid (Amentü)” leşmesidir.

İman, kalbin fiili; amel, organların fiilidir. İman ve amel, iki ayrı şey; fakat ikisi birbirine bağlı şeylerdir. Yani aralarında sebep-sonuç/nedensellik ilişkisi vardır. İman olmayınca, amel de olmaz. “Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz.” veya “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.” deyimlerinde olduğu gibi. Bu izah, dindeki durumu tasvir eder; imansız, salt vicdan ve mutluluk saiki ile kimi ahlaki amellerin/fiillerin yapılmayacağı anlamına gelmez. Nitekim Kant’ın “Ödev Ahlakı”, J. S. Mill’in “Faydacılık”ı ve W. James’in “Pragmatizm”i böyle teorilerdir.

İslam’ın erken döneminde “İman-Amel İlişkisi” , yani “Müslüman-Mü’min” kimliğin mahiyeti, teolojik bir problem olarak belirmiş ve başlıca üç tarzda teorileştirilmiştir. Hariciler, ameli yani yapılması veya kaçınılması gereken helal ve haramları, emir ve yasakları, imanın parçası olarak görmüş ve ameli ihmal edenleri tekfir etmiştir. Buna karşılık, Ebu Hanife ve Mürciîlik, bu görüşün tam zıddı olarak iman ve ameli birbirinden ayırmış yani koparmış; imanı da kalp fiilleri olarak değil; zihinsel kesin tasdik olarak “Akaid” e indirgemiştir. Yani hiç ameli olmasa da, itikadı/tasdiki olan kişi mü’min ve Müslümandır. “Müslüman” olmak için “amel” zorunlu değildir; olsa, daha iyi olur. Bu görüş, -Hariciliğin yaratmış olduğu şiddet/terör ve iç savaştan sonra- Sünniliğin resmi görüşü olmuştur. İslam’ın geniş kitlelere yayılmasını ve iç barışın sağlanmasını temin etmiştir. Mu’tezile ise, tasdiki olduğu halde, ameli olmayan kişiyi: “El-menziletü beyne’l menzileteyn= İman ile küfür arasında bir yerde” olarak nitelemiştir. Yani böyle birisi, Mü’min-Müslüman kimliğini hak etmediği gibi; böyle birine “Kâfir” de denemez. Çünkü tasdiki başarmıştır. Bu konumu Türkçeye “Araftakiler”, “İki arada bir derede” veya “Sıfatsız”, “Adam değil”, “İnsan değil”, meyvesiz “ot-ağaç” olarak çevirebiliriz. Hariciler ve Mu’tezile, böylesi kişilerin, -tövbe etmedikleri takdirde- Ahirette kesin olarak azap göreceğini ileri sürerken; Ebu Hanife ve Mürciîlik, bunların Ahiretteki durumunu, Allah’a havale etmiştir (İrca).

Bu görüşleri, Kur’an açısından yeniden gözden geçirdiğimizde, Dünyadaki durumu izah bakımından Mu’tezile’nin görüşü, daha tutarlı iken; Ahiretteki durumu izah açısından, Sünniliğinki daha tutarlıdır. Şöyle ki Ebu Hanife (Mürciîlik) yani Sünnilik, imanın canlı doğasını yani yoğunluğu artıp eksilebilen kalp fiilleri olan Allah’a karşı saygı/huşu, korku/haşyet, şükran hissi, sevgi, tazim, hayâ ve güveni; Ahirete karşı korku ve umudu (havf ve reca), artıp eksilmesi olmayan salt zihinsel “tasdik”e indirgemesi yanlıştır. Kur’an şöyle der: “Müminler, ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığında kalpleri ürperir; onun ayetleri kendilerine okunduğunda, bu, onların imanını artırır; onlar, sadece Rablerine tevekkül ederler.” (8/2). “Onlar, görmedikleri halde Rablerinden ve kıyamet gününden korkarlar” (21/49).

Mü’min ve Müslim/Müslüman kavramları Kur’an’da çoğunlukla müradif olarak kullanılır(3/52, 10/84, 43/69, 28/52-53). Ancak “teslimiyet yani tasdik”, imandan ayrılır: “Bedeviler, “iman ettik” dediler. De ki: iman etmediniz; fakat “Boyun eğdik/teslim olduk/tasdik ettik (eslemna)” deyin. Çünkü henüz iman kalplerinize girmedi…” (49/14). Bir sonraki ayette “müminler” şöyle tanımlanıyor: “Allah’a ve peygambere iman ederler, şüpheye düşmeden Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad ederler. İşte bunlar, imanlarını doğrulayanlardır.” (49/15). Başka bir yerde Kur’an şöyle der: “İnsanlar, “inandık” diyerek, (amel ile) denenmeden başıboş bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” (29/2).

Ehl-i Kitap (Yahudiler ve Hristiyanlar) ın tarihi süreç içinde başına gelen imanın zayi olması yani ölü itikada dönüşmesi ve istikametten çıkmasını Kur’an, muhataplarına şöyle tasvir ederek onları uyarır: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamak ve kendilerine indirilen hakikatten dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Onlar/mü’minler, daha önce kendilerine kitap verilip de aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar; onlardan birçoğu fâsıktır.” (57/16).

Aradan 1400 sene geçince mü’minlerin başına gelen şey de aynısıdır. Yani canlı imanın kaybolması, kalplerin katılaşması, iman’ın itikat’a dönüşerek amel doğurmaz hale gelmesi ve birçoğunun fâsık/günahkâr olması.

2- Allah’a Karşı İbadetin, İnsanlığa Karşı Ahlaki Amele Yeğlenmesi

Spinoza: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir” der. Bu söz, doğrudur. Avam/ahali/halk/sokak insanı, kendince ritüelleri/ibadet-i mersumeyi “yükte hafif, pahada ağır” bir tasavvurla Tanrı’nın gözüne girmenin, işi “baştan bağlamanın” bir yolu olarak görür. Böylece ibadetleri, örneğin, ucunda ölüm ve yaralanma, malından bağışta bulunma olan ve zorluk, çile, sabır, zarar içeren cihat etmek ile eşitler. İnsanlara karşı adil ve merhametli olma amellerini ıskalamaya çalışır. Kur’an, bu konuda şöyle der: “ Siz hacılara su dağıtmayı ve mescid-i haramın bakım ve onarımını, Allah’a ve Ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihat eden kimselerin amelleri ile eşit mi tutuyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit değildirler; Allah, zalim toplumu hidayete erdirmez. “(9/19). Bir örnek de biz verelim. Genellikle din adına siyaset yapanlar, ibadetler(Namaz-Oruç-Hac) ile Tanrıyı kandırmaya çalışarak(“Alnı secde görme”), siyaseti, kendileri gibi/partili olmayanlara karşı tahakküm/güç istenci aracı ve çıkar maksimizasyonu olarak icra etmektedirler.

İman ve Ahlakın kaybedilerek itikat ve ibadetin “din” haline getirilmesi konusunda rahmetli Nurettin Topçu, yıllar öncesinde “İslam ve İnsan” (İst. 1970) adlı kitabında büyük bir vukufiyetle ortaya koymuştur. Biraz uzun da olsa, ehemmiyetine binaen ondan bazı iktibaslar yapacağım:

“Asırlar arasında İslam’ın ruhu katı kaidecilikle, taassubun tehditleriyle, saltanat ve merasimin gurur ve tahakkümleriyle eritildi. Dinî müesseseler, dinin ruhundan tamamen sıyrıldı. Din elbisesine bürünmüş, dini kaidelerle bezenmiş devlet ve dünya müesseseleri halini aldı. Bunların etrafında istismarcı bir din adamları sınıfı teşekkül etti. Bu adamlar, içyapısını yüz yılların yıprattığı devlet ile el ele vererek ve onun manevi kudreti halinde sömürme sahalarını mütemadiyen genişlettiler. (a.g.e, s. 8-9).

“Her sene milyonlarca ziyaretçi ile dolan Kâbe’nin etrafında ruh birliği ve beraberliği meydana gelemiyor. Bunun sebebi ne siyasi, ne iktisadi, ne de aslında ilmi ve fikridir. Bu halin sebebi, İslam’ın temeli ve Kur’an’ın özü olan ahlakın kaybedilmiş olmasıdır. Bugünkü Müslümanlar, birtakım geleneksel hareketleri dikkat ve titizlikle yapmaktan başka endişesi olmayan ilkçağın ve ilkel devrin sihirbazlarını andırıyorlar. Kur’an harikası olan ilahi ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür… Asırların artığı sözde din adamlarımız, devrimizin maddeci yıkımını göstererek, onu itham yoluyla kendilerinin Allah yolcusu oldukları vehmini halka sunuyorlar. Hakikatte ise onlar, dini hayatı maddi şekil ve hareketlere bürünmüş maddecilerdir; din ve ahiret maddecileridirler; ruhlarını kaybetmişlerdir.” (a.g.e, önsöz).

“Dinin bütün dünyası ruh dünyasıdır. İslam’ın bütün hareketlerimizi ve bütün dünya işlerimizi düzenlemiş olması, dünyaya ait emellerimizde bize daha iyi “başarı” sağlamak için değildir. Ticarette daha iyi tüccar, siyasette daha mahir diplomat olmamız için değildir. Belki dünya işlerimizi ruhun selametini hiç engellemeyecek tarzda düzenlemek içindir. Ticaret ve siyasette kazanç ve muvaffakiyet hırslarımıza gem vurmak içindir. Dinin konusu ruhtur… ; din, bedene saadet ve bolluk getirmek davasında değildir; bilakis, ruhu bedene hâkim kılmak davasıdır. İnsan bedeni ile birlikte yaşadığı için, bu bedenin ruhun yüksek gayesine uygun hareketler yapması için “şeriat” bildirilmiş ve onda bedenin hareketleri, ruha zarar vermeyecek ve onu besleyecek tarzlarda tertiplenmiştir.” (a.g.e, s. 31).

“Zamanla yıprana yıprana birer otomatik hale getirilen ve bu şekilde emrolunduğu anlatılan ibadetler ise, iyi hesaplayan ve dikkatle kaydeden meleklerin takip ettiği bedende bir takım şekil değişmeleri haline getirildi. El, ayak, baş, beden hareketlerinde maharet, dindarlığın şartı oldu; bunlar, dinin esasları sayıldı. Bütün ruh ve manasından sıyrılan dini hayatın bu şekilperestliğine “zühd ve takva” adını verenler, bu vehimlerinin kaskatı gururu içinde gömülüp kaldılar ve bu yolda yürürken Allah’a götüren ahlak yolunun izlerine bile rastlamadılar.” (a.g.e, s.33)

“Asırlardır milyonlarca Müslümanın, yurtlarında aç ve sahipsiz inleyen mü’min kardeşlerini çiğneye çiğneye ziyarete koştukları Kâbe’den dönüşte, onlar hakkında olsun biraz merhamet, hatta insanlar hakkında olsa da bir parça aşk ve muhabbet getirdikleri görülmüş müdür? Hâlâ İslam âlemi birbirine düşmandır ve Kâbe’nin bekçileri de, Müslüman kardeşlerini soymakla görevlidirler. Siz, Allah’a iftira ediyorsunuz! Allah, böyle bir ibadet istememiştir! Haccın manası, ruhsuz bedenlerin sırf mekân değiştirme şeklinde muayyen bir beldeye gitmiş olmaları değildir. Haccın İslam Kongresi olan gerçek ahlaki ve içtimai gayesinin yanın da büyük manevi (mistik) değerini gerçekleştirecek olanlar, dini aşk ile kalbin ebediliğe götüren yolu olduğunu bilen ve yaşayan gönüllerdir. Bedenlerini putlar gibi şekiller ve kütleler halinde kımıldatmakla Allaha yaklaştıklarını vehmeden ölü ruhlar değil.” (a.g.e, s. 35).

3- Sonuç

1- Kurucu tecrübenin üzerinden uzun zaman geçmesi ile (1400 sene) Müslümanlar da –Kitap Ehli gibi- canlı iman ve ahlaklarını büyük ölçüde kaybedip ölü itikad (Amentü) ve ibadetler (İslam’ın Beş Şartı) ile yetinmektedirler.

2- Sünnilik, Kur’an’da varit olan canlı ve artıp eksilen imanı, artıp eksilmeyen ölü itikada/inanca dönüştürmüştür.

3- Kur’an’da varit olduğu hali ile iman ve amel iki ayrı şey; fakat ikisi birbirine zorunlu olarak bağlı şeylerdir.

4- Canlı İmanı olmayanın, yaratıcı ahlaki ameli (takva) olmaz. Dogmatik taklit ile oluşturulan “Amel Ajandası” büyük ölçüde ibadetlerden oluşmaktadır.

5- Alışkanlık, ezber ve borç ödeme gerekçesinden dolayı yerine getirilen ibadetler, Allah’a saygı ifadesi ve kullarına karşı ahlak (adalet-merhamet) üretme yerine; cenneti garantilemenin ticarî “alış-veriş”ine dönüşmüştür.

6- Sünniliğin “Mü’min/Müslüman” tanımı, çoğunlukla toplumdan taklit/miras yolu ile elde edilen; amel/ahlak içermek zorunda olmayan “beleş/bedava” bir kimliktir. Yüzde biri eksik olan –döviz cinsinden- bir kâğıt parayı “geçersiz” sayan Sünni halkımız; dini kimliğindeki yüzde 90lık eksikliği “tam” saymaktadır. Kur’an’daki mü’min ve Müslüman kimlik tanımı, ameli-ahlakı içermektedir. Tasdiki olan kişiye politik olarak “Müslüman” kimliği verilebilse de; teolojik olarak ameli/ahlakı olmayan kimseye “mü’min” kimliği verilemez. O, sıfatsız veya iki arada bir derededir. Böyleleri tekfir de edilemez.

30 Ekim 2021 Cumartesi

Hanefi, bütün dünyadaki ezilenlerden yanaydı Prof. Dr. İlhami Güler-30/10/2021

Geçtiğimiz hafta vefat eden İslami sol hareketinin kurucusu, Mısırlı yenilikçi düşünür Prof. Dr. Hasan Hanefi hakkında KARAR’a konuşan Prof. Dr. İlhami Güler: “Dürüst bir akademisyendi. Batı ve İslam düşüncesine de hakimdi. Sadece lafızları yenileme değil muhtevayı da yenileme, İslam düşüncesine yepyeni bir çehre kazandırma çabasındaydı. Hindistan’dan Mağrip’e bütün İslam dünyasının derdiyle dertlenen, üzülen, sevinen biriydi. Dini hamiyeti vardı ve bütün dünyadaki ezilenlerden yanaydı.”

İslami sol hareketinin kurucusu, Mısırlı yenilikçi düşünür Prof. Dr. Hasan Hanefi 21 Ekim’de Kahire’de vefat etti. İslam düşünce dünyasında ilk kez 1940’larda, sosyalizmin yükselişte olduğu bir dönemde Suriyeli Mustafa Sipahi tarafından gündeme getirilen ‘İslami sol’ yorumu Şiilikte de İranlı sosyolog Ali Şeriati ile anılıyor. Prof. Dr. Hanefi ise Sünnilikte bu yorumu yapan, İslami sol hareketinin kurucusu olarak ardında iz bırakan bir isim. Yaşamı boyunca 60’ya yakın eser ortaya koyduğu halde Türkçede ne yazık ki yalnız 6 kitabı bulunan Hanefi’yi, onu Türkiye’deki düşünce dünyasına tanıtan bir isim olan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlhami Güler ile konuştuk.

İlhami hocam, öncelikle Hanefi’nin ‘İslami sol’ söyleminin arka planındaki düşüncesi neydi, anlatabilir misiniz?

Hanefi bu söylemi özellikle Filistin’in İsrail tarafından işgal edilmesine, İslam dünyasının Batı tarafından sömürge haline getirilmiş olmasına karşı, İslam’ın özünün haktan, hukuktan, emekten yana olduğunu öne çıkarmak için oluşturmuştu. Bu konular esas İslam’ın sorunudur demek istiyordu. Arap dünyasında biliyorsunuz iktisadi bir sınıfın hegemonyası söz konusu. Bu söylem, onların hegemonyasındaki kitlelerin haklarını savunma amaçlı bir söylemdi. Dogmatik bir düşünce yerine, aklı, tecrübeyi, tümevarımı esas alan bir düşüncenin İslam’ın özünde olduğunu vurgulayan bir görüştü. Yani çağın gerçekliğini takip etme, ondan kopmama anlamında… Ancak Hanefi Sovyetler Birliği’nin yani sosyalizmin çöküşünden sonra artık sol jargonunu artık kullanmamaya, ‘aydınlanmış İslam’ kavramını kullanmaya başladı.

Bizdeki İslami düşünce dünyasında geleneksel ekolü sürdüren isimler negatif olarak ele alır bu kavramı. Hanefi’nin bu ‘aydınlanmış İslam’ kavramı Arap dünyasında nasıl karşılandı?

‘Aydınlanma’ kavramı Arap dünyasında pozitiftir. Yeniliği ima eder. Kendi çağdaşları Muhammed Arkon, Muhammed Abid Cabiri, Taha Abdurrahman, Nasr Ebu Zeyd gibi isimler de bu yenilikçi ekoldeydi. Fakat Hanefi aynı zamanda politik bir yanı, ideolojisi de olan bir isim olarak diğerlerinden ayrılır. Hanefi’nin projesi genel anlamda İslam düşüncesini yenileme üzerineydi. Çünkü Ehl-i Hadis ekolü metni ve dogmayı merkez alır, Hanefi bu düşüncenin Orta Çağlarda o günün toplumsal koşullarına göre şekillendiğini savunur. Ama o dönemde rey ehli dediğimiz vicdanı, vakayı, düşünceyi, tümevarımı, olguyu da esas alan bir düşüncenin de ortaya çıktığını fakat aktif olamadığını belirterek, bugünkü İslam dünyasının bu düşünceye ihtiyacı olduğunu savunur. Yenilenmeyi bu ekol damarı üzerinden güncellemeye, aktif hale getirmeye çalışmıştır.

Hanefi’nin bu projesinin üç ayaktan oluştuğunu biliyoruz. Özetle neydi üzerinde durduğu konular?

Evet üç ayaktan oluşuyor. İlki geleneksel kültür karşısında konumumuz ne olacak sorusu üzerinedir. İkincisi çağdaş Batı karşısında düşüncemiz ne olacak, üçüncüsü ise İslam dünyasının ve Mısır’ın bugün içinde bulunduğu gerçeklik yani vaka karşısında takınacağı tutum ne olacak… Kitaplarının hepsinde bunları anlatıyor. İlkinde, yani geleneksel kültür karşısındaki tutum konusunu ise dört maddede ele alıyor. Kelam, felsefe, fıkıh ve tasavvufun yenilenmesi üzerine düşüncelerini yazıyor.

‘BATI BİLİMİN NESNESİ HALİNE GETİRİLMELİ’ DEDİ

Projesinin ikinci ayağı günümüzün önemli meselelerinden biri hala. Çağdaş Batı karşısında düşüncemiz ne olacak? Ne öneriyordu?

Bu konuda 800 sayfalık ‘Oksitandalizme Giriş’ adlı bir eseri var. Oryantalizmin İslam dünyasını ve dünyanın her yerini kendine nesne yaptığını vurgulayarak “Onlar alim oldu biz öğrenci” diyor.

Bugünkü Müslüman dünyasının entelektüellerin özgüvenle Batı’yı bilimin nesnesi haline getirmesi gerektiğini savunuyor ancak bir şart koşuyor burada, ‘Onlar sürekli tepeden bakarak yaptılar, biz daha hakkaniyetli, araya mesafe koyarak onların hatalarını da doğrularını da gören bir disiplin oluşturmalıyız” diyor. Batı biliyorsunuz kendini tarihin sonu olarak lanse ediyor. Hanefi, bunu ortadan kaldıracak, Batı’ya haddini bildiren, insanlığı bugün getirdikleri yerin hayırhah olmadığını anlatacak bir disiplin öneriyor.

İslam dünyasındaki yönetimlerde bugün şahit olduğumuz adaletsizliklere ve acziyete dair görüşleri neydi peki?

Bu onun projesinin üçüncü ayağı. Vaka, yani gerçeklik karşısındaki konumumuz için 8 ciltlik ‘Mısır’da Din ve Devrim’ adlı bir çalışması var. Onunla anılan ‘İslami sol’ düşüncesi işte bu çalışmada ortaya çıkıyor. Bugünkü İslam dünyasının içinde bulunduğu gerçekliği göz önünde tutuyor. Mısır’da biliyorsunuz fakirlik çok fazla, gelir dağlımı çok dengesiz, tabii bu tablo genel olarak bütün İslam dünyasında mevcut. İslam dünyasındaki yönetimler büyük ölçüde ya tek parti ya aile ya da askeri diktatörlüklerinden oluşuyor. Hanefi ise demokrasiyi benimseyen biri ve İslami solun siyasi ayağını oluşturarak, ezilen, söz hakkı olmayan kitlelerin demokrasi yolu ile yönetime nasıl katılabileceklerinin yolunu arıyor.

BATILI FİLOZOFLARDAN ETKİLENMİŞ AMA KLASİK SÖYLEMİ TERK ETMEMİŞTİR

Hanefi’yi araştırırken ilginç bir şey öğrendim. Malezya’daki takipçileri kendisini ‘karpuz’ lakabıyla anıyormuş. Neden?

Malezyalılar, Hanefi için ‘İslami dilini kullanıyor ama içeriğine modernitenin bütün kazanımlarını giydiriyor’ düşüncesiyle şüpheyle bakmış. Benim bu konudaki kanaatim şu, Hanefi’nin Batı’daki dört filozoftan Spinoza, Feuerbach, Husserl ve Lessing’den büyük ölçüde etkilenmiş bir isim. Bir panteist olan ve tanrı ile alemin bir olduğunu savunan Spinoza’nın kitabını Arapça’ya tercüme etmiş Hanefi. 1970’lerde yazdığı bir makalesi de var ayrıca, ‘Teoloji mi Antropoloji mi?’ adında. Sait Yazıcıoğlu bunu Türkçeye aktardı ve Ankara İlahiyat Fakültesi’nin dergisinde yayımlandı. Ben de Hanefi’yi bu makaleyle tanıdım. Makalede antropolijiyi esas alıyor, teolojiyi antropolojiye göre yorumluyor.

Bunu yapan da esasında Feuerbach’tı, o teolojik dilin insanın kendine yabancılaşarak oluşturduğu bir dil olduğu tezini savunur. Hanefi onu izleyerek din dilini daha insani bir dile çevirmeye çalışıyor ama bunu geleneksel dili kullanarak yapıyor. Buna da imkan veren Husserl’dir, çünkü Hanefi bütün projesini Husserl’in fenomenolojik yöntemini benimseyerek oluşturuyor.

Fenomelojinin özü ise şudur, kavramların veya sistemlerin bütün tarihini parantez içine alır, siz o içeriği yeniden kendi iradenizle doldurabilirsiniz. Dolayısıyla Hanefi bu yöntemleri benimsemekle birlikte, Allah, ayet gibi bütün klasik söylemleri de kullanıyor ama dünyevi bir içerikte veriyor. ‘Allah aştır’ diyor mesela, ‘İhtiyacın neyse tanrı da odur’ demek istiyor. Bu dört ismin felsefesini benimsemiş olması Malezya’da Hanefi hakkında ‘Bu adam Allah, peygamber, din diyor ama bize Batı’nın felsefesini aktarmaya çalışıyor’ minvalinde bir şüphe doğurmuş.

Bizde Malezyalılar gibi bakmıyor muyuz böyle yenilikçi düşünürlere? Şundan soruyorum, ciltler dolusu çalışması var Hanefi’nin ancak bizde çok az çevirisi var. Yani bizim düşünce dünyamızda da böyle bir şüphe mi var Hanefi’ye karşı?

Tabii bizde de yenilik yoktur. Bizim entelektüeller arasında da Malezya’dakiler gibi bir şüphe var. Daha doğrusu aslında başta bende de vardı o şüphe. Hanefi bir cümlesinde ‘Sekülerler ne diyeceklerini biliyorlar fakat nasıl diyeceklerini bilmiyorlar. İslamcılar da nasıl söyleyeceklerini biliyorlar ne diyeceklerini bilmiyorlar’ diyor. Burada sekülerizme, modern dünyaya prim veriyor gibi görünüyor.

Ben bunu daha sonra şöyle yorumladım. Kendisi Mısırlı, eski Orta Çağdaki İslam uygarlığının ihtişamını göz önünde tutuyor ancak bugünkü İslam dünyasının eğitim, sağlık, bilim alanlarındaki korkunç pasifliğini görüyor. Müslümanların Allah’a ve ayete yüklediği enerjiyi yeryüzüne boşaltmak, insana döndürmek istiyor, ahireti ise İslam toplumlarının geleceği olarak yorumluyor. Yani yeryüzünde cenneti nasıl kurarız sorusunun cevabını arıyor.

Vefatının ardından Türkçede artık daha fazla Hanefi çevirisi görür müyüz sizce?

Şu anda Türkiye’deki İslami düşüncenin entelektüel kapasitesi 2000’li yılların çok çok gerisinde. O yıllarda az çok İslam dünyasındaki Muhammed Arkon, Cabiri, Ebu Zeyd gibi isimler takip edilirdi. Çünkü muhafazakarlar o zaman muhalefetteydi, ve bu muhalefet hali ürettiriyordu. Ama 2000’li yıllardan sonra yavaş yavaş tedrici olarak İslami entelektüel düşünce kapasitesi dumura uğradı, yani iktidar her şeyi bozdu. Nietzsche ‘Tahakküm, güç tutkusu insanı aptallaştırır’ der, Türkiye’de de olan bu şu anda. Bu yüzden ben Hanefi’nin kitaplarının bu dönemde Türkçeye çevrileceğini düşünmüyorum.

TÜRKİYE’NİN LAİKLİK VE İSLAM SENTEZİNİ ÖNEMSİYORDU

Hanefi’yi Türkiye’ye tanıtan benim aslında. ‘Teoloji mi Antropoloji mi?’ adlı bir makalesi bende büyük etki bırakmıştı. Gittim Mısır’da kendisini buldum, 1992’de Kahire’de derslerine devam ettim. Kendisiyle bir röportaj da yaptım ve 1992’de İslami Araştırmalar dergisinde yayımladım.

Gelirken kitaplarını da yanımda getirdim ve Türkiye’de tanınmaya başladı. Sonra birkaç kez de davet ettik Türkiye’ye, İstanbul, Ankara gibi şehirlerimize beş on kez geldi gitti. Mustafa Kemal’in devrimlerinden sonra sekülerizmle yani laiklikle İslam arasındaki sentezinden dolayı Türkiye’yi çok önemsiyor ve takip ediyordu. Hanefi’nin ömrü Mısır’da ihvan dilinin arkaik oluşu, sekülerlerin de totaliter oluşu üzerine geçti.

O dilleri ıslah etme çabası üzerine yaşadı. Çok iyi, dürüst bir akademisyendi, Sorbonne’da eğitim almış, İngilizce, Fransızca biliyor, Batı ve İslam düşüncesine de hakim bir isim. Sadece lafızları yenileme değil muhtevayı da yenileme, İslam düşüncesine yepyeni bir çehre kazandırma çabasındaydı. Ben samimi olduğuna inanıyorum. Hanefi Hindistan’dan Mağrip’e bütün İslam dünyasının derdiyle dertlenen, üzülen, sevinen biriydi. Dini hamiyeti vardı ve bütün dünyadaki ezilenlerden yanaydı.

20 Ekim 2021 Çarşamba

Dış mihraklara ağızlarının payı verildi. Yoksa bir oyuna mı gelindi? Hadi canım… Fehmi Koru/20 Ekim 2021

TL her gün bir gün önceki tarihi rekorunu kırıp dolar karşısında ‘1 dolar = 10 TL’ uğursuz denklemine doğru yol alırken, resmi enflasyon da yüzde 20’ye tırmanmışken, 10 Batı ülkesiyle kavgalı hale gelmemizi talihsizlik sayıyorum.

ABD, Almanya, Danimarka, Fransa, Finlandiya, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda’nın büyükelçileri “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararına uyulmalı, Osman Kavala serbest bırakılmalı” talebini içeren bir bildiriye imza attıkları için Dışişleri Bakanlığı’na çağrılıp azarlandılar, hükümetin ve AK Parti’nin ileri gelenleri de onlara hadlerini bildiren açıklamalar yaptı.

“Ne yani, tepki verilmese miydi?” diş gıcırtılarını duyar gibi oluyorum.

Bu girişimi gerçekten densizlik ve haddini bilmezlik sayıyorsak, konunun ahlaki boyutuyla ilgili değerlendirme iç ve dış kamuoylarına bırakılarak sorun diplomatik bir çatışma haline dönüştürülmeseydi daha akıllıca davranılmış olurdu.

Tepkisel açıklamaların hepsinde yer alan ‘dış mihraklar’ vurgusu ile verilen tepki arasında bir çelişki var.

Tahlil şu önermeye dayanıyor: ’Dış mihraklar’ AK Parti’den ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan rahatsız. Joe Biden henüz ABD’de başkanlık adayı iken New York Times gazetesi yazarlarıyla buluşmasında bu rahatsızlığın ortadan kaldırılması için gayret edeceği sözünü vermişti.

Tepki bildirisinin altında Biden’in başkanı olduğu ABD’nin Ankara büyükelçisinin de imzası bulunuyor.

O zaman?

Bu bildiri muhtemelen Biden ve benzerlerinin çoktandır dışa da vuran rahatsızlığının ürünü olabilir.

Sanıyorum tepki verenlerin açıklamalarına sızan hislerde bu tür bir tahlilin payı büyük.

Devletler de oyun kurar

Tepki karşı tarafın oyun planı içerisinde mutlaka yer alıyordur. 10 ülkenin imzaladığı bildiri, çekeceği tepkiler göze alınarak, beklenerek, hatta yapılması için dua bile edilerek hazırlanmışsa hiç şaşırmam.

İçinde ‘hadsiz’ sözcüğünün mutlaka geçtiği tepki açıklamaları, 10 büyükelçinin sessizlikle karşılansa hiçbir etki uyandırmayacak bildirilerinin bütün dünya medyasında kısa-geniş yer almasını sağlamış oldu.

En önemlisi de, tepkili açıklamalarda yer alan “Türkiye’de yargı bağımsızdır” cümlesi yüzünden, konuyu haberleştiren yabancı medyaya, ülkemizin adalet-yargı sisteminin Batı kamuoylarına ters gelebilecek uygulamalarını birbiri ardına sıralama fırsatı verdi.

Rahip Branson olayı mutlaka hatırlatıldı.

KHK’lılar, hapisteki gazeteciler ve cezaevlerinin yoğunluğu konuları da.

Peki verilen tepki herhangi bir olumlu sonuç doğurdu mu?

Bakanlığa çağrılarak duyulan rahatsızlık yüzlerine de ifade edilen yabancı büyükelçiler, kendilerine verilen tepkiden sonra yaptıkları yanlışlığı kabul edip bildiriden imzalarını çektiler mi?

İmzacı büyükelçilerin ülke başkentlerinden herhangi bir özür beyanı geldi mi?

Herhalde “Keşke bildiri daha farklı bir yaklaşımla ele alınsaydı” görüşümün sebebi anlaşılmıştır.

‘Dış mihraklar’ diye anılan AK Parti’den ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan hoşlanmayan bir ülkeler grubu varsa, yukarıdaki tahlili yapanların onların oyun planına uygun davranmamasını beklerdim.

Ya ağızlardan ‘dış mihraklar’ suçlaması düşmediği halde böyle bir ülkeler grubunun varlığına inanılmıyor veya en azından grubun varlığı abartılıyor ya da onlarla nasıl başa çıkılabileceği konusuna önem verilmiyor.

‘Dış mihraklar’ varsa onların oyun planına uyacak davranıştan kaçınılmalıydı.

İlk tepki yanlıştı, hiç değilse aynı oyun planı içerisinde bulunan daha başka neler varsa bundan sonra onların boşa çıkartılmasında daha akıllıca davranılmalı.

Bildiride imzası bulunan büyükelçilerin ülkeleri kendilerine verilen tepkileri dert edebilir, onları uluslarına hakaret olarak değerlendirip rahatsızlığı bir adım daha ileriye taşımayı deneyebilirler.

Herhalde o ülkelerin başkentlerindeki Türkiye’nin büyükelçilerini kendi dışişleri bakanlıklarına çağırmazlar…

Karşılık vermeyi o noktada bırakır ve daha ileriye gitmezler mi?

Çoğu AB üyesi imzacı ülkelerin, birkaçı NATO’da müttefikimiz; üyesi oldukları uluslararası kuruluşları Türkiye’nin keyfini kaçıracak tavır almaya sevk etmek için ekstra bir çaba göstermezler sanırım.

Avrupa’dan dışlanmak mı?

Türkiye’nin kurucu üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi bildiricilerin bildirilerine yansıyan konuyu kısa süre önce görüştü ve benzer bir metni kabul etti. İstenen, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmasını denetleme görevinin sahibi Bakanlar Komitesi’nin duruma el koyması, Türkiye AİHM kararlarını uygulamamakta -yani Osman Kavala’yı serbest bırakmamakta- ısrar ederse, ‘ihlal prosedürü’ başlatması…

Evet, komite daha önce tam beş kez bu yolda Türkiye’yi uyardı ama herhangi bir yaptırıma gitmedi; bu altıncı uyarı ve bu da işlevsiz kalabilir.

Yoksa 10 büyükelçi bildirisi önceki beş karardan farklı bir gelişmenin öncüsü mü? 

AK Parti öyle bir sürecin başlamasını ve Avrupa Konseyi’nin kapısı dışında kalmayı herhalde istemez.

[Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi ‘ihlal prosedürü’nü bir kez kullandı, onu da Azerbaycan’a karşı kullandı. Süreç 2010 yılında başladı, 2020 yılına kadar sürdü.]

Türkiye Azerbaycan değil; muhtemel karar ülkemizi farklı etkileyecektir.

Kararın etkisi en fazla ekonomi üzerinde hissedilir.

Bu konuyu değerlendirirken olumsuz beklentilere kendimi kaptırdığımın ben de farkındayım; ancak ne yapayım, beni buna, bildiriye verilen tepkilerde koro halinde ‘dış mihrak’ deyimi ve türevlerinin kullanılması sevk etti.

Umarım, olay, bildiri ve ona verilen tepkiyle sınırlı kalır, daha ileriye götürülmez.

Daha da güzeli, yargıyı vakit kaybetmeden uluslararası standartlara kavuşturacak, hakim teminatını garanti altına alacak yasal değişikliklerle donatarak ülkemizi ‘dış mihraklar’ oyuncağı olmaktan uzaklaştırmaktır.

Bana göre ‘dış mihraklara pabuç bırakmamak’ esas böyle sağlanır.

Büyükelçilerin Osman Kavala açıklaması Rıza Türmen/20 Ekim 2021

Kasım toplantısında ve sonrasında işler iyice tatsızlaşacağından, devletlerin Ankara'daki büyükelçileri aracılığıyla Türkiye'ye son bir uyarı yapmak ve sorunun tatsız bir mecraya girmesini önlemek istediklerini düşünüyorum

Osman Kavala ile ilgili olarak Ankara'da görevli 10 büyükelçi açıklama yaptılar. Açıklamada Kavala'nın serbest bırakılmaması için başvurulan yolların demokrasiye saygıyı, hukuk ve saydamlık ilkelerini gölgelediği belirtilmekte ve AİHM kararına uygun olarak Osman Kavala'nın serbest bırakılması için Türkiye'ye çağrıda bulunulmakta.

Büyükelçilerin çağrısı bizi çok kızdırdı. Büyükelçiler, Dışişleri Bakanlığı'na çağrılarak hadleri bildirildi. İktidar partisinin ileri gelenleri de yaptıkları açıklamalarla büyükelçilere hadlerini ve hudutlarını anımsattılar.

Büyükelçilerin açıklamaları Türkiye'de görülen herhangi bir davaya ilişkin olsaydı, bu tepki haklı olabilirdi. Oysa Osman Kavala davasıyla ilgili 10 büyükelçinin çağrısını değerlendirirken davanın özelliklerini göz önünde bulundurmak gerekir.

Bir kere ortada bir insan hakları sorunu var.

2. Dünya Savaşı'ndan sonra meydana gelen büyük dönüşümle, insan hakları devletlerin iç işi olmaktan çıktı. Devletlerin egemenlik alanı dışına çıkarıldı. Bütün uluslararası toplumun sorunu oldu. Bugün hiçbir devlet, "ben kendi vatandaşlarımın insan haklarını istediğim gibi ihlal ederim. Sen ne karışıyorsun?" diyemez.

Osman Kavala'nın tutukluluğunun ağır bir insan hakkı ihlali olduğu uluslararası bir mahkeme tarafından saptandı. AİHM, 10.12.2019 tarihli kararıyla Kavala'nın tutuklanmasında makul şüpheyi doğuracak nesnel eylemler bulunmadığına, o nedenle tutuklamanın hukuka aykırı olduğuna karar verdi. Bunun yanında, tutuklamanın siyasal nedenlerle, Osman Kavala'yı ve Türkiye'deki sivil toplumu susturmak amacıyla gerçekleştirildiğine hükmetti. Bütün bunlardan hareketle, Osman Kavala'nın derhal serbest bırakılmasını istedi. Türkiye taraf olduğu sözleşmeden doğan kararı uygulama yükümlülüğü olmasına karşın, uygulamamak için hukuk cambazlıklarına girişti. Aynı olgulara dayanan yeni bir casusluk davası soruşturması başlattı. Bu da yeterli olmayınca, Kavala'nın beraat ettiği davalar İstinaf Mahkemesi'nde bozuldu, hukuka aykırı bir biçimde, hiç ilgisi olmayan Çarşı davasıyla dava ile birleştirildi.

Türkiye'nin hukuksal kurnazlıklarla Osman Kavala'yı serbest bırakmaması ve AİHM kararını uygulamaması başlıbaşına bir ihlal konusu. Bütün bunlar dururken, siyasal iktidar,"yargı bağımsızlığı" gibi inandırıcı olmayan bir örtünün altına girip kimsenin ses çıkarmamasını istiyor.

Büyükelçilerin çağrısına tepki gösterirken dikkate alınması gereken başka bir husus, bu sorunun Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi önünde olması. AİHM kararlarının uygulanmasının sorumluluğu, 47 devletin büyükelçilerinden oluşan Bakanlar Komitesi'ne ait. Bakanlar Komitesi siyasal bir organ. Kararların uygulanması için başvurulan yöntem de siyasal baskı. Bakanlar Komitesi'nin bu sorumluluğu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nden kaynaklanıyor. Dolayısıyla siyasal baskı, hukuki nitelik kazanıyor, meşrulaşıyor.

Büyükelçiler, AİHM'in Osman Kavala kararının uygulanmasını bir yıldan fazla bir süredir, her toplantısında görüştü, birçok karar kabul etti. Bu kararların tümünde Türkiye'den Osman Kavala'nın derhal serbest bırakılmasını talep etti. Türkiye bu çağrılara kulaklarını tıkadı. Kararı uygulamamakta ısrar etti. Ankara'da çağrı metnine imza atan devletlerin Strasbourg'daki büyükelçileri zaten Osman Kavala'nın serbest bırakılmasını öngören pek çok kararı kabul etmiş bulunmakta. Strasbourg'da alınan kararlar sorun yaratmıyor da, aynı talep aynı devletlerin büyükelçileri tarafından Ankara'da tekrarlanınca mı sorun oluyor?

Bu konu Strasbourg'da Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi çerçevesinde yürütülürken, neden Ankara'daki büyükelçiler böyle bir girişimde bulundular? Benim tahminim şu:

Strasbourg'da Bakanlar Komitesi çerçevesinde yürütülen görüşmelerde de, kabul edilen kararlarda da yolun sonuna gelindi. Bakanlar Komitesi kararlarıyla alay edercesine Osman Kavala davasının ilgisi olmayan başka bir davayla birleştirilmesi de gösterdi ki, bu kararların Türkiye üzerinde etkisi yok. O zaman Bakanlar Komitesi'nin elinde yapacak tek şey kalıyor: İhlal prosedürünü başlatmak. Zaten Eylül toplantısındaki karar da Bakanlar Komitesi'nin bu yola gitme niyetini gösterdi.

Bu şu anlama geliyor: 30 Kasım toplantısında büyük bir olasılıkla Bakanlar Komitesi üçte iki çoğunlukla ihlal prosedürünün başladığına ilişkin bir karar kabul edecek. Kararın kabulünden 6 ay sonra Bakanlar Komitesi, AİHM'den ilgili devletin kararı uygulayıp uygulamadığı hakkında bir karar vermesini isteyecek. AİHM kararlarının uygulanmadığı ve bu nedenle Sözleşme'nin ihlal edildiğine karar verirse, Bakanlar Komitesi giderek ağırlaşan yaptırımlar uygulayacak. Bu yaptırımlar, ilgili devletin Avrupa Konseyi'nden çıkarılmasına kadar gidebilir.

Kasım toplantısında ve sonrasında işler iyice tatsızlaşacağından, devletlerin Ankara'daki büyükelçileri aracılığıyla Türkiye'ye son bir uyarı yapmak ve sorunun tatsız bir mecraya girmesini önlemek istediklerini düşünüyorum.

Ankara'daki çağrı metnine imza atan Avrupa Konseyi üyesi olmayan, dolayısıyla Bakanlar Komitesi'nde oturmayan üç devlet var. ABD, Kanada, Yeni Zelanda.ABD ve Kanada gözlemci üye. Bu devletlerin insan hakları konusunda kamuoyundaki duyarlılıklar nedeniyle çağrı metnini imzaladıklarını düşünmek olanağı var.

Bir husus daha var: AİHM'a açılan davalar, devlet aleyhinedir. Verilen kararların muhatabı da devlettir. Kararları uygulama yükümlülüğü de devlete aittir. O nedenle siyasal iktidar omuzunu silkip "Yargı bağımsızdır. AİHM kararını uygulamazsa uygulamaz. Ben ne yapayım?" deyip sorumluluktan kurtulamaz. Sorumluluk devletindir. Yargı da devletin bir parçasıdır.

Kararın uygulanmamasının nereden kaynaklandığı AİHM'i ya da Bakanlar Komitesi'ni ilgilendirmez. Onlar bakınca karşılarında devleti görürler.

Türkiye, kendisini insan hakları, demokrasi, hukuk devleti alanlarında eleştirenlere hadlerini bildireceğine, insan hakları ve hukuk devleti ilkelerine saygılı, demokrasiyle yönetilen bir devlet olmak yolunda çaba gösterse, uluslararası konumu çok farklı olurdu.

Her şey bir yana, Osman Kavala hiçbir suç ve kanıt olmadan, sadece siyasal irade istediği için 4 yıldır cezaevinde bulunmakta. Bu yitirilen yılların bedeli nasıl ödenecek?


16 Ekim 2021 Cumartesi

Sivil, siyasal, STK vs. Abdurrahman Dilipak /16 Ekim 2021

Sanırım biz en büyük yanlışı, sivil-siyasal dengesini bozmakla yaptık. Siyaset her şeyi sünger gibi içine çekince, denge filan da kalmadı. Denge yoksa zaten adalet de olmaz.

Bu Kemalizm’in zaafı idi, darbe dönemlerinde de hep aynı yanlışlar oldu, daha sonraki dönemlerde de. Aslında batı demokrasilerinde, gücün tek elde toplanmaması için “yasama, yürütme, yargı” birbirinden bağımsız, üç ayrı yapı idi. Başkanlık sistemi ile biz bunun gerçekleşeceğini zannederken tam tersi oldu.

Toplumdaki “karizmatik lider” arayışı, her şeyi tek kişiye bağladı. Bu yapılarda din tek kişiye bağlanınca o kişi kutsal bir kimlik kazanıyor. Eş zamanlı devlet de kutsanıyor. Aslında Westfalya Anlaşması, ulus devlete geçerken, bu kutsal devlet ile seküler devletin arasındaki çatışmayı sonlandırmak, ruh ve beden ikilemini bir dengeye kavuşturmak, paylaşım ve işbirliği için yapılmıştı. Laiklik bu şekilde, yine meşruiyetini İncil’den alan bir kurum olarak hayat buldu. Tapınakçılarla Masonlar arasındaki ilk ayrışma da bu şekilde ortaya çıktı.

İslam Dualist bir inanca sahip değil. Vahdet söz konusu. Vahdetin kendi içinde sorun çözücü ve düzenleyici birçok kavramı ve kurumu var. İslam toplumunu Hristiyan batının kalıplarına sokmaya çalışınca olan oldu. Bana kalırsa o “tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” sloganında gizli bugünkü sorunlar. Aslında hepsi devletin içinde mündemiç. Devleti de tek kişinin iradesine bağlarsanız bu ister istemez, tek parti örneğinde olduğu gibi tek parti ve tek adam rejimi olacaktır. O iradeyi eleştiremez, sorgulayamaz, onun iradesinin aksine, o öldükten sonra bile bir işlem yapamazsınız.

Bu aklın gölgesi altında bugün yaşadıklarımızı düşünürseniz ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Kulağa hoş gelen ama kavramsal olarak içi boş sloganlarla bir yere kadar gidilir. Tek devlet diyoruz da, AB’ye girmek istiyoruz. Geçmişimizde Hilafet Birliği var, Doğu Roma Birliği var, Osmanlı Milletler Topluluğu var, Ortodoks birliği var. Tabi biz mesela Hilafet ve Ortodoks birliğini bir devlet olarak düşünmüyoruz. Oysa Katolikler için Vatikan ayrı bir devlettir. Zaten laiklik dediğiniz şey de bir Katolik aklının ürünüdür. Protestanlar Seküler’dir. Ortodokslarda kutsal olan Patrik değil, kilise konsülüdür. Bizantinist anlayışta Patrikle birlikte imparator da kilise adına takdis edilir.

Bizim İslam dünyası olarak halimiz, ne dini ne tarih, ne ahlak ne hukuka, ne de hayatın gerçeklerine uyar. İran’ı da böyle, Saudia’sı da, Türkiye’si de, Malezya’sı da. Bu kafa ile de bu sorunları çözemeyiz. Buna bugünkü siyaset, cemaat yapısı, tek parti zihniyeti, akademi mani. Böyle birbirimizi yer gideriz. Bizim münevverimizin de, aydınımızın da hali malum. sufiler siyasete, siyaset de sufilere bulaşınca neler olduğunu gördük.

Devlet bugün bizde, bu “tek”çi anlayışla, servet, silah ve iktidarı elde etmenin ötesinde, yasama, yürütme, yargıyı kontrolle de yetinmiyor, devletin içindeki bir takım unsurlar STK, medya, cemaat yapıları, hatta yerli ve yabancı derin devlet unsurları üzerinden Mafioz ilişkilerin içine sürüklenmekteler. “Kaset ve Belge” tartışmalarının arkasında yatan gerçek bu.

Sanırım asıl sorun sivil-siyasal ilişkisinde. Dini hiyerarşi zaten bir diğer sorunlu bir alan. Din, İslam açısından Diyanet üzerinden çok büyük ölçüde devletin hiyerarşik yapısı içinde ve kontrolünde. Dini eğitim de öyle. Dini vakıflar da aynı şekilde büyük ölçüde devletin tasarrufunda. Devletin kontrolü dışındaki alan gibi gözüken alan da yine vakıf ve dernek gibi örgütlere bağlı gibi gözükse de, bunlar da illegal şekilde siyasi partiler üzerinden devletle ilişkilendirilmiş durumdalar. Alevi gelenekten gelenler, CHP, Sol ve Sosyalist partilere yakın dururken, diğer cemaatler sağ iktidarlara yakındır ve hatta birçok alanda iç içelik söz konusudur. Kalkancı örneğinde olduğu gibi, “derin devletin kontrolündeki tarikatlar”dan söz etmek de mümkündür. Bir de uluslararası sistemin kontrolünde dini örgütlenmelerden söz etmek mümkün. Özellikle yabancı kilise okullarının bu anlamda tarihi Tanzimat’a kadar gider. Tarikatı olan partiler ve partisi olan tarikatlar da var. Bu yapı, din, ahlak, hukuk disiplinlerinin dışına çıktığında, aslında birbirine destek için birlik oluşturdukları bu yapılar sonuçta birbirinin üzerine devrilir ve süreç içinde varlık ve meşruiyetlerini kaybederler. Madden içlerinden birileri güçlenmiş olsa da, manen hepsi zarar görür. Varlık ve meşruiyet temellerinden uzaklaşırlar. Sağda da solda da bugün bunu görüyoruz. Bu gayrimeşru ilişkilerden meşru bir sonuç beklemek mümkün değildir. Kemalat ile kemalat olmaz.

Bakın, sivil olmak, asker olmamak değil, sivil olmak, siyasal olmamak demektir. Sivil ve siyasal toplum tanımını ben yapmadım. Bu tanım Katolik bir toplumda, seküler ve laik düşünce ikliminde, cumhuriyetçi, ulus devlet aklının ürünü, siyasete karşı toplumun kendi geleceğini özgürce belirleme iradesine dayalı bir arayışın ürünü olarak, nasıl batı düşüncesinde sermayeye karşı emeğin sahibinin sendikalaşması denge için bir çözüm olarak öne çıkartılmışsa, politik topluma karşı sivil toplum bir denge unsuru olarak öne çıkartılmıştır. İşte tam da burada politik toplumun, sivil toplumu ele geçirmesi, onu kendi arka bahçesi olarak kullanması ile bu denge kayboluyor ve savrulma kaçınılmaz oluyor.

Bugün her partinin arka bahçesinde vakıf da var, dernek de, oda da var artık, sendika da. Bu politik anlamda “cinsiyetsiz bir toplum”un hayat bulmasına sebep oluyor. Mesela memur sendikası sivil toplum örgütü değil, “Demokratik kitle örgütüdür”. STK’lar siyasallaşınca, tabi ne vakıf kalıyor, ne dernek. Hal böyle olunca medya da “parayı verenin çaldığı düdük”e dönüşüyor. Sahibinin sesi oluyor. Hatta tetikçiliğe başlıyorlar, trolleşiyorlar. STK ve medya ele geçirilince cemaat denen yapılar da buharlaşıyor, kendi özüne yabancılaşıyor.

Yeni Normal” dönemde, Allah korusun, böyle giderse ne sivil, ne siyasal kalacak zaten. Covitokrasi döneminde sivil ve siyasal toplumun nasıl savrulduğunu gördük. Medya, mafya, sermaye, siyaset, bürokrasi, cemaat, bilim, sanat hepsi birbirine karıştı. Hatta kim kimdir belli olmuyor bazen. Herkesin birden fazla cinsiyeti var sanki! “Toplumsal cinsiyet” olayında da öyle değil mi idi.

Aslında başka bir dünya, başka bir medeniyet mümkün. Sivil-siyasal ayırımı olmadan da, adalet, barış, özgürlük sağlanabilir. Biz buna “Darusselam” diyoruz. Ama o toplum nerede!? Yoksa babamız peygamber olsa gelse (Ki artık peygamber gelmeyecek) biz kendimizi değiştirmeden Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecek, aksine işlerimizi sarp dağlara sardıracak. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden büyük acılar yaşayacağız, eğer haksızlığa, zulme, sömürüye “hayır” diyemiyorsak! Unutmayalım ki biz, âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmetiyiz ve yeryüzünden hesaba çekileceğiz.

Selam ve dua ile.

TÜGVA, asker devlet: Risk Ali Bayramoğlu-16/10/2021

Gülencilerin iktidara yönelik hamleleri 4-5 yıl sürdü.

2012 Şubat’ında Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması, iktidarın direnmesi, MİT binaları etrafında çatışma öncesini andıran gerginlik, o günlerde sanıldığından daha vahimdi. Ertesi yıl buna, 2013 Aralık ayı “yolsuzluk dosyaları/darbe girişimi” hadiseleri eklendi. İktidar sallandı. Takiben yayınlanan kasetler, devlet içindeki kutuplaşma ve savaş, tasfiyelerle, sallantı 2014 ilkbaharına kadar sürdü. 2016’da ise malum darbe girişimi geldi. O gece iktidarın devrilmesine ramak kaldı.

Gülen grubu, 2007’den itibaren Erdoğan’ın kendisine yönelik baskılar karşısında, özellikle askere karşı verdiği mücadelede en önemli destekçisiydi. İktidar ve Gülenciler arasında, ortak hasım ve ortak aidiyetten kaynaklanan ve doğal sadakat üzerine oturduğu varsayılan zımni bir ittifak oluştu. Bu ittifakın gölgesi altında Gülencilerin devleti içinde yayılma, yaptırım, özerk hareket hızı da kendiliğinden arttı. Formel ve informel iki iktidar odağı arasındaki ilişki, Erdoğan zaten yatkın olduğu, el altında tuttuğu meşru ile gayrimeşru, yasal ile yasa dışı halleri bilinçsiz iyice harmanlamaya başladı. 2008-2012 arası siyaset bu zemin üzerinde yaşandı. Sonra müttefikler arasında 2016’ya kadar süren o büyük bir savaş başladı.

Erdoğan’ın, bu meseleyi muhtemelen birçok kez değerlendirme fırsatı olmuştur.

Önünde iki yol vardı.

İlki, benimsediği modelin imha ve kaos gücünü görmekten geçiyordu. Partizanlığın, partizan kadrolaşmanın, sadakat-itaat mantığına dayalı siyaset anlayışının, bu çerçevede ihalelerden bütçeye, kadrolaşmaktan kamu kaynağı kullanmaya uzanan kayıt dışı ilişkilerin tahrip gücünü görerek, bunlardan arınmaya çalışmaktı. Arınmak, liyakat ve kurumsallığa dönmeyi, denetim ve hukuku öne almayı gerektiriyordu. İkinci yol, kullandığı iktidar modelin vidalarını sıkılaştırarak, bununla yola devam etmekti. Artık her gelişmeyi bir güç mücadelesi ve tehdit olarak algılayan Erdoğan, siyaset anlayışına da yakın bulduğu yol tercih etti.

Ülke için el bombasının pimi böylece çekildi.

Vidaları sıkmak, hukuktan ve demokrasiden iyice uzaklaşmak, AK Parti’yi ve hükümeti tek sesli, kendisine tam bağlı cihazlara dönüştürme anlamına geliyordu.

Ayrıca, ayakta durabilmek ve bunu yapabilmek için taze güce, yeni müttefiklere ihtiyacı vardı. Nitekim 15-16 Temmuz günlerinden itibaren ortak düşmanlara karşı, (modern unsurları ve silahlı gücüyle) devlet, Erdoğan ve ulusalcılar ittifakı devreye girdi. MHP’nin bu noktada kurucu rol oynadı. Velhasıl, güvenlik siyasetinin, 2017 Anayasa metninin ruhunu da bu iktidar bloğu oluşturdu.

Üçüncü risk, yeni müttefikler arasında ittifak ilişkisi yanında, devlete yönelik alan denetimi ve rekabetine dayalı bir çatışma ilişkinin de doğmasıydı. Darbe sonrası on binlerce memurun tasfiyesi ve yeni alımlar buna kapıları açtı. Farklı kollardan gelen sadakat kadrolaşmaları ve aralarındaki doğal güç çekişmesi başladı. Yetkileri tek elde toplayan kişiselleşmiş siyasi güç, paradoksal olarak, kendi altında farklı ve gizil güç tabakalarının oluşumu teşvik etmeye başladı.

Zaman zaman bu dokuya ve risklerine işaret eden yazılar yazıyorum.

TÜGVA etrafındaki kadrolaşma tartışmaları da tehlikeyi riski gündeme getiriyor. Bu tartışmalarda gündeme gelen Silahlı Kuvvetler, silah gücü ve gelenekleri itibariyle en riskli kurumu oluşturuyor. Bunun da altını aylardır çiziyorum.

Dikkat buyurun:

Hulusi Akar, 2020 Ağustos ayı sonunda 2016 sonrası TSK’ya alınan (elbette artık jandarma hariç) yeni personel rakamını 93 bin 327 olarak açıklıyordu. Bu açıklamayla ordunun darbe sonrası uzaklaştırdığı personelin 5 katını işe aldığı görülüyordu. Yeni personelin yüzde 70’inin, yaklaşık 65 bininin uzman ve sözleşmeli personel, 28 bin askerin ise subay ve astsubay olduğunu yine Akar söylüyordu. Ekleyelim: Mevcut subayların 15.000’i Akar öncesi dönemde, çeşitli üniversite mezunlarından toplandı ve 6 aylık kursla birliklere gönderildi.

Bu askerler ordu bünyesine, Sınav, güvenlik soruşturması (ideolojik denetim), mülakat (siyasi denetim) esasına göre alındılar. Mülakatları kimler yaptı? Orduya kimler alındı? Kim bu askerler? Bunlar karşımızda dev bir sual olarak duruyor.

TÜGVA bir ipucu sunuyor.

Bugün, ordu bünyesi içinde farklı eğilimlerin bulunduğunu düşünmemek için hiçbir neden yok.

Diğer kurumlarda da benzer bir tablo olmadığı söylenebilir mi?

Bu tablo, bu işleyişi imkan vermek, bu ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür.