30 Mayıs 2025 Cuma

Türkiye’de siyasetin kristalleşme formları Prof. Dr. İlhami Güler-30/05/2025

1- PARTİLEŞME

Birer “Hukuk Devleti” olan Anayasal demokrasilerde “Parti”, devleti yönetecek “Hükümet”i oluşturacak ve politik yelpazede Sağ-Milliyetçi-Muhafazakâr, Sol-Sosyalist, Sosyal Demokrat, Merkez-Liberal ideolojilere sahip örgütlü bir toplumsal formasyondur. Motivasyonu ise, topluma hizmet (Honorial Duty) olabileceği gibi; temsil ettiği kitlenin sosyal, hukuki, kültürel, ekonomik çıkarlarını –hukuki çerçevede- korumak ve geliştirmek de olabilir. Avrupa demokrasilerinde partiler, büyük ölçüde böyledir. Türkiye’de de demokrasiye geçtikten (1950) sonra böyle partiler kuruldu, iktidara geldi ve ülkeyi yönettiler. Türkiye’nin Avrupa’dan farkı, “Devrim” ile kurulduğu ve imparatorluk bakiyesi çoğul bir demografiye sahip olduğu için, partiler, ülkenin sosyal-kültürel ve ekonomik sorunlarını çözmeye dönük düşünsel, teorik, ideolojik olmaktan çok; “seküler/çağdaşçı”, “dinsel” ve “etnik” ağırlıklı “kimlik” siyaseti yapıyorlar.

2- ŞİRKETLEŞME

Türkiye, Endüstri devrimini kaçırdığı ve Tarımda da makinalaşmaya geç kaldığı için, Osmanlı imparatorluğundan beri ekonomik hayat, üretim, emek, kazanç ve teknolojik bir proses olmaktan çok; “Politik” bir kategoridir. Yani fakirlik ve gelir dağılımı sorunu olan bir ülkedir. Böyle ortamlarda, “Parti”, siyasal-ideolojik bir kategori; üyeleri de “partizan” veya “militan” (Türkiye bağlamında bir zamanlar olduğu gibi: Mücadeleci, Ülkücü, Devrimci, Akıncı, Mücahit, Islahatçı…) olmaktan çok; parti, ekonomik bir kategoriye (şirket), üyeler de iş/rant alan-veren, iş-memuriyet bulan ortaklara dönüşür. Parti, -büyük ölçüde-çıkar ilişkisine dayanan bir “Biz”e dönüşür. İktidar olmak, nüfuz hırsızlığının aracına dönüşür: “Bal tutan, parmağını yalar.” “Rüşvet” ve “Yolsuzluk”, norm haline gelir: Şık şık eden nalçadır; işi bitiren akçedir.” “Varsa pulun, olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun.” “Selam verdim, rüşvet değil deyü almadılar” (Fuzuli). “Biraz da biz ölelim”, “Çalıyorlar; ama, çalışıyorlar”.

3- TARİKAT VE CEMAAT

Doğuşu itibari ile ve sosyolojik olarak “Tarikat”, Selçuklu ve Osmanlı toplumlarında oluşmuş, pür/salt dinsel (takva, züht, riyazet) bir oluşumdur. Osmanlının ortalarından itibaren “Politik” ve “İktisadi” bir veçheye bürünmeye başlar. Tarihçi-akademisyen Zekeriya Işık, kaleme aldığı “Tekkedeki İktidar” (Konya. 1017), “Şeyhler ve Şahlar” (Konya.2015) ve “Devlet ve İktidar” (Konya.2016) adlı çalışmalarında müdellel olarak bu yapıların illegal olarak siyaset ve iktisatla olan ilişkilerini inceler. Devrimle birlikte yasaklanan bu yapılar, yeraltına çekilerek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. 1950’den sonra da yavaş yavaş su yüzüne çıkarak sağ iktidarlar ile simbiyoz ilişkilere girmişlerdir. 2000’li yıllardan sonra da tamamen politikleşerek iktisadi holdinglere dönüşmüşlerdir. Din, -büyük ölçüde- politik ve iktisadi mevzi kazanmak için “istismar” aracına dönmüş durumdadır. Kişi kültüne (şeyh, veli, kutup, gavs…) bağlı bu yapılar, sorumluluğunu müdrik fertlerden oluşan, akli ve düşünme kapasitesini kullanabilen bireylerden oluşmuş Müslüman toplum (ümmet) veya modern toplum (Cemiyet) oluşturmanın önünde birer engeldir. Bunlara demokrasilerdeki “Sivil Toplum Kuruluşları (NGO)” gözü ile bakmak, yanlıştır. Tarikatın Sosyolojik gerçekliği, teolojik ve ahlaki tartışmalılığını engelleyen bir gerekçe oluşturmaktadır. Bu sosyoloji, demokrasinin bir unsuru olan “Parti”yi de kendine benzeterek Türkiye’de etkinliğini sürdürmektedir: Halife-Sultan/Padişah kodu, Şeyh-Gavs kodu ile birleşince, kişi tapınımı kültü-kültürü-karizması doğmaktadır: “Balık, baştan kokar.”, “İmam,…..sa; çemaat…”, “Başın sağolsun”, “Baş, başa bağlıdır.”…

Cemaatlere gelince, devrimden sonra dinin halı altına süpürülmesine aksülamel olarak ortaya çıkmış, halkın dini ihtiyaçlarını karşılayan oluşumlardır. Başlangıçta, hepsi fedakârlığa dayanan pür dinsel oluşumlardır. 1950’lerden sonra, onlar da giderek politikleşerek Sağ iktidarlar ile simbiyoz ilişkiler geliştirmişlerdir. Bunların en meşhuru olan “The Cemaat” iki binli yıllardan itibaren Şi^, nitelemesi ile “Takiyye”; Sünnî nitelemesi “İlm-i Siyaset” yolu ile politikleşerek, holdingleşerek beraber yol yürüdüğü seçilmiş meşru iktidara “Darbe” vurmaya kalkıştı (15-Temmuz). Diğerleri de, hala politik ve iktisadi faaliyetlerini sürdürmeye devam ediyorlar.

4- MAFYALAŞMA

Devlet hesap-kitap, hukuk-kurum, şeffaflık ve denetle(n)medir. Mafya ise, Hegel’in “Köle-Efendi Diyalektiği”ni izah etmek için söylediği: “Çatışmada/savaşta yaralanmayı ve ölümü göze alan “Efendi”; bunu göze alamayan, “Köle” olur” prensibi gereği, şiddete dayalı, illegal olarak yaratılmış karanlık bir karizma üzerine kurulur. Mafya veya çete ile “Devlet”i birbirinden ayıran temel husus, Devlette şiddet kullanımının hukuka bağlanmasıdır. Devlet, yasaya bağlı olarak hareket eder; yaptıkları, hukuk kurumları tarafından denetlenir. Mafya ise, illegal olarak “Racon keser.” Türkiye’de uzun süreden beri siyaset ve iktisat alanlarında mafyöz ilişkilerin oluştuğu gözlemlenmektedir. Meşhur mafya grupları ve liderlerinin isimleri, kamuoyu tarafından bilinmektedir. Son dönemlerde hukuka olan güvenin azalmasına paralel olarak, çeteleşmelerde ve bireysel/kişisel sokak infazlarında artış gözlemlenmektedir.

5- SONUÇ

Marxist Felsefe, siyaseti, ekonomik “Sınıf Çatışması” olarak görür. Felsefe ve Din ise, siyaseti genellikle “Pratik ahlak” olarak niteler (Platon, Aristo, Farabi, Kant; Hristiyanlık, İslam). Demokrasi teorisyenleri ise, ekonomik ve etik kaygıyı eşit düzeyde uzlaştırmaya çalışırlar. İslami açıdan siyaset, toplumun tümünün sorumluluğu olarak “adaleti ayakta tutmak” (4/235,5/8); kamu işlerini deruhte eden kişiler için de bu işleri birer “emanet” (4/58) olarak görmek ve ona ehil/liyakat sahibi olmaktır. Halkın güvenlik, huzur ve refahını deruhte etme çabasıdır. Demokrasi ve Parti, siyasetin Güç İstencine yaslı Şeytansı doğasını, “Ehven-i Şer” olarak konsolide etmeye çalışır. Demokrasinin, “fazilet”i ortaya çıkarmak için elverişli bir aparat olduğu doğrudur. Ancak, rezil insanlar tarafından içi her türlü boşaltılabilir. Avrupa ve Türkiye’nin demokrasi tarihinde bunun çokca örneklerini bulmak mümkündür.

Prof. Dr. İlhami Güler Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesidir

 

29 Mayıs 2025 Perşembe

Silah bırakma ve siyasetinin dönüşümü Adnan Boynukara-29/05/2025

PKK’nın silah bırakma ve kendini feshetme kararı, Türkiye siyaseti açısından hem tarihsel bir eşik hem de sahici politik mücadele imkânı sunmaktadır. Çünkü terör faaliyetlerinin sonlanması ve örgütün silah bırakma kararı, yalnızca güvenlik paradigmasının dönüşümünü değil, aynı zamanda siyasal sistemin yeniden yapılandırılmasını da zorunlu kılmaktadır. Yani silah bırakma ve fesih sonrası dönem hem terörün son bulması hem de politik yeniden kurulum sürecidir.PKK’nın silah bırakması ve kendini feshetmesi kararından sonra silahlar bırakıldığında, Türkiye yalnızca çatışmasızlık dönemine değil, yeni bir siyasal toplumsallık evresine de girmek zorunda. Bu yeni siyasal sürecin en önemli aktörlerinden biri, kuşkusuz, son 20 yılın merkezi gücü olan AK Parti olacaktır. Dolayısıyla Türkiye siyasetinde oluşabilecek değişim ve bu değişimin AK Parti’yi nasıl etkileyebileceği konusu oldukça önemli. Değişim, siyasal anlayış, yönetme perspektifi ve parti faaliyetlerini kapsamalı.

Terör faaliyetlerinin devam ettiği dönemlerde siyaset, çoğunlukla “güvenlik-devlet” eksenine yaslanır. PKK’nın varlığı ve yürüttüğü terör faaliyetleri, Türkiye’de iktidar ve muhalefet partileri için hem mobilize edici hem de sınır çizen bir işleve sahip. Bu, sadece bir güvenlik tehdidi değil; aynı zamanda milliyetçilik, devletçilik, sosyal uyum ve vatandaşlık anlayışlarının biçimlenmesinde de temel belirleyicidir.

Silah bırakma sonrası bu çerçevenin yenilenmesi kaçınılmaz. Siyasal alan artık “şiddete karşı devletin bekası” veya “örgüt dilini tekrarlama” ikileminde değil, “eşit vatandaşlık, haklar, siyasal katılım, daha fazla demokrasi ve vatandaşın öncelendiği siyasal anlayış” gibi normatif eksenlerde yeniden şekillenir. Bu ise hem söylemsel hem kurumsal hem de toplumsal psikoloji düzeyinde dönüşüm anlamına gelir.

Bu bağlamda, terör sonrası dönem, bir “politik yeniden kurulum” sürecidir. Eğer yeni bir politik kurulum işlevi görmüyorsa, sorun var demektir. Tabii bu süreç, sadece terör atmosferinin ürettiği meselelerle sınırlı kalmaz, aynı zamanda demokrasi, hukuk devleti ve çoğulculuk gibi değerlerin yeniden üretimini zorunlu kılar.

‘KURUCU GÜÇTEN REAKTİF AKTÖRE’

AK Parti’nin 2002-2015 arası dönemi, Kürt meselesinde kademeli bir açılım sürecine ev sahipliği yapmıştı. Yasal zeminde ihtiyaç duyulan bir çok düzenleme hayata geçirilmişti. 2013-2015 çözüm süreci, partinin demokratik dönüşüm iddiasının zirvesi sayılabilir. Ancak çözüm sürecinin farklı sebeplerden kaynaklı olarak çöküşü, PKK’nın terörü şehirlere indirme girişimi, öz yönetim denemesi, IŞİD’in Türkiye içine yönelik planlı/spesifik saldırıları, FETÖ’nün devleti işlemez kılma ve darbe girişimi gibi faktörlerin etkisiyle devleti yönetenlerin refleksleri (doğal olarak) farklılaştı. Bu ise farklı alanlarda siyaset ve yönetim perspektifi değişimi anlamına geldi. Buna, sistem değişikliğinden kaynaklı ittifak ‘zorunluluğuyla’ milliyetçi-muhafazakâr ittifak stratejisine yönelme ve bahsedilen nedenlerden dolayı güvenlik merkezli politikaların taşıyıcısı haline gelme eklenince siyasetin rengi değişti.

Geldiğimiz yeni aşamada, Cumhur İttifakı’nın PKK’nın terör faaliyetlerini sonlandırmasına ilişkin yeni girişimiyle birlikte silah bırakma ve kendini feshetme kararı, AK Parti’yi mevcut pozisyonda tutan ideolojik ve taktik gerekçeleri ortadan kaldırdı. Şiddet tehdidi azaldığında, AK Parti ve diğer partiler için değişim kaçınılmaz. İttifakı zorunlu kılan motivasyonlar değişeceği için ittifak edilen ana konularda değişim olasılığı mümkün. Ayrıca terör ortamının doğal sonucu olarak ortaya çıkan ve farklı seçmen kitleleriyle mesafeli ilişkinin de ortadan kalkması elzem. Aksi farklı maliyetler üretebilir.

Tüm partilerde olduğu gibi AK Parti de mevcut haliyle, “Terörsüz Türkiye” sonrası siyasal döneme, aynı formatta devam etmekte ve intibakta zorlanabilir. Bu nedenle, partinin kuruluş ilkelerine, felsefesine dönmesi ve demokratik merkezle yeniden bağ kurması zorunludur. Mevcut siyaset tarzını sürdürme hali ise kendisinin başlatmış olduğu “Terörsüz Türkiye” projesinin gereklerine uygun düşmez. AK Parti’nin önündeki yol ya siyasi yenilenme ya da kurumsal küçülme.

AK Parti’nin “Terörsüz Türkiye” projesini hayata geçirdiği zeminde olumlu bir değişim yaşayabilmesi için dört boyutlu bir strateji izlemesinin yararlı olacağı açık.

Birincisi, söylemsel reform. Bunu, yeni bir “Birlikte Yaşam” vizyonu ihtiyacı ve bu vizyonun hayata geçirilmesi olarak tanımlamak doğru olur. Partinin yeniden hak temelli, eşit haklara sahip vatandaşlık, hesap verebilirlik, katılımcı siyaset, ortak akıl gibi kavramsal çerçeveyi vurgulayan dile dönmesi kaçınılmaz bir gereklilik. “Kardeşlik” söylemi, soyut ifadeler yerine, anayasal ve kurumsal güvencelerle somutlaştırılmalı. Haklar meselesi, “çözülmesi gereken bir sorun” değil, birlikte ve yeniden tanımlaması gereken bir konu olarak ele alınmalı.

İkincisi, kurumsal reform. Yani, anayasal ve yönetsel açılımlar. Bu çerçevede öncelikli konu, var olan yasal mevzuatı uygulayacak siyasal iklimin oluşmasına öncülük etmek. Çünkü ülkenin yasal mevzuatı, birçok sorunu çözecek düzeyde. Gündeme gelen sorunların çoğunluğu ise uygulama kaynaklı. Siyasal iklimin değişmesi, var olan mevzuatın işletilmesi sonucunu doğuracaktır. Buna, zaten tüm partilerin tartıştığı, gündeme getirdiği anayasanın değiştirilmesi konusu eklendiğinde sorunlar büyük oranda çözülür. Demokratikleşmeye ilişkin adımlar, tüm vatandaşları kapsayacak, genel bir demokratik dönüşüm perspektifiyle hayata geçirildiğinde çözüm kolaylaşır.

Üçüncüsü, etkinlik partisi olmaktan, etkinlikleri analiz eden ve etkinliğin odağına halkı koyan bir politik faaliyet yaklaşımı. Çünkü mevcut durum, etkinliklerin etki/verimlilik analizini yapmadan, sadece “etkinlik yapıldı mı yapılmadı mı” sorusunun cevabına odaklanmış durumda. Bu, dünya siyasetinin genel bir sorunu olmakla birlikte, ülkemizde hem daha görünür hem de siyaseti ‘esir’ almış bir meseleye dönüşmüş durumda. Buradan sağlıklı politik dönüşüm, halkı anlama, sorunu tespit etme ve çözüm üretme dinamiğinin çıkması çok zor.

Dördüncüsü, kadroyu güçlendirme. Mevcut işleyiş dikkate alındığında, kadrolara ilişkin iki temel sorundan bahsetmek mümkün. İlki, siyaset yapmama veya yapamama. Bu, söylem ve politik tutum düzeyinde çok net görülen bir sorun/mesele. Çünkü genel anlamda siyaset yapma, Cumhurbaşkanı’nın söylemlerini tekrarlamaya dönüşmüş durumda. Karar alma süreçlerine katkı sağlayacak ve ortak aklı besleyecek politik bir tutum görülmüyor. Önümüzdeki süreçte bu halin sürdürülme imkânı yok. İkinci mesele, partinin kuruluş felsefesine dönmesi. Daha doğru bir ifadeyle, Muhafazakâr Demokrat anlayışı, tam demokrasi çerçevesinde güncellemek. Bununla birlikte, sivil siyaset yanlısı kadroların ön plana çıkarılması elzem. Dolayısıyla kadro yenilenmesi ihtiyacını unutmamak lazım.

‘KONUMLANMA ZORLUKLARI VE DÖNÜŞÜM POTANSİYELLERİ’

AK Parti özelinde yaptığımız değerlendirmeler, aslında tüm partilerin meselesi. Çünkü var olan siyasal iklim ve terör atmosferi hepsini etkiliyor, kuşatıyor, hatta ‘esir’ alıyor. Yine de bazı partileri ayrı ayrı değerlendirmekte yarar var.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) için silah bırakma sonrası dönem hem bir fırsat hem de bir sınav niteliğinde. CHP için dönüşüm, yalnızca stratejik değil, kurucu kodların yeniden yorumlanmasını da gerektiriyor.

CHP’nin vermesi gereken temel karar, yeni merkez solcu kadrolar ile ulusalcı Kemalist damar arasında nasıl bir ilişki, iletişim kuracağıdır. PKK’nın silahsızlandığı bir ortamda CHP, sivil çözümün güçlü savunucusu olarak konumlanabilir. Bu ise kendi seçmen tabanındaki ulusalcı damar ile Kürt seçmene dönük demokratik talepler arasında denge kurmayı başarmasına bağlıdır. Parti, kurumsal düzeyde bir dönüşüm ve iç söylem tutarlılığı sağlayabilirse, merkez solun yeniden inşasında rol oynayabilir.

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) için silah bırakma sonrası dönem çok daha kolay ve verimli olabilir. Devam eden sürecin taraflarından birisi olması, bu kolaylığı sağlıyor. Dolayısıyla MHP’nin, varoluşsal olarak güvenlik-devlet paradigmasına yaslanmayı aşarak, silahlı tehdidin ortadan kalkmasının verdiği imkânlara göre konumlanma olasılığı yüksek.

Bunu yapabilen bir MHP’nin ortaya çıkacak yeni siyasal iklime uyumu, ülkenin geleceği açısından çok kıymetli.

DEM Parti açısından silah bırakma sonrası dönem, siyasal meşruiyet ve temsil gücünün yeniden inşası anlamına gelebilir. Örgütle arasındaki ilişkinin/mesafenin netleşmesi, DEM Parti’nin toplumsal tabanında bir farklılaşma/bölünme riski taşısa da, silahların bırakılması sonrası dönemde bu ayrışmanın yumuşaması beklenir. Parti, sivil siyaset alanında daha güçlü ve yaygın bir aktör haline gelebilir, gelmelidir. Ancak bu durum, iki temel faktörle doğrudan ilgili. İlki, ağırlıklı etnik temsile dayalı parti görünümünden çıkıp çoklu temsiliyet yaklaşımına yönelme konusunda sergileyeceği dönüşüm. İkincisi ise silah bırakma sonrası örgütün kendini farklı harflerle konumlandıracağı pozisyon ile siyaset arasındaki ilişki. Bu alandaki esneme birçok şeyi belirleyecektir.

‘TARİHİ FIRSATLAR, SİYASAL EŞİKLER’

PKK’nın silah bırakması ve kendini feshetmesi, yalnızca bir örgütün sona ermesi değil, bir dönemin kapanması ve yenisinin açılmasıdır. Türkiye’nin yakın tarihinde ilk kez terörün gölgesi olmadan siyaset yapma ve toplumsal sözleşmeyi yeniden kurma şansı doğmaktadır. Bu, sadece bir ‘normalleşme’ değil, demokratikleşme eşiğidir.

Bu eşik, siyasi aktörlerden yalnızca strateji değil, zihniyet değişimi de talep etmektedir. Terörün olmadığı bir ortamda, artık kimlikler üzerinden korku üretme değil, haklar üzerinden güven inşa etme zamanıdır. Her parti, iç tutarlılığını, tabanıyla ilişkisini ve anayasal demokrasiye katkı kapasitesini yeniden değerlendirmek zorundadır. Çünkü bu fırsat değerlendirilemezse, kaçan yalnızca terörsüz ortam değil, adalet, eşitlik ve ortak gelecek olur.

Kısacası, ülkeyi yönetenlerin ve siyaset kurumunun önünde, silahların terk edildiği bir ortamda siyaseti ve toplumsal barışı yeniden inşa etmek gibi tarihsel bir görev durmaktadır. Bu eşikte verilecek kararlar, Türkiye’nin bugünkü değil, gelecek kuşaklara bırakacağı siyasal mirası belirleyecek.

ADNAN BOYNUKARA KİMDİR?

1987-2009 yılları arasında farklı kurumlarda mühendis ve yönetici olarak çalıştı. 2009-2015 yılları arasında ise Adalet Bakanlığı’nda Yüksek Müşavir olarak görev yaptı. 25 ve 26. dönemlerde Adıyaman milletvekili olarak TBMM’de bulundu.

26 Mayıs 2025 Pazartesi

Aydın konformizmi -tarihten günümüze bir analiz- Dr. Hayati Bice-26/05/2025

Mustafa Çalık yadigârı Türkiye Günlüğü dergisinin, “Aydınlar Nerede?!” kapaklı son sayısını (Mart-Nisan 2025, 162. Sayı) görünce epeydir yazmayı düşündüğüm -ancak bir türlü fırsat bulamadığım- bir aydınlar analizi yapmanın zamanı geldi diye düşündüm. Merhum Azerbaycanlı şair Bahtiyar Vahabzâde’nin Cengiz Aytmatov ile ilgili bir siteminden haberdar olduğumdan bu yana, ‘aydın konformizmi’ konusu zihnimi meşgul edip duruyordu.

AYDIN KİMDİR?

Düşünce, kültür ve bilim alanlarında toplum ortalamasından daha ileri düzeyde bilgi ve birikime sahip olan, bu niteliğini toplumun gelişimi yolunda kullanma gayreti sergileyen, eleştirel düşünebilen ve topluma yol göstericilik yapabilme kapasitesindeki insanlar aydın olarak tarif edilebilir. Bu tarife göre aydınlar, yaşadıkları toplumun, aidiyet hissettikleri milletin sorunlarına duyarlı ve bu konuda sorumluluk sahibi kişiler olarak da değerlendirilebilir. Benzer anlamlara sahip olan entelektüel ise, zihnî faaliyetlere derinlemesine ilgi duyan, kültür, sanat, bilim veya felsefe gibi alanlarda bilgi ve fikir üretimine odaklanan, eleştirel ve yaratıcı düşünme yeteneğiyle karmaşık konuları analiz eden kişi olarak daha global bir anlamı içerir. Her iki tanımlama da bilgi ve düşünceyle ilişkili olmakla birlikte aydın sosyal ve millî sorumluluk taşıyıp ve liderlik potansiyeli arz ederken, entelektüel daha çok ‘bireysel takılan’ bir kişiliktir.

AYDINLARIN TASNİFİ

Aydınlar sosyal fonksiyonları, ideolojik duruşları, bilgi üretimine katkıları veya etkinlik gösterisi gibi kriterlere göre kategorize edilmişlerdir. Aydın sınıflamaları, dönemin sosyolojik, teopolitik şartlarına, sosyal ihtiyaçlara göre değişiklikler gösterir. Antonio Gramsci, aydınları organik ve geleneksel aydınlar olarak tasnif eder. Organik aydınlar belirli bir toplumsal sınıfın çıkarlarını temsil eden ve o sınıfın ideolojisini geliştiren aydınlar iken, geleneksel aydınlar akademik veya kültürel alanda çalışan ve daha bağımsız duruşa sahip, bir sınıfa sıkı sıkıya bağlı olmayan kişilerdir. Edward Said ise aydınları İktidar veya otoriteye bağlı olmayan bağımsız aydınlar ve devlet, siyasi parti veya belirli bir ideolojiye hizmet eden, bu doğrultuda fikir üreten bağımlı aydınlar olarak sınıflandırır. Karl Mannheim da benzer şekilde özgür ve ideolojik aydınlar şeklinde bir yaklaşımı benimsemiştir. Bunun dışında ağırlık verdikleri alanlara göre akademik, kültürel, siyasî ve teknokratik aydın tanımlamaları da yapılmıştır. Bu alanlar bazen bir kişide bileşim şeklinde ortaya çıkabilir. Aydınlar, bu kategorilere tam uymayabilir; çoğu zaman birden fazla özelliği bir arada taşıyabilir.

Bu genel tasnifler dışında ülkemize özgü olarak aydınlarımız modernleşmeci/batıcı olanlar ve muhafazakârlar şeklinde de değerlendirilmiştir. Türkiye bağlamında, aydınlar genellikle modernleşme, kimlik ve ideolojik çatışmalar ekseninde tanımlanır ve Tanzimat’tan bu yana tarihî süreçlerde yeni bir hale evrilmişlerdir. Batıcı aydınlar daha seküler ve reformist tavra sahipken muhafazakârlar dinî ve geleneksel mirasın takipçileridir. Bunlar dışında bireysel özgürlükleri önemseyen ve piyasa ekonomisini savunan liberal aydınlar da bir grup olarak ele alınabilir.

DÜNYADA AYDIN KONFORMİZMİ

Aydın konformizmi, düşünür ve entelektüellerin sorgulama ve eleştiriyi bir yana bırakıp egemen güçler, sosyal normlar veya ideolojik yapılanmaların etkisi altında kalıp, hatta güdümüne girerek kendi ‘öz rahat’larını düşünerek mevcut ilişkiler düzenini açıkça veya ima yolu ile onaylaması anlamına gelir. Aydın konformizmi, aydınların eleştirel duruşlarını terk ederek egemen güç odaklarına uyum sağlaması, bağımsız düşünceyi bir yana atarak statükoyu desteklemesi durumunu ifade eder.

Bu konformizm, tarih boyunca farklı şekillerde tezahür ederek aydının bir parçası olduğu toplumların hemen her alandaki gelişimini genellikle olumsuz olarak etkilemiştir. Bunun istisnası olan ‘soylu aydın’lar da tarih boyunca var olmuşlardır. Bunların ilk örneklerinden Sokrates, düşünceleri nedeniyle sorgulanan ve idama mahkûm edilen bir filozof olarak aydın konformizmine karşı duruşun bilinen ilk örneklerindendir.

Katolik Kilisesinin, otoriteyi entelektüel faaliyeti tekel olarak eline aldığı ve farklı düşünceleri aforoz ettiği Orta Çağ’da birçok aydın, ‘Engizisyon baskısı’ nedeniyle konformist bir tavır sergileyerek kilise dogmalarına inanamasalar bile bağlı kalmışken Galileo bunu reddetmiştir. Kilisenin dünya merkezli evren anlayışına aykırı olan keşiflerini duyururken yaşadığı baskılar, aydın konformizmine direnişin asil bir örneği olarak asırlardır hatırlanır.

Avrupa’da ‘Aydınlanma Çağı’ olarak bilinen dönemde, Voltaire gibi birçok aydın konformizme karşı tavır alarak özgür düşünceyi savunurken bazı aydın ve entelektüeller mutlak monarşiye ve mevcut düzenin devamına hizmet eden düşünceler üretip statükoyu desteklemeyi tercih etmişlerdir. Aydın konformizmini eleştiren ve konformist tavır sergileyen insanlara olumsuz yaklaşanlar, aydınların sosyal sorumluluklarını yerine getirmemesi, iktidar veya popüler kültürle uzlaşmasını eleştirir. Bazı yazarlar, aydın konformizmini farklı bağlamlarda ele almışlardır. Edward Said ve Julien Benda, evrensel bir perspektiften aydınların bağımsızlığına vurgu yaparken, Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer kültür endüstrisinin aydınları konformizme sürüklediğini savunurlar. Jean-Paul Sartre, daha çok ideolojik ve politik düzlemde konformizmi eleştirir.

20. yüzyılın en çarpıcı aydın konformizmi örnekleri totaliter rejimlerde görülmüştür. Nazi Almanyası’nda birçok akademisyen ve sanatçı, rejime hizmet eden fikirler üretmiş ve muhalif sesler susturulmuştur. Bu isimlerin en önde gelenlerinden Martin Heidegger’in rejime yakın duruşu ve propagandaya katkısı eleştirilmiştir. George Orwell’in “1984” adlı kült eseri, entelektüellerin devlet baskısı altında nasıl konformist hale gelebileceğini anlatır.

Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde birçok yazar ve düşünür, baskı altında kalmış ve rejimin propagandasına katkı sağlamak zorunda bırakılmıştır. Sovyet yazar Maksim Gorki, rejimin resmi ideolojisini destekleyen eserler kaleme almıştır. Mutlak egemenlik dönemindeki icraatları ile ‘insan kasabı’ unvanını bihakkın hak eden Stalin döneminde eser veren Mihail Şolohov, Aleksandr Fadeev ve Aleksey Surkov gibi yazarlar, rejime sessiz onay verenler arasında yer alarak eserlerinde Sovyet propagandasına uygun temalar işlemişlerdir. Mao Çin’inde birçok aydın, asırlık kültür mirasını yıkıcı ve yok edici ‘Kültür Devrimi’ sürecinde rejime boyun eğerek egemen ideoloji doğrultusunda eserler vermişlerdir.

AYTMATOV VE RESMÎ İDEOLOJİYE UYUM

Türk yurtlarının en ünlü yazarı, eserleri külliyat halinde birçok dünya dilinde yayınlanan Cengiz Aytmatov’un durumu yukarıda isimleri verilen Sovyet yazarlarından daha karmaşıktır. Sovyetler Birliği’nde Stalin dönemine göre daha rahat olan bir dönemde yazmasına ve eserlerinde resmî komünist ideolojiye doğrudan karşı çıkmamasına rağmen, eserlerinin sayfaları totaliter rejimi eleştiren satır araları ile dolu doludur. İlk Öğretmen Duyşen, Toprak Ana ve Cemile gibi romanlarında, Sovyet sisteminin birey ve toplum üzerindeki etkilerini ima ile de olsa sorgulamıştır. Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, Elveda Gülsarı, Beyaz Gemi, Gün Olur Asra Bedel gibi eserlerinde ise tek tek kişiler ve sosyal miras olan gelenekler üzerindeki baskılara, kolektifleştirme politikalarının olumsuz sonuçlarına dair eleştirel göndermeler yer almaktadır. Bu nedenle, Aytmatov tam anlamıyla konformist bir yazar olarak değerlendirilemez.

VAHABZÂDE’NİN SİTEMİ

Azerbaycan’ın ünlü şairi Bahtiyar Vahabzâde vefatından kısa süre önce kayda alınan ve ancak ölümünden sonra yayınlanmasını istediği bir video röportajında Aytmatov’a bir sitemini dile getirmiştir. Vahabzâde beraberindeki iki ünlü Azerbaycan aydını (Nureddin Rıza ve Şahmar Ekberzade) ile birlikte Kırgızistan’a giderek 1990’ların başında Azerbaycan Türkleri’ne yapılan Ermeni saldırılarının en azılı aktörlerinden Zori Balayan’ın yazdığı bir karalama kitabını karşı bir kınama açıklamasını talep ederler. Dünya çapında ün kazanmış bir Türk asıllı yazarın bu açıklamasının uluslararası arenada Azerbaycan Türkleri’ni güçlendireceğini düşünmüşlerdir. Aytmatov bu açıklama talebini reddeder. Vahabzâde bu reddi kayda geçirirken Aytmatov’un millî hassasiyetinin azlığının değil “ihtiyatlı bir insan” oluşunun etkisine dikkat çekmiştir. Aytmatov’un gerekçesi o yıl Nobel ödülü için aday gösterilmesidir. Vahabzâde, -bence- yazarın Ermeni karşıtı bir açıklama yapmasının malum lobilerin baskısı ile Nobel ödülü almasına engel olacağını düşünmüş ve Aytmatov’un çekincesini anlayışla karşılamıştır.

SONUÇ: “AYDINLAR NEREDE?!”

Tarih boyunca aydın konformizmi, iktidar baskısı ve sosyal normlara ters düşmeme kaygısı şekillenmiş ve entelektüel özgürlüğün sınırlarını daraltmıştır. Tarihe baktığımızda kendi konforunun bozulmasını önemsemeyen, eleştirel düşünceye sahip aydınların, toplumların ilerleyerek dönüşümünde önemli roller oynadığını görürüz. Fakat şu da bir gerçektir ki, birçok aydın, -belki aydınların çoğunluğu- çeşitli sübjektif nedenlerle -mevcut düzen her ne olursa olsun- egemen güçlerin iktidarını -genellikle pasif bir şekilde- onaylamış ve rejime dolaylı da olsa hizmet etmişlerdir. Bu durum, entelektüel dürüstlük ve özgürlüğün her dönemde konfor yitimi gibi bir bedel ödemeyi gerektiren bir kavram olduğunu göstermektedir. Türk aydınlarının günümüzdeki durumunu bu açıdan değerlendirdiğimizde Türkiye Günlüğü’nün kapağına -soru işareti ve ünlem ile birlikte yerleştirilen- başlığı hatırlamak yeterlidir: “Aydınlar Nerede?!”

Ülkemizin anayasasından, coğrafî sınırlarına kadar birçok esaslı konusunda süregelen ve bugünlerde yoğunlaşan tartışmaların “gazeteci kültürü”ne emanet bırakılması bana, halen ciddî bir aydın konformizmi ortamında olduğumuzu düşündürüyor. Türk atasözündeki “yılan”ın herkese dokunması ihtimalini, -aşırı bir ihtiyatlılıkla- bugün görmezden gelmenin yarınlarda hiç kimseye ebedî bir ‘konfor alanı’ bırakmayacağını çok geç olmadan anlamak gerek. Bu vesile ile ülkemiz şartlarında büyük bir sabır gerektiren dergi yayıncılığı ortamında Türkiye Günlüğü’nü yarım asra yakın süre ayakta tutan Mustafa Çalık ile Bahtiyar Vahabzâde ve Cengiz Aytmatov başta olmak üzere yazımızda isimleri geçen aydınlarımızı rahmetle analım.

HAYATİ BİCE KİMDİR?

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan Dr. Hayati Bice, 2020’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde savunduğu “Divân-ı Hikmet’te Tasavvufî Kavramlar” başlıklı tezi ile İlahiyat/Tasavvuf Doktoru unvanını almıştır. 2024’te ise Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde savunduğu “Kahire ve İstanbul Tıbbiyelerinin Kuruluş Süreçleri” konulu tezi ile Tıp Tarihi ve Etik Doktoru unvanına da hak kazanmıştır.

 

Prof. Dr. Osman Can: Kimse kendini kandırmasın, askerî vesayetin kaldırılmasından sonra Türkiye’nin anayasal düzeninde denge denetim olamadı Cansu Çamlıbel/26 Mayıs 2025

Uzun zamandır sesini çok duymadığımız bir isim anayasa hukukçusu Prof. Dr. Osman Can. Oysa Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk döneminde, iktidarın hukuk konularında en güvendiği, kamuoyunda en çok sesinin duyulmasını istediği çekirdek ekibin içindeydi. Öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, partiden eleştiriyle ayrılmasına rağmen, Osman Can’ın 2018 yılına kadar Avrupa Konseyi’nin hukuk alanındaki danışma organı Venedik Komisyonu’nda ‘Türkiye Temsilcisi’ olarak görev yapmasını engellemedi. Ancak 2018’ten sonra iktidar, Osman Can’ın Venedik Komisyonu’ndaki görev süresine uzatma istemediği gibi yollarını da tamamen ayırdı.

Osman Can’ın AKP tarihindeki kritik rolünü kendi web sayfasına koyduğu birkaç ana başlık üzerinden hatırlayalım:

“2007 yılında ortaya çıkan Cumhurbaşkanlığı krizini çözmeyi amaçlayan Anayasa Değişikliğinin iptali için Anayasa Mahkemesi’nde açılan davanın raportörlüğü ile görevlendirildi. Görüşleri doğrultusunda Mahkeme ret kararı verince Cumhurbaşkanı’nın Türkiye tarihinde ilk defa halk tarafından seçilmesi mümkün hale geldi.

2008 yılında AK Parti’nin kapatılması talebiyle açılan davanın raportörlüğünü üstlendi ve kapatma isteminin reddi yönünde görüş sundu. Parti kapatılmadı. Raporunda savunduğu usule ilişkin görüşleri, mahkemece oybirliğiyle ilke kararlarına dönüştü.

2010 referandumunun askeri vesayeti ortadan kaldırmasına rağmen sistemi demokratikleştirmeye yetmeyeceği, hızla yeni bir toplum sözleşmesi üzerine bir anayasal düzenin inşa edilememesi durumunda Türkiye’nin yönetilemez hale geleceği düşüncesinden hareketle, Türkiye’nin sayılı medya, üniversite, sivil toplum ve siyasal aktörleriyle bir araya gelerek, siyasi aktörleri yeni anayasa yapımına ikna etmede önemli rol üstlenen Yeni Anayasa Platformu’nun oluşumunda yer aldı."

Bugünlerde ise sade bir hukuk hocası olarak Frankfurt ile İstanbul arasında bölüştürdüğü iki şehirli bir hayat yaşıyor. Goethe ve Marmara Üniversitelerinde anayasa hukuku dersi veriyor. Türkiye’nin siyaseten ve hukuken bugün geldiği noktadan dolayı çok üzgün. 2010 ve 2017’deki anayasa referandumlarını Türkiye’deki ‘kişiselleşmiş otorite’ sorunsalının iki kritik eşiği olarak yorumluyor. Ne hazindir ki 2010’da referanduma sunulan anayasa değişiklikleri paketinde onun da imzası var. Ne hayal ederek yola çıktıklarını ve işin nerede takla attığını anlatırken “2010 paketinin tamamını ‘günah’ olarak değerlendiriyorsanız benim günahım çok. Ama bireysel Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkına Tayyip Bey’i ikna eden de benim” diyor.

AKP’li yıllarla olabildiğince samimi bir yüzleşme yapmaya çalışırken, ‘askeri vesayetle mücadele kampı’na mensup biri olarak çok canını yakan bir durumun tespitini de halının altına süpürmüyor:

“Kimse kendini kandırmasın, askeri vesayetin ortadan kaldırılmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal düzeninde denge denetimi olamadı.”

Vesayetin sahibi değişince vesayetin bitmediğini, toplumun hak ve özgürlükleri açısından sorunların nasıl da derinleşerek devam ettiğini zaten biliyorsunuz. Detaylarıyla bir de Osman Can’dan dinleyin…

“İmamoğlu dosyasındaki tartışmaların içinde her şey var, yargı yok; şu an sadece siyaset konuşuyoruz”

-Ekrem İmamoğlu ve arkadaşları iki ay önce tutuklandı ve henüz iddianameyi görmedik. Bir takım MASAK raporları ve savcılığın aldığı, almaya devam ettiği ifadeler var. Şu anda somut biçimde önümüzde olan hukuki belgeler üzerinden siz nasıl bir okuma yapıyorsunuz? MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin sürece yönelik açıklamaları ‘iddianame bir önce yazılsın’ şeklinde bir uyarı olarak algılandı. Hukuk açısından konu henüz iddianamenin yazılmamış olmasından mı ibaret, değilse nedir?

Öncelikle şunu söylemem gerekir. Dosya henüz mahkemeye intikal etmemiş, deliller netleşmemiş, ortada değil. Yargılama süreci başlamamış. Dolayısıyla da bu dosya hakkında hukuki değerlendirme yapılamaz. Bunu yazıp bir kenara koymamız gerekiyor. Siz de hatırlattınız, tartışma şu anda Devlet Bahçeli'nin açıklamaları, hükümetin açıklamaları üzerinden yürütülüyor. “İddianame yazılsın mı, yazılmasın mı?” gibi tartışmalar, “Ne kadar sürer?” gibi tartışmalar. Yani bu süreçteki tartışmaların içinde her şeyi var ama yargı yok. Dolasıyla da tamamen politik bir dosya. Politika konuşuluyor, politik aktörler bu konuyla ilgili bir değerlendirme yapıyor. Bu değerlendirmelere göre bir hızlanmanın ya da yavaşlamanın yaşandığını görüyoruz. Çok açık ki burada siyasi bir mesele var. Yargı süreci de ortada olmadığına göre siyaset konuşuyoruz şu anda. Bu da bize yargının bir adalet mekanizması olarak tam anlamıyla çalışamadığını gösteriyor.

“Meselesinin politik olduğunu gösteren asıl şey diploma iptali”

-Cumhurbaşkanı Erdoğan da İmamoğlu dosyasını siyaseten sahiplenmekte bir sorun görmüyor. Daha geçen gün “Her gün birileri çıkıp itirafçı oluyor. Yeni deliller ortaya çıkıyor. Bu adamlar ahtapotun kolları gibi uzanmış, her yere yapışmışlar” dedi. Demek ki bizim kamuoyu olarak sahip olmadığımız deliller onda var. Böyle mi okumak lazım Erdoğan’ın tavrını?

Bakın, Türkiye'ye yolsuzluklar oluyor. Belediyelerde yolsuzluklar oluyor mu? Muhtemelen oluyor. Bu konuda pek kimse aksini iddia etmiyor. Ama asıl başka bir şeyle, diploma meselesiyle başlayan bir süreç var. Diploma meselesi neden bu kadar önemli? Çünkü diploması olmayan bir kişi zaten cumhurbaşkanlığına adaylığını koyamıyor. Diploma sürecindeki hukuka aykırılığı daha rahat bir şekilde tespit edebiliriz. Şu aşamada yolsuzluk konusunun nasıl ilerleyeceğini bilmiyoruz. Belki gerçekte veriler vardır ya da yoktur, bilemiyoruz. Ama başta söylediğim gibi işin politik olduğunu gösteren asıl konu diplomanın iptali. Geçmişe dönük olarak hukuk kurallarını ya da YÖK kararlarını uygularsanız ciddi bir zorlama yapmış oluyorsunuz. Böyle zorlama bir adımla bir kişinin diplomasını iptal ettiğiniz zaman, burada hukuku aramak boşuna. Buradaki politik saiği görebiliyorsunuz. Politik saikle başlatılan bir soruşturma varsa diğer soruşturmalar da onun gölgesinde kalır ister istemez. Ve yine tek kanallı olarak sadece belli medya alanlarına, soruşturmanın gizliliğinin söz konusu olduğu bir alanda görüntüler ya da bilgiler, belgeler sürekli servis ediliyor. Bunlar da politik saik teyidi olan şeyler. Hele hele bir de zaten Türkiye'nin de 2017 anayasa değişikliklerinden başlayarak yargı bağımsızlığının yapısal olarak zarar gördüğü bir süreç içindeyken bu yapıldığında, bu süreç şüpheli hale geliyor. Adalete yönelik inanç ortadan kalkıyor.

-Zaten bu da genel rakama da yansıyor. Ekrem İmamoğlu'nun aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı güçlü bir siyasi rakip olduğu için tutuklandığını düşünenlerin oranı yüzde 60'ların altına düşmüyor gördüğüm kadarıyla.

Bana çok şaşırtıcı gelmiyor. Bu konuda bir kanaatin oluşabilmesi için illa bütün verilerin ortada olması gerekmiyor. İnsanlar zincirleme olarak olayları üst üste koyar ve bir tablo görür.

“En baştan politik amaçla hareket edildiği için yolsuzluk soruşturması insanların ‘hukuka aykırılık’ kanaatini değiştiremiyor”

-Şunu söylemiş oluyorsunuz; İmamoğlu’nun neden Silivri’de olduğunu anlamak için üst düzey bir akademik formasyona, siyasi tecrübeye ya da kuvvetli istihbarata sahip olmaya gerek yok. Sokaktan görünen neyse, gerçekte olan da bu.

Gerek yok tabii ki. Bakın şimdi Can Dündar kararıyla başlayalım mesela. Can Dündar'la ilgili olarak Cumhurbaşkanı “Bunun peşini bırakmayacağım, sonuna kadar gidilmesi gerekir” falan dedi ve yargıda mekanizmalar harekete geçti. Sonra Demirtaş hakkında buna benzer şeyler söyledi. Keza Kavala'yla ilgili olarak kişisel mesele haline getirme durumları gördük. Ve bunlar sadece medyada konuşulan şeyler değil, bunlar aynı zamanda yargı kararlarıyla sabitlenen tespitler olduğu için söylüyorum. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye hakkında kararlar verdi. Ve bu kararlarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dedi ki; “Yargı burada politik amaçlarla kullanılıyor. Aslında bağımsız değil yargı. Politik amaçlarla başlatılan bir süreç vardır, politik amaçlarla tutuklamalar vardır.” Politik amaçlarla yapılan tutuklamalarla yetkili olan ya da devleti yönetenlerin sözleri arasındaki uyumu ya da iş birliğini o mahkeme kararlarında da görüyoruz. Şimdi orada bir realite var. Burada da yine Cumhurbaşkanı adayı olarak birisi ön plana çıkıyor. Önce hukuka aykırı bir şekilde diploması iptal ediliyor. Ondan sonra da bir yolsuzluk soruşturması başlıyor. Dolayısıyla bu yolsuzluk soruşturmasında gerçekten soruşturması gereken bir şey olsa bile bu artık ‘hukuka aykırılık’ kanaatini değiştirmiyor.

“AYM ve AİHM kararları uygulanmadığı için kuşku, anayasal olarak da haklılık kazanıyor”

-Yani baştan siyasi motivasyon ortaya konduğu için toplumun geneli yolsuzluk dosyasının içine bakmaz hale geliyor…

Bakmıyor, bakamıyor. Çünkü o konudaki tablo evet yani veriler ortada ve veriler bu konunun objektif olarak yargı bağımsızlığı ve yargı tarafsızlığı süreci içerisinde yürütülmediğine yönelik kanaati besliyor. Anayasa Mahkemesi kararlarının anayasaya aykırı bir şekilde uygulanmaması bir gerçek, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yargının politize edildiği ya da yargının politik amaçlarla kullanıldığı tespitleri ve büyük daire tespitleri var. Bunları da göz önünde bulundurduğumuz zaman, insanların bu kadar kuşku duyması kadar doğal bir şey olamaz. Bu kuşkuları sadece iyi niyetlerle gideremezsiniz, 2017 Anayasa değişiklikleriyle iktidarın tek elde toplandığı gerçeği karşısında kuşku anayasal olarak haklılık kazanıyor çünkü.

“Şu şartlarda diplomanın iptaline açılan davadan olumlu sonuç elde edilir mi emin değilim”

-Bu arada diploma veri tabanından da silinmiş. Yani şu anki şartlarda hakkındaki yolsuzluk iddiaları düşse bile Ekrem İmamoğlu cumhurbaşkanı adayı olamıyor.

Olamıyor, şu an itibariyle teknik olarak mümkün değil. Diploma yok, diploma yoksa zaten YSK bu konuda herhangi bir adaylık kabul etmeyecek. Seçim ne zaman olacaktır? 2028 diyelim. Daha en az iki sene var. Bununla ilgili dava açıldı sanırım, ama yargıya dair temel soruna bakıldığında o davadan olumlu bir sonuç elde edilir mi çok emin değilim.

“Kendimi ‘muhalif’ olarak tanımlamıyorum, iktidar yarışının bir tarafında değilim, sadece hukukçuyum”

-Siz eski bir siyasetçisiniz de. AYM Raportörlüğü sonrasında hem 2010 referandumu sırasında hem de 2013-2015 dönemindeki çözüm sürecinde hükümetin politik hattına çok destek verdiniz. Kanaat önderi olarak kamuoyunda sizi çok görüyorduk. Tam o dönem AKP MKYK üyesi oldunuz, sonra 2015’de milletvekili seçildiniz. Ama kısa süre sonra siyaseti bıraktınız. Bir ara DEVA Partisi kurulurken Babacan ile birlikte hareket etmeniz beklendi ama ondan da vazgeçtiniz. Sonrasında ise adeta inzivaya çekildiniz.

İnziva diyebilir miyiz bilemiyorum. Şartlar biraz o noktaya getiriyor. Yani kişisel meseleler, belki işte akademik çalışmalara öncelik verme gibi bir şeyler söyleyebilirim. Ama işin doğrusu bu görüşlerimi dile getirme kanallarının açık olduğu kanaatinde değilim. Ana akım medya ciddi bir şekilde değişti. Bir de sözünüzün etkisini yitirdiği bir dönemdeyseniz eğer konuşmazsınız. Konuşmadığınız zaman bana göre dünya sona ermiyor. Yani tanrıcılık falan oynamamıza gerek yok. Sözümüz vardı ama bu sözümüzün de dinlenebileceği ya da anlam ifade edebileceği dönemler vardı. Belki de konuşmamanın daha iyi olabileceği dönemler vardır. Sanırım biraz öyle bir süreçten geçtik ve geçmeye de devam ediyoruz. Bireysel olarak biraz zorlandım tabii ki. Ama bu, ülkeye yönelik düşüncelerimizi çok fazla değiştirmedi. Bir de ben kendimi ‘muhalif’ olarak tanımlamıyorum. Ben bir hukukçuyum. Analiz yaparım.

-Şu anda dışarıdan ‘muhalif’ olarak tanımlanma ihtimalinize dönük bir endişe mi var?

Yok kaygı da değil. Bu benim ahlaki duruşum zaten. Yani Türkiye'de bir iktidar yapısı vardır. Bir de bunun karşısında muhalefet yapıları vardır. Bir iktidar yarışı vardır. Ben bunun içinde bir yerde konumlanmıyorum.

“Venedik Komisyonu’nun 2017’deki otoriterlik uyarısının altında benim de imzam var, hükümet ondan sonra benim görev süremi uzatmadı”

-Ama söyledikleriniz aslında ‘artık muhalif kanattaymışsınız’ gibi algılanıyor olabilir.

Öyle algılanabilir ama bu da benim için çok belirleyici değil çünkü ben bir anayasa hukukçusuyum. Bu ülke yani 2016'lardan itibaren özellikle anayasacılık mücadelesinde demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularında çok ciddi bir şekilde geriye gitti. 2017 yılında yapılan anayasal değişikliği Türkiye’ni artık demokratik olmayan ülkeler ligine düşürdü. İktidarın tek elde toplandığı sisteme artık demokrasi demek mümkün değil çünkü. Anayasa’nın 2. Maddesi’nde veya diğer maddelerinde istediği kadar “Türkiye Cumhuriyeti demokratiktir, hukuk devletidir” desin, aslında değil. Venedik Komisyonu 2017’deki değişiklikler yürürlüğe girmeden önce bunun ülkeyi kişisel bir otoriterliğe götüreceğini belirtmiş ve Türkiye’nin bu değişikliklerden hemen geri adım atması çağrısı yapmıştı. Venedik Komisyonu'nun o raporunun altında benim de imzam var. Yani şahsen atmadım ama kurum olarak yanında durdum. Hatırlarsanız o dönem ben (2014-2018 arasında) Venedik Komisyonu üyeliği ve bilimsel konsey başkan yardımcılığı yaptım. Ancak hükümet tabii süremi uzatmadı. Şaşırmadım tabi.

-Siyaseten onlarla beraber yol yürüdüğünüz için sizi aday gösterdiler ama ne zaman ki yollarınız ayrıldı… Böyle mi özetlemek lazım yaşadığınızı?

Ama zaten ayrıştığım bir döneme denk geldi. Orada bir çizgimiz var.

“İktidar kanadında dahi benim hukukçuluğumla ilgili olumsuz bir şey duyamazsınız”

-Eleştirilerinizin dozu artana kadar iyi bir hukukçuydunuz hükümet nezdinde -ki sizi ülkenin yurtdışında hukuk alanında en üst temsil noktalarından birine uygun gördüler. Sistem değişikliğinden sonra iyi hukukçuluğunuzun bir kıymeti kalmamış olabilir mi onlar açısından?

Ben şundan çok eminim; iktidar kanadında dahi benim hukukçuluğumla ilgili olarak olumsuz bir şey duymazsınız. Beni bu anlamda eleştirselerdi, duyardım. Haddini bilmez insanlar her tarafta olur, ayrı bir şey. Ama bunu hem muhalefet kanadında olsun hem iktidar kanadında olsun sanırım biraz da hukukçu duruşumu korumama borçluyum. Ben bir anayasa hukukçusuyum, anayasal değerler benim için çok önemli. İktidar alanında anayasal, hukuksal düzlemde çok ciddi geriye gidişler olduğunda bir anayasa hukukçusu olarak bunları konuşmak zorundayım. “Kuvvetler ayrılığı çok önemlidir” dediğimde ister istemez iktidarın hoşuna gitmeyen bir şey söylemiş oluyorum. Ama bu muhalefet amaçlı olarak söylenen bir şey değil ki, anayasacı olmanın en basit bir gerçeği. Bu benim mesleğimin gereği olarak ve inandığım değerlerle ilgili olarak yaptığım bir şey.

“Bildiğin bir şey varsa manipüle etmeden ve öfkenle arana mesafe koyarak söylemeye devam et”

-Bu vurguyu yine yapıyor olmanızdan eleştirdiğiniz için otomatikman ‘hükümet karşıtı’ gibi algılanmaktan hiç da memnun olmadığınızı anlıyorum.

Ama benim memnun olmamam çok fazla bir şey değiştirmiyor. Sadece şu var; bildiğin bir şey varsa, doğru bildiğini manipüle etmeden, kişiselleştirmeden, kendi öfkenle, kızgınlıklarınla veya hayal kırıklıklarınla mesafe koymak suretiyle söylemeye devam et. Çünkü bu önemli. Bir kişi duyar, on kişi duyar, yüz kişi duyar ama bunlar önemli şeyler. Bu, korur aynı zamanda.

“Beklentiye rağmen 2011 seçimlerine girmedim, yargıdan siyasete yoğun geçişler doğru gelmedi”

-Aynı yolu yürüyüp de eleştirenlerin hiçbirinin artık AKP içinde olmaması nedeniyle dışardan bakanlar da ister istemez şu soruyu soruyor; Erdoğan sizin gibi profillere biraz kendi gündemi açısından ‘enstrüman’ gibi mi baktı ilk döneminde? İşlerine gelen bir anayasa değişikliği paketi referanduma sunulduğunda, siz de onun yüzlerinden biri olduğunuzda bu siyaseten onlar açısından avantajlıydı ve size belli rütbeler getirdi. 2014-2018 döneminde Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu üyeliği böyle mi geldi mesela?

Böyle bir algının insanların zihninde oluşması kadar doğal bir şey yok. 2010 yılında referandum sürecini destekledim. 2008'de Anayasa Mahkemesi raportörüyken AK Parti'nin kapatılmaması gerektiğine ilişkin bir hukuki görüşüm oldu. Ondan iki yıl sonra referandum süreci başladı, askeri vesayetin sona erdirilmesi önemliydi, yargının demokratikleştirilmesi önemliydi. Ama askeri sıfatının altını çizelim ve itirazımızın demokratik olmayan her tür müdahale imkânı olarak vesayete olduğunu belirtelim. 2011 seçimlerinde bir beklenti vardı ama ben frene bastım, beklentilerin aksine siyasete girmedim, ki popülerliğim hayli yüksekti ve aynı dönem yargı içinden pek çok kişi siyasete girmiş ve milletvekili seçilmişti. Bu bana doğru gelmedi.

“2012’de Erdoğan’a ‘Eleştirilerimin farkında mısınız?’ diye sordum, farkında olduğunu ama yine de benimle çalışmak istediğini söyledi”

-Ama 2015’te, yani 2011’de eleştirdiğiniz ortam devam ederken, AKP’den milletvekili gösterilmeye itiraz etmediniz. Sadece dört yıl sonra sizi ikna eden ne oldu?

2012'de anayasa süreci tökezlemeye başladı ve çözüm süreci de başlamak üzereydi. Böyle bir dönemde bana siyasi teklif geldi. Cumhurbaşkanı, o zaman Başbakan, “Bu konuda bizim desteğe ihtiyacımız vardır” deyince ben de kendisini ve partisini eleştirdiğimin farkında olup olmadığını sordum kendisine. “Farkındayız tabii ki. Ama birlikte yakın çalışmak istiyoruz. İhtiyacımız var” deyince, “Tamam, siz arkamda olduğunuz sürece bu konuda elimden geleni yaparım” diye yanıt verdim. Gururum da okşandı tabii ki. Biz akademisyenler olarak bu konuda çabuk oltalanabiliyoruz aslında. Bu, akademisyenlerin genel problemi ve hatta zaafı.

“Biz akademisyenler olarak çabuk oltalanabiliyoruz, bu akademi dünyasının genel zaafıdır”

-Bu akademisyenlerin gururunu okşanması konusuyla ilgili bir hatırlatma yapacağım. Çok şaşırdığımız olaylardan bir tanesi, yeni anayasa yazımı sürecinde olumlu bir katkısının olabileceği düşüncesiyle Serap Yazıcı Özbudun'un o kadar ağır eleştiriden sonra AKP’ye dönüşü oldu. Siz ne düşündünüz?

Ben müsaadenizle Serap Hoca'yla ilgili herhangi bir değerlendirme yapmak istemiyorum. Oltalama ifadesi provakatif, biliyorum. Akademisyenlerde böyle bir zafiyeti vardır. Önemsendiği, fikirlerinin önemli olduğu, kendilerine hissettirildiği andan itibaren akademisyenleri çok kolay bir şekilde yönlendirebilirsiniz, manipüle edilebilirsiniz. Akademisyenler bu açıdan çok zayıf. Akademi dünyasından gelen bir insan olarak ben bunu söylüyorum. Deneyim sahibi bir insan olarak bunu söylüyorum.

Bir şey daha var. Hangi AK Parti'den bahsediyoruz değil mi? 2010, 2011, 2012'de biraz daha farklı bir AK Parti vardı. Onlar diye çoğul bir sıfat kullanıyorsunuz. Onlar içerisinde bugünün muhalefetinde yer alan ya da kendini tamamen siyasetin dışına çıkarmış ve muhalefet tarafından da saygı duyulan isimler vardı. Onların o dönemin yönetimde olduğu bir ortam yani. Yani o yüzden siyasete daveti partinin genel yönetimi bir ihtiyaç okuması olarak görmeyi tercih ederim. Benim daha çok hoşuma gider. Yani bir ihtiyaç olarak görüldünüz, siyasete davet edildiniz. Siz de gidip o ihtiyacı karşılamaya çalıştınız. Siyaseten elinizi taşın altına soktunuz. Bu yorumu tercih ederim elbette. Ama siyaset kompleks bir alan, motifleri, çabaları ve yöntemlerin çok farklı olabilecek insanlar aynı kadro içinde olabiliyor. Bazıları enstrümantal şekilde yaklaşmış olabilir, diğer bazıları da gerçekten ihtiyaç olarak görmüş olabilir. Çünkü ben 3 yıl orada çalıştım. 3 yıl boyunca çok iyi diyaloglarım oldu. Anayasa, demokrasi, insan hakları, kadın hakları gibi alanlarda reformların ve değişikliklerin yapılması konusunda çok ciddi tartışmalar yaşadık. Çok ciddi toplantılar oldu ve orada ben başka bir atmosfer de gördüm. Her şeye rağmen bir şeylerin düzelebileceğine inanmak için bence nedenler vardı.

“2011 seçimlerinden sonra AK Parti için denge mekanizması değişmeye başladı”

“Eskiden parti lideri, Adalet Bakanına ‘Hakimleri neden arayıp uyarmıyorsun?’ dediğinde MKYK’da itirazla karşılaşırdı”

-Peki sizce Adalet Kalkınma Partisi içerisinde hâkim olan bu yaklaşım tam olarak nerede makas değiştirdi? Bazısı diyor ki “Cumhurbaşkanı Erdoğan 15 Temmuz’da çok varoluşsal bir kriz yaşadı.” Bazısı diyor ki çözüm sürecinde çok ciddi riskler aldı ve sonucunu alamadığı için başka bir hatta girdi. Muhtemeldir ki hepsinin payı vardır ama size göre Erdoğan’ın siyaset paradigmasını değiştiren asıl kırılma noktası, yani kronolojinin başı neresidir?

Çok şey söylendi ama ben biraz daha farklı bir şey söyleyeceğim. Parti içi demokrasi meselesini burada müsaadenizle gündeme getirmek istiyorum. Şu, parti içi demokrasisinin olmadığı yerde yavaş yavaş lider sultası ortaya çıkar. Parti tabanından irade oluşumu yerine yukarıdan aşağıya doğru irade oluşumu gerçekleşir. 2011 seçimlerine kadar AK Parti belli bir denge üzerine kuruluyordu aslında. Ağır topları vardı ve parti kararları belli bir müzakere sonrasında alınabiliyordu. Tek kişinin her şeyi belirlediği bir dönem değildi o dönem. 2011 seçimleriyle birlikte iş biraz değişmeye başladı. Ama yine ağır toplar vardı ve dengeleyici dinamikler söz konusuydu. Ben partinin MKYK’sındaydım ve örneğin parti liderinin adalet bakanına “Mahkemeler teröristleri serbest bırakıyor. Niye hakimleri telefonu açıp da uyarmıyorsun?” diye bir şey söylediğinde diğer tarafta “Bu ne biçim söz Adalet Bakanı kim ki yargıya telefon açar, müdahale eder, böyle şey olur mu?” gibi itirazların dile getirilebildiği bir dönemden bahsediyorum.

-MKYK'da mı oluyordu bu?

MKYK'da bunlar oluyordu mesela. Bunları görmüş ve yaşamış bir insanım.

 Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan

“Erdoğan o dönem itirazla karşılaşırsa geri çekilmek durumunda kalıyordu, ısrarcı olamıyordu”

-Ona bir tepki göstermiyor muydu o zaman mesela?

Hayır geri çekilmek durumunda kalıyordu. Israrcı olamıyordu. Yine birileri toplumsal veya ekonomik meselelerde ajitatif veya duygusal bir atmosfer estirdiğinde, bu atmosferi dağıtabilecek, ayakları yere basan duruşlar sergileyebilenler çıkıyordu.

“Rasyonellik kaybı Gezi ile başladı, Gezi kırılma anıydı”

-Bugünden bakınca, bu anlattıklarınızın nasıl yaşanabilmiş olduğunu insanın aklı hafızası almıyor.

Çünkü hep ‘aynı yapı baştan beri hep aynı şekilde var oldu’ gibi bir yanılsama içinde hareket ediyoruz. Hayır. Organizmalar, organizasyonlar değişir. Biz en son olumsuzlukları hatırlıyoruz ve bu olumsuzlukları geçmişe projekte etmeye çalışıyoruz. Hani ‘25 yıllık karanlık’ lafları vardır mesela. Hayır efendim 25 yıllık karanlık falan değildi. Bu insan doğası; karanlık bir döneme girebilir veya oradan çıkabilir ve daha rasyonel adımlar atabilir, aydınlanır, aydınlatırsınız. Bu insan kendi duygu dünyasında hangi yönünü beslerse ona göre biçim alır. Organizmalar da böyle. Parti içi demokrasinin olması demek ne demektir biliyor musunuz? Rasyonellik demek, duygusallığın frenlenmesi demek, tabandan hareketle ortak aklın partiye hâkim olması demek, sağlıklı bir güven ortamı demek, çünkü binlerce insanın katılımıyla kararlar ortaya çıkıyor ve politika belirleniyor. Tam da bu nedenle parti içi demokrasinin varlığı partinin karanlık tarafa kaymamasını sağlıyor. Ama parti içi demokrasi yoksa tek bir akıl yukarıdan aşağıya doğru partiyi tasarlar, biçimlendirir. Bu da tek kişinin, yani liderin iç dünyasındaki duygu durumunun parti kararlarını ve politikasını belirlemesi demektir. Parti tabanı ve partinin üyeleri liderin askerleri gibi hareket etmeye başlar. Parti içi dengelerin yok olması ve partici demokrasinin işleyemez hale gelmesi 2011-2012'lerden sonra kendini hissettirmeye başlamıştı kanımca, ama esas denge ve rasyonellik kaybı Gezi ile başladı. Gezi bir kırılma anıydı.

“Türkiye’de iktidardan düşmek her şeyi kaybetmek anlamına gelir, Gezi’de o korku hâkim oldu”

-Neden?

Korku ve kaygı hâkim oldu. Yani sihir bozuldu o dönem. Parti o döneme kadar ahlaki üstünlüğü elinde tutuyordu, reformlar, uluslararası, özellikle AB desteği, içeride liberal ve demokrat kesimlerin desteği de bunu sağlıyordu. Asker devre dışı kalmıştı ve partiye korku salabilecek bir kurum da yoktu. Tam da böyle bir dönemde, toplumsal bir direnişle karşılaştı ve bu direniş milyonlarca katılıma dayanıyordu. Toplumsal harekete karşı meşruiyet ve ahlaki üstünlük işlemedi ve gerçek anlamda bir korku karar vericilere hâkim oldu. Bu kaybetme korkusuydu. İktidarı kaybetme ve bununla her şeyi kaybetme korkusu.  Türkiye'de biliyorsunuz iktidar sahibi olmak her şeye sahibi olmak demektir. İktidardan düşmek her şeyi kaybetmek anlamına gelir.

“Türkiye’de her şeyi merkezden kontrol etme çabasının arkasında yası tutulmayan Balkan travması var”

-Bugün de hâlâ öyle.

Bugün de hâlâ öyle. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu değişmedi. O yüzden her şey merkezde tutulur ve her şey kontrol edilmeye çalışılıyor. “O tek kişi orada belirleyici olduğunda, tek kişi her şeyi kontrol edebildiğinde, bütün güce ulaştığında ve anayasal düzen de buna imkân verdiğinde bunu niye değiştirsin ki?” sorusu ortaya çıkıyor. Türkiye’de siyasi ve idari yönden katı merkeziyetçi bir yapı var ve bunun tarihsel nedenleri var. Bunun temelinde Balkan travması var. O travma işlenemedi, yası tutulamadı ve öfke korkuyla birlikte siyasal yapının harcı oldu. Korkunun hâkim olduğu bir siyasal yapı katı merkeziyetçi olur. Korku duyulacak gerçekçi bir tehdit kaynağı olmasa da sistem kendi içinde onu üretir ve travmadan kaynaklanan öfke içteki ötekiye yöneltilir. 1915 ve sonraki Kürt sorunun temelinde bunun olduğunu düşünüyorum. Merkezi tutanın her şeyi kontrol edebilmesine imkân sağlayan anayasal düzen, askeri vesayetin ortadan kalkmasıyla birlikte inanılmaz bir konfor ve çekim alanına dönüştü. Böyle bir durumda iktidardaki konforunu neden bozsun ki?

“Kimse kendini kandırmasın, askeri vesayetin kaldırılmasından sonra Türkiye’nin anayasal düzeninde denge denetim olamadı”

“2010 öncesinde sistem antidemokratikti ama bir denge vardı”

-Burayı biraz açmamız gerekecek çünkü çok çok önemli. Askeri vesayetin kalkmasıyla gücü elinde tutanın bir konfora ulaştığını söylerken aslında olumlu bir şey söylemiyorsunuz. Oysa yıllarca askeri vesayetin kalkması için uğraşanlardan biriydiniz. Sizin hedeflediğinizle varılan nokta arasındaki fark ne oldu? Yanlış giden neydi?

Açıkçası Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal düzeninde demokratik denge denetim sistemi hiçbir zaman olmadı. 1960’larla birlikte asker ve sivil kurumlar arasında bir denge kurulmuştu. Antidemokratikti, ama bir dengeydi. 2010'da bu denge sivil iktidar lehine dağıldı. Sivil iktidar lehine dağıldı ama sistem yine demokratik olmadı. Bu bir sistem kriziydi ve fırsata çevrilebilirdi. Tam da bu yüzden, siyasal referansların kaybolduğu bir anda tarihin ilk toplum sözleşmesini yapma ve barışçı bir anayasal düzen kurma imkânı vardı. Bu düşünceyle yeni anayasa platformunu kurduk, halk toplantıları yaptık, Meclis’i ikna ettik, danışmanlık verdik. Meclis de aynı yöntemle toplumsal talepleri toplamaya başladı. Çünkü şunu söyledik; “Bu tarihi bir momenttir. Eğer şimdi yeni bir anayasa yapıp, yeni referanslarla yeni bir toplum sözleşmesiyle yeni bir başlangıç yapmazsak Türkiye yönetilemez hale gelir, daha da kötü olur.” Bu motto üzerinden biz ilerledik. Bunu cumhurbaşkanıyla paylaştık, o zaman muhalefet partileriyle paylaştık, başbakanla paylaştık ve hepsi “evet doğrudur” dediler. Anayasa uzlaşma komisyonu kuruldu ve çalışmaya başladı. Ancak göz ardı ettiğimiz bir husus vardı; parti içi demokrasi yoktu, lider belirleyiciydi ve askeri vesayetin de bitmesiyle iktidardaki partinin lideri tüm otoriteyi elinde tutabilme imkanına kavuşmuştu. Tüm kamu gücünü kullanabiliyordu. 2010-2013 arasında geldiğimiz aşamada, “Ya bir dakika yeni anayasa meselesini niye biz bu kadar çok istiyoruz ki? Biz istediğimiz her şeyi aldık, yeni anayasa meselesini muhalefet düşünsün” atmosferini gözlemledim. Bunu referandum ile aldık ama bunu söyleme tarihi çok sonraki bir tarihtir. Kimse kendini kandırmasın, askeri vesayetin ortadan kaldırılmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal düzeninde denge denetimi olamadı.

-Bu sizin açınızdan derin bir özeleştiriyi de içinde barındıran bir analiz olmalı. Askeri vesayetin sonlandırılması için uğraşırken sonucun böyle olacağını tahmin etmediğinizi, ya daha doğrusu bu sonu yeni bir kapsayıcı anayasa ile engelleyebileceğinize inandığınızı anlatıyorsunuz. Ama tam tersi bir sonuca hizmet etmiş oldunuz. Pişman mısınız?

Dediğim gibi 2012'lerin sonu 2013'lerin başında yaptığım bir gözlemdi.

“2010 paketinin tamamını ‘günah’ olarak değerlendiriyorsanız, benim günahım çok”

“Ama bireysel başvuruya Tayyip Bey’i ikna eden de benim”

-Tamam da bugün hâlâ 2010’un Türk siyasetinin akışına etkisini net biçimde konuşabiliyorsak sizin de tarihin o anını sadece o anın parametreleriyle değerlendirme lüksünüz var mıdır? Dolayısıyla sorumu tekrar etmem zaruri; 2010 anayasa değişikliği için aldığınız pozisyondan pişman mısınız?

Güzel bir soru. Neydi orada bizim itiraz etmeye çalıştığımız, neyi değiştirmeye çalışıyorduk? “Biz iyi şeyler için itiraz ettik” diye düşünüyorum. Askeri vesayet demokrasiyi kabul etmiyordu. Avrupa Birliği üyelik perspektifine uyumlu olarak adımlar atılması gerekiyordu. Avrupa Birliği’nin Venedik Komisyonu'nun Mart 2009 tarihli raporu vardır, “Anayasa Mahkemesi bu yapısı itibariyle demokratik karar zaten üretemez” deniyordu. Ve buna benzer başka ifadeler vardır. 2010 referandumunda ben bireysel başvuru meselesinin o paketin içerisine girmesi konusunda çok uğraştım. O zaman Tayyip Bey'i ikna ettim. Yani bu açıdan bakalım. Tamamını günah olarak değerlendiriyorsanız benim günahım çok. Ama “Hayır karşısındayım” desem, ne olacaktı? Eski yargısal sistem devam edecekti. Peki eski yargı sisteminin devamı daha mı iyi olurdu? Ondan emin değilim.

-Peki bu değişim sizin arzu ettiğiniz ve hedeflediğiniz gibi demokratikleşmeye hizmet edebildi mi?

Hizmet edebilirdi. Ben zaten bu nedenle referandumu destekledim. Orada yaşananı bir benzetmeyle anlatmaya çalışırım ben; hapishaneden bir çıkış oldu ama gardiyanlar kayboldu evet. Ama eğer dışarıda bir hayat inşa edemezsek, hapishaneyi ararız.

“‘Üniformalılar’ gitti diye sevinmek çok doğru değil, çünkü yargı sivil siyasetten talimat alıyorsa sonuç aynı oluyor”

-Son anlattıklarınızı özetlemem gerekirse şöyle demiş oluyorsunuz; “Askeri vesayetin kaldırılması kâğıt üzerinde Türkiye’nin demokratikleşmesi için çok kritik bir aşamaydı ama süreç doğru yönetilmediği için ondan sonrasında gelen şey sivil vesayet oldu.” Bu arada bugünkü rejimin tarifini nasıl yapıyorsunuz? ‘Sivil vesayet’ tam karşılıyor mu durumu, yoksa ‘yargıyı bir vesayet aracı olarak kullanan seçilmiş bir otoriter iktidar’ mı demek lazım? Belki yargı tek başına askerin eski zamanlarında olduğu kadar güçlü değil. Ama nihayetinde siyasetten talimatla siyasi operasyonları yürüten bir yargı çok benzer bir yere götürmüyor mu ülkeyi?

Özgürlük ve demokrasi açısından benzer bir yere götürüyor. Orada maalesef sonuç açısından bir şey değişmiyor. Yani “üniformalılar gitti” diye sevinmek çok doğru değil. Siyaset-bilim-tarih açısından esas olan özgürlükler, toplumsal farklılıkların siyasal sürece katılımı, özgürlüklerin yaşanması, seküler ve insan haklarına dayalı bir sistemin kurulması…Ölçümüz buysa, bununla çatışabilecek olan her şeye karşı çıkmamız gerekiyor. Evet o dönemde o referandum süreci vardı ve referandum sürecine destek verdim. Pişman mıyım? Değilim. Ama bugünkü aklım olsaydı, elimdeki tüm imkanları, sivil toplumu, medyayı bir husus için seferber ederdim; siyasi partiler kanunu, seçim kanunu ve TBMM içtüzüğünü bu paketin ön aşaması haline getirmeye çalışırdım. “Bu olmadan destek yok” der, dedirtirdim. Çünkü kaybettiğimiz yer burasıydı.

“O gün itiraz edenler bugün bireysel başvuruya tutunmuş durumda”

-“Ah bu yetmez ama evetçiler…” diye söze başlamayı sevenleri şimdi yine kızdıracaksınız…

Benim bu ‘yetmez ama evet’ konusunu kişiselleştirmeme gerek yok. Zorlanıyorum da bu konuda. Ama ‘Yetmez’ niye denilmiş hususuna kafa yormak yok. Bu değişimin bir fırsatıydı, o yüzden evet. Ancak bununla yetinilirse daha da kötüye gidebiliriz uyarısıydı, en azından benim için. Ama o kadar klişe bir suçlama ki, gerisi kimseyi ilgilendirmiyor. Bir de tabii kendi pozisyonum açısından biraz önce söyledim; Anayasa Mahkemesi’nin yapısı ile bireysel başvuru hakkının değişiklik paketine girmesinde ciddi etkim oldu. O dönem itiraz edenler, bugün bireysel başvuruya tutunmuş durumdalar.

“Evet, canım acıyor! Ülke iyi olsun arzusuyla attığımız adımlar sonucunda elimizdekileri de kaybettiğimiz gerçeğiyle karşı karşıya kalmak çok can acıtıcı”

-Mesela Anayasa Mahkemesi’nin TİP Milletvekili Can Atalay’ın bu madde sayesinde serbest bırakılmasına hükmetti. Ve bu kararı mecliste okudu diye CHP Meclis Başkanvekiline resmen görev bıraktırıldı. O nedenle de şunu hatırlatmak isterim; evet bireysel başvuru hakkı var ve evet AYM de buna göre karar veriyor ama uygulanmıyor. Yani değişti de ne oldu?

Bu böyle trajik bir şey. Bunun 2010 referandumundan çok, 2017 Anayasa değişikliğinin sonuçlarından biri olduğunu unutmayalım. Yine de evet canım acıyor. Bu çok açık. Bu ülkeyle ben bağlarımı koparmadım. Ben bu ülkeyi seviyorum. Bu coğrafyayı, bu insanları, bu ülkeyi çok dramatik, çok kanlı ve çok kötü bir tarihi olmasına rağmen seviyorum. Bu ülkede iyi olması arzusuyla attığımız adımların sonucunda elimizdekileri de kaybettiğimiz gerçeğiyle karşı karşıya kaldığımız zaman evet bu çok can acıtıcı. Hele hele bu süreçlerin kısmen içinde, ama şahidi olduysanız ve ülkenizin elinizden kayıp gittiğini görüyorsanız, bu daha fazla can acıtıcı.

 Erdoğan, 2017 referandum sonuçlarının kutlamasında

“Yargıdan bir şey bekleyemezsiniz şu an o gerçeği görelim, kalan tek hat demokratik siyasi mücadele”

-“Adaletin tek muhatabı yargı değil, bütün sistemin tamamıdır. Yargıdan kahramanlık beklemeyelim, bir illüzyon içinde yaşamayalım. Erkler ayrılığı çalışmıyorsa yargı o görevini yerine getiremez. Bir anayasal düzen içerisinde yargı aslında en zayıf kurumdur” diyorsunuz. ‘Hukukun üstünlüğünün’ aslında siyaset istemedikçe hiçbir anlamı olmadığını söylüyorsunuz. Bu demokratik sistem illüzyonunu deşifre etmesi açısından adeta tokat gibi bir şey.

O tokadı kendimize atmamız gerekiyor.

-Yani biz bugün yargıdan hiçbir şey beklemeyelim, öyle mi?

Canı acıtıcı ama bu gerçeği görelim.

“Kişiselleşmiş olan her otorite bir ülke için idam fermanı gibidir”

-O zaman yurttaşların elinde siyasi mücadeleye dışında kalan hiçbir şey yok…

Şu an evet, demokratik siyasi mücadele kalan tek hat. Yargıdan bir şey bekleyemezsiniz şu an. Yapısal olarak bekleyemezsiniz. 2017 anayasa değişikliğiyle işte son HSK seçimlerinde zaten gördüğünüz bir şey; tek kişi belirliyor. Tek kişi belirliyor. Ve o ‘tek kişi’nin şu an kim olduğu önemli değil. İnsanlar sadece bugünkü ‘tek kişi’ye, yani Erdoğan’a odaklanıyor ama bu yanlış… Ekrem İmamoğlu da olsa benzer şeyler olacaktı, kim olsa aynı şey olacaktı. İlkesel bir şey anlatmaya çalışıyorum. O kadar güç benim elimde toplandığında ben de aynı hataları yapmaya başlarım ve yargı bağımsız olmaz. Çünkü otoriteyi kişiselleştirdiğiniz andan itibaren her şey kişiselleşecek. Ve kişiselleşmiş siyasi otorite bir ülke için idam fermanı gibidir.

-Yarattığı siyasi ve hukuki sistemin adaletinden emin olan bir iktidar iktidardan düşmekten bu kadar kaygı duyar mıydı acaba? Bu soruyu soruyorum çünkü bazen yaşanan siyasi gelişmeler şunu düşündürtüyor; Erdoğan ve çevresi iktidardan düşmeleri halinde yargının kendileri aleyhine araçsallaştırılabileceğini kendileri yaptıkları için çok iyi biliyor ve tam da bundan korkuyorlar.

Güzel bir soru ve bu soruya cevap vermeme gerek yok biliyor musunuz? İktidar kişiselleşmişse, başkasının eline geçtiğinde de aynı şekilde size karşı kullanılacak. Bunu en iyi o iktidarı dizayn edenler bilir.

“Lozan’ın o şekilde yazılmasında Kürtlerin kendi payı da var”

-Gelelim PKK’nın kendini feshetme kararını açıkladığı bildiriye. Orada Lozan Anlaşması’na ve 1924 Anayasası’na Kürtler açısından ‘sorunların kaynağı’ olarak işaret edilmesi doğal olarak tartışmalara neden oldu. Özellikle Lozan vurgusu, “Ülkenin kuruluşuna uluslararası meşruiyet getiren anlaşma tartışmaya mı açılacak?” kaygısını tetikledi. Siz Kürtlerin 1924 Anayasası’na ilişkin itirazlarının ‘anlaşılabilir’ olduğunu ancak Lozan itirazının ‘anlamsız’ olduğunu düşünüyorsunuz. Doğru özetledim mi?

Doğru. Bakın Türkiye'de sadece Kürtler yok, kendini Türk olarak gören bir nüfus var. Etnik, inanç, yaşam tarzı itibariyle inanılmaz farklılıklarımız var. Bazı şeyler daha dramatik haksızlıklara yol açmadıysa, tarihsel sembol olarak duruyorsa, o tarihsel sembolleri koruyabiliriz. Lozan Barış Anlaşması, evet Kürtler bakımından dramatik bir sonuç ortaya koydu ama bunda Kürtlerin kendi payları da var zaten. Lozan’da azınlık haklarının korunmasıyla ilgili hükümlerin açık bir şekilde yer almamasının sebeplerinden bir tanesi de Kürt kanaat önderlerinin tutumudur.

“Yerel yönetimlerin özerkliği, Lozan Anlaşması’nın taahhütlerinden biridir”

“Türkiye bu hükümlere aykırı hiçbir düzenleme yapmayacağına söz verdi ancak 1924 Anayasası ile tam tersini yaptı”

-Kürtlerin, Ermenilerin olası tavrıyla ilgili kaygıları nedeniyle Mustafa Kemal çizgisiyle uzlaştığı iddialarını mı kastediyorsunuz?

Evet o kaygılar çok ciddi bir şekilde devrede çünkü Sevr uyarınca İngilizler ve Amerikalılar Vilayet-i Sitte, yani Doğu Anadolu ile ilgili kararı Wilson versin istiyor. Oradaki karara bakıldığında Türkiye'de Kürt nüfusunun büyük bir kısmı tamamen Ermeni hegemonyası altına giriyor. Ermenilerle Kürtler arasında ipler zaten gerilmiş, çok ciddi problemler var. Karşılıklı inanılmaz kıyımlar var. Hamidiye alayları vardır, Kürtler devlet destekli olarak Ermenilere karşı ciddi yıkımlara imza atmaktalar. Bu nedenle İngilizlere güvenilmiyor. Bir de Ermenilerin uğradığı kıyımın sorumlularının yargılanacağı ve mallarının iade edileceği hususu Sevr’de kararlaştırılmış ve 1918 sonrasında bu süreç başlıyor, ki Kürt beyleri için bunlar alarm verici gelişmeler. Bu zaten kaçınılmaz olarak Ankara ile birlikte hareket etmelerini sağladı. Lozan’a giden süreçte, en azından 1922 sonlarına kadar birliktelik vardı. Velhasıl Lozan bir bağımsız bir Türkiye'ye imkân sağladı. Birinci Dünya Savaşı'nı bitiren bir anlaşma olarak Lozan aynı zamanda ciddi haklar tanıdı. Lozan, yanlış hatırlamıyorsam 37. Madde ve devamı maddelerinde her Türk vatandaşı için, ‘Türkiye'de sakin olan herkes için dil hakkı, kendi kültürünün hakkı, inancını, kendi kültürünün dilini yaşayabilme, kendi farklılıklarını yaşayabilme’ konusunda haklar tanır. Yani sadece gayrimüslimlere değil. Anadil, inanç, kültürel konularda esaslı haklar tanıyor. Evet Lozan Kürtlere dillerini kullanma, kültürlerini ve kimliklerini geliştirme hakkını tanıyor, resmi dilin varlığı buna engel oluşturamayacak mesela. Lozan müzakereleri sırasında ‘Kürtler öz yönetimlere sahip olacaktır’ taahhütleri veriliyor, yani yerel yönetimlerin özerkliği Lozan taahhütlerinden biridir. Ve Türkiye altına imza attığı bu Lozan Antlaşması'nda şunu söylüyor; bu hükümlere aykırı iç hukukumda, anayasa dahil hiçbir düzenleme yapmayacağım.

 İsmet İnönü, Lozan'da

“Hakları Türklere özgüleyen 1924 Anayasası aslında Lozan’ın felsefesine aykırı”

-Ama hemen ertesi sene 1924 Anayasası aynı felsefeyle hazırlanmadı.

Evet, Türkiye Lozan’a imza koyduktan sadece aylar sonra tam aksi bir yasal çerçeve için harekete geçerek 1924 Anayasası’nı hazırladı. Tamamen Türklük üzerinden dışlayıcı bir anayasa hazırlandı. Katı merkeziyetçi, muhtariyeti reddeden, tek parti rejimini meşrulaştıran, hakları Türklere özgüleyen bu anayasa esasen Lozan’a da aykırı. Lozan’ın felsefesine aykırı aslında.

“Misak-ı Millî’de de Wilson Prensipleri’nde de Kürtlere muhtariyetin kabulü var”

-Zaten Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’na katılmaya iknasında da bu var; muhtariyet…

Kurtuluş Savaşı'nın başından itibaren bu zaten kabul ediliyor. Misak-ı Millî’nin kabulüdür bu. Wilson Prensipleri’nde de vardır. Wilson prensipleri, Ankara Hareketi'nin kendini uluslararası düzlemde meşrulaştırmasının da dayanağıydı aynı zamanda. Yani aslında bunların hepsi birbirini tamamlıyor; Misak-ı Millî, Lozan ve Wilson Prensipleri. Ve bunların hepsi 1921 Anayasası’yla anayasal çerçeveye kavuşturulmuş vaziyette. 1921 Anayasası ise Türkiye tarihinin neredeyse tek çoğulcu meclisi olan Birinci Meclis tarafından tam bir özgürlük içinde müzakere edilerek kabul edilmiş kapsayıcı bir anayasa. Bir toplum sözleşmesi üzerine inşa edilmiş denebilir. Bu ülkenin tek demokratik ve ulusun temsilcilerinin özgürce yaptığı tek anayasa olan 1921 Anayasası muhtariyeti kabul etmiş.

1923'ün 29 Ekim’inde sadece cumhuriyet ilan edilmedi. İnsanların duymak hoşuna gitmeyebilir ama şöyle bir gerçeği de var 29 Ekim’in; yerel yönetimlere ilişkin bütün hükümler anayasadan çıkarıldı, yerel yönetimler yok edildi. Yani Misak-ı Millî’de ve Lozan’da verilen bütün taahhütler ortadan kaldırıldı. Bunun Kürtler açısından problem olarak görülmesi doğal. Burada Lozan’ın günah keçisi yapılmasına gerek yok kanımca.

-Yani aslında şunu diyorsunuz; PKK bu süreçte yaşanacak anayasa değişiklikleri tartışmasını Lozan ile başlatmaya çalışarak Kürtlere fayda etmeyecek bir iş yapıyor.

Fayda sağlamayacak.

“2015’teki AK Parti-CHP koalisyon görüşmeleri heyetinde ben de vardım”

“1921 Anayasası üzerinden yürünmesi konusunda görüş birliğine varıldı, devrim mahiyetinde bir şeydi”

-Şöyle bir görüntü var. Devlet tarafı bu ‘Terörsüz Türkiye’ sürecini anayasada Kürtlere ‘bireysel haklar’ vererek nihayetlendirmeye çalışacak. DEM Parti şu an için çok renk vermese de Öcalan ve PKK’nın bildirilerinin satır aralarında ‘kolektif haklar’a gönderme var. Ve siz Lozan’ın aslında ikisi içinde sağlam bir çerçeve önerdiğini, istenirse ikisine de prensipte imkân verdiğini söylüyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?

O imkânı veriyor. Sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasaları Lozan'la uyumlu değil diyorum ben. İşin tuhaf tarafı tartışmanın Lozan üzerinden yapılmak istenilmesi. Tartışmamız gereken yeni anayasal düzenin nasıl olacağı konusu.

Başka bir şey daha söyleyeyim. 2015 koalisyon görüşmeleri, CHP ile AK Parti arasında yapılan koalisyon görüşmeleri heyetinde ben de vardım. Anayasa, hukuk ve yargı konularında yetkili olan kişi bendim. Ve biz orada CHP ile bu noktada uzlaştık zaten; “1921 Anayasası dışındaki hiçbir anayasayı referans olarak almamaya ve 1921 Anayasası esasları üzerinden yürümeye varız” dediler. Görüş birliğine ulaştık orada. Bu devrim mahiyetinde bir şeydi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin heyetinde o gün olanlar da hayatta, onlardan da teyit edebilirsiniz. O görüşmelerin bütün tutanakları var bende, hepsi orada yazıyor. Tabi bu tarihi fırsatı da hoyratça heba ettik. 1921 Anayasasının felsefesi ve temel tercihleri Türkiye'nin üzerinde uzlaşabileceği, yeni bir başlangıç yapabileceği bir zemindir.

“‘Sadece Kürtlerin sorunlarını çözelim’ yaklaşımı bir illüzyondur”

-Zaten CHP sürecin kendisine itiraz etmiyor ancak ‘Terörsüz Türkiye’ konusunu ülkedeki diğer haksızlıklar ve hukuksuzluklardan izole ederek ele almama konusunda kararlı gibi. Tam da bu yüzden hükümet tarafından çok eleştiriliyorlar. Türkiye’nin hukuksuzluk sorunu tam çözülmeden Kürtlerin sorunu kısmen çözülebilir mi?

Tek başına Kürtlerin dertlerini çözebilecek hiçbir çözüm yoktur. Şunu çok net biçimde söyleyebiliriz, “Sadece Kürtlerin sorunlarını çözelim” yaklaşımı bir illüzyondur. Böyle bir sürecin Türkiye'ye bir fayda sağlayabilmesi mümkün değildir. Çünkü buradaki sorun herkesin sorunu.

“‘Terörsüz Türkiye’ tarihi fırsat ama anayasa en son ele alınmalı”

“Partiler Kanunu, Seçim Kanunu ve TBMM iç tüzüğü öncelikli olmalı”

-Türkiye’ye fayda getirmese de Kürt sorununu çözer mi, bitirir mi?

Hayır çünkü sorunu üreten şeyin, yani tercih farklılıklarının ve paradigmaların kökü çok daha derin ve demokratikleşmeyle ilgili. Eş değerlilik, eşit yurttaşlıkla ilgili tanımayla ve kabul etmeyle ilgili meseleler. Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal düzeni bir bölünme korkusu ve kaygısı üzerine korunuyor. Ve bu bölünme korkusu ve kaygısı otomatik olarak Kürt'ü ötekileştiriyor. Kürt oradan kendi radikalleşmesinin besinini alıyor. Dolayısıyla karşılıklı olarak birbirini besleyen şey. 20’lerde susturulan bir toplumsal talep, bir dönem biraz işte Türkiye İşçi Partisi üzerinden ya da işte DDKO kuruluşları üzerinden kendini ifade etmeye çalışmış. 1970'lerin sonlarına gelindiğinde de PKK hareketi doğuyor. Bu şartların hiçbirisi değişmeden sadece silahın bırakılmasıyla ‘her şey çözülmüştür’ düşüncesine kapılmak kadar yanıltıcı ve sonuçsuz bir çaba olmaz herhalde. Fakat bu tarihi bir fırsattır ve bununla birlikte başlayabilirsiniz. O yüzden de değersizleştirmiyorum, tam tersine çok önemsiyorum silahların bırakılması meselesini. Ama işte bu tarihi fırsatı değerlendirilmeli, güven ortamı yaratılmalı, yasal düzlemde adımlar atılmalı, ki bunlar sadece infaz veya af yasası gibi hususlar değil. Partiler kanunu, seçim kanunu ve TBMM içtüzüğü bu kapsamda ele alınmalı. Anayasa meselesi en son. Bütün toplumu, meclisi, siyasi partileri ve aktörleri bu anayasal değişiklikler konusunda tartışmanın ve sürecin parçası haline getirmek suretiyle Türkiye'nin 200 yılını meşgul eden bu süreci sonlandırabilirsiniz, ortadan kaldırabilirsiniz. Ama sadece silahsızlanmayla bu başarılamaz. 

“66. Madde’nin yazımında mucize beklemek doğru değil”

-Kürtler açısından en kritik anayasa maddelerinden birinin “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür” ifadesinin yer aldığı 66. Madde olduğunu biliyoruz. Sizce bu madde nasıl yazılırsa sorun çözülür?

Bu madde 1924 ile başlayan sorunlardan biri, ama tek sorun değil. Bu nedenle yeniden yazımından mucize beklemek doğru değil. Benim anayasal anlayışım, sorunların temelini kurumsal tercihlerde görür. Yani ülkenin anayasal düzeninde denge denetim yoksa, erklerin yatay ve dikey ayrılığı gerçekleşmemişse, anayasal düzen tüm yurttaşların ve toplumsal kesitlerinin özgür katılımına dayalı olarak inşa edilmemişse, tanımlar, etiketler çok anlamlı olmaz, özgürlük maddeleri etkisiz kalır, yargı bağımsızlığı da sağlanamaz. Yurttaşı tanımlama 1921 Anayasanın kaçındığı bir tercihti, unutmayalım. Yani 1924 ve sonrasındaki anayasaların temel siyasal tercihlerini ve iktidar kurgularını alıp, onlar üzerinde tanımlarda revizyon yanılgısına düşmeyelim bence.

“Anayasanın kiminle değil, nasıl yapılacağı hususuna odaklanmayı tercih ederim”

Siz bu süreçte önceliğin yeni anayasa çalışmasına değil diğer yasal düzenlemelere verilmesi gerektiğini savunuyorsunuz ama Cumhurbaşkanı Erdoğan muhalefete birlikte ‘yeni bir sivil anayasa’ yapma çağrısı yaptı bile. CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise “Hukuk tanımayanlarla müzakere edilmez, mücadele edilir; önce AYM ve AİHM kararlarına uysun” yanıtı verdi. CHP’nin bu tavrını nasıl buluyorsunuz? Haklı mı haksız mı?

Bence haklı veya haksızlığa odaklanmayalım. Şu an derdimiz bu ülkenin mevcut anayasal düzenden kurtulması ve toplumsal sözleşme üzerine kurulu yeni bir başlangıç yapılması. Eğer bunu yapma imkânı sağlanabilecekse, o adım atılabilir. Anayasa geleceğe dair bir temel karar, tüm yurttaşların kaderiyle ilgili ve her kesimin içinde olacağı bir karar. Ne iktidar kesimi ne muhalefet kesimi dışında kalamaz. Bu yüzden, kiminle değil nasıl yapılacağı hususuna odaklanmayı tercih ederim.