Uzun zamandır sesini çok duymadığımız bir
isim anayasa hukukçusu Prof. Dr. Osman Can. Oysa Adalet ve Kalkınma Partisi’nin
ilk döneminde, iktidarın hukuk konularında en güvendiği, kamuoyunda en çok
sesinin duyulmasını istediği çekirdek ekibin içindeydi. Öyle ki Cumhurbaşkanı
Erdoğan, partiden eleştiriyle ayrılmasına rağmen, Osman Can’ın 2018 yılına
kadar Avrupa Konseyi’nin hukuk alanındaki danışma organı Venedik Komisyonu’nda
‘Türkiye Temsilcisi’ olarak görev yapmasını engellemedi. Ancak 2018’ten sonra iktidar,
Osman Can’ın Venedik Komisyonu’ndaki görev süresine uzatma istemediği gibi
yollarını da tamamen ayırdı.
Osman Can’ın AKP tarihindeki kritik rolünü
kendi web sayfasına koyduğu birkaç ana başlık üzerinden hatırlayalım:
“2007 yılında ortaya çıkan
Cumhurbaşkanlığı krizini çözmeyi amaçlayan Anayasa Değişikliğinin iptali için
Anayasa Mahkemesi’nde açılan davanın raportörlüğü ile görevlendirildi.
Görüşleri doğrultusunda Mahkeme ret kararı verince Cumhurbaşkanı’nın Türkiye tarihinde
ilk defa halk tarafından seçilmesi mümkün hale geldi.
2008 yılında AK Parti’nin kapatılması
talebiyle açılan davanın raportörlüğünü üstlendi ve kapatma isteminin reddi
yönünde görüş sundu. Parti kapatılmadı. Raporunda savunduğu usule ilişkin
görüşleri, mahkemece oybirliğiyle ilke kararlarına dönüştü.
2010 referandumunun askeri vesayeti
ortadan kaldırmasına rağmen sistemi demokratikleştirmeye yetmeyeceği, hızla
yeni bir toplum sözleşmesi üzerine bir anayasal düzenin inşa edilememesi
durumunda Türkiye’nin yönetilemez hale geleceği düşüncesinden hareketle,
Türkiye’nin sayılı medya, üniversite, sivil toplum ve siyasal aktörleriyle bir
araya gelerek, siyasi aktörleri yeni anayasa yapımına ikna etmede önemli rol
üstlenen Yeni Anayasa Platformu’nun oluşumunda yer aldı."
Bugünlerde ise sade bir hukuk hocası
olarak Frankfurt ile İstanbul arasında bölüştürdüğü iki şehirli bir hayat
yaşıyor. Goethe ve Marmara Üniversitelerinde anayasa hukuku dersi veriyor.
Türkiye’nin siyaseten ve hukuken bugün geldiği noktadan dolayı çok üzgün. 2010
ve 2017’deki anayasa referandumlarını Türkiye’deki ‘kişiselleşmiş otorite’
sorunsalının iki kritik eşiği olarak yorumluyor. Ne hazindir ki 2010’da
referanduma sunulan anayasa değişiklikleri paketinde onun da imzası var. Ne
hayal ederek yola çıktıklarını ve işin nerede takla attığını anlatırken “2010
paketinin tamamını ‘günah’ olarak değerlendiriyorsanız benim günahım çok. Ama
bireysel Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkına Tayyip Bey’i ikna eden
de benim” diyor.
AKP’li yıllarla olabildiğince samimi bir
yüzleşme yapmaya çalışırken, ‘askeri vesayetle mücadele kampı’na mensup biri
olarak çok canını yakan bir durumun tespitini de halının altına süpürmüyor:
“Kimse kendini kandırmasın, askeri
vesayetin ortadan kaldırılmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal
düzeninde denge denetimi olamadı.”
Vesayetin sahibi değişince vesayetin
bitmediğini, toplumun hak ve özgürlükleri açısından sorunların nasıl da
derinleşerek devam ettiğini zaten biliyorsunuz. Detaylarıyla bir de Osman
Can’dan dinleyin…
“İmamoğlu dosyasındaki tartışmaların
içinde her şey var, yargı yok; şu an sadece siyaset konuşuyoruz”
-Ekrem İmamoğlu ve arkadaşları iki ay önce
tutuklandı ve henüz iddianameyi görmedik. Bir takım MASAK raporları ve
savcılığın aldığı, almaya devam ettiği ifadeler var. Şu anda somut biçimde
önümüzde olan hukuki belgeler üzerinden siz nasıl bir okuma yapıyorsunuz? MHP
Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin sürece yönelik açıklamaları ‘iddianame bir
önce yazılsın’ şeklinde bir uyarı olarak algılandı. Hukuk açısından konu henüz
iddianamenin yazılmamış olmasından mı ibaret, değilse nedir?
Öncelikle şunu söylemem gerekir. Dosya
henüz mahkemeye intikal etmemiş, deliller netleşmemiş, ortada değil. Yargılama
süreci başlamamış. Dolayısıyla da bu dosya hakkında hukuki değerlendirme
yapılamaz. Bunu yazıp bir kenara koymamız gerekiyor. Siz de hatırlattınız,
tartışma şu anda Devlet Bahçeli'nin açıklamaları, hükümetin açıklamaları
üzerinden yürütülüyor. “İddianame yazılsın mı, yazılmasın mı?” gibi
tartışmalar, “Ne kadar sürer?” gibi tartışmalar. Yani bu süreçteki
tartışmaların içinde her şeyi var ama yargı yok. Dolasıyla da tamamen politik
bir dosya. Politika konuşuluyor, politik aktörler bu konuyla ilgili bir
değerlendirme yapıyor. Bu değerlendirmelere göre bir hızlanmanın ya da
yavaşlamanın yaşandığını görüyoruz. Çok açık ki burada siyasi bir mesele var.
Yargı süreci de ortada olmadığına göre siyaset konuşuyoruz şu anda. Bu da bize
yargının bir adalet mekanizması olarak tam anlamıyla çalışamadığını gösteriyor.
“Meselesinin politik olduğunu gösteren
asıl şey diploma iptali”
-Cumhurbaşkanı Erdoğan da İmamoğlu
dosyasını siyaseten sahiplenmekte bir sorun görmüyor. Daha geçen gün “Her gün
birileri çıkıp itirafçı oluyor. Yeni deliller ortaya çıkıyor. Bu adamlar
ahtapotun kolları gibi uzanmış, her yere yapışmışlar” dedi. Demek ki bizim
kamuoyu olarak sahip olmadığımız deliller onda var. Böyle mi okumak lazım
Erdoğan’ın tavrını?
Bakın, Türkiye'ye yolsuzluklar oluyor.
Belediyelerde yolsuzluklar oluyor mu? Muhtemelen oluyor. Bu konuda pek kimse
aksini iddia etmiyor. Ama asıl başka bir şeyle, diploma meselesiyle başlayan
bir süreç var. Diploma meselesi neden bu kadar önemli? Çünkü diploması olmayan
bir kişi zaten cumhurbaşkanlığına adaylığını koyamıyor. Diploma sürecindeki
hukuka aykırılığı daha rahat bir şekilde tespit edebiliriz. Şu aşamada
yolsuzluk konusunun nasıl ilerleyeceğini bilmiyoruz. Belki gerçekte veriler
vardır ya da yoktur, bilemiyoruz. Ama başta söylediğim gibi işin politik
olduğunu gösteren asıl konu diplomanın iptali. Geçmişe dönük olarak hukuk
kurallarını ya da YÖK kararlarını uygularsanız ciddi bir zorlama yapmış
oluyorsunuz. Böyle zorlama bir adımla bir kişinin diplomasını iptal ettiğiniz
zaman, burada hukuku aramak boşuna. Buradaki politik saiği görebiliyorsunuz.
Politik saikle başlatılan bir soruşturma varsa diğer soruşturmalar da onun
gölgesinde kalır ister istemez. Ve yine tek kanallı olarak sadece belli medya
alanlarına, soruşturmanın gizliliğinin söz konusu olduğu bir alanda görüntüler
ya da bilgiler, belgeler sürekli servis ediliyor. Bunlar da politik saik teyidi
olan şeyler. Hele hele bir de zaten Türkiye'nin de 2017 anayasa
değişikliklerinden başlayarak yargı bağımsızlığının yapısal olarak zarar
gördüğü bir süreç içindeyken bu yapıldığında, bu süreç şüpheli hale geliyor.
Adalete yönelik inanç ortadan kalkıyor.
-Zaten bu da genel rakama da yansıyor.
Ekrem İmamoğlu'nun aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı güçlü bir siyasi rakip
olduğu için tutuklandığını düşünenlerin oranı yüzde 60'ların altına düşmüyor
gördüğüm kadarıyla.
Bana çok şaşırtıcı gelmiyor. Bu konuda bir
kanaatin oluşabilmesi için illa bütün verilerin ortada olması gerekmiyor.
İnsanlar zincirleme olarak olayları üst üste koyar ve bir tablo görür.
“En baştan politik amaçla hareket edildiği
için yolsuzluk soruşturması insanların ‘hukuka aykırılık’ kanaatini
değiştiremiyor”
-Şunu söylemiş oluyorsunuz; İmamoğlu’nun
neden Silivri’de olduğunu anlamak için üst düzey bir akademik formasyona,
siyasi tecrübeye ya da kuvvetli istihbarata sahip olmaya gerek yok. Sokaktan
görünen neyse, gerçekte olan da bu.
Gerek yok tabii ki. Bakın şimdi Can Dündar
kararıyla başlayalım mesela. Can Dündar'la ilgili olarak Cumhurbaşkanı “Bunun
peşini bırakmayacağım, sonuna kadar gidilmesi gerekir” falan dedi ve yargıda
mekanizmalar harekete geçti. Sonra Demirtaş hakkında buna benzer şeyler
söyledi. Keza Kavala'yla ilgili olarak kişisel mesele haline getirme durumları
gördük. Ve bunlar sadece medyada konuşulan şeyler değil, bunlar aynı zamanda
yargı kararlarıyla sabitlenen tespitler olduğu için söylüyorum. Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi Türkiye hakkında kararlar verdi. Ve bu kararlarda Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi dedi ki; “Yargı burada politik amaçlarla kullanılıyor.
Aslında bağımsız değil yargı. Politik amaçlarla başlatılan bir süreç vardır,
politik amaçlarla tutuklamalar vardır.” Politik amaçlarla yapılan
tutuklamalarla yetkili olan ya da devleti yönetenlerin sözleri arasındaki uyumu
ya da iş birliğini o mahkeme kararlarında da görüyoruz. Şimdi orada bir realite
var. Burada da yine Cumhurbaşkanı adayı olarak birisi ön plana çıkıyor. Önce
hukuka aykırı bir şekilde diploması iptal ediliyor. Ondan sonra da bir
yolsuzluk soruşturması başlıyor. Dolayısıyla bu yolsuzluk soruşturmasında
gerçekten soruşturması gereken bir şey olsa bile bu artık ‘hukuka aykırılık’
kanaatini değiştirmiyor.
“AYM ve AİHM kararları uygulanmadığı için
kuşku, anayasal olarak da haklılık kazanıyor”
-Yani baştan siyasi motivasyon ortaya
konduğu için toplumun geneli yolsuzluk dosyasının içine bakmaz hale geliyor…
Bakmıyor, bakamıyor. Çünkü o konudaki
tablo evet yani veriler ortada ve veriler bu konunun objektif olarak yargı
bağımsızlığı ve yargı tarafsızlığı süreci içerisinde yürütülmediğine yönelik
kanaati besliyor. Anayasa Mahkemesi kararlarının anayasaya aykırı bir şekilde
uygulanmaması bir gerçek, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yargının politize
edildiği ya da yargının politik amaçlarla kullanıldığı tespitleri ve büyük
daire tespitleri var. Bunları da göz önünde bulundurduğumuz zaman, insanların
bu kadar kuşku duyması kadar doğal bir şey olamaz. Bu kuşkuları sadece iyi
niyetlerle gideremezsiniz, 2017 Anayasa değişiklikleriyle iktidarın tek elde
toplandığı gerçeği karşısında kuşku anayasal olarak haklılık kazanıyor çünkü.
“Şu şartlarda diplomanın iptaline açılan
davadan olumlu sonuç elde edilir mi emin değilim”
-Bu arada diploma veri tabanından da
silinmiş. Yani şu anki şartlarda hakkındaki yolsuzluk iddiaları düşse bile
Ekrem İmamoğlu cumhurbaşkanı adayı olamıyor.
Olamıyor, şu an itibariyle teknik olarak
mümkün değil. Diploma yok, diploma yoksa zaten YSK bu konuda herhangi bir
adaylık kabul etmeyecek. Seçim ne zaman olacaktır? 2028 diyelim. Daha en az iki
sene var. Bununla ilgili dava açıldı sanırım, ama yargıya dair temel soruna
bakıldığında o davadan olumlu bir sonuç elde edilir mi çok emin değilim.
“Kendimi ‘muhalif’ olarak tanımlamıyorum,
iktidar yarışının bir tarafında değilim, sadece hukukçuyum”
-Siz eski bir siyasetçisiniz de. AYM
Raportörlüğü sonrasında hem 2010 referandumu sırasında hem de 2013-2015
dönemindeki çözüm sürecinde hükümetin politik hattına çok destek verdiniz.
Kanaat önderi olarak kamuoyunda sizi çok görüyorduk. Tam o dönem AKP MKYK üyesi
oldunuz, sonra 2015’de milletvekili seçildiniz. Ama kısa süre sonra siyaseti
bıraktınız. Bir ara DEVA Partisi kurulurken Babacan ile birlikte hareket
etmeniz beklendi ama ondan da vazgeçtiniz. Sonrasında ise adeta inzivaya
çekildiniz.
İnziva diyebilir miyiz bilemiyorum.
Şartlar biraz o noktaya getiriyor. Yani kişisel meseleler, belki işte akademik
çalışmalara öncelik verme gibi bir şeyler söyleyebilirim. Ama işin doğrusu bu
görüşlerimi dile getirme kanallarının açık olduğu kanaatinde değilim. Ana akım
medya ciddi bir şekilde değişti. Bir de sözünüzün etkisini yitirdiği bir
dönemdeyseniz eğer konuşmazsınız. Konuşmadığınız zaman bana göre dünya sona
ermiyor. Yani tanrıcılık falan oynamamıza gerek yok. Sözümüz vardı ama bu
sözümüzün de dinlenebileceği ya da anlam ifade edebileceği dönemler vardı.
Belki de konuşmamanın daha iyi olabileceği dönemler vardır. Sanırım biraz öyle
bir süreçten geçtik ve geçmeye de devam ediyoruz. Bireysel olarak biraz
zorlandım tabii ki. Ama bu, ülkeye yönelik düşüncelerimizi çok fazla
değiştirmedi. Bir de ben kendimi ‘muhalif’ olarak tanımlamıyorum. Ben bir
hukukçuyum. Analiz yaparım.
-Şu anda dışarıdan ‘muhalif’ olarak
tanımlanma ihtimalinize dönük bir endişe mi var?
Yok kaygı da değil. Bu benim ahlaki
duruşum zaten. Yani Türkiye'de bir iktidar yapısı vardır. Bir de bunun
karşısında muhalefet yapıları vardır. Bir iktidar yarışı vardır. Ben bunun
içinde bir yerde konumlanmıyorum.
“Venedik Komisyonu’nun 2017’deki
otoriterlik uyarısının altında benim de imzam var, hükümet ondan sonra benim
görev süremi uzatmadı”
-Ama söyledikleriniz aslında ‘artık
muhalif kanattaymışsınız’ gibi algılanıyor olabilir.
Öyle algılanabilir ama bu da benim için
çok belirleyici değil çünkü ben bir anayasa hukukçusuyum. Bu ülke yani
2016'lardan itibaren özellikle anayasacılık mücadelesinde demokrasi, insan
hakları ve hukukun üstünlüğü konularında çok ciddi bir şekilde geriye gitti.
2017 yılında yapılan anayasal değişikliği Türkiye’ni artık demokratik olmayan
ülkeler ligine düşürdü. İktidarın tek elde toplandığı sisteme artık demokrasi
demek mümkün değil çünkü. Anayasa’nın 2. Maddesi’nde veya diğer maddelerinde
istediği kadar “Türkiye Cumhuriyeti demokratiktir, hukuk devletidir” desin,
aslında değil. Venedik Komisyonu 2017’deki değişiklikler yürürlüğe girmeden
önce bunun ülkeyi kişisel bir otoriterliğe götüreceğini belirtmiş ve
Türkiye’nin bu değişikliklerden hemen geri adım atması çağrısı yapmıştı.
Venedik Komisyonu'nun o raporunun altında benim de imzam var. Yani şahsen
atmadım ama kurum olarak yanında durdum. Hatırlarsanız o dönem ben (2014-2018
arasında) Venedik Komisyonu üyeliği ve bilimsel konsey başkan yardımcılığı yaptım.
Ancak hükümet tabii süremi uzatmadı. Şaşırmadım tabi.
-Siyaseten onlarla beraber yol yürüdüğünüz
için sizi aday gösterdiler ama ne zaman ki yollarınız ayrıldı… Böyle mi
özetlemek lazım yaşadığınızı?
Ama zaten ayrıştığım bir döneme denk
geldi. Orada bir çizgimiz var.
“İktidar kanadında dahi benim
hukukçuluğumla ilgili olumsuz bir şey duyamazsınız”
-Eleştirilerinizin dozu artana kadar iyi
bir hukukçuydunuz hükümet nezdinde -ki sizi ülkenin yurtdışında hukuk alanında
en üst temsil noktalarından birine uygun gördüler. Sistem değişikliğinden sonra
iyi hukukçuluğunuzun bir kıymeti kalmamış olabilir mi onlar açısından?
Ben şundan çok eminim; iktidar kanadında
dahi benim hukukçuluğumla ilgili olarak olumsuz bir şey duymazsınız. Beni bu
anlamda eleştirselerdi, duyardım. Haddini bilmez insanlar her tarafta olur,
ayrı bir şey. Ama bunu hem muhalefet kanadında olsun hem iktidar kanadında
olsun sanırım biraz da hukukçu duruşumu korumama borçluyum. Ben bir anayasa
hukukçusuyum, anayasal değerler benim için çok önemli. İktidar alanında
anayasal, hukuksal düzlemde çok ciddi geriye gidişler olduğunda bir anayasa
hukukçusu olarak bunları konuşmak zorundayım. “Kuvvetler ayrılığı çok
önemlidir” dediğimde ister istemez iktidarın hoşuna gitmeyen bir şey söylemiş
oluyorum. Ama bu muhalefet amaçlı olarak söylenen bir şey değil ki, anayasacı
olmanın en basit bir gerçeği. Bu benim mesleğimin gereği olarak ve inandığım
değerlerle ilgili olarak yaptığım bir şey.
“Bildiğin bir şey varsa manipüle etmeden
ve öfkenle arana mesafe koyarak söylemeye devam et”
-Bu vurguyu yine yapıyor olmanızdan
eleştirdiğiniz için otomatikman ‘hükümet karşıtı’ gibi algılanmaktan hiç da
memnun olmadığınızı anlıyorum.
Ama benim memnun olmamam çok fazla bir şey
değiştirmiyor. Sadece şu var; bildiğin bir şey varsa, doğru bildiğini manipüle
etmeden, kişiselleştirmeden, kendi öfkenle, kızgınlıklarınla veya hayal
kırıklıklarınla mesafe koymak suretiyle söylemeye devam et. Çünkü bu önemli.
Bir kişi duyar, on kişi duyar, yüz kişi duyar ama bunlar önemli şeyler. Bu,
korur aynı zamanda.
“Beklentiye rağmen 2011 seçimlerine
girmedim, yargıdan siyasete yoğun geçişler doğru gelmedi”
-Aynı yolu yürüyüp de eleştirenlerin
hiçbirinin artık AKP içinde olmaması nedeniyle dışardan bakanlar da ister
istemez şu soruyu soruyor; Erdoğan sizin gibi profillere biraz kendi gündemi
açısından ‘enstrüman’ gibi mi baktı ilk döneminde? İşlerine gelen bir anayasa
değişikliği paketi referanduma sunulduğunda, siz de onun yüzlerinden biri
olduğunuzda bu siyaseten onlar açısından avantajlıydı ve size belli rütbeler
getirdi. 2014-2018 döneminde Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu üyeliği böyle mi
geldi mesela?
Böyle bir algının insanların zihninde
oluşması kadar doğal bir şey yok. 2010 yılında referandum sürecini destekledim.
2008'de Anayasa Mahkemesi raportörüyken AK Parti'nin kapatılmaması gerektiğine
ilişkin bir hukuki görüşüm oldu. Ondan iki yıl sonra referandum süreci başladı,
askeri vesayetin sona erdirilmesi önemliydi, yargının demokratikleştirilmesi
önemliydi. Ama askeri sıfatının altını çizelim ve itirazımızın demokratik
olmayan her tür müdahale imkânı olarak vesayete olduğunu belirtelim. 2011
seçimlerinde bir beklenti vardı ama ben frene bastım, beklentilerin aksine
siyasete girmedim, ki popülerliğim hayli yüksekti ve aynı dönem yargı içinden
pek çok kişi siyasete girmiş ve milletvekili seçilmişti. Bu bana doğru gelmedi.
“2012’de Erdoğan’a ‘Eleştirilerimin
farkında mısınız?’ diye sordum, farkında olduğunu ama yine de benimle çalışmak
istediğini söyledi”
-Ama 2015’te, yani 2011’de eleştirdiğiniz
ortam devam ederken, AKP’den milletvekili gösterilmeye itiraz etmediniz. Sadece
dört yıl sonra sizi ikna eden ne oldu?
2012'de anayasa süreci tökezlemeye başladı
ve çözüm süreci de başlamak üzereydi. Böyle bir dönemde bana siyasi teklif
geldi. Cumhurbaşkanı, o zaman Başbakan, “Bu konuda bizim desteğe ihtiyacımız
vardır” deyince ben de kendisini ve partisini eleştirdiğimin farkında olup
olmadığını sordum kendisine. “Farkındayız tabii ki. Ama birlikte yakın çalışmak
istiyoruz. İhtiyacımız var” deyince, “Tamam, siz arkamda olduğunuz sürece bu
konuda elimden geleni yaparım” diye yanıt verdim. Gururum da okşandı tabii ki.
Biz akademisyenler olarak bu konuda çabuk oltalanabiliyoruz aslında. Bu,
akademisyenlerin genel problemi ve hatta zaafı.
“Biz akademisyenler olarak çabuk
oltalanabiliyoruz, bu akademi dünyasının genel zaafıdır”
-Bu akademisyenlerin gururunu okşanması
konusuyla ilgili bir hatırlatma yapacağım. Çok şaşırdığımız olaylardan bir
tanesi, yeni anayasa yazımı sürecinde olumlu bir katkısının olabileceği
düşüncesiyle Serap Yazıcı Özbudun'un o kadar ağır eleştiriden sonra AKP’ye
dönüşü oldu. Siz ne düşündünüz?
Ben müsaadenizle Serap Hoca'yla ilgili
herhangi bir değerlendirme yapmak istemiyorum. Oltalama ifadesi provakatif,
biliyorum. Akademisyenlerde böyle bir zafiyeti vardır. Önemsendiği,
fikirlerinin önemli olduğu, kendilerine hissettirildiği andan itibaren akademisyenleri
çok kolay bir şekilde yönlendirebilirsiniz, manipüle edilebilirsiniz.
Akademisyenler bu açıdan çok zayıf. Akademi dünyasından gelen bir insan olarak
ben bunu söylüyorum. Deneyim sahibi bir insan olarak bunu söylüyorum.
Bir şey daha var. Hangi AK Parti'den
bahsediyoruz değil mi? 2010, 2011, 2012'de biraz daha farklı bir AK Parti
vardı. Onlar diye çoğul bir sıfat kullanıyorsunuz. Onlar içerisinde bugünün
muhalefetinde yer alan ya da kendini tamamen siyasetin dışına çıkarmış ve
muhalefet tarafından da saygı duyulan isimler vardı. Onların o dönemin
yönetimde olduğu bir ortam yani. Yani o yüzden siyasete daveti partinin genel
yönetimi bir ihtiyaç okuması olarak görmeyi tercih ederim. Benim daha çok
hoşuma gider. Yani bir ihtiyaç olarak görüldünüz, siyasete davet edildiniz. Siz
de gidip o ihtiyacı karşılamaya çalıştınız. Siyaseten elinizi taşın altına
soktunuz. Bu yorumu tercih ederim elbette. Ama siyaset kompleks bir alan,
motifleri, çabaları ve yöntemlerin çok farklı olabilecek insanlar aynı kadro
içinde olabiliyor. Bazıları enstrümantal şekilde yaklaşmış olabilir, diğer
bazıları da gerçekten ihtiyaç olarak görmüş olabilir. Çünkü ben 3 yıl orada
çalıştım. 3 yıl boyunca çok iyi diyaloglarım oldu. Anayasa, demokrasi, insan hakları,
kadın hakları gibi alanlarda reformların ve değişikliklerin yapılması konusunda
çok ciddi tartışmalar yaşadık. Çok ciddi toplantılar oldu ve orada ben başka
bir atmosfer de gördüm. Her şeye rağmen bir şeylerin düzelebileceğine inanmak
için bence nedenler vardı.
“2011 seçimlerinden sonra AK Parti için
denge mekanizması değişmeye başladı”
“Eskiden parti lideri, Adalet Bakanına
‘Hakimleri neden arayıp uyarmıyorsun?’ dediğinde MKYK’da itirazla karşılaşırdı”
-Peki sizce Adalet Kalkınma Partisi
içerisinde hâkim olan bu yaklaşım tam olarak nerede makas değiştirdi? Bazısı
diyor ki “Cumhurbaşkanı Erdoğan 15 Temmuz’da çok varoluşsal bir kriz yaşadı.”
Bazısı diyor ki çözüm sürecinde çok ciddi riskler aldı ve sonucunu alamadığı
için başka bir hatta girdi. Muhtemeldir ki hepsinin payı vardır ama size göre
Erdoğan’ın siyaset paradigmasını değiştiren asıl kırılma noktası, yani
kronolojinin başı neresidir?
Çok şey söylendi ama ben biraz daha farklı
bir şey söyleyeceğim. Parti içi demokrasi meselesini burada müsaadenizle
gündeme getirmek istiyorum. Şu, parti içi demokrasisinin olmadığı yerde yavaş
yavaş lider sultası ortaya çıkar. Parti tabanından irade oluşumu yerine
yukarıdan aşağıya doğru irade oluşumu gerçekleşir. 2011 seçimlerine kadar AK
Parti belli bir denge üzerine kuruluyordu aslında. Ağır topları vardı ve parti
kararları belli bir müzakere sonrasında alınabiliyordu. Tek kişinin her şeyi
belirlediği bir dönem değildi o dönem. 2011 seçimleriyle birlikte iş biraz
değişmeye başladı. Ama yine ağır toplar vardı ve dengeleyici dinamikler söz
konusuydu. Ben partinin MKYK’sındaydım ve örneğin parti liderinin adalet
bakanına “Mahkemeler teröristleri serbest bırakıyor. Niye hakimleri telefonu
açıp da uyarmıyorsun?” diye bir şey söylediğinde diğer tarafta “Bu ne biçim söz
Adalet Bakanı kim ki yargıya telefon açar, müdahale eder, böyle şey olur mu?”
gibi itirazların dile getirilebildiği bir dönemden bahsediyorum.
-MKYK'da mı oluyordu bu?
MKYK'da bunlar oluyordu mesela. Bunları
görmüş ve yaşamış bir insanım.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep
Tayyip Erdoğan
“Erdoğan o dönem itirazla karşılaşırsa
geri çekilmek durumunda kalıyordu, ısrarcı olamıyordu”
-Ona bir tepki göstermiyor muydu o zaman
mesela?
Hayır geri çekilmek durumunda kalıyordu.
Israrcı olamıyordu. Yine birileri toplumsal veya ekonomik meselelerde ajitatif
veya duygusal bir atmosfer estirdiğinde, bu atmosferi dağıtabilecek, ayakları
yere basan duruşlar sergileyebilenler çıkıyordu.
“Rasyonellik kaybı Gezi ile başladı, Gezi
kırılma anıydı”
-Bugünden bakınca, bu anlattıklarınızın
nasıl yaşanabilmiş olduğunu insanın aklı hafızası almıyor.
Çünkü hep ‘aynı yapı baştan beri hep aynı
şekilde var oldu’ gibi bir yanılsama içinde hareket ediyoruz. Hayır.
Organizmalar, organizasyonlar değişir. Biz en son olumsuzlukları hatırlıyoruz
ve bu olumsuzlukları geçmişe projekte etmeye çalışıyoruz. Hani ‘25 yıllık
karanlık’ lafları vardır mesela. Hayır efendim 25 yıllık karanlık falan
değildi. Bu insan doğası; karanlık bir döneme girebilir veya oradan çıkabilir
ve daha rasyonel adımlar atabilir, aydınlanır, aydınlatırsınız. Bu insan kendi
duygu dünyasında hangi yönünü beslerse ona göre biçim alır. Organizmalar da
böyle. Parti içi demokrasinin olması demek ne demektir biliyor musunuz?
Rasyonellik demek, duygusallığın frenlenmesi demek, tabandan hareketle ortak
aklın partiye hâkim olması demek, sağlıklı bir güven ortamı demek, çünkü
binlerce insanın katılımıyla kararlar ortaya çıkıyor ve politika belirleniyor.
Tam da bu nedenle parti içi demokrasinin varlığı partinin karanlık tarafa
kaymamasını sağlıyor. Ama parti içi demokrasi yoksa tek bir akıl yukarıdan aşağıya
doğru partiyi tasarlar, biçimlendirir. Bu da tek kişinin, yani liderin iç
dünyasındaki duygu durumunun parti kararlarını ve politikasını belirlemesi
demektir. Parti tabanı ve partinin üyeleri liderin askerleri gibi hareket
etmeye başlar. Parti içi dengelerin yok olması ve partici demokrasinin
işleyemez hale gelmesi 2011-2012'lerden sonra kendini hissettirmeye başlamıştı
kanımca, ama esas denge ve rasyonellik kaybı Gezi ile başladı. Gezi bir kırılma
anıydı.
“Türkiye’de iktidardan düşmek her şeyi
kaybetmek anlamına gelir, Gezi’de o korku hâkim oldu”
-Neden?
Korku ve kaygı hâkim oldu. Yani sihir
bozuldu o dönem. Parti o döneme kadar ahlaki üstünlüğü elinde tutuyordu,
reformlar, uluslararası, özellikle AB desteği, içeride liberal ve demokrat
kesimlerin desteği de bunu sağlıyordu. Asker devre dışı kalmıştı ve partiye
korku salabilecek bir kurum da yoktu. Tam da böyle bir dönemde, toplumsal bir
direnişle karşılaştı ve bu direniş milyonlarca katılıma dayanıyordu. Toplumsal
harekete karşı meşruiyet ve ahlaki üstünlük işlemedi ve gerçek anlamda bir
korku karar vericilere hâkim oldu. Bu kaybetme korkusuydu. İktidarı kaybetme ve
bununla her şeyi kaybetme korkusu.
Türkiye'de biliyorsunuz iktidar sahibi olmak her şeye sahibi olmak
demektir. İktidardan düşmek her şeyi kaybetmek anlamına gelir.
“Türkiye’de her şeyi merkezden kontrol
etme çabasının arkasında yası tutulmayan Balkan travması var”
-Bugün de hâlâ öyle.
Bugün de hâlâ öyle. Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde bu değişmedi. O yüzden her şey merkezde tutulur ve her şey kontrol
edilmeye çalışılıyor. “O tek kişi orada belirleyici olduğunda, tek kişi her
şeyi kontrol edebildiğinde, bütün güce ulaştığında ve anayasal düzen de buna
imkân verdiğinde bunu niye değiştirsin ki?” sorusu ortaya çıkıyor. Türkiye’de
siyasi ve idari yönden katı merkeziyetçi bir yapı var ve bunun tarihsel
nedenleri var. Bunun temelinde Balkan travması var. O travma işlenemedi, yası
tutulamadı ve öfke korkuyla birlikte siyasal yapının harcı oldu. Korkunun hâkim
olduğu bir siyasal yapı katı merkeziyetçi olur. Korku duyulacak gerçekçi bir
tehdit kaynağı olmasa da sistem kendi içinde onu üretir ve travmadan
kaynaklanan öfke içteki ötekiye yöneltilir. 1915 ve sonraki Kürt sorunun
temelinde bunun olduğunu düşünüyorum. Merkezi tutanın her şeyi kontrol
edebilmesine imkân sağlayan anayasal düzen, askeri vesayetin ortadan
kalkmasıyla birlikte inanılmaz bir konfor ve çekim alanına dönüştü. Böyle bir
durumda iktidardaki konforunu neden bozsun ki?
“Kimse kendini kandırmasın, askeri
vesayetin kaldırılmasından sonra Türkiye’nin anayasal düzeninde denge denetim
olamadı”
“2010 öncesinde sistem antidemokratikti
ama bir denge vardı”
-Burayı biraz açmamız gerekecek çünkü çok
çok önemli. Askeri vesayetin kalkmasıyla gücü elinde tutanın bir konfora
ulaştığını söylerken aslında olumlu bir şey söylemiyorsunuz. Oysa yıllarca
askeri vesayetin kalkması için uğraşanlardan biriydiniz. Sizin hedeflediğinizle
varılan nokta arasındaki fark ne oldu? Yanlış giden neydi?
Açıkçası Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal
düzeninde demokratik denge denetim sistemi hiçbir zaman olmadı. 1960’larla
birlikte asker ve sivil kurumlar arasında bir denge kurulmuştu.
Antidemokratikti, ama bir dengeydi. 2010'da bu denge sivil iktidar lehine
dağıldı. Sivil iktidar lehine dağıldı ama sistem yine demokratik olmadı. Bu bir
sistem kriziydi ve fırsata çevrilebilirdi. Tam da bu yüzden, siyasal
referansların kaybolduğu bir anda tarihin ilk toplum sözleşmesini yapma ve
barışçı bir anayasal düzen kurma imkânı vardı. Bu düşünceyle yeni anayasa
platformunu kurduk, halk toplantıları yaptık, Meclis’i ikna ettik, danışmanlık
verdik. Meclis de aynı yöntemle toplumsal talepleri toplamaya başladı. Çünkü
şunu söyledik; “Bu tarihi bir momenttir. Eğer şimdi yeni bir anayasa yapıp,
yeni referanslarla yeni bir toplum sözleşmesiyle yeni bir başlangıç yapmazsak
Türkiye yönetilemez hale gelir, daha da kötü olur.” Bu motto üzerinden biz
ilerledik. Bunu cumhurbaşkanıyla paylaştık, o zaman muhalefet partileriyle
paylaştık, başbakanla paylaştık ve hepsi “evet doğrudur” dediler. Anayasa
uzlaşma komisyonu kuruldu ve çalışmaya başladı. Ancak göz ardı ettiğimiz bir
husus vardı; parti içi demokrasi yoktu, lider belirleyiciydi ve askeri
vesayetin de bitmesiyle iktidardaki partinin lideri tüm otoriteyi elinde
tutabilme imkanına kavuşmuştu. Tüm kamu gücünü kullanabiliyordu. 2010-2013
arasında geldiğimiz aşamada, “Ya bir dakika yeni anayasa meselesini niye biz bu
kadar çok istiyoruz ki? Biz istediğimiz her şeyi aldık, yeni anayasa meselesini
muhalefet düşünsün” atmosferini gözlemledim. Bunu referandum ile aldık ama bunu
söyleme tarihi çok sonraki bir tarihtir. Kimse kendini kandırmasın, askeri
vesayetin ortadan kaldırılmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal
düzeninde denge denetimi olamadı.
-Bu sizin açınızdan derin bir özeleştiriyi
de içinde barındıran bir analiz olmalı. Askeri vesayetin sonlandırılması için
uğraşırken sonucun böyle olacağını tahmin etmediğinizi, ya daha doğrusu bu sonu
yeni bir kapsayıcı anayasa ile engelleyebileceğinize inandığınızı
anlatıyorsunuz. Ama tam tersi bir sonuca hizmet etmiş oldunuz. Pişman mısınız?
Dediğim gibi 2012'lerin sonu 2013'lerin
başında yaptığım bir gözlemdi.
“2010 paketinin tamamını ‘günah’ olarak
değerlendiriyorsanız, benim günahım çok”
“Ama bireysel başvuruya Tayyip Bey’i ikna
eden de benim”
-Tamam da bugün hâlâ 2010’un Türk
siyasetinin akışına etkisini net biçimde konuşabiliyorsak sizin de tarihin o
anını sadece o anın parametreleriyle değerlendirme lüksünüz var mıdır?
Dolayısıyla sorumu tekrar etmem zaruri; 2010 anayasa değişikliği için aldığınız
pozisyondan pişman mısınız?
Güzel bir soru. Neydi orada bizim itiraz
etmeye çalıştığımız, neyi değiştirmeye çalışıyorduk? “Biz iyi şeyler için
itiraz ettik” diye düşünüyorum. Askeri vesayet demokrasiyi kabul etmiyordu.
Avrupa Birliği üyelik perspektifine uyumlu olarak adımlar atılması gerekiyordu.
Avrupa Birliği’nin Venedik Komisyonu'nun Mart 2009 tarihli raporu vardır,
“Anayasa Mahkemesi bu yapısı itibariyle demokratik karar zaten üretemez”
deniyordu. Ve buna benzer başka ifadeler vardır. 2010 referandumunda ben
bireysel başvuru meselesinin o paketin içerisine girmesi konusunda çok
uğraştım. O zaman Tayyip Bey'i ikna ettim. Yani bu açıdan bakalım. Tamamını
günah olarak değerlendiriyorsanız benim günahım çok. Ama “Hayır karşısındayım”
desem, ne olacaktı? Eski yargısal sistem devam edecekti. Peki eski yargı
sisteminin devamı daha mı iyi olurdu? Ondan emin değilim.
-Peki bu değişim sizin arzu ettiğiniz ve
hedeflediğiniz gibi demokratikleşmeye hizmet edebildi mi?
Hizmet edebilirdi. Ben zaten bu nedenle
referandumu destekledim. Orada yaşananı bir benzetmeyle anlatmaya çalışırım
ben; hapishaneden bir çıkış oldu ama gardiyanlar kayboldu evet. Ama eğer
dışarıda bir hayat inşa edemezsek, hapishaneyi ararız.
“‘Üniformalılar’ gitti diye sevinmek çok
doğru değil, çünkü yargı sivil siyasetten talimat alıyorsa sonuç aynı oluyor”
-Son anlattıklarınızı özetlemem gerekirse
şöyle demiş oluyorsunuz; “Askeri vesayetin kaldırılması kâğıt üzerinde
Türkiye’nin demokratikleşmesi için çok kritik bir aşamaydı ama süreç doğru
yönetilmediği için ondan sonrasında gelen şey sivil vesayet oldu.” Bu arada
bugünkü rejimin tarifini nasıl yapıyorsunuz? ‘Sivil vesayet’ tam karşılıyor mu
durumu, yoksa ‘yargıyı bir vesayet aracı olarak kullanan seçilmiş bir otoriter
iktidar’ mı demek lazım? Belki yargı tek başına askerin eski zamanlarında
olduğu kadar güçlü değil. Ama nihayetinde siyasetten talimatla siyasi
operasyonları yürüten bir yargı çok benzer bir yere götürmüyor mu ülkeyi?
Özgürlük ve demokrasi açısından benzer bir
yere götürüyor. Orada maalesef sonuç açısından bir şey değişmiyor. Yani
“üniformalılar gitti” diye sevinmek çok doğru değil. Siyaset-bilim-tarih
açısından esas olan özgürlükler, toplumsal farklılıkların siyasal sürece
katılımı, özgürlüklerin yaşanması, seküler ve insan haklarına dayalı bir
sistemin kurulması…Ölçümüz buysa, bununla çatışabilecek olan her şeye karşı
çıkmamız gerekiyor. Evet o dönemde o referandum süreci vardı ve referandum
sürecine destek verdim. Pişman mıyım? Değilim. Ama bugünkü aklım olsaydı,
elimdeki tüm imkanları, sivil toplumu, medyayı bir husus için seferber ederdim;
siyasi partiler kanunu, seçim kanunu ve TBMM içtüzüğünü bu paketin ön aşaması
haline getirmeye çalışırdım. “Bu olmadan destek yok” der, dedirtirdim. Çünkü
kaybettiğimiz yer burasıydı.
“O gün itiraz edenler bugün bireysel
başvuruya tutunmuş durumda”
-“Ah bu yetmez ama evetçiler…” diye söze
başlamayı sevenleri şimdi yine kızdıracaksınız…
Benim bu ‘yetmez ama evet’ konusunu
kişiselleştirmeme gerek yok. Zorlanıyorum da bu konuda. Ama ‘Yetmez’ niye
denilmiş hususuna kafa yormak yok. Bu değişimin bir fırsatıydı, o yüzden evet.
Ancak bununla yetinilirse daha da kötüye gidebiliriz uyarısıydı, en azından
benim için. Ama o kadar klişe bir suçlama ki, gerisi kimseyi ilgilendirmiyor.
Bir de tabii kendi pozisyonum açısından biraz önce söyledim; Anayasa
Mahkemesi’nin yapısı ile bireysel başvuru hakkının değişiklik paketine
girmesinde ciddi etkim oldu. O dönem itiraz edenler, bugün bireysel başvuruya
tutunmuş durumdalar.
“Evet, canım acıyor! Ülke iyi olsun
arzusuyla attığımız adımlar sonucunda elimizdekileri de kaybettiğimiz
gerçeğiyle karşı karşıya kalmak çok can acıtıcı”
-Mesela Anayasa Mahkemesi’nin TİP
Milletvekili Can Atalay’ın bu madde sayesinde serbest bırakılmasına hükmetti.
Ve bu kararı mecliste okudu diye CHP Meclis Başkanvekiline resmen görev
bıraktırıldı. O nedenle de şunu hatırlatmak isterim; evet bireysel başvuru
hakkı var ve evet AYM de buna göre karar veriyor ama uygulanmıyor. Yani değişti
de ne oldu?
Bu böyle trajik bir şey. Bunun 2010
referandumundan çok, 2017 Anayasa değişikliğinin sonuçlarından biri olduğunu
unutmayalım. Yine de evet canım acıyor. Bu çok açık. Bu ülkeyle ben bağlarımı
koparmadım. Ben bu ülkeyi seviyorum. Bu coğrafyayı, bu insanları, bu ülkeyi çok
dramatik, çok kanlı ve çok kötü bir tarihi olmasına rağmen seviyorum. Bu ülkede
iyi olması arzusuyla attığımız adımların sonucunda elimizdekileri de
kaybettiğimiz gerçeğiyle karşı karşıya kaldığımız zaman evet bu çok can
acıtıcı. Hele hele bu süreçlerin kısmen içinde, ama şahidi olduysanız ve
ülkenizin elinizden kayıp gittiğini görüyorsanız, bu daha fazla can acıtıcı.
Erdoğan, 2017 referandum sonuçlarının
kutlamasında
“Yargıdan bir şey bekleyemezsiniz şu an o
gerçeği görelim, kalan tek hat demokratik siyasi mücadele”
-“Adaletin tek muhatabı yargı değil, bütün
sistemin tamamıdır. Yargıdan kahramanlık beklemeyelim, bir illüzyon içinde
yaşamayalım. Erkler ayrılığı çalışmıyorsa yargı o görevini yerine getiremez.
Bir anayasal düzen içerisinde yargı aslında en zayıf kurumdur” diyorsunuz.
‘Hukukun üstünlüğünün’ aslında siyaset istemedikçe hiçbir anlamı olmadığını
söylüyorsunuz. Bu demokratik sistem illüzyonunu deşifre etmesi açısından adeta
tokat gibi bir şey.
O tokadı kendimize atmamız gerekiyor.
-Yani biz bugün yargıdan hiçbir şey
beklemeyelim, öyle mi?
Canı acıtıcı ama bu gerçeği görelim.
“Kişiselleşmiş olan her otorite bir ülke
için idam fermanı gibidir”
-O zaman yurttaşların elinde siyasi
mücadeleye dışında kalan hiçbir şey yok…
Şu an evet, demokratik siyasi mücadele
kalan tek hat. Yargıdan bir şey bekleyemezsiniz şu an. Yapısal olarak
bekleyemezsiniz. 2017 anayasa değişikliğiyle işte son HSK seçimlerinde zaten
gördüğünüz bir şey; tek kişi belirliyor. Tek kişi belirliyor. Ve o ‘tek
kişi’nin şu an kim olduğu önemli değil. İnsanlar sadece bugünkü ‘tek kişi’ye,
yani Erdoğan’a odaklanıyor ama bu yanlış… Ekrem İmamoğlu da olsa benzer şeyler
olacaktı, kim olsa aynı şey olacaktı. İlkesel bir şey anlatmaya çalışıyorum. O
kadar güç benim elimde toplandığında ben de aynı hataları yapmaya başlarım ve
yargı bağımsız olmaz. Çünkü otoriteyi kişiselleştirdiğiniz andan itibaren her
şey kişiselleşecek. Ve kişiselleşmiş siyasi otorite bir ülke için idam fermanı
gibidir.
-Yarattığı siyasi ve hukuki sistemin
adaletinden emin olan bir iktidar iktidardan düşmekten bu kadar kaygı duyar
mıydı acaba? Bu soruyu soruyorum çünkü bazen yaşanan siyasi gelişmeler şunu
düşündürtüyor; Erdoğan ve çevresi iktidardan düşmeleri halinde yargının
kendileri aleyhine araçsallaştırılabileceğini kendileri yaptıkları için çok iyi
biliyor ve tam da bundan korkuyorlar.
Güzel bir soru ve bu soruya cevap vermeme
gerek yok biliyor musunuz? İktidar kişiselleşmişse, başkasının eline geçtiğinde
de aynı şekilde size karşı kullanılacak. Bunu en iyi o iktidarı dizayn edenler
bilir.
“Lozan’ın o şekilde yazılmasında Kürtlerin
kendi payı da var”
-Gelelim PKK’nın kendini feshetme kararını
açıkladığı bildiriye. Orada Lozan Anlaşması’na ve 1924 Anayasası’na Kürtler
açısından ‘sorunların kaynağı’ olarak işaret edilmesi doğal olarak tartışmalara
neden oldu. Özellikle Lozan vurgusu, “Ülkenin kuruluşuna uluslararası meşruiyet
getiren anlaşma tartışmaya mı açılacak?” kaygısını tetikledi. Siz Kürtlerin
1924 Anayasası’na ilişkin itirazlarının ‘anlaşılabilir’ olduğunu ancak Lozan
itirazının ‘anlamsız’ olduğunu düşünüyorsunuz. Doğru özetledim mi?
Doğru. Bakın Türkiye'de sadece Kürtler
yok, kendini Türk olarak gören bir nüfus var. Etnik, inanç, yaşam tarzı
itibariyle inanılmaz farklılıklarımız var. Bazı şeyler daha dramatik
haksızlıklara yol açmadıysa, tarihsel sembol olarak duruyorsa, o tarihsel sembolleri
koruyabiliriz. Lozan Barış Anlaşması, evet Kürtler bakımından dramatik bir
sonuç ortaya koydu ama bunda Kürtlerin kendi payları da var zaten. Lozan’da
azınlık haklarının korunmasıyla ilgili hükümlerin açık bir şekilde yer
almamasının sebeplerinden bir tanesi de Kürt kanaat önderlerinin tutumudur.
“Yerel yönetimlerin özerkliği, Lozan
Anlaşması’nın taahhütlerinden biridir”
“Türkiye bu hükümlere aykırı hiçbir
düzenleme yapmayacağına söz verdi ancak 1924 Anayasası ile tam tersini yaptı”
-Kürtlerin, Ermenilerin olası tavrıyla
ilgili kaygıları nedeniyle Mustafa Kemal çizgisiyle uzlaştığı iddialarını mı
kastediyorsunuz?
Evet o kaygılar çok ciddi bir şekilde
devrede çünkü Sevr uyarınca İngilizler ve Amerikalılar Vilayet-i Sitte, yani
Doğu Anadolu ile ilgili kararı Wilson versin istiyor. Oradaki karara
bakıldığında Türkiye'de Kürt nüfusunun büyük bir kısmı tamamen Ermeni hegemonyası
altına giriyor. Ermenilerle Kürtler arasında ipler zaten gerilmiş, çok ciddi
problemler var. Karşılıklı inanılmaz kıyımlar var. Hamidiye alayları vardır,
Kürtler devlet destekli olarak Ermenilere karşı ciddi yıkımlara imza
atmaktalar. Bu nedenle İngilizlere güvenilmiyor. Bir de Ermenilerin uğradığı
kıyımın sorumlularının yargılanacağı ve mallarının iade edileceği hususu
Sevr’de kararlaştırılmış ve 1918 sonrasında bu süreç başlıyor, ki Kürt beyleri
için bunlar alarm verici gelişmeler. Bu zaten kaçınılmaz olarak Ankara ile
birlikte hareket etmelerini sağladı. Lozan’a giden süreçte, en azından 1922
sonlarına kadar birliktelik vardı. Velhasıl Lozan bir bağımsız bir Türkiye'ye
imkân sağladı. Birinci Dünya Savaşı'nı bitiren bir anlaşma olarak Lozan aynı zamanda
ciddi haklar tanıdı. Lozan, yanlış hatırlamıyorsam 37. Madde ve devamı
maddelerinde her Türk vatandaşı için, ‘Türkiye'de sakin olan herkes için dil
hakkı, kendi kültürünün hakkı, inancını, kendi kültürünün dilini yaşayabilme,
kendi farklılıklarını yaşayabilme’ konusunda haklar tanır. Yani sadece
gayrimüslimlere değil. Anadil, inanç, kültürel konularda esaslı haklar tanıyor.
Evet Lozan Kürtlere dillerini kullanma, kültürlerini ve kimliklerini geliştirme
hakkını tanıyor, resmi dilin varlığı buna engel oluşturamayacak mesela. Lozan
müzakereleri sırasında ‘Kürtler öz yönetimlere sahip olacaktır’ taahhütleri
veriliyor, yani yerel yönetimlerin özerkliği Lozan taahhütlerinden biridir. Ve
Türkiye altına imza attığı bu Lozan Antlaşması'nda şunu söylüyor; bu hükümlere
aykırı iç hukukumda, anayasa dahil hiçbir düzenleme yapmayacağım.
İsmet İnönü, Lozan'da
“Hakları Türklere özgüleyen 1924 Anayasası
aslında Lozan’ın felsefesine aykırı”
-Ama hemen ertesi sene 1924 Anayasası aynı
felsefeyle hazırlanmadı.
Evet, Türkiye Lozan’a imza koyduktan
sadece aylar sonra tam aksi bir yasal çerçeve için harekete geçerek 1924
Anayasası’nı hazırladı. Tamamen Türklük üzerinden dışlayıcı bir anayasa
hazırlandı. Katı merkeziyetçi, muhtariyeti reddeden, tek parti rejimini meşrulaştıran,
hakları Türklere özgüleyen bu anayasa esasen Lozan’a da aykırı. Lozan’ın
felsefesine aykırı aslında.
“Misak-ı Millî’de de Wilson
Prensipleri’nde de Kürtlere muhtariyetin kabulü var”
-Zaten Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’na
katılmaya iknasında da bu var; muhtariyet…
Kurtuluş Savaşı'nın başından itibaren bu
zaten kabul ediliyor. Misak-ı Millî’nin kabulüdür bu. Wilson Prensipleri’nde de
vardır. Wilson prensipleri, Ankara Hareketi'nin kendini uluslararası düzlemde
meşrulaştırmasının da dayanağıydı aynı zamanda. Yani aslında bunların hepsi
birbirini tamamlıyor; Misak-ı Millî, Lozan ve Wilson Prensipleri. Ve bunların
hepsi 1921 Anayasası’yla anayasal çerçeveye kavuşturulmuş vaziyette. 1921
Anayasası ise Türkiye tarihinin neredeyse tek çoğulcu meclisi olan Birinci
Meclis tarafından tam bir özgürlük içinde müzakere edilerek kabul edilmiş
kapsayıcı bir anayasa. Bir toplum sözleşmesi üzerine inşa edilmiş denebilir. Bu
ülkenin tek demokratik ve ulusun temsilcilerinin özgürce yaptığı tek anayasa
olan 1921 Anayasası muhtariyeti kabul etmiş.
1923'ün 29 Ekim’inde sadece cumhuriyet
ilan edilmedi. İnsanların duymak hoşuna gitmeyebilir ama şöyle bir gerçeği de
var 29 Ekim’in; yerel yönetimlere ilişkin bütün hükümler anayasadan çıkarıldı,
yerel yönetimler yok edildi. Yani Misak-ı Millî’de ve Lozan’da verilen bütün
taahhütler ortadan kaldırıldı. Bunun Kürtler açısından problem olarak görülmesi
doğal. Burada Lozan’ın günah keçisi yapılmasına gerek yok kanımca.
-Yani aslında şunu diyorsunuz; PKK bu
süreçte yaşanacak anayasa değişiklikleri tartışmasını Lozan ile başlatmaya
çalışarak Kürtlere fayda etmeyecek bir iş yapıyor.
Fayda sağlamayacak.
“2015’teki AK Parti-CHP koalisyon
görüşmeleri heyetinde ben de vardım”
“1921 Anayasası üzerinden yürünmesi
konusunda görüş birliğine varıldı, devrim mahiyetinde bir şeydi”
-Şöyle bir görüntü var. Devlet tarafı bu
‘Terörsüz Türkiye’ sürecini anayasada Kürtlere ‘bireysel haklar’ vererek
nihayetlendirmeye çalışacak. DEM Parti şu an için çok renk vermese de Öcalan ve
PKK’nın bildirilerinin satır aralarında ‘kolektif haklar’a gönderme var. Ve siz
Lozan’ın aslında ikisi içinde sağlam bir çerçeve önerdiğini, istenirse ikisine
de prensipte imkân verdiğini söylüyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?
O imkânı veriyor. Sadece Türkiye
Cumhuriyeti'nin anayasaları Lozan'la uyumlu değil diyorum ben. İşin tuhaf
tarafı tartışmanın Lozan üzerinden yapılmak istenilmesi. Tartışmamız gereken
yeni anayasal düzenin nasıl olacağı konusu.
Başka bir şey daha söyleyeyim. 2015
koalisyon görüşmeleri, CHP ile AK Parti arasında yapılan koalisyon görüşmeleri
heyetinde ben de vardım. Anayasa, hukuk ve yargı konularında yetkili olan kişi
bendim. Ve biz orada CHP ile bu noktada uzlaştık zaten; “1921 Anayasası
dışındaki hiçbir anayasayı referans olarak almamaya ve 1921 Anayasası esasları
üzerinden yürümeye varız” dediler. Görüş birliğine ulaştık orada. Bu devrim
mahiyetinde bir şeydi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin heyetinde o gün olanlar da
hayatta, onlardan da teyit edebilirsiniz. O görüşmelerin bütün tutanakları var
bende, hepsi orada yazıyor. Tabi bu tarihi fırsatı da hoyratça heba ettik. 1921
Anayasasının felsefesi ve temel tercihleri Türkiye'nin üzerinde uzlaşabileceği,
yeni bir başlangıç yapabileceği bir zemindir.
“‘Sadece Kürtlerin sorunlarını çözelim’
yaklaşımı bir illüzyondur”
-Zaten CHP sürecin kendisine itiraz
etmiyor ancak ‘Terörsüz Türkiye’ konusunu ülkedeki diğer haksızlıklar ve
hukuksuzluklardan izole ederek ele almama konusunda kararlı gibi. Tam da bu
yüzden hükümet tarafından çok eleştiriliyorlar. Türkiye’nin hukuksuzluk sorunu
tam çözülmeden Kürtlerin sorunu kısmen çözülebilir mi?
Tek başına Kürtlerin dertlerini
çözebilecek hiçbir çözüm yoktur. Şunu çok net biçimde söyleyebiliriz, “Sadece
Kürtlerin sorunlarını çözelim” yaklaşımı bir illüzyondur. Böyle bir sürecin
Türkiye'ye bir fayda sağlayabilmesi mümkün değildir. Çünkü buradaki sorun
herkesin sorunu.
“‘Terörsüz Türkiye’ tarihi fırsat ama
anayasa en son ele alınmalı”
“Partiler Kanunu, Seçim Kanunu ve TBMM iç
tüzüğü öncelikli olmalı”
-Türkiye’ye fayda getirmese de Kürt
sorununu çözer mi, bitirir mi?
Hayır çünkü sorunu üreten şeyin, yani
tercih farklılıklarının ve paradigmaların kökü çok daha derin ve
demokratikleşmeyle ilgili. Eş değerlilik, eşit yurttaşlıkla ilgili tanımayla ve
kabul etmeyle ilgili meseleler. Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal düzeni bir
bölünme korkusu ve kaygısı üzerine korunuyor. Ve bu bölünme korkusu ve kaygısı
otomatik olarak Kürt'ü ötekileştiriyor. Kürt oradan kendi radikalleşmesinin
besinini alıyor. Dolayısıyla karşılıklı olarak birbirini besleyen şey. 20’lerde
susturulan bir toplumsal talep, bir dönem biraz işte Türkiye İşçi Partisi
üzerinden ya da işte DDKO kuruluşları üzerinden kendini ifade etmeye çalışmış.
1970'lerin sonlarına gelindiğinde de PKK hareketi doğuyor. Bu şartların
hiçbirisi değişmeden sadece silahın bırakılmasıyla ‘her şey çözülmüştür’
düşüncesine kapılmak kadar yanıltıcı ve sonuçsuz bir çaba olmaz herhalde. Fakat
bu tarihi bir fırsattır ve bununla birlikte başlayabilirsiniz. O yüzden de
değersizleştirmiyorum, tam tersine çok önemsiyorum silahların bırakılması meselesini.
Ama işte bu tarihi fırsatı değerlendirilmeli, güven ortamı yaratılmalı, yasal
düzlemde adımlar atılmalı, ki bunlar sadece infaz veya af yasası gibi hususlar
değil. Partiler kanunu, seçim kanunu ve TBMM içtüzüğü bu kapsamda ele alınmalı.
Anayasa meselesi en son. Bütün toplumu, meclisi, siyasi partileri ve aktörleri
bu anayasal değişiklikler konusunda tartışmanın ve sürecin parçası haline
getirmek suretiyle Türkiye'nin 200 yılını meşgul eden bu süreci
sonlandırabilirsiniz, ortadan kaldırabilirsiniz. Ama sadece silahsızlanmayla bu
başarılamaz.
“66. Madde’nin yazımında mucize beklemek
doğru değil”
-Kürtler açısından en kritik anayasa
maddelerinden birinin “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes
Türk'tür” ifadesinin yer aldığı 66. Madde olduğunu biliyoruz. Sizce bu madde
nasıl yazılırsa sorun çözülür?
Bu madde 1924 ile başlayan sorunlardan
biri, ama tek sorun değil. Bu nedenle yeniden yazımından mucize beklemek doğru
değil. Benim anayasal anlayışım, sorunların temelini kurumsal tercihlerde
görür. Yani ülkenin anayasal düzeninde denge denetim yoksa, erklerin yatay ve
dikey ayrılığı gerçekleşmemişse, anayasal düzen tüm yurttaşların ve toplumsal
kesitlerinin özgür katılımına dayalı olarak inşa edilmemişse, tanımlar,
etiketler çok anlamlı olmaz, özgürlük maddeleri etkisiz kalır, yargı
bağımsızlığı da sağlanamaz. Yurttaşı tanımlama 1921 Anayasanın kaçındığı bir
tercihti, unutmayalım. Yani 1924 ve sonrasındaki anayasaların temel siyasal
tercihlerini ve iktidar kurgularını alıp, onlar üzerinde tanımlarda revizyon
yanılgısına düşmeyelim bence.
“Anayasanın kiminle değil, nasıl
yapılacağı hususuna odaklanmayı tercih ederim”
Siz bu süreçte önceliğin yeni anayasa
çalışmasına değil diğer yasal düzenlemelere verilmesi gerektiğini
savunuyorsunuz ama Cumhurbaşkanı Erdoğan muhalefete birlikte ‘yeni bir sivil
anayasa’ yapma çağrısı yaptı bile. CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise “Hukuk
tanımayanlarla müzakere edilmez, mücadele edilir; önce AYM ve AİHM kararlarına
uysun” yanıtı verdi. CHP’nin bu tavrını nasıl buluyorsunuz? Haklı mı haksız mı?
Bence haklı veya haksızlığa
odaklanmayalım. Şu an derdimiz bu ülkenin mevcut anayasal düzenden kurtulması
ve toplumsal sözleşme üzerine kurulu yeni bir başlangıç yapılması. Eğer bunu
yapma imkânı sağlanabilecekse, o adım atılabilir. Anayasa geleceğe dair bir
temel karar, tüm yurttaşların kaderiyle ilgili ve her kesimin içinde olacağı
bir karar. Ne iktidar kesimi ne muhalefet kesimi dışında kalamaz. Bu yüzden,
kiminle değil nasıl yapılacağı hususuna odaklanmayı tercih ederim.