8 Temmuz 2025 Salı

İsrail saldırılarının teopolitik zemini ve İran sınavımız Dr. Hayati Bice-07/07/2025

Teopolitik kavramı “din” anlamına gelen teo (theos) ile siyaset anlamındaki politik (politics) kelimelerinin izdivacından doğmuştur. Genel anlamıyla teopolitik kavramı, siyaset alanındaki tutum ve davranışların dinî temellerine, siyaseti şekillendiren etmenlerin din alanındaki öncüllerine işaret eder.

Ortadoğu’da haritaların yeniden belirlenmesini zorlayan gelişmeler Suriye İç Savaşı’nın başlangıç tarihi olarak kabul edilen 15 Mart 2011’de, ülkenin güneyindeki orta ölçekli Deraa kentinde bir grup öğrencinin okul duvarlarına rejim karşıtı yazılar yazmasıyla başladı. Duvarlara Beşşar Esed karşıtı sloganlar yazan çocuklar gözaltına alındı ve işkence gördükleri iddiaları üzerine halk arasında büyük bir infial oluştu. Deraa’da başlayan barışçıl gösteriler, kısa sürede ülkenin başkenti Şam, en büyük şehri Halep, İdlib, Humus ve Hama gibi diğer önemli şehirlerine yayıldı. Suriye Ordusu’nun sert müdahaleleri ile tırmanan çatışmalar suikastler ve rejim güçlerinin acımasız güç uygulamaları ile kitlesel katliamlara dönüştü. Suriye yönetimi önemli şehirlerdeki kontrolünü kaybetti. 2012 yılının Haziran ayına gelindiğinde tablo tam bir iç savaş tablosu arz ediyordu ve 13 Haziran’da Birleşmiş Milletler (BM), çatışmanın ciddiyetinin uluslararası düzeyde kabul edildiğini göstererek Suriye’deki şiddeti “iç savaş” olarak tanımladığını duyurdu. Şiddetin tırmanması ile diplomatik faaliyetin anlamsızlaşmasını takiben 2 Ağustos 2012 tarihinde BM ve Arap Birliği ülkede çalışmalarını sona erdirdiler.

TEOPOLİTİK, SURİYE VE ORTADOĞU

Suriye’deki bu gelişmeleri ilgi ve endişe ile izleyen her Türk vatandaşı gibi ben de konuyu açık kaynaklardan izlerken iç savaşın her iki tarafının da dinî argümanları kullandığını fark ettim. 12 Ağustos 2012 tarihinde “Teopolitik Açıdan Suriye’deki Gelişmeler” başlıklı yazımı yazarken incelediğim kaynaklar bölgedeki çatışmanın bir ülkenin iç siyasetleri ötesinde asırlar öncesine uzanan, Yahudi Siyonizmi, Hrıstiyan Evanjelizmi ve İslâmî radikalizm ile örtüşen bir arkaplana sahip olduğunu gösteriyordu. Yazımda öncelikle teopolitik kavramını tarif ederek şunları yazmıştım: “…Teopolitik kavramı “din” anlamına gelen teo (theos) ile siyaset anlamındaki politik (politics) kelimelerinin izdivacından doğmuştur. Genel anlamıyla teopolitik kavramı, siyaset alanındaki tutum ve davranışların dinî temellerine, siyaseti şekillendiren etmenlerin din alanındaki öncüllerine işaret eder. Bu anlamıyla düşünüldüğünde tarih boyu pek çok gelişmenin, siyasi olayın temelinde dinî bir arkaplanın, devlet erkini elinde tutanların teopolitik yaklaşımlarının etkili olduğu söylenebilir.”

Teopolitik konulu yazımı tarihî örneklerle sürdürmüştüm: “Türk tarihinden bir örnek vermek gerekirse İstanbul’un fethini müjdeleyen hadisin mazharı olarak Hz. Rasulullah (s.a.v)’in övgüsünü hak etmek isteyen Fatih Sultan Mehmed’in fetih konusundaki ısrarı, teopolitik bir yaklaşım olarak kaydedilebilirdi. Müştak Baba adlı sufinin “Ankara’nın İstanbul’un yerini alıp başkent olacağı’na dair asırlar öncesinden verdiği teopolitik haber de meşhurdur.” İsmail Kara’nın Şeyh Efendinin Rüyasındaki Türkiye kitabına isim veren yazısı da -Kurtuluş Savaşı’nın belki de kaderini değiştiren- bir teopolitik anlatı idi.

Ülkemizin etrafında başta İsrail ve İran olmak üzere siyasi stratejilerini teo-politikaya göre belirleyen ülkelerin varlığı bu konunun dikkate alınmasını gerektiriyordu. Oysa o günlerde bu konuya kenarından köşesinden yaklaşan ‘amatör ilahiyatçılar’ın ya da TV’lerde “Kur’an şifresi”, “cinlerin esrarı” gibi rating tuzağı konulara dalarak şöhret devşirme peşindeki yarı-şarlatan kişilerin elinde sulandırılıyordu. Biraz daha fazlası Hollywood’un Armageddon filmleri, Netflix Messiah dizisinden öte gitmiyor. Teopolitik kavramını önemine uygun olarak ele alan ilk makalelerden birisi -şu anda Dışişleri Bakan Yardımcısı olan- SETA direktörü Prof. Dr. Burhaneddin Duran imzalı 2014 tarihli yazıdır. Kayda değer iki yazı ise gazeteci Kemal Öztürk’ün 2018, Hüseyin Vodinalı’nın 2019 tarihli köşe yazılarıdır. Ali Rıza Bayzan’ın Türkiye’de Amerikan Misyonerleri kitabının (Bilgi Kitabevi, 2006), alt başlığındaki “Armageddon: Kehanet mi, Teo-Politik Bir Proje mi?” ifadesi de yazarın konunun farkında olduğunu gösteriyor. Teopolitik kavramının literatürde nasıl oluşturulduğuna değinmeden, içeriğine uygun şekilde kullanan yazarın, A.B.D. politikalarında etkili olan “Evanjeliklerin bu savaşta (Armageddon) karşı taraf olarak gördükleri Yecüc ve Mecüc ordusunun başında Türklerin olduğu”na inandıklarını kaydetmesi ve Armageddon anlatılarını Yahudi/hrıstiyan kaynaklarından derlemesi yönleriyle değerlidir.

TEOPOLİTİK BİR DEVLET OLARAK İSRAİL

Bugünkü dünyada İsrail diye bir devletin 20. Yüzyılın başlarında hareketlenen bir süreç sonucunda 1948 yılında resmen kurulması ve o günden bugüne her adımında kan dökerek sınırlarını genişleterek varlığını sürdürmesi teopolitik yaklaşımların bu ülkenin varoluş mücadelesinde ne denli etkin olduğunun en tipik kanıtıdır. Son olarak 7 Ekim 2023 tarihindeki HAMAS saldırıları bahanesi ile başlatılan ve halen de 50 binden fazla insanın bebek-ihtiyar demeden ağır bombardımanlarla katledilmesiyle devam eden Gazze saldırısı bunun son acı tablosudur. Suriye iç savaşı sonrasının bulanık ortamından yararlanarak Şam’ı gören tepelere kadar yayılan İsrail nüfuzu 13 Haziran 2025 gece yarısında Tahran ve çevresinde önemli siyasi hedeflerin imhası ile yeni bir evreye girdi. Şu anda bu evrenin nerede duracağının hiçbir garantisi yok.

Bugün İsrail saldırganlığını yöneten siyasi karar mekanizmasının başında bulunan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun bu yılın Haziran başlarında Arjantin Devlet Başkanı’nın kendisini ziyareti sırasında yaptığı “Osmanlı İmparatorluğu’nun yakın zamanda geri döneceğini düşünmüyorum, dönmeyecek” açıklamasını da teopolitik okuma dışında başka bir şekilde yorumlamak zordur.

İSLAM DÜNYASINDA VE İRAN’DA TEOPOLİTİK

Gelecek vizyonlarında teopolitik argümanlara en fazla önem veren İslam ülkesi bugün İsrail bombalarının hedefinde olan ve ulaştığı nükleer enerji potansiyeli sıfırlanmak istenen İran’dır. İki yıl önceki İran seyahatimizde ziyaret ettiğimiz Meşhed şehrindeki 8. İmam Ali Rıza Makberi etrafında gözlemlediğimiz manzara ile 1990 yılının Bağdat’ındaki Kazımiyye, 2009 yılı Şam’ındaki Zeynebiyye külliyelerinde gördüğümüz manzaralar arasında hemen hiç fark yoktu. Meşhed’deki muhteşem külliyenin banisinin Nakşibendi tarikatı büyükleri ile sıkı dostluk ilişkisi olan ve sünni geleneğe mensub Emir Timur’un torunu olan Uluğbey’in annesi (bölgenin idarî merkezi Herat’taki Türk egemenliğinin sahibi aileden) Gevher Şad Begüm’dür. Muhteşem kubbesi ile ziyaretçileri büyüleyen Meşhed Ulu Camii’nin bir köşesinde unutulmuş Latin harfleri ile yazılmış –muhtemelen Şah döneminden unutulmuş- tabela, bu gerçeği yansıtması yönüyle dikkatlerimizden kaçmadı.

İran’ın önemli şehirlerinden Isfahan’daki Melikşah Türbesi’nin bir kenarda nisyana mahkûm edilmesi yanında Tus yakınlarındaki İmam Gazzâlî mezarının harap hali, İran’ın teopolitik yaklaşımından izler taşıyordu. (Geçtiğimiz günlerde bir X kullanıcısı bu mezarın ihyası için TİKA yetkililerine çağrısını X platformunda paylaştı.) Önce sadece Romanya’daki Sarı Saltık makamı ziyaretinde bir Türkmen dedesinden işittiğim konunun gerçekliğini de yaptığımız Nişabur ziyaretinde aynel-yakîn gördüm: Nişabur’da bir kerpiç ev kalıntısı çevrelenerek ziyaret mahalline dönüştürülmüş ve asılan turistik tabelalara söz konusu kalıntıların ‘Hacı Bektaş Veli’nin Doğduğu Ev’ ibaresi kaydedilmişti. İşin ilginç noktası, başka hiçbir yerde Türkiye Türkçesi ile bir levhaya rastlanmazken (turistik levhaların hemen hepsinde Farsça ve İngilizce kullanılıyor) buradaki levhaların Türkiye Türkçesi ile de dikilmesi idi.

TEOPOLİTİK GELECEK VE DÜNYA MÜSLÜMANLARI

Suriye’nin Osmanlı asırlarındaki adı Bilâd-ı Şam (Şam Beldeleri) idi. Asr-ı Saadet sonrasında hilafeti saltanata dönüştüren Emevilere başkentlik ettiği dönemden itibaren, Şam’ın İslam dünyasında özel bir yeri olmuştu. Hz. Rasulullah Muhammed Mustafa (s.a.v)’den nakledilen Hadis külliyatındaki Şam beldesi ile ilgili rivayetlerin çoğu bu bölgede ortaya çıkması muhtemel teopolitik gelişmeleri içerir. ‘Âhir zaman’ olarak adlandırılan, kıyamet öncesi dönemde ortaya çıkacağı öngörülen ve Fiten başlığında toplanan bu hadisler, her zaman başta saltanat sahibi siyaset adamları olmak üzere Müslümanların ilgi odağı olmuş bu konuda cildlerle eser kaleme alınmıştır. Geçtiğimiz günlerde incelediğim David Cook imzalı önemli bir oryantalizm eserinde ‘Âhir Zaman’ haberleri ile ilişkilendirilen coğrafi nokta sayısının 247 olduğunu gösteren listeyi görünce hayret ettim. Bu 247 noktanın belirlenmesinde bütün hadis külliyatı referans alınmıştı. Bu 247 noktanın önemli bir kısmı Suriye coğrafyasında yer alırken bir o kadarı ise İran topraklarını işaret ediyordu.

Takip ettiğim tasavvuf eksenindeki bir internet forumuna eklenen ve kabri Şam’daki Cebel-i Kasiyyun yamaçlarındaki mescidi içerinde bulunan Abdullah Dağıstanî (v. 30 Eylül 973) adlı Nakşbendi mürşidinin yayınlanmış gelecek öngörülerini içeren bir mesajın 5.613.620 görüntülemeye ulaşması beni çok şaşırttı. Milyonları aşan bu ilgi, teopolitik yaklaşımlara yatkın hiç kimsenin bigâne kalamayacağı bir keyfiyet arz ediyordu. Bu durum benim için Sünnî-Şiî ayırımı olmaksızın dünya Müslümanlarının gelecek ile ilgili haberlere ilgisinin bir kanıtı oldu.

SONUÇ

Ülkelerin jeopolitik değeri kadar halk kitlelerinin yönlendirilmesinde etkili olan teopolitik altyapısının da bilinmesi ve değerlendirilmesi gerekiyor. Bu konuda ülkemizde yapılan akademik çalışmaların son derece yetersiz kaldığını üzülerek gördüm. Sayıları onu bulmayan bu akademik çalışmaların çoğunluğu ise yüksek lisans tezlerinden ibaretti ve bunların sadece ikisi bölgemizdeki gelişmelerle ilgili sayılabilirdi. Ancak öncelikle ABD’de ve Avrupa’da teopolitik üzerine onlarca önemli çalışma yayınlanmışken ülkemizdeki kısırlığa dikkat çekmek istedim. Belki şu satırları okuyanlardan birkaçı -özellikle akademik alandan birileri- konuyla ilgili çalışmalara yönelirlerse bu yazım hedefine ulaşacaktır. Türk tarihinde tasavvufun rolünü önemseyen birisi olarak son sözüm şudur: Allah’ın dediği oluyor ve olacak! Bizim bugünkü ‘İran sınavı’mızın soruları bu olanlar olurken, ne yaptığımız -ya da ne yapmadığımız- konusundan gelecektir. Umarım sınıfta kalmayız!

*Dr. Hayati Bice, tasavvuf alanında doktora derecesine sahiptir.

4 Temmuz 2025 Cuma

Enflasyon yoluyla servet transferi Hasan Köse-04/07/2025

Özet: Bu çalışma, 2002-2025 yılları arasında Türkiye ekonomisinde gerçekleşen enflasyon oranlarının, sabit gelirli çalışanlar lehine çalışması gereken ekonomik sistemin nasıl devlet ve varlık sahibi sınıflar lehine işlediğini, bileşik büyümeler üzerinden analiz etmektedir. Gerçekleşen nominal GSYH artışı ile reel GSYH artışı karşılaştırılarak, bu farka sebep olan enflasyonun etkisi hesaplanmış ve kimlerin cebine aktığı ortaya konmuştur.

1. Giriş: Enflasyon, yalnızca fiyatların artışından ibaret bir ekonomik gösterge değildir. Aynı zamanda toplumsal sınıflar arasında servet transferine yol açan yapısal bir mekanizmadır. Bu çalışma, 2002 yılında 470 TL olan öğretmen maaşının 2025 yılında 52.500 TL seviyesine ulaşmasının üzerinden, nominal artış oranları ile reel ekonomik pay arasındaki uyumsuzluğu incelemektedir.

2. Yöntem: Ekonomideki toplam servetin temsilcisi olarak GSYH baz alınmış, 2002 yılı 100 birim kabul edilerek %5 sabit büyüme ve %5 sabit enflasyon varsayımlarıyla reel ve nominal artışlar ayrı ayrı hesaplanmıştır. Ardından, gerçekleşen ortalama %20 civarındaki enflasyon verileriyle nominal GSYH artışı karşılaştırılarak servet aktarımı oranı bulunmuştur.

3. Bulgular: 2002 yılında Türkiye’nin nominal GSYH’si 240 milyar ABD doları iken (World Bank, 2003), 2025 yılı için bu rakam 1.455 milyar dolar olarak öngörülmektedir (IMF, 2024). Bu, nominal olarak yaklaşık %506’lık bir artışa karşılık gelir. Ancak aynı dönemde GSYH reel olarak yaklaşık %360 artmıştır (TÜİK, 2024).

Teorik olarak, sabit enflasyon oranı %5 kabul edilseydi, nominal GSYH yaklaşık 3,07 katına çıkacaktı. Gerçekte ise bu oran 8,95 kata ulaşmıştır. Bu fark, sabit gelirli sınıfların eline geçmesi gereken reel servetin yaklaşık %94,7’sinin devlet ve varlık sahiplerine aktarıldığını göstermektedir.

Ayrıca yapılan analizler, söz konusu artışın yalnızca üretim, istihdam ve yatırım gibi reel ekonomik faaliyetlere değil; önemli ölçüde rant, kira ve faiz geliri üretmek amacıyla kullanıldığını göstermektedir. Türkiye’de son yirmi yılda finansal kazançların (faiz, döviz, kâr payı, bono, hisse senedi, kripto para, emlak al-sat ve kira, rant vb...) milli gelirden aldığı pay %15’lerden %28’lere çıkarken, emeğin payı %38’den %30’un altına düşmüştür (OECD, 2023; TÜİK, 2024).

Bu süreçte kamu borçlarının reel olarak silinmesi, varlık fiyatlarının artması ve finansal piyasaların genişlemesi; sermaye sınıfı için büyük kazançlara, ücretli emek sınıfı için ise alım gücü kaybına neden olmuştur.

4. Vergi Gelirleri ve Dağılımı: 2002–2025 Türkiye’de 2002 yılında vergi gelirlerinin GSYH’ye oranı yaklaşık %15–17 civarındayken, 2023 itibarıyla bu oran %23,5 düzeyine ulaşmıştır. Ancak bu artış büyük ölçüde dolaylı vergiler (KDV, ÖTV) aracılığıyla sağlanmış ve sabit gelirli kesim üzerindeki vergi yükünü artırmıştır. 2023 yılında toplam vergi gelirleri yaklaşık 4,92 trilyon TL olup, bunun yaklaşık %48’i dolaylı vergilerden oluşmaktadır. Aynı yıl bireylerden alınan gelir vergisi 205 milyar TL seviyesindeyken, kurumlar vergisi yaklaşık %15 payla sınırlı kalmıştır. Bu durum, maaşlı, ücretli ve emeklilere doğrudan ve dolaylı vergiler yoluyla toplam vergi yükünün büyük bölümünün yüklendiğini göstermektedir (OECD, 2024; TÜİK, 2024).

5. Değerlendirme ve Sonuç: Enflasyon, iktisadi görüntüsünün ötesinde, sınıfsal bir tahakküm aracına dönüşmüştür. Özellikle sabit gelirlilerin ücretlerinin büyümeden değil, sadece nominal enflasyondan etkilenerek belirlendiği bir sistemde, ekonomideki toplam mülk (GSYH) zaman içinde sistematik olarak sermaye sınıfı lehine dağıtılmıştır. 2002-2025 arasında Türkiye ekonomisinde yaşanan durum, bu adaletsizliğin rakamlarla da teyit edilebileceğini göstermektedir.

Bu nedenle enflasyonun sadece para politikalarıyla değil; gelir politikaları, vergi adaleti ve ücret rejimi ile birlikte düşünülmesi gerekmektedir.

6. Politika Önerileri: Ekonomik Adaletin Tesisi İçin Yol Haritası

1. Gelir ve Ücret Endekslemesi: Kamu ve özel sektör çalışanlarının maaşları, yalnızca enflasyona değil, aynı zamanda kişi başına düşen reel GSYH artışına göre endekslenmelidir.

2. Dolaylı Vergilerin Azaltılması: Vergi yükü doğrudan vergilere kaydırılmalı, özellikle KDV ve ÖTV gibi regresif vergilerin oranı düşürülmelidir.

3. Artan Oranlı Servet Vergisi: Büyük servet sahiplerinden artan oranlı servet ve emlak + reel değer artışına endeksli rant vergisi alınarak gelir eşitsizliğiyle mücadele edilmelidir.

4. Kâr Payı ve Finansal Gelir Vergilendirmesi: Rant, faiz ve finansal kazançlar etkin şekilde vergilendirilmelidir.

5. Üretim ve Emek Odaklı Teşvikler: Kâr amacıyla değil, istihdam ve üretim hedefli yatırımlar önceliklendirilmelidir. Teşvikler kriz dönemlerinde Japonyanın yaptığı gibi, doğrudan çalışanlara ücret desteği şeklinde verilmelidir.

6. Kamu ve özel tüm çalışanlara üzerine kayıtlı emlakı olmayanlardan başlamak üzere konut yapmak üzere arsa verilmelidir. Bu konut edinimini çalışanlar için mümkün hale getirecek, kopnut fiyatlarını ve kiraları baskılayacaktır. Bu amaçla tüm kentlerin yakın çevresinde imar düzenlemeleri yapılarak arsalar üretilmeli. Çalışanlar çalıştıkları kentlerde istedikleri lokasyonlarda kura ile belirlenecek arsalara konut yapabilmelidirler. İlk konut inşaası sürecinde reel büyüme oranı üzerinden düşük faizle kredi verilmeli ve ödeme kolaylığı sağlanmalıdır. Reel konut açığı piyasa koşulları ve TOKİ imkanlarıyla kapatılamaz.

7. Kamu Harcamalarında Adalet: Vergi gelirlerinin sosyal refah, kamusal hizmet ve eğitim-sağlık gibi eşitlik artırıcı alanlara yönlendirilmesi sağlanmalıdır.

Kaynakça: International Monetary Fund. (2024). World Economic Outlook Database. https://www.imf.org/en/Publications/WEO/weo-database/2024OECD. (2023). Labour share in GDP. https://data.oecd.org/natincome/labour-share-in-gdp.htmOECD. (2024). Revenue Statistics 2024 – Türkiye. https://www.oecd.org/tax/tax-policy/revenue-statistics-turkiye.pdfTÜİK. (2024). Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, yıllık veriler. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Gayrisafi-Yurt-Ici-Hasila-2024-45678World Bank. (2003). World Development Indicators. https://databank.worldbank.org/source/world-development-indicatorsSBB. (2022). Genel Bütçeli Kamu İdarelerinin Gelir Tahminleri 2022–2024.

https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2022/01/3a-Genel-Butceli-Kamu-Idarelerinin-2022-Yili-Gelirleri-ile-2023-2024-Donemi-Gelir-Tahminleri.pdf

* Hasan Köse, eğitimci ve araştırmacı yazar.

3 Temmuz 2025 Perşembe

İslam’ın resim yasağı neleri kapsar? Prof. Dr. Yaşar Sarıkaya-02/07/2025

Genelde İslam'da resim yasağı olduğu algısı hakimdir. Hatta İslam'ın resim ve sanata karşı olumsuz bir tutum sergilediği yönünde önyargılı bir kabul vardır. Bu kanı ve yargılar, Hazreti Muhammed’in karikatürlerine tepki olarak bazı Müslüman ülkelerden gelen öfke ve şiddet içerikli haberler ile pekişmiştir. Bununla birlikte, İslam geleneğinde canlı varlıkların görsel temsiliyle ilgili söylem, sanat ve müziğin meşruiyeti konusunda helal ile haram arasında geniş bir spektrumda ele alınmaktadır. Her ne kadar 'Allah güzeldir ve güzelliği sever' hadisi[1] yaygın biçimde kabul görse de, hadis kaynaklı sınırlayıcı anlayışlar birçok Müslümanın düşünsel ve pratik yaklaşımını şekillendirmeye devam etmektedir. Kur’an’da ise, Tanrı’nın yaratıcı ve şekil verici sıfatları dışında, doğrudan bir resim yasağına rastlanmamaktadır.[2]

Tarihsel ve kültürel bağlamda incelendiğinde, İslam medeniyetinin şekillendirdiği coğrafi alanlar, görsel sanatlardan tamamen uzak değildir. Nitekim hat sanatının yanı sıra figüratif sanatın da özellikle Orta Çağ’dan itibaren geliştiği gözlemlenmektedir. 13. yüzyıldan itibaren Hz. Muhammed’in portreleri, özellikle el yazmaları aracılığıyla sanat tarihine kazandırılmıştır. Bunun yanı sıra, gayrimüslim inanç sistemlerine ait sanat eserlerinin de, Müslümanların yaşadığı bölgelerde uzun süre korunduğu ve hatta yüzyıllar boyunca bulundukları şehirleri süslediği bilinmektedir. [3]

Yine de “Tanrı'nın resmini yapmayacaksın” emri, tek tanrılı dinlerin inanç ve ibadet sisteminin merkezinde yer alır. Bu yasak, çok tanrılı geleneklerin fiziksel temsillerine (örneğin heykeller, ikonlar, mağara resimleri) karşı tek tanrılı dinlerin teolojik bir duruşu olarak şekillenmiştir. Tek tanrılı dinler, her türlü batıl inanç, büyü ve çok tanrılılığı ortadan kaldırmak için daha aşkın ve soyut bir Tanrı imgesi üzerine kuruludur. Tanrı'nın resmini yapmama emri, her şeyi kapsayan aşkın Tanrı'ya olan inançla kendini gösteren tek tanrıcılığın mantıksal ve teolojik bir sonucudur. Bu bağlamda, Tanrı’nın aşkınlığı ve soyutluğu temel alınarak herhangi bir görsel temsili mümkün görülmemiştir. Dolayısıyla İslam’daki resim yasağı, Tanrı’nın antropomorfik olarak temsil edilmesine yönelik bir teolojik çekinceyle ilişkilendirilmelidir.

Aziz figürlerinin görsel olarak temsil edilmesi, eğer bu temsiller ibadet amacıyla kullanılıyorsa veya kutsallık atfedilen özellikler taşıyorsa, İslam’ın tevhid ilkesiyle çelişmektedir. Kuran'da ayrıca, eski Arap tanrılarına hayvanların kurban edildiği kurban taşlarından da bahsedilir (ve bunlar reddedilir). Her iki uygulama da İslam öncesi Arabistan'da yaygındı.

Buradan hareketle, İslam'ın eleştirdiği husus sanatın kendisi değil; onun ibadet ve kutsiyet yüklenmiş bir araca dönüştürülmesidir. Sorun resimde değil, resme yüklenen anlam ve işlevlerde yatmaktadır. Bu bağlamda, Kuran'ın Hz. Süleyman'ın saraylarını ve heykellerini inşa eden görünmez varlıkları ne kadar olumlu bir şekilde övdüğü ilginçtir.[4] Bunlar ibadet yeri olarak değil, sadece sanat eserleri olarak kullanılmış ve bu nedenle olumlu bir şekilde bahsedilmiştir.

HZ. MUHAMMED’İN RESMEDİLMESİ

Tanrı’nın görsel temsiline yönelik yasakla kıyaslandığında, Hz. Muhammed’in görsel betimlemesine dair kategorik bir yasaktan söz etmek güçtür. Silvia Naef gibi bazı bilim insanlarının, modern dönemden önce böyle bir yasağa dair hiçbir metin bulunmadığına dair bulguları ilginçtir.[5]

Özellikle İran ve Orta Asya menşeli el yazmalarında Hz. Peygamber’in yüzü örtülü ya da stilize edilmiş biçimde tasvir edildiği görülür. Onun aşkın kişiliğine atıf yapılmakta; yüzünün yerini bazen 'Ey Muhammed' yazısı, bazen de bir ışık halesi almaktadır. Bunların yanında Hz. Peygamberin yüzünün beyaz bir peçe ile örtülmüş olarak tasvir edilmesi de yaygındı ki bu, onun zihinsel, fiziksel ve düşünsel saflığını, ahlaki arılığını vurgulamak içindi.

Söz konusu temsiller, genellikle bireysel koleksiyonlarda veya elit zümreler arasında yer bulmuştur; camiler ve diğer ibadet mekânları ise bu türden figüratif öğelerden arındırılmıştır. Bu hassasiyetin iki ana teolojik gerekçesi bulunmaktadır: İlki, putperestliğe dönüş riskidir. Figüratif betimlemelerin ilahi nitelik atfıyla birlikte ibadet nesnesine dönüşme ihtimali, tevhid ilkesiyle çelişmektedir. İkincisi ise, Hz. Peygamber’in hem fiziksel hem de ahlaki mükemmelliğinin insan algısının ötesinde olduğu düşüncesidir. Bu bağlamda, hiçbir temsili resim onun zatını layıkıyla yansıtamaz.

1. Çok tanrılı putperestliğin geri dönüşünden duyulan endise: Peygamberin resimsel tasvirine karşı duyarlılık, muhtemelen ona “ilahi nitelikler” atfedilebileceği ve resminin ibadet nesnesi haline gelebileceği kaygısından kaynaklanmaktadır. İslam'ın teolojik ve pratik temellerinin tek Tanrı inancına dayandığı ve diğer tüm inançları çok tanrılılık olarak nitelendirip kararlı bir şekilde reddettiği unutulmamalıdır. Bu nedenle, figürlerin veya belirli maddi nesnelerin ibadet nesnesi haline gelme tehlikesinin insanların hafızasından henüz tamamen silinmediği tarihsel bağlamda, bu mesafeli tutum açıklanabilir ve anlaşılabilir.

2. Hz. Muhammed'in, sınırlı insan algısının ötesinde, zihinsel, fiziksel ve ahlaki mükemmelliği tasvir edilemez kusursuz bir insan olarak algılanması. En güzel resim bile peygamberi yeterince yansıtamaz. Peygamberin tasviri ayrıca hiçbir zaman otantik olamaz.

SONUÇ

Sonuç olarak, resimlere karşı çekingen tavrın arkasında, aşkın bir Tanrı anlayışı ve insani bir peygamber imgesine dayanan dini inanç yatmaktadır. Buna göre, ne Tanrı insanlaştırılmalı ne de peygamber tanrısallaştırılmalıdır. Bununla birlikte, dini bir işlev atfedilmediği veya ibadet aracı olarak kullanılmadığı sürece, bir nesneyi estetik veya sanatın bir ifadesi olarak görmek için dini bir sakınca yoktur.

KİMDİR

*Prof. Dr. Yaşar Sarıkaya, Almanya Gießen Justus-Liebig Üniversitesi’nde ilahiyatçı ve din eğitimcisi olarak görev almaktadır. Türkçe olarak yayımlanan Ebu Said El-Hadimi: Merkez ile Taşra Arasında Bir Osmanlı Alimi adlı eseri, 2008 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından biyografi dalında en iyi eser ödülüne layık görülmüştür.

[1] Bkz. Müslim, Îmân, 147.

[2] Bkz. Kur’an, 2/51-54, 34/13, 21/52-54. 59/24.

[3] Bu konuda Horst Bredekamp'ın “Das Beispiel Palmyra” (Palmira örneği) başlıklı makalesine bakılabilir (2016).

[4] Bkz. Kuran 34/12.

[5] Naef, Silvia: Bilder und Bilderverbot im Islam. Vom Koran bis zum Karikaturenstreit. München: C. H. Beck 2007.

1 Temmuz 2025 Salı

Zor zamanda avukatlık Abbas Bilgili-30/06/2025

Son zamanlardaki yargı pratiğinde “bu da olmaz” dedirten uygulamalarla karşılaşıyoruz. İstisnai bir uygulama olması gereken tutuklamalar iktidara yönelik eylem ve söylem girişimlerinde genel uygulama halini aldı. Eleştiri mahiyetindeki sözlerin, zorlama yorumlarla suç olarak kabul edilip, tutuklama nedeni sayıldığını kamuoyu olarak seyrediyoruz. Politikacı, sanatçı ve gazeteci tutuklamalarına, yargının vazgeçilmez ayağını oluşturan avukat da dahil edilmiş durumda. Ekrem İmamoğlu’nun avukatının tutuklanması bunun tipik örneğidir. İmamoğlu’nu yolsuzluk ve suç örgütü aktörüymüş gibi gösterirken, onu savunacak avukatı da onunla eylem birliği içinde görme ve gösterme girişimi ile karşı karşıyayız. Bu gelişme karşısında zor zamanlarda avukatların neler yaşadığını irdelemeye çalışacağız. Özellikle ihtilal (devrim), askeri darbe gibi dönemlerdeki avukatlık pratiği üzerinde durularak günümüz uygulamasının kökenine, geçmişteki izlerine ulaşmaya çalışacağız.

FRANSIZ DEVRİM MAHKEMESİ’NDE AVUKATLAR FİGÜRANDI

Bin yıllık monarşiyi yerle bir eden 1789 Fransız Devrimi, insanlığın hizmetine İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi gibi çok önemli bir anayasal metni armağan ederken, diğer taraftan özellikle de terör dönemi olarak bilinen günlerinde akıl almaz yargı cinayetlerini de tarihe kara leke olarak bırakmıştır. Daha terör dönemi başlamadan öldürülen Kral 16. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette’in yargılanmalarında avukatlara figüran rolü verildiğini görüyoruz.

Fransız Devrimi’nin önderlerinden Robespierre, Kral 16. Louis’nin yargılanmasına bile gerek yok diye düşünüyor ve “Louis ölmelidir” diyordu. 3 Aralık 1792’de Meclis’te yaptığı ünlü konuşmasına yerleştirdiği “o yargılanamaz”, “o suçludur”, “o ölmelidir” gibi kesin ve peşin suç ilanı biçimindeki cümlelerin yanına avukatın gereksizliğini de ekliyordu. “Peki biz ne yapıyoruz? 16. Louis’yi savunsun diye her taraftan avukatlar çağırıyoruz” diye yakınıyordu.[1] Kendisi de avukat olan Robespierre, böyle düşünmesine karşın Kral’ı savunan bir avukat vardı. Pek kararlı biçimde Kral’ı savunduğu için giyotine gönderilmek istendiğini de Stefan Zweig’in satırlarından öğreniyoruz.[2] Kral’ın 21 Ocak 1792 tarihinde kafası giyotinle kesildikten 22 ay sonra 16 Ekim 1793’te eşi Marie Antoinette de yargılama sonunda idam edildi. Bu yargılamalar esasen göstermelik olup, kararları peşin verilmişti. Nitekim Kraliçe’ye avukat isteyip istemediği sorulduğunda, hiç avukat tanımadığını, resmi yolla bir ya da iki avukatın görevlendirilmesini kabul edeceğini söylemişti. Tanıdığı avukat ile tanımadığı avukat arasında fark olmadığını düşünüyor ve o günkü Fransa’da kendisini cesaretle ve açık yüreklilikle savunacak avukatın kraliçe lehine söyleyeceği sözden sonra hemen vekil sandalyesinden sanık sandalyesine geçirileceğini biliyordu.[3] Nitekim Kraliçe ölüm cezasına mahkum edildikten sonra, iki avukatın durumunu Stefan Zweig, şu satırlarla anlatıyor: “Kraliçe’nin iki vekili de oturum bittikten sonra gözaltına alınır; Kraliçe’nin kendilerine gizlice yazılı bir mesaj vermiş olabileceği düşünülerek üstleri aranır; hakimler, o zavallı hukukçular, bu kadının yıkıcı enerjisinden mezara bir adım kala bile korkmaktadırlar.”[4] Anlıyoruz ki Fransız Devrim Mahkemesi yargılamalarında avukatlara sadece figüranlık rolü verilmesine karşın, yine de görev yapan avukatlar giyotine gitme korkusu yaşamışlardır.

İSTİKLÂL MAHKEMELERİ AVUKATLARIN CAMBAZLIĞI İLE UĞRAŞMAZ

Bizim tarihimizdeki olağanüstü dönem yargılamalarında avukatlar benzer kaderi hep yaşamışlardır. Millî Mücadele yıllarında daha çok asker kaçaklarını yargılamak için faaliyete geçen İstiklâl Mahkemeleri Cumhuriyet kurulduktan sonraki faaliyetlerinde de muhalif düşüncede olanların peşine düşmüştü. İstiklâl Mahkemesi üyelerinden birinin “ara sıra kanunun üstüne çıkarız” dediği bilinmektedir. Nitekim bir sanığın avukat tutmak isteği karşısında Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya “İstiklâl Mahkemeleri dava vekillerinin (avukatların) cambazlığına gelmez” diyerek isteği reddetmiştir.[5] Bu sözlerde avukata nasıl bakıldığını görmek mümkün ve böyle bir yargılamada da avukatın işlevinin yok edildiğini anlıyoruz.

İSTANBUL BAROSU DP’LİLERİ SAVUNMAYIN DEDİ

27 Mayıs 1960 Darbesi de avukatlar açısından sıkıntılı ve sancılı olmuştur. Darbeden üç gün sonra toplanan İstanbul Barosu Yönetim Kurulu’nun 31 Mayıs 1960 günü aldığı karar şu şekildeydi;

“Sabık iktidarın zamanı idaresinde hukuka aykırı fiil ve hareketleri ika ve bunlara iştirak sebebile haklarında açılacak davalarda maznun ve davalıların müdafiliğinin İstanbul Barosuna mensub avukatlar tarafından deruhte edilmemesine ve keyfiyetin Türkiye Barolarına temenni suretile teklifine, keyfiyetin Umumi Heyete arzına ittifakla karar verilmiştir.”[6]Karardan da anlaşılacağı üzere, İstanbul Barosu, darbe ile yönetimden el çektirilen DP’lilerin, avukatlar tarafından savunulmasını istemiyor ve üstelik bunu başka barolara da tavsiye ediyordu. Nitekim bazı barolar da aynı doğrultuda karar aldılar.

İstanbul Barosu’nun bu talihsiz kararına karşı en ciddi ses bir avukattan gelmiş olup, Avukat Suad Tahsin Türk Müdafaa Hakkı ve Müdafi Seçme – Müdafaa Alma Hürriyetleri başlıklı bir kitapçık yayınlamıştır. Kitapçıkta karar ciddi şekilde eleştirilmiştir. Mesela Baro’nun kararı için “hukuki ve ahlaki karakterden mahrum” denilmiş,[7] ve devamında “Kanaatımızca baromuzun bu kararı bütün cepheleri ile hatalı, müdafilik sanatı namına ayıp, insan hakları için tehlikeli, baro tasarrufu olarak çirkin ve kim olursa olsun ve ne derece itham altında bulunurlarsa bulunsunlar bütün maznunlara da zebunküşlüktür” ifadeleri kullanılmıştır.[8] “Zebunküşlük” kelimesinin anlamı, “güçsüze acımayan, güçsüzü ezen”dir ki, Baro’nun hukukun yanında değil de güçsüzü ezen darbecilerin yanında yer aldığı çok açıktır. Avukat S. Tahsin Türk, kitapçıkta İstanbul Barosu’nun tavrını sert ifadelerle eleştirme cesaretini göstermiş ve Nürnberg Mahkemesi’nden ve İsrail’de Eichmann’ın yargılanmasından da örnek vermiştir.

Bu arada İstanbul Barosu’nun kararına değinen bir başka metinden de bahsetmekte de yarar var. Yassıada yargılamaları konusunda bir rapor yazmış olan Paris Barosu’na kayıtlı, siyasi davalarda isim yapmış olan Avukat Maurice Garçon raporunda şu ifadeleri kullanmaktadır;

“Bir müdafaanın mükellefiyetini kabul etmek vazifesini duyan avukat, kendini müşkül mevkie sokacak korkudan uzak olmalıdır. Onları korkuya sevketmeğe ve vazifelerinden başka tarafa yöneltmeğe müsait baskı icrasına teşebbüs edilmemelidir. Resmiyetini güçlükle kabul edebileceğimiz ve bize o kadar menfur görünen, İstanbul Barosunun bir müzakeresine şahit olduk.

Baroda kayıtlı avukatların adalet huzuruna çıkacak sanıkların müdafaasını, bu sanıklar eski rejim zamanında hukuka aykırı faaliyetlerde bulunmuş oldukları bahanesiyle, kabulü reddettiklerini, 31 Mayıs 1960’da Baro Umumi Heyete telkin etmeğe karar vermişti. Göründüğüne göre çok şükür Umumi Heyet bu talebi is’af etmedi.”[9]

YASSIADA’DA SAVUNMA YAPAN AVUKATLAR TUTUKLANDI

Baro’nun yasaklamasının yanında o günkü darbe ortamı da sanıkların savunmasını yapacak avukatlar için cesaret gerektiriyordu. Bir çok avukat kaçınıyordu. Buna karşın çok sayıda avukat Yassıada’da savunma görevi yaptı, ancak büyük çileler çektiler. Sanıklardan Samet Ağaoğlu’nun anılarında avukatlardan bahseden bölümler mevcut. Yassıada’da savunma yapan avukatlardan Süreyya Ağaoğlu, Burhan Apaydın, Talat Asal, Hüsamettin Cindoruk, Orhan Cemal Fersoy ve Ferruh Bozbeyli’nin anılarında avukatların Yassıada’ya gidiş dönüşlerde, müvekkilleri ile görüşmelerinde ve savunma anında karşılaştıkları sıkıntılara yer verildiğini görüyoruz. Sanıklara vatan haini gözüyle baktıkları için onları savunan avukatlar da vatan haini gibi kabul ediliyordu. “Silahların gölgesinde savunma yapmaya alışık değiliz” diyen avukatın müvekkiline baskı yapılarak azledilmesi sağlanıyordu. Savunmalarında Menderes’i öven Av. Burhan Apaydın ve Av. Talat Asal tutuklanıyordu. Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın avukatı Hüsamettin Cindoruk, “Bizi hiç uğraştırmayın. Kararlar sümenin altındaysa, bu iş bitsin” dediği için tutuklanmıştı.

Esasen Fransız hukukçu / avukat Maurice Garçon, Yassıada’da görev yapan avukatların durumunu sezmiş ve mütalaasında “Avukatın rolü bir figüran rolü değildir” demek ihtiyacını duymuştu.[10]

DARBE DÖNEMİ UYGULAMALARI DEVAM EDİYOR

Verdiğimiz örnekler hep devrim ve darbe gibi olağanüstü dönemlere ait. Şu anda devrim ve darbe döneminde değiliz ama görüyoruz ki avukatlar yine tutuklanıyor. Can Atalay ve Selçuk Kozağaçlı uzun süredir cezaevinde ve bunların durumu kamuoyunun vicdanında kabul görmüş değil. Son olarak Ekrem İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan da tutuklandı. Bir darbe dönemi uygulaması olan “avukat tutuklama olgusu” bugün de gözümüzün önünde cereyan ediyor. Hukukun özünden giderek uzaklaşan yargı pratiğini izliyoruz. Olmaz dediğimiz şeyler olduğu için, hayret etmeyi de bıraktık. Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile giderek evrensel hukuktan kopuyor ve kalitesiz demokrasiler liginde yer almaya başlıyor.

KAYNAKÇA

[1] Maximilien Robespierre, Ayaklar Baş Olunca (Jakoben Söylevleri), Çeviren: İlhan Erman, İlkeriş Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2008, s. 26-39

[2] Stefan Zweig, Marie Antoinette / Vasat Bir Karakterin Portresi, Çeviren: Tevfik Turan, Can Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2017, s. 555

[3] Stefan Zweig, age, s. 544, 545

[4] Stefan Zweig, age, s. 559

[5] Mete Tunçay, T. C.’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Cem Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul 1992, s. 169, 170

[6] Suad Tahsin Türk, Müdafaa Hakkı ve Müdafi Seçme Müdafaa Alma Hürriyetleri, Dizerkonca Matbaası, İstanbul 1960. S. 4

[7] Suad Tahsin Türk, s. 5

[8] Suad Tahsin Türk, s. 11

[9] Emine Gürsoy Naskali, “Avukat Maurice Garçon’un 27 Mayıs Darbesi Mütalaası”, Marmara Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Cilt:1, Sayı: 2 Sonbahar 2014, s. 327

[10] Emine Gürsoy Naskali, s. 326

Abbas Bilgili, avukat ve yazar.

Yoksulluk devlet yardımıyla biter mi? Yavuz Saltık-01/07/2025

Silivri’de medyayı izleme, medyada çıkan haberlere ulaşma imkanı ne yazık ki, özgür olduğumuz dönemlere göre çok kısıtlı. O yüzden bazı haberlere takip eden günlerde ulaşma imkanı oluyor.

Geçtiğimiz haftalarda Sözcü Gazetesi’nde şu başlıkta bir haber vardı: “34 milyon kişi yardım kuyruğunda”.

Haber, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı yoksulluğun “bir anının” fotoğraflarından biri idi sadece.

Ancak haberi, haberden daha önemli hale getiren şey, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş’ın artan başvuru sayısını, yoksulluğun artışına değil vatandaşın bilinçlenmesine bağlamasıdır.

Gerçekten bu alanı yakından takip eden biri olarak, bunu okuduğumda ne söyleyeceğimi, ne düşüneceğimi bilemedim.

Şimdi haberdeki verilere bakalım.

2024 yılında kömür, barınma, gıda yardımı isteyenlerin sayısı 4 milyon 947 bin kişi olmuş. Açıklamayı Bakan Göktaş yapmış. Bakanlığın Alo 144 hattına 4 yılda 34 milyon 3 bin 818 kişi arayarak yardım başvurunda bulunmuş.

DEVLETTEN KİM YARDİM İSTER?

Cevap aramamız gereken soru açıktır;

Kim/ler devletten yardım ister?

- Devletin yardım verdiğini öğrenen vatandaş mı,

- Yoksa yardıma ihtiyacı olan mı?

Bakanın açıklamasına göre birincisi. Nitekim Bakan, ilgili haberde başvuru sayısını sosyal yardımlara başvuru kanallarının çeşitlendirilmesine, vatandaşlarını sosyal yardımlar alanındaki farkındalık ve bilgi düzeylerinin artışına yani vatandaşın bilinçlenmesine bağlıyor.

Bakanın tam cümlesi şöyle; “Yararlanıcı sayısı artışı, yoksulluğun artmasından ziyade, daha fazla vatandaşımıza daha fazla yardım çeşidiyle ulaşan sosyal devlet uygulamalarının yaygınlaşmasından kaynaklanıyor”.

Oysa Bakan kendini verdiği rakamlarla yalanlıyor. Bakan yaptığı açıklamada; “Alo 144 yardım hattını yardımlar için 2020’de 6 milyon 638 bin 270, 2021’de 6 milyon 26 bin 918, 2022’de 9 milyon 7 bin 545, 2023’te 7 milyon 383 bin 143, 2024’te 4 milyon 947 bin 942 başvuru yapılmıştır” bilgisini veriyor.

Rakamlara baktığınızda 2023’e kadar yükseliş sonrasında başvuru sayısında düşüş görüyoruz. O zaman farkındalık 2020-2023 arasında artmış, 2023 sonrasında ise azalmış durumda.

Ancak bu rakamlara; eşit şartlara sahip olamadığı için telefona, internete erişimi olmayanları, Türkçe bilmeyenleri, asla yardım alamayacağına inanandığı için başvurmaktan vazgeçenleri ve yardım kriterini yüz lira, bin lira, iki bin lira ya da 5 bin lira farkla kaçırmış olanları eklediğimizde gerçek tablonun böyle olmadığını görmüş oluruz.

Unutmayalım ki ülkemizde sadece 1 gün sonra sigortalı olduğu için 17 yıl daha çalışmak zorunda kalan binler var.

BAKANLIĞIN VERİLERİ BİZE NE SÖYLÜYOR?

Ülkenin içinde olduğu yoksulluğun en somut halini bize bizzat Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2024 Faaliyet Raporu sunuyor.

Rapora göre ülkemizde milyonlarca kişi geçimini sosyal desteklerle sağlıyor. Bakanlığın raporuna göre geçtiğimiz yıl sosyal yardımlardan faydalanan hane sayısı 4,9 milyonu aştı.

Rapordan bazı kalemler şöyle;

- Genel sağlık sigortası primleri devlet tarafından karşılanan vatandaş sayısı: 9,4 milyon.

- Elektrik tüketim desteğinden yararlanan hane sayısı: 4,1 milyon.

- Gıda yardımı alan vatandaş sayısı: 4,2 milyon.

- Aile Destek Programı kapsamında 3,6 milyon haneye toplam 46,4 milyar TL ödeme yapıldı. .- 384 bin 426 öğrenci eğitim metaryali yardımından yararlandı ve bunun için 476,7 milyon lira ödeme yapıldı.

- Yaşlılık aylığından faydalanan vatanda sayısı: 805 bini geçti

- Yakacak Yardımları (Kömür): 2024 kömür döneminde 1.587.728 haneye 1.351.829 ton kömürün dağıtılması onaylanmıştır.

- Doğal Gaz Tüketim Desteği: 2024 yılında 702.253 haneye 1,4 Milyar TL kaynak aktarılmıştı

- Sosyal Yardımlardan Faydalanan Toplam Hane Sayısı: 4.574.684 hane sosyal yardımlardan faydalanmıştır.

Raporu daha ayrıntılı incelediğinizde bu tür kalemleri çoğaltmamız mümkün. Sonuç olarak yıllık faaliyet raporu bize, bakanlığın bilgilendiği için başvuran değil ihtiyaç sahibi olduğu için başvuru yapan vatandaşlara 38 farklı kalemde doğrudan sosyal yardım ve mali destek dağıttığını görüyoruz.

Gerçekten bu kadar farklı kalemde bakanlığa yapılan başvuruların nedeni, vatandaşın farkındalığının artmasıyla mı yoksa derinleşen yoksullukla mı ilgili olduğunu siz değerli okuyucuların takdirine bırakıyorum.

Ancak gerçek nedenin ikincisi olduğu çok açıktır.

Bunu sosyal yardımlardan yararlanma kriterleri de bize göstermektedir. Bu kriterler, aynı zamanda yoksulluğun tanımlanmasına yardımcı olmaktadır. Sosyal yardım için hane içinde kişi başına düşen aylık gelirin net asgari ücretin 1/3’ünden az olması şartı aranmaktadır. Bakanlığı raporu, bu sınırın altında yaşayan milyonlarca vatandaşın bulunduğunu göstermektedir.

Ne yazık ki sorun, yoksulluğun devlet yardımıyla ortadan kardırılamayacağının henüz kabul edilmemiş olmasıdır.

Yoksulluk yardımla değil, yoksulluğun ortadan kaldıracak sosyal politikalarının bir anlamda yoksulluktan mezun olabilecekleri alternatif programların ortaya konulmasındadır.

Belki de kabul etmemesi gereken şudur; iktidar yoksulluğu azaltmak değil bu yoksulluk halini yöneterek, bunun üzerinden belli bir seçmen kitlesini konsolide etmek istemesidir.

“HAYIR SİZ YAPTINIZ”

Ülkenin yoksullukla ilgili durumunu her düşündüğümde aklıma Picasso’nun Guernica tablosu gelir.

Guernica, İspanya’da küçük bir kasabadır. İspanyanın faşist lideri Franco, Nazi ve faşist İtalyan kuvvetlerinin yeni uçaklarını Guernica üzerinde test etmesi için izin vermiş ve başlayan bombardıman kasabada büyük bir katliam yaşanmasına (Bask Hükümeti’nden yapılan açıklamaya göre ölü sayısı en az 1.654, yaralı sayısı ise 889) ve yerle bir olmasına yol açmıştır.

26 Nisan 1937’de gerçekleşen bu korkunç olayı Paris’te yaşayan Picasso öğrenir. Bunun üzerine savaşın yıkıcılığını, yaşanan katliamı, bombaların yaktığı ateşte yanan insanlığı anlattığı Guernica’yı çizer.

Guernica, yaklaşık 3,5 metre yükseklik ve 7,8 metre genişlik ile dikkat çekici büyüklükte, tuval üzerine sadece siyah ve beyaz renklerde yağlı boya ile yapılmış bir resimdir.

Resim, yağlı boyayla yapılmasına rağmen siyah, beyaz ve gri renkleri barındıran Guernica, gazete fotoğraflarına benzer bir hava yakalamış ve savaşın sebep olduğu cansızlığı vermiştir.

Bu tablo, günümüzde en büyük savaş karşıtı resim olarak kabul edilir. Guernica aynı zamanda sadece İspanya İç Savaşı’nın vahşetini değil, modern savaşın neden olduğu acıların da politik bir simgesidir.

Tablo birçok ülkede sergilenmiş buna karşı Franco hükümetin başında olduğu sürece İspanya’ya girmesi yasaklanmıştır.

Tablonunun sergilendiği salonların birinde Alman bir general Picasso’ya yaklaşır ve sorar; “Bu tabloyu siz mi yaptınız?

Ve Picasso o meşhur cevabı verir; “Hayır, siz yaptınız”.