26 Ağustos 2024 Pazartesi

İslam terakkiye mani midir? Tarık Çelenk- 26/08/2024

Yazının başlığı bugünün Türkçesi ile “İslam dini ilerlemeye mani midir” de olabilirdi. Bugün de bu genelde böyle anlaşılmaktadır. Öncelikle terakkiyi günümüzün Türkçesinde ilerlemeden ziyade gelişme veya mükemmellik olarak anlamak daha yerinde olacaktır. Zira ilerleme, Türk düşünce dünyasında ütopik bir modernite düşü olarak hep yanlış algılanmıştır. Bu bağlamda literatürümüzde 1908 ve Cumhuriyet devrimlerindeki yıllarda Sünni İslam kurumsalını savunanlar için sıkça kullanılan “mürteci”, “ilerici” ve “gerici” gibi terimler trajikomik bir nitelik kazanmaktadır. Eğer 1908’de kullanılan gericilik terimi istibdat yönetimini, Cumhuriyet devrimleri döneminde kullanılan gericilik terimi ise Padişahlığı kastetmekteyse siyasi kesitte bu doğru kullanımdı. Ancak genelde gerici terimi ilerleme düşünde ayak bağı olduğu kabul edilen dinin kurumsalları için kullanılmakta. Ayrıca dinin bazı kurumsallarının yorumlarının katılığının ciddi bir yan sorun teşkil ettiğini de ayrıca belirtelim.

Batıdaki bilim ve felsefenin devriminin referansı Rönesans bir ilerleme düşünün peşinde değildi. Tam tersine hakikat ve anlam arayışını insanlığın kadim geçmişinde arama çabasıydı. Geriden uzanabildikleri tarih antik Mısır, Babil ve Helenistik dönemlerdi. Batılı filozoflar bunların kodifikasyonlarında da sıkça Endülüs İslam aydınlanması ve Arapçayı kullanıyorlardı. Felsefe kadim hikmetin kendisiydi. İlgili sürecin iktidar mücadelelerine alet edilmesi kadim ilimlerden, bugünkü yıkıcı modernite yolculuğundaki kırılmalara ve dinlerin orijinalliğinin yitimine neden oldu. Tüm dinlerde sosyoloji, kadim kültür kodları ve daha önemlisi siyasi çıkarlar teolojiyi şekillendirdi tarihsel mezhepleri belirledi.

İslam dininin gelişmeyi engellediği fikri yeni bir yargı değildir. En az 200 yıllık geçmişi de vardır. Batı’da bunu bir tez olarak ortaya koyan Fransız filozof Ernest Renan’dır. Renan’ın bu görüşlerine karşı Namık Kemal ve Cemalettin Afgani zayıf sayılabilecek savunmalar yazmışlarsa da bu görüşler hep Türk modernleşmesinin 1908 devriminden sonra gizli ajandasını teşkil etmiştir. Ahmet Ağaoğlu, Mahmut Esat, Tevfik Rüştü gibi aydın Cumhuriyet bürokratları bu tezden çok etkilenmişlerdir. Devrimlerin ruhun da bu yaklaşım vardır. Kazım Karabekir ise bu görüşlere karşı çıkmış, terakki sorununun dinden kaynaklanmadığını gerçek sebebin demokratik özgürlük alanlarının oluşmamasına bağlamıştır.

Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrimlerinin kapsadığı gelişmemize İslam dininin- şeriatın çerçeveleri mi mani olmaktadır tartışmaları günümüz Türkiye’sinde de hızından bir şey kaybetmeden devam etmektedir. Buna da en çok son 20 yılın popülist dini ve tarihi kullanan beka politikaları neden olmaktadır. Ülkenin genç kuşağının dinden siyaset ve mahalle yüzünden soğuması, dindarların fıkıh ve ibadet dışında evrensel ahlak, vicdan ve ötekinin hakkına riayet sorunları bugün için buna neden olmuştur. Hatta öyle ki bugünkü kurumsal İslam için sadece terakkiye mani olması değil “evrensel vicdan ve ahlak konusunda da yetersiz kalmıştır” tezi de güç kazanmıştır.

Yukardaki farklı tespitler belirttiğimiz son 200 yıldan bugüne gündemdedir. Doğrudur. Kemalist devrimlerin bakış açısı da bu doğrultudaydı. İslam dinin kurumsalını ıslah ederek veya kaldırarak yeni bir kurumsal olmayan sivil din yaratılma çabasına girildi. Başarılı olamadı geri tepti.

Graham Fuller’in “İslamsız Dünya” kitabında İslam dinini doğuşu ve bugünü arasındaki süreçte insanlık tarihinin kazanımlarını, yokluğu varsayımında ise insanlığın muhtemel kayıplarından bahsetmekte. Yerli ve milli derin komplo severlerin iddiaları aksine kitap oldukça nitelikli. Benim yazımın ana tezi değil. Sadece konuya ilişkin bu kitabın hatırlatılmasındaki faydayı düşündüm.

Asıl burada dikkatini çekmek istediğim nokta Yahudilik ve Hristiyan’ların bazı unsurlarının İslam dininden çok daha radikal bileşenler içermesine karşın dünyada en çok bilim ve sanat insanı çıkaranların onlardan olmaları gerçeğidir. Özellikle 1847-1947 arası sağlam Ortodoks Yahudi kültür altyapısı olan Marx, Freud, Proust, Einstein ve Kafka gibilerin fikir ve tezleriyle dünyamızı nasıl değiştirdiklerini dikkate almak gerekiyor.

Hristiyanlıkta Protestanlık gibi dönüşümler yaşandığını varsaysak bile Katolik Françisken veya Cizvitlerin çok daha radikal olduklarını söyleyebiliriz. Tabi ki bu tarikatların dünya çaplarında iddialı eğitim kurumlarının varlığını da hatırlatarak.

Dinde reform dogmanın doğasına aykırı. Ancak epistemik kodifikasyon veya popüler değimle aydınlanma her zaman mümkün. Bunun örnekleri İslam’da Endülüs’te, Horasan bölgesi ve devamı Orta-Asya’da yaşandı. Öyle ki Endülüs, Yahudi ve Hıristiyan aydınlanmasının rampasını teşkil etti. Yahudi ve Hıristiyan aydınlanması sonra sürdü1. Ancak İslam aydınlanmasının önü 16. Yüzyıldan sonra tıkandı.

İslam coğrafyası ve topluluklarının 17-18. Yüzyıldan sonra Batı’dan farklı olarak yaşadıkları en büyük sorun dönüştüremedikleri köylülük ve durduramadıkları göçebelik ilaveten de yağma kültürü olmuştur. Bu yapının mutasavvıfı veya fıkıhçısı dünyaya hep bir taşralının penceresinden bakmıştır. Kadim insanlık geçmişi veya geleceğe yönelik öngörüler ilgi alanlarını teşkil etmemiştir. İslam sadece VII. Yüzyıl kabile Arap topluluğu toplumsalı ve dili ile bunlar nezdinde sınırlı dışa kapalı bir alanı teşkil etmiştir. Ernest Renan’da İslam’dan bir şey olmaz derken aynı açmaza düşmüştür. Bu anlamda İslam toplulukları merak etmemişlerdir. Fıkıhçıların aşırı yeterlilik hissi felsefeye kapısını kapatmış başka bir dilemmaya kapılarını açmıştır. Ne Hezarfen Ahmet Çelebinin uçuşu ne Arkeoloji ve ne de UFO araştırmaları ilgili yapının kendi kasaba vizyonlarına sığabilmiştir. En nazik ifade ile merak ve yeniliklere mesafeli kalmışlardır.

Dünyanın en gelişmiş yerlerinde özgün bir şekilde yaşayabilen radikal Hasidik Yahudiler veya Evangelistleri göz önünde bulundurmadan İslam dünyasının dünya İslamilik endeksinde bile en geride olmasını veya sefaletinin nedenini başörtüsü veya cüppede aramak bizleri ayrı bir açmaza taşıyacaktır. Bu tamamen öteki ile ilişkisini ve birarada yaşama kültürünün görgüsünü kazanabilmiş kentliliğe ilişkin bir sorunsaldır. Ne yazık ki Cumhuriyet devrimleri sadece sosyalleşme ve görgü üzerine gideceğine teolojinin özünü kendince ıslah etmeye çalıştı. Bu da bugünlere intikal eden taşranın bir öfke sinüzoidalini doğurdu. Zorlama sekülarizasyon gelenekte var olan görgüyü de ortadan kaldırdı. İslam dünyasının en büyük sorunlarından birisi de nitelikli bir elit yani iş adamı, din adamı, sosyal bilimci veya siyasetçi çıkartamamasıdır. Modernleşme bu toplumsalda tamamen askeri ihtiyaçların karşılığıydı. Bu yüzden eğitimli asker sınıfı görgünün karşılığıydı. Ancak şansızlık o ki batı dünyası aksine İslam dünyasında görgüsüzlük para ve makam sahiplerinde yoğunlaşmış durumda.

Rene Guenon ve Roger Garaudy gibi batı dünyasının yetiştirdiği önemli teozofist ve filozofların sonunda İslam’da buldukları şüphesiz Arap sosyolojisinin vahşeti değil belki de bu Tanrı’nın son mesajının aradıkları antik kadim hikmetin son halkası olduğuna inanmalarıydı. İslam coğrafyasında ticari, kültürel ve siyasi ortama ilişkin ilgili özgürlükler bu tip insanların yetişmesine elverebilseydi belki de bu yazıyı yazmanın anlamı da olamayacaktı. İslam’ın terakkiye mani olup olmadığı sorusunun cevabını İslam’da değil de siyaset ve sosyolojide aramak daha uygun görünüyor.

24 Ağustos 2024 Cumartesi

TARİKAT NEDİR, NEDEN İHTİYAÇ DUYULUR? Zahide UÇAR/16.07.2023

Menzil şeyhi öldü. Devleti yönetenler taziye için sıraya girdi. Tarikatları kapatan yasa hala yerli yerinde duruyor. Bu durumda ülkeyi yöneten kadro ve bürokratlar yasayı çiğnemeye devam ediyor. Naylon muhalefet her zamanki gibi sessiz kalıyor.

Tarikatlar hakkında çok yazan var. Hemen hepsi, hastalığı teşhis etmeden reçete yazan tüccar doktor gibiler. Anadolu il ve kasabalarında yaşamamışsanız, konuya tam hakim olamazsınız. Sahi, tarikatlara bu kadar insan neden gidiyor, hiç düşündünüz mü? Sosyologlar, Psikologlar bu konuda bir araştırma yaptı mı? Ben böyle bir çalışma bilmiyorum.

Gidenlere sadece cahil teşhisi koymak kolaycılıktır. Madem yazan yok, GENE İŞ BAŞA DÜŞTÜ.

Şeyhlere giden veya götürülenlerin çoğu travmalı insanlardır. Ya çok büyük bir günah işlediğini düşünür, ya çare bulunamayan bir hastalığı vardır, ya da iflas etmiştir gibi... Köşeye sıkışan bu insanlara bir tarikatın müridi, şeyhine gidip bir de ondan görüş almanın iyi olacağını söyler. Zaten sıfırı tüketmiş olan kişi; “gidelim bakalım, kaybedecek neyim var” diye düşünüp teklifi kabul eder. Ondan sonrası çorap söküğü gibi gelir. Şeyh yargılamaz. En ağır imtihanları Allah sevdiği kuluna yükler der. Daha afilli yorum ise;

“Gam o değil ki, gide dünya, gele din

Gam o ki, gide din, gele dünya”

Yani, dünya varlıklarının gitmesi dert değil, din giderse dert diyor.

Gelen bir de tövbe aldıysa, geçmiş bütün günahları af olur. Tıpkı papaza, rahibe günah çıkartmak gibi… Psikolojik rahatlamayı bir düşünün artık. İmamlar günah çıkartamadığı için işe yaramazlar. 

Böylece şeyh köşeye sıkışan travmalı kişiye bir kapı açıyor. Kişi için ondan sonrası, milattan önce, milattan sonrası kadar büyük bir değişim olacaktır. Kişi bir anda kendini başka bir dünyada bulur. Çok özel biri olduğu için, Tanrı’nın kendisine bir dert vererek kendine davet ettiğine inanır artık. Nefis terbiyesi alıp, cenneti kazanacağı bir okula gelmiştir. Şeyh bu okulun kutsal bir öğretmenidir. Ölü gibi şeyhine teslim olursa hızlı yol alacaktır. Üç kademeden bahsedilir. Önce şeyhinde yok olacaktır. Fenafişşeyh makamı. Sonra peygamberde yok olacaktır. Fenafirresul makamı. Sonra Tanrı’da yok olacaktır. Fenafillah makamı. Şeyhinde yok olursan zaten bu üç makama da çıkmış olursun. Çünkü şeyh zaten Fenafillah makamındadır. Fenafillah makamı demek, şeyhten konuşan artık Allah’tır. Bütün müritler buna inanır. Buna inanınca Şeyhin söylediğinin sorgulanması diye bir durum söz konusu bile değildir.

TARİKATLER GERÇEK MANADA ZOR KAPATILIR

Neden bu başlığı koydum? Çünkü ülkemizde devleti yönetenlerin uygulamaları buna izin vermez. Ülkemizde fakir-zengin ayrımı çok keskindir. GELİR ADALETSİZLİĞİ ADETA UÇURUM HALİNE GELDİ. Bazılarının telaffuz ettiği para miktarlarını sadece fakir değil, küçük esnaf, memur, işçi, emekli, zanaatkar rüyasında bile göremez. Sınıflara göre mahalleler, oturum alanları oluşmuştur. Dolayısıyla kimsenin kimseden haberi yok. Aile bağları zayıflamış. Bu durumda insanlar çok yalnız kalmıştır. Bir tarikata girdiğinizde ne olur biliyor musunuz? Koskoca bir aileniz olur. Tarikatlarda toplumda ne varsa hepsi vardır. Doktor, mühendis, öğretmen, tüccar, esnaf, sanatçı, asker,avukat, eczacı,  işçi, hamal… Tarikata girdiğiniz an şeyh size; “gerçek kardeşlik budur, birbirinizden ayrılmayın. Sürüden ayrılanı kurt kapar” der. Artık aileleri ile bile bağları kopar. Eski arkadaş ve dostlar terk edilir. Çünkü onlar zahirdir. Sizi gaflete düşürür…

Şeyh birçok ile vekil atar. O vekiller müritleri toplayıp tarikat sohbeti yapar. Her şeyh imtihan saydığı için günah-sevap kavramından pek bahsedilmez. Mürit alacağı buzdolabının markasını bile şeyhine sorar. İyi çıkarsa şeyhin lütfu, kötü çıkarsa imtihanıdır. Başına gelen her şeyi efendisi yapmıştır. Çünkü nefsini terbiye etmek için gereklidir. Tekkelerde şeyhin dışında kimsenin makamı yoktur. Nefis terbiyesi için doktor, bir kurumun müdürü, iş adamı, eczacı diğer müritlere çay dağıtır. Yeri gelir sofra kaldırır, temizlik yapar. Bu durumu da mürit avlamak için övünerek anlatırlar. Siz, ezilen, gariban insanlar için bu ne demektir anlayabiliyor musunuz?

Bu konu hiçbir psikolog ve sosyologun ilgisine neden çekmez?

Bir yerde bir işi olsa şeyhine söyler. Oralarda şeyhin bir müridi mutlaka vardır. O müridin adı verilir. Selam söylenir. Onu bul denir. Bu bir doktor adı, bir müdür adı, öğretmen adı, işveren adı olur. Mürit efendisinin selamıyla gider. Selamı alan mürit efendim yolladı diyerek gidenin her işini bizzat kendisi yapar. Artık yalnızlık bitmiştir. Müritler kardeş olduğu için, evleri birbirine açıktır. Canı sıkılan gece yarısı başka bir müridin kapısını çalar. Bunun adı muhabbet, Alllah aşkıdır. Uzak bir ilde işi çıkan mürit, hiç tanımadığı bir müridin kapısını çalabilir. O mürit de geleni; “efendimin misafiri” diye baş tacı eder. Nasıl, ne yapacağım telaşı bitmiştir. Efendi her derde bir çare bulmaktadır. Küçük bir devlet haline gelen tarikatlar her işi kendi içinde çözer. Tekkelerde yemek çıkar. Zengin olanlar taşır. Köylüler yetiştirdiğinden götürür.  Her biri neye gücü yetiyorsa onu yapar. Darda olanın sıkıntısı giderilir. Eksiği tamamlanır. Çünkü neleri varsa zaten efendilerinin verdiğine inanırlar.

Çocukların hangi mesleği seçeceğine, kiminle evleneceğine şeyh veya vekil karar verir. Hatta doğan çocukların adını bile şeyh verir. Yani, her şeye tek kişi kara verir. Diğerleri var gibi görünse de aslında YOKTUR. Beyinleri olmayan, şeyh tarafından yönetilen kukla ordusu…

Tarikatlar ALAMUT KALESİNİN başka bir örneğidir. Sürekli aynı sohbetlerİ dinleyerek, müritlerin dışındaki insanlardan mümkün olduğunca uzak kalarak efsunlanırlar. Buna da manevi sarhoşluk denir. Efendileri aşk şarabı sunan bir sakidir. Hepsi Tanrı’nın özel ve seçilmiş kullarıdır. Tarikat dışında kalan herkese acırlar.

Türkiye gibi asosyal bir devlette, böyle bir yapıyı kapatarak kırabileceğini düşünmek, kavak ağacında balık yetişir demek kadar ahmakçadır.

Bir arkadaşımın Almanya’da emekli olmuş ve birçok hastalığı olan halası Türkiye’ye gelmişti. Kadın hastalandı. Bizim sağlık kurumlarında rezil olup geri döndü. Almanya’da boynuna asılan bir aletle sağlık durumu uzaktan kontrol edilip en ufak sıkıntıda sağlık ekibi evine gelip müdahale ettiği için kadıncağız yalnız olmasına rağmen Almanya’da kalmak zorunda kaldı. İnsanlar kendini güvende hissederse, karanlık yapılardan medet ummaz.

Bizimki gibi, kimsenin kendini güvende hissetmediği bir ülkede, şu anlattığım tarikat yapısı sadece yasaklayarak çö-zü-le-mez. Yer altına inerler. Evlerde toplanırlar. Kimsenin misafirine müdahale edemezsin.

Artık şunu kabul edelim;

Türk insanı kültüründen kopmuş, sosyal doku hastalanmış, insani değerlerini büyük ölçüde yitirmiş insan topluluğu haline gelmiştir. Türk toplumu amaçsız ve mutsuzdur. Amacı olmayan bir toplum vatandaş olma niteliğini zaten yitirmiştir. Kolay avdır.

Sizlere din söylemli tarikatların işleyişini biraz anlattım. Asosyal bir devlet tarikat gibi yapılar için insan kaynağı yaratır. Çaresiz bırakılan, ezilen, öteki olan insanlar tutunacak bir dal aradığında bu tarikatlar bize gelin” der. Hastalığı yaratan nedenler ortadan kaldırılmadan, hastalık tedavi edilemez. Koskoca bir bataklık var, önce o bataklık kurutulmalıdır.

Peki, siz modern, tarikatlara burun kıvıran birçok insanın sosyete tarikatlarını biliyor musunuz? Bir ara, Amerikan mistiklerini okuyarak, “ ben Allah’ım” diye dolaşan, Hintli Budist kadının secde ederek ayağını öpenleri biliyor musunuz…. Namaz, oruç, şeriat kısmını geçin, öğretileri din bazlı tarikatlarla aynıdır. Nirvanaya ulaşmakla, fenafişşeyh olmak aynı anlamı taşır. Türkiye’de AKAŞA yayınlarından çıkan bu kitaplara bir göz atın. İyi, kötü yoktur. Her şey olandır der. Bütün bu öğretiler kişileri vatansızlaştırır. Kimliksizleştirir. Bu noktada;

“Türkiye’de 72 tarikatı ben kurdum” diyen hahambaşı(Dr. Ramazan Kurdoğlu), tarikat şeyhleri vasıtasıyla mankurt ordusu yaratmış olmuyor mu? İngilizler Osmanlı topraklarına 500 İngiliz ajanı ile girip vatansız, tembel, asalak mankurt ordusu yaratmıştı. Türkiye Cumhuriyeti aynı tehlike ile burun burunadır. İç Anadolu illerinde ezici çoğunluk tarikatların eline geçmiştir. Yabancı istihbarat ajanı olan şeyhlerin tek sözü ile beynini kullanmayı terk eden mürit ülkesini bile yakar. Çünkü şeyhinden konuşanın Allah olduğuna iman etmiştir.

Yıl 1919=yıl 2023. Bu resim artık nettir.

Watsap gruplarında, sosyal ağlarda birbirimize kendi reklamımızı yaparak, konforumuzu bozmadan vatanseverlik taslayarak sadece kendimizi tatmin ederiz ama gerçekleri değiştiremeyiz. Hızla rehber imamlık rejimine geçişi durduramayız. Torunlarımız “bu vatanı nasıl kaybettiniz, bizlere ve ülkeye nasıl ihanet ettiniz?” diye sorduklarında da;

“Vallahi sosyal medyada gruplarında çok savaştık, oralardaki savaşımıza karşılık kahramanlık madalyası beklerken, baktık ki ülke gitmiş, fark edemedik” deriz gari…

Muhafazakârlığın Müslümanlığa Ettikleri İlhami Güler/10 Mayıs 2023

Müslümanlık

Müslümanlık, Kur’an’da özü itibari ile daima hasbî ve muhasibi/münekkit (eleştirel-critical) bir halet-i ruhiyedir. Kur’anî bir kavram olan “Takva”, müminin/Müslümanın sürekli teyakkuzda, tetikte olma, dikkatli olma, kül yutmama, uyanık olma, kendini kandırmama, mukallit olmama; müçtehit ve mücahit olmasıdır. Vicdan kapasitesinin (lübb, fuad, basiret) düşünür olma (tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, tedebbür, taabbur, nazar, rey…) halidir. Ahlak alanında cehalet, oralı olmama, sorumsuzluk, nadanlık, mazeret değil; suçtur. İçgüdülere uyma (heva), haddi aşma ve tuğyan, zulüm ve hayvanlıktır. Tekebbür-istiğna, kendini beğenme, şeytanlıktır, küfürdür. Müslümanlık, Kur’an’da yüzlerce kez tekrar edildiği gibi “İman ve salih amel” ve amelin, imandan kopmamasıdır.

Taklit, yani içinde doğulan toplumun, tarihin, geleneğin değerlerine körü körüne, sorgulamadan, seçmeden, itiraz etmeden, olduğu gibi uymak, meşru değildir. Kur’an, 23 sene boyunca böylesine katı muhafazakâr-mukallit bir (Hamiyyetu’l-cahiliyye) tutum ile mücadele ederek Müslümanlığı oluşturmuştur. Müslüman âlimlerin bir kısmı, bu gerçeği görüp taklidi “haram” olarak gördükleri halde; çoğunluğu, yeni dönemde kendilerinin mutlak hakikati yorum yolu ile (mezhep) ortaya koydukları zannı ile avama/halka taklidi meşru görmüşlerdir: “Avamın dini, mezhebidir.” Sünnîlik, Şiîlik ve Haricîlik, böylece Müslüman ahalinin “din”i olmuştur. Yani Cahiliye döneminin taklit ve katı muhafazakârlığına kısa sürede yeni bir teolojik ajanda ile geri dönülmüştür. Tıp biliminde olduğu gibi, dinde de “Ulema” grubunun oluşması meşru olsa da; “Koruyucu Hekimlik” ve “Halk Sağlığı” kavramlarında olduğu gibi, asıl olan, herkesin sağlığını koruyup hasta olmaması ve hasta olduğunda da uzman bir hekime başvurma itiyadının herkese kazandırılması ve herkesin, kendini ilgilendiren dini-ahlaki konuları düşünmesi ve bilmesidir. Hz. Muhammed’in söylediği gibi, nihayetinde “Fetva”yı kalbinden/kendinden/vicdanından almasıdır. Öncelikle Kur’an da, aynı şeyi teyit eder:  “Hakkında bilgin olmayan şeylerin peşine körü körüne takılma; kalp, göz ve kulak, bundan Ahirette sorguya çekilecektir.” (17/36). “Onlar, sözü dinler, en güzeline uyarlar.” (39/18). Ahirette cehennemlikler şöyle derler: “Şayet akletseydik veya dinleseydik; burada olmayacaktık.” (67/10)…

Muhafazakârlık

a) Politik İçerik: Muhafazakârlık, İngilizce kavramsallaştırılması ile “conservatism”; Fransız Devrimi ve Aydınlanmanın dini değerleri kökten reddetmesine aksülamel olarak, İngiltere’de ortaya çıkmış politik-kültürel bir ideolojidir. Dini değerleri modernitenin değerleri ile sentezlemeyi ve yenilemeyi ifade eder. Kendini sürekli yenilemenin (tecdit-update) ve eleştirellik, kapsayıcılık ve ahlaki mükemmelleşme anlamında “Modernleşme”nin (Tecdit/Yenilenme) mutlak iyiliğine karşı, yine de kültürel-politik tıkanma/donma sonrası için doğru bir tutumdur: Yaratıcı-Organik yenilenme teşebbüsü.

b) Psikolojik Halet-i Ruhiye: Muhafazakârlık, aynı zamanda bir yaşlılık psikolojisidir. Metabolizma yaşlanınca, değişim, dinamizm, yenilenme, cesaret ve risk alma kapasiteleri zayıflar. Katı-Muhafazakârlık, tutuculuk, taassup/cimrilik karakteridir; istifçilik (çöp ev) karakteridir. Bilinçli ısrardan ziyade, kör inattır: “Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olma.” Muhafazakârlık bir yenilik alerjisi veya gerçeklik ve olgusallığın dinamizminden kopuş; nostalji, hayal, romantizm ve şizofreni barındırır.

 

c) Teolojik İçerik: Geleneksel toplumlarda değişim yavaş olduğu için taklit, yani kalabalığa/topluma uymak esastır, güvenlidir, risksizdir. “Taklit ile tok olan, hakikatte açtır.” Tanrı’nın mutlaklığı, dokunduğu insani siferi de –insanların zannınca- kendine benzetir/mutlaklaştırır. Mezhepler böyle oluşur. Bireyler, bireysel sorumluluk üstlenerek, düşünerek, vicdanlarını diri tutarak şuurlu bir şekilde ahlaki eylem tercihinde bulunmaktansa; yerleşik kanaatleri/inançları sürdürmeyi kolayca ve konformist olarak tercih ederler: “İtikat-İbadet-İlmihal Dindarlığı”. Diğer taraftan, kurnaz dindarlar, yükte hafif olan itikat ve ibadetleri, “dindarlık”ın tamamı olarak kodlayıp; pahada ağır olan iman ve ahlakı ıskalar: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir” (Spinoza).

 “Temsil” iddiasındaki kurumsal din bürokrasisinin (din adamları, kilise, tarikat, cemaat, parti, vakıf, dernek…) oluşturduğu “muhafazakârlık” ile sıradan/saf dindarın, avamın, halkın muhafazakârlığı da aynı değildir. Sahici dindarlık, hasbîlik ve muhasibilik iken; muhafazakârlık, ciddi düzeyde hesabîliktir. Müslümanlık amatör ruhu iken; muhafazakârlık, profesyonelliktir. Müslümanlık, çiçek çiçek gezerek bal yapmak iken; muhafazakârlık, hazır şeker yiyerek bal yapmaktır. Muhafazakârlık, “Ne şiş yansın ne de kebap” ve gelin kızın: “Hem giderim hem ağlarım” psikolojisidir. Kur’an’ın deyimi ile: “… ne bunlara ne şunlara bağlananlardır.” (4/143). Tüccarlıktır, kurnazlıktır, din istismarcılığıdır. Muhafazakârlıkta dinsel dil, “…sürekli bir üstünü kapatma aracı olarak işler… Dinsel girişim, ekonomik boyutlu bir girişimdir; ancak, bu niteliğini itiraf etmez; ekonomik boyutunun bir tür sürekli yadsınması dahilinde çalışır.” (P. Bourdieu, Pratik Nedenler. Çev. Hülya Tufan. İst. 1995. s. 202, 206.) Dinin simgesel, sembolik, kutsal kapitalleri/kavramları kullanılarak politik güç, meşruiyet, ekonomik güç, mal, para, rant, itibar, çıkar elde edilir. Kur’an: “İnsan, menfaate aşırı (şedit) düşkündür.” (100/8) der. Marx’ın da toprağı bol olsun; çoğunlukla haklı çıkıyor. Din/İslam, iman ve salih amel-ihsan (adalet-merhamet) ile bu menfaatin “Ahiret”e tecil edilmesidir.

Türkiye Muhafazakârlığı ve Müslümanlık

Batı’ya komşu/sınır olan Osmanlı’nın, katı-muhafazakâr, skolastik, taklitçi/dogmatik, geleneksel ısrarı, Batı’nın meydan okuması, yani Endüstri Devrimi, Aydınlanma, Rönesans, Reform, Fransız Devrimi karşısında sendeleyerek çökmesine sebep oldu. Osmanlı’nın, “Tanzimat” ve “Meşrutiyet” süreçlerinde kendini yenileme/modernleşme çabaları, hayatiyetini sürdürmek için yetmedi. Aydınlar ve askeri-sivil bürokrasi de kendine yabancılaşarak Batı’yı da hakkıyla tanımayan, Batı hayranı, İranlı düşünür S.A. Ferdid’in deyimi ile “Garpzede”, mutasyona uğramış, ne öteki/ne kendi olabilen bir grup, “Devrim” yaparak yeni bir seküler “Ulus Devlet” ve “Çağdaş-Laik” bir toplum oluşturmaya çalıştı. Oysa Batı, kendi yenilenmesini, uzun süre içinde eleştiri-düşünce ile “Kanon”lar oluşturarak, -sunî değil- daha sağlıklı ve organik olarak yapmıştı.

Bu kültür ve politika devrimi karşısında taklitçi-dindar halk yığınları da kendi içine kapanarak, bir içerleme-uçuklama psikolojisi ile bu duruma direndi. 1950’lerden itibaren yönetici/siyasi-bürokratik ekip içinden “Sağcı-Amerikancı” muhafazakâr bir mutasyon daha yaşandı. Askeri bürokrasinin ve CHP’nin kültürel-politik hegemonyası ile mukallit-mütedeyyin halk kesimi arasında arabuluculuk yaptı. 1970’lerden itibaren bu Sağcı-Amerikancı muhafazakârlık içinden merhum N. Erbakan’ın öncülüğünde “Millî Görüş” adı altında “İslamcı (Mücahit)” bir kırılma oluştu. Şairler (N. Fazıl, S. Karakoç, İ. Özel…) ve Şeyhler-Tarikat-Cemaatler, bu oluşuma destek verdi. 2000’li yılların başına gelinceye kadar bu süreçte “Hasbilik” ile “Hesâbilik”in (Köylü-Esnaf kurnazlığı) iç içe olduğunu söylemek mümkündür.

2000’li yılların başından itibaren merkez sağın ahlaki-politik olarak çökmesinden sonra, “İslamcı Millî Görüş”ün içinden “Gömlek değiştirerek” ve kendini “Muhafazakâr” olarak kodlayan “Kazan-Kazan” mantığı ile -sanayi ve teknolojik üretimde tarihsel olarak behresi olmadığı için- daha ziyade “Müteahhit” meşrep (İnşaat-Eser Siyaseti/Rant içgüdüsü) politik bir mutasyon daha yaşandı (AK Parti). Bu mutasyon, aynı zamanda, askeri vesayet döneminde uzun süre “Mürteci-Şeriatçı-Mutaassıp- Örümcek Kafalı” olarak aşağılanan ve ekonomik olarak periferide (yoksul/yoksun) kalmışlar, rövanş almak için bilge bir “Devlet Adamı” arayacak halleri/mecalleri olmadığı için; “Deli Yürek/Çatal Yürekli/Kasımpaşalı-Delikanlı” bir kahraman arıyorlardı; sonunda buldular da (R. T. Erdoğan). Aynı genetiği haiz ikinci-benzer bir mutasyon da, 1980’lerden itibaren “Nurculuk” Cemaatinin içinden F. Gülen’in öncülüğünde “The Cemaat/Hizmet Hareketi” olarak oluştu. Bu iki muhafazakâr mutasyon, işbirliği yaparak “Takiyye” ve “Kumpas”larla (Paralel Yapı) “Askeri Vesayet”e son verdi. Daha sonra da, -Sahabe dönemindeki iç savaş/“Büyük Fitne”de olduğu gibi-teolojileri aynı olmasına rağmen, kendi içlerinde politik ihtilaftan/ihtirastan dolayı çatışmaya girdiler (15 Temmuz). Cemaat, koşulsuz olarak Amerikancıydı; AK parti ise, -haklı gerekçelerle- Amerika’dan, AB’den giderek koparak bağımsızlaşmaya ve Rusya’ya doğru dönmüştü. Siyasi iktidar, Cemaati tasfiye etti (FETÖ). Bu olaydan sonra, işbirliğinin komplo (darbe teşebbüsü) ile bitmesi sonucu; demokrasi, salt seçim/oy sandığına indirgenerek; Parlamento/Meclis, Kuvvetler Ayrılığı, Hukuk Devleti… kavram ve kurumları es geçilerek; “Başkanlık” adı altında ve “istikrar” uğruna, “Hilafet-Saltanat (II. Abdulhamit)” hafızasına ve Atatürk dönemi “Tek Adamlık (Lider)” rejimine tekrar geri dönüldü. Partide, devlette, bürokraside lidere “sadakat” ilke haline getirilerek, “Bölgecilik-Karadeniz” hegemonyası perçinlendi: “Bize her yer Trabzon”. Ülkede bir sürü eğitimli/meslek/ehliyet sahibi genç insan işsiz-güçsüz gezerken; halk deyimi ile: “Karadeniz’de eşeklere bile iş bulundu (Bölgecilik, Akrabacılık, Partizanlık)”. Muhafazakârlık markası altında etnik olarak Türk ve Kürtlere de bazı “Taşeronluk”lar verildi. Lidere sadık olanlar kaldı; diğerleri tasfiye edildi.

Milliyetçiliğin (MHP), mukaddesatçılıktan -erken dönemde- Muhsin Yazıcıoğlu ve -son dönemde- Sinan Ateş tasfiyeleri; merkezlilikten de “İYİ Parti” kopuşu ile yer yer mafyalaşmaya doğru olan mutasyonu (S. Peker, A. Çakıcı), sonunda “Cumhur İttifakı” adı altında Karadeniz hegemonyasına “Yerlilik-Millilik” tekeli altında eklemlendi. AK Parti, “Rabia” işareti ile dış politikada çıkmış olduğu “Ümmetçilik (Yeni Osmanlı, Stratejik Derinlik, Komşularla Sıfır Sorun)” idealinden, reelpolitikanın pis/acı gerçekleri ile karşılaşması sonucu, tekrar “Rabia”nın mutasyonu (Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Millet, Tek Devlet) ile muhafazakâr-milliyetçiliğe geri döndü. Bu arada Türkî Cumhuriyetlerle ilişkiler geliştirildi. Balkanlardaki Osmanlı bakiyesi topluluklar ile sıcak ilişkiler kuruldu. Afrika açılımını da kaydetmek gerekir.

Sonuç

20 senelik muhafazakâr iktidar döneminde başta altyapı (ulaşım, iletişim, enerji) olmak üzere sağlık ve silah teknolojisi ve son dönemlerde üretim alanlarında -yatırım öncelikleri ve ekonomi bilimi açısından doğru veya yanlış- gelişmeler sağlandı. Eğitim, üniversite, kültür, hukuk, mimari, sanat ve din alanlarında ise ciddi tavsamalar, gerilemeler oldu. Sözde ve görünürlükte (Kisve-Cami) din artarken; içerik/mahiyet epeyce boşaltıldı. Hâsılı muhafazakârlık -İngiliz tarzı- kendi geçmişi ve Batı Modernitesi üzerine ciddi bir eleştiri yapıp, düşünceye dayanan bir iman ve vicdan yenilemesi (tecdit-update) gerçekleştirip; özgün bir kültür/kimlik/kişilik/karakter oluşturamadığı için, anakronik taassup/taklit tezahürleri (Tarikat-Cemaat) veya mutasyona uğramış bir kişilik ile ağırlıklı olarak itibar ve kazanç kapısına dönüştü. Muhafazakârların kendi yorumu ile: “Çalıyorlar; ama çalışıyorlar”. İşini/görevini/mesleğini, ibadet saiki ve ahlaki sorumluluk ile yerine getiren dürüst dindarları tenzih ederim.

“Dindar” muhafazakârların ahlaki karnesi, İlhami Güler

1- TARİHSEL-TEOLOJİK NEDENLER

Sünnîlik, teolojik olarak oluşurken, Haricîlik ve Mu’tezile imanı amel ile birlikte “Müslüman” olmanın kurucu şartı olarak bir kimlik tanımı şeklinde ileri sürdüklerinde; bunu reddederek, ”tasdik/inanç”in (“İman”değil), “mümin” ve “müslim” olmak için yeterli olduğunu kabul etti. (“lailahe illelah” diyen, cennete girer). Ahlak/amel, olsa da olur; olmasa da olur; olursa, “semere/meyve” olarak daha iyi/tatlı olur. Bu tutum, ahlak alanında gevşek/light bir kimlik teknolojisinin oluşmasına sebebiyet verdi. İkinci olarak Sünnîlik, tasdiki/inancı, “iman” olarak yorumladı. Bunu da “Amentü” olarak kodladı. Oysa, inanç ve iman, ayrı ayrı muhtevalardır. Kur’an, Bedevilerin, kesin tasdiklerini (teslimiyet), “iman” olarak kabul etmedi: “Bedeviler, “iman ettik” dediler. De ki: ”Hayır, henüz iman etmediniz; “teslim olduk/tasdik ettik” deyin. İman, henüz kalplerinize yerleşmedi.” (49/14). İman, Allah ile duygusal değerlilik yaşantıları olan huşu (saygı), haşyet (korku), güven, muhabbet ve umut’a (“havfen/korku ve tamaan/umut”- “rağaben/rağbet ve raheben/kaygı”) dayanan canlı bir ilişkidir. Oysa “inanç”ın bu nitelikleri yoktur. İnanç değişmez; genellikle amel doğurmaz; doğursa da, doğruluğu tesadüfidir; soğuk su veya donmuş buz gibidir. İtikat, cenazeye; iman, canlı insana benzer. iman değişir: artar-eksilir; sıcak ve kaynar su gibidir, hareket (amel) doğurur; barometre gibidir: tavan yapar-taban yapar. İman, zorunlu olarak amel doğurur: “Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz”, “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.”: “İman edenler,…Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenlerdir; ancak onlar, imanlarını doğrulayanlardır.” (49/15). “İnsanlar, (amel ile) denenmeden, “inandık” diyerek bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” (29/2).

Sünnîlik, ibadetleri (Namaz, Oruç, Hac, Zekât), kelime-i şehadet ile birlikte “kimlik teknolojisi” olarak İslam’ın “Beş Şartı” olarak kodladı. Kur’an’da değinilen sınırlı sayıdaki “Haram”ları (faiz, zina, içki, adam öldürme, hırsızlık…) da ekleyerek “32-54-Farz” olarak kodlayıp “İlmihal” dindarlığı tamamlanmış oldu. Domuz etinin haram, her türlü haltın yenebildiği; vicdansızlık değil, sadece “içki, bütün kötülüklerin anasıdır” olduğu bir dindarlık gelişti.

Böylece Kur’an’ın baştan sona kadar mümin bireyin her bir tekil ilişkide, her an vicdanının diri tutmak için çabaladığı “Takva” ya ve düşünmeye (tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, temmül, tabbur….) çağrı/teşvik, iptal edilmiş oldu. Yani canlı iman ve diri vicdana –büyük ölçüde- ihtiyaç kalmadı. Oysa Kur’an, baştan sona kadar insan vicdanının (kalp/fuad, fıtrat, lübb) ölüm, körelme, sağırlaşma, kararma, mühürlenme, taşlaşma, katılaşma, paslanma, hastalanma…ile karşı karşıya olduğunu dile getirir. Örneğin: ”İman edenlerin, Allah’ı anmak ve ondan inen hakikate karşı kalplerinin saygı ile ürpermesi gerekmez mi? Müminler, daha önce kendilerine kitap verilip de –aradan uzun zaman geçince- kalpleri katılaşan (Yahudiler-Hristiyanlar) gibi olmasınlar. Onların birçoğu, fasık kimselerdir.” (57/16). Şu andaki “Müslüman” ların çoğunluğunun, burada tasvir edilen Yahudi ve Hristiyanlardan bir farkı var mı?

Kur’an’ın baştan sona kadar “Mümin/Müslim”in karakteri (Kimlik teknolojisi) olarak vurguladığı “Takva” konusunda Fazlurrahman şöyle diyor: “Takva kavramı ile ima edilen bu kendini inceleme/nefis muhasebesi, hiçbir zaman, kendini her şeyden masun görme anlamına gelmez. Tam aksine; takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan, davranışlarını düzenlemek için, kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de hiçbir zaman “doğruyu/hakikati” seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi, tek başına yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “Aşkın (Allah-İG)”a ihtiyaç kalmazdı. Fakat biz, insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olduğunu biliyoruz. İşte “Takva”, bu “Aşkın(Allah)ın yardımına işaret eder. Zira, onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, fiil de bizim olsa da; bizim yapıp etmelerimizin hakkındaki nihai ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: Adil Çiftçi. Ank.1997. s. 14)

Türkiye’deki mukallit muhafazakârların bir kısmı, N. Fazıl’ın: “Sakarya: Saf çocuğu, masum Anadolu’nun” dediği kabilden “ilmihal Müslümanlığı” nı sürdüren insanlardır. Bir kısmı, seçimlerde oyunu “sosyal yardım” karşılığı siyasetçilere satan “Köylü Kurnazlığı” nı benimsemiş olanlardır. Bir kısmı tarikat-cemaat, vakıf-dernek aracılığı ile “kamu” dan menfaat tırtıklayan, Allah’ı ve halkı kandırmaya çalışan “uyanık” tiplerdir. Az bir kısmı (sayılarının ne kadar olduğunu bilmiyorum; ama, az oldukları kesin) siyasette ve bürokraside “Hz. Ömer Adaleti” kaygısı ile hareket edenlerdir. Büyük bir kısmı da (kahir ekseriyet) siyasette ve bürokraside “Çakal” tabiatlı olanlardır. Vicdanı diri olan varsa, kendinin hangi kesimden olduğunu bilir.

2- KÜRESEL-KÜLTÜREL (ZEİT-GEİST/ÇAĞIN RUHU) NEDENLER

Sahici anlamda din (iman-vicdan), insan Tanrı’nın başta Yaratma olmak üzere, sıfatlarının tecelligâhı olan Tabiat (Ayetler) içinde yaşarken gerçekleşir. Bütün dinler, Modern makine ve dijital Teknoloji öncesinde doğmuşlardır. Modern Teknolojinin küreselleşmesi ile de Tanrı’nın evinden kendi yaptığımız eve (Tekno-city) taşınma ile de sönümlenmeye başlamışlardır. Tanrı’nın teknolojisinden Modern Batı insanının yaratmış olduğu teknolojiye geçiş ile oldu bu durum: “Tanrı, merkebi yaratmıştı; Almanlar, Mercedes’i”. Teknolojik araçlar, her zaman vardı. İnsanın işlerini, yaşamını kolaylaştıran birer “araç/aparat” olarak vardı. Ancak, modern teknolojinin tabiatı bir başkadır.

Artık teknolojinin özü, Max Weber ve Habermas’ın iddia ettikleri gibi, nesnelerin “rasyonel kontrol yeterliliği ve verimliliği” değil; Heidegger’in iddia ettiği gibi, Tekniğin özü, “teknik” bir şey değil; “metafizik” bir şeydir. Günümüz Batı kültürünün, Nietzscheci “Onto-teoloji”ye –düşünülmemiş- bağlılığı olarak teknoloji, Nietzsche’nin metafizik/teolojik olarak “Güç Tutkusu (will to power) ve Tutkuya Tutku/istemeyi istemesi (will to will); ontoloji olarak da, “-kendimiz dahil (“İnsan kaynakları”)-, ilişkili olduğumuz entitelerin tümünü, doğaları gereği anlamsız “Bestand” yani optimize edilmeyi, düzenlenmeyi, maximal randımana kavuşturulmayı bekleyen pür “kaynaklar (rezerv/stok)” olarak anlamaya ve bu tarzda ele almaya teşvik eden şeyin, tam da entitelerin varlığının bu ontolojik indirgemeci kavranışı olmasıdır.” (Ian D.Thomson. Heidegger-Ontoteoloji. çev: H. Arslan. İst. 2012. s 75). Bu dünya görüşü/bakış açısına göre: “Varlık, önceden hesaplanabilir olandan başka bir şey değildir. Varlığı teknolojik olarak kavrayışımız, bir “hesaplayıcı düşünme tarzı” üretiyor. Entiteleri, çift değerli (O-1) programlanabilir (dijital) enformasyona indirgeyerek, bütün niteliksel ilişkileri niceliksel ilişkilere, internetteki pür dolaşım ağına girmeye hazır dijital verilere dönüştüren bir düşünme tarzı.” (Thomson, a.g.e. s 94). Bu, Heidegger’in teknolojinin özü/doğası olarak “Gestell (Çerçeveleme)” dediği şeydir. “Heidegger, bu çerçevelemenin, bir çifte unutmaya yol açtığını ve bunları takviye edeceğini düşünür: 1-Kendimize özgü dünya ifşa etme kapasitemize ilişkin yeteneğimizi yitireceğimizi; ve 2-Bu yüzden, herhangi bir şeyi unutmuş olduğumuzu da unutacağımızı düşünür…Sözün gelişi, entitelerin “kendilerinde mündemiç anlamları” bulunduğu fikri, miadını doldurmuş bir “mit” gibi görünmeye başlayabilir… (Thomson, a.g.e. s. 96-97). Örneğin: Kur’an’ın “Tekvini Ayet” veya “Nimet” dediği şeyin “Doğa Yasası”na ve “Madde”ye dönüştürülmesi.

Güney Kore kökenli Alman düşünür Byung Chul Han, teknolojinin bu “çerçeveleme”sinin modern insandaki-toplumdaki semptomlarını gözlemler: ”Big data (Yapay Zekâ)” bile, içinde çok az “bilgi” barındırır. A gerçekleştiğinde, B nin de gerçekleşeceğini söyler. Ancak, bunun neden (ve niçin-İG) böyle olduğunu bilmez. Korelasyon, nedensellik ilişkisinin, yani neden ile sonuç arasındaki ilişkinin aslını anlama yeteneğine bile sahip olmayan, en ilkel bir bilgi biçimidir. O, basitçe, “bu, böyledir” der.” (Byung Chul Han, Ötekini Kovmak. Çev: M. Özdemir. İst.2023. s 10). ”Platon’un (ve Monoteist dinlerin-İG) “Hakikat” dünyasına karşıt olarak, günümüz “Şeffaflık Toplumu”, içinde metafizik bir gerilim barındıran o “ilahi ışık” tan yoksundur. Şeffaflıkta “Aşkınlık” yoktur. Şeffaflık toplumu, ışık (aydınlanma-nur) olmadan içini gösterir. Aşkın bir kaynaktan çıkan o ışık ile aydınlanmaz. Aydınlatan bir ışık kaynağı değildir şeffaflığı sağlayan. Şeffaflığın ortamı aydınlanma değil; her şeyin içinden geçen ve her şeyin içini görünür kılan ışıksız bir ışımadır. Bu ışınım, ışığın (aydınlanma-nur) aksine, müdahaleci ve delicidir.” (B.C.H, Şeffaflık Toplumu. Çev: H. Barışcan. İst. 2022. s 59). ”(Geleneksel) İtaat öznesi ve disiplin öznesi, karşısında daima “öteki”ni bilirdi. Bu, bazen Tanrı; bazen hükümdar; bazen de vicdanıydı. Yalnız baskı ve ceza değil; ödül de, dışarıdaki merciden gelirdi. Buna karşın, günümüzde “başarıya ve performansa” odaklı toplumun öznesi, narsistik bir kendine yöneliklik damga vurmaktadır. “Öteki” inden ödül alamadığı için, hep daha fazla başarı, daha fazla üretim elde etmek zorunda hissetmektedir kendini. Ötekinin olumsuzluğu, rekabet ilişkisine de içkindir. Ama geç modern öznede bu olumsuzluk bulunmaz. Çünkü son kertede kendi kendisi ile rekabet içindedir. Hep kendini aşmaya odaklanır. Böylece ortaya ölümcül bir yarış çıkar. Bir gün düşüp kalana kadar kendi etrafında döner.” (B.C.H, Şiddetin Topolojisi, çev: Dilek Zaptçıoğlu. İst. 2021. S 55)

3- SONUÇ

Hasılı, günümüz Türkiye’sinde “Müslümanlık”, özünü düşünme ve diri bir vicdanın oluşturduğu iman ve takva (salih amel/ahlak) değil; ezberlenmiş, itikat haline getirilmiş, alışkanlık olmuş, gelenekselleşmiş bazı davranış kalıplarını, ritüelleri, tutumları, tavırları, totem ve tabu benzeri şeyleri ifade ediyor. Daha da önemlisi, bu insanlar, yukarda tasvir ettiğimiz küresel-kültürel bir atmosferin, iklimin, coğrafyanın (çölün) içinde yaşıyorlar.

Arabistan çölünde “İslam” vahasını/yeşilliğini yaratan Kur’an, yukarda tasvir etmeye çalıştığımız küresel çölleşme etkisinde bulunan ülkemizde yeni bir vahanın oluşmasına sebebiyet verebilir mi? Zor. Yedinci yüz yılda “çöl” lokaldi ve cağrafî idi; günümüzde ise, Nietzsche’nin haber verdiği gibi (“Çöl, büyüyor; vay haline, çölü görmezden gelenlerin.”) çölleşme, kültürel ve küreselleşti. Artık düşünemediğimizi dahi düşünemiyoruz ama, Tanrı’dan da insandan da umut kesilmez. Kur’an: “Sabah, yakın değil mi?” (11/81) demişti. Alman şairi Hölderlin ise: “Gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden az önceki andır.” dedi. Tanrı, Meleklerle girdiği tartışmada, onların, insan cinsi hakkındaki olumsuz kanaatlerini reddederek, zor bir işe/riske giriştiğini tâ baştan biliyordu (2/30-32). İnsanlık olarak veya Müslümanlar olarak, bu güveni boşa çıkarma hakkımız var mı?

Türk sağı köylüdür’ Tarık Çelenk/24/08/2024

SALİHA SULTAN

Yazar Tarık Çelenk, 'Türk Sağının Düşünce Atlası', 'Türk Sağı; Mahalle, Kriz ve Kritik' kitaplarının devamı niteliğindeki 'Mahalle Krizinden Memleket Krizine' kitabını okura sundu. Çelenk, Beyoğlu Kitabevi etiketiyle yayımlanan son çalışmasında mahalle kavramına odaklanıyor, 'görgüsüzleşme, yozlaşma ve çürüme' alt başlıkları altında, kendi evrimini tamamlamadan devletle ilişki kuran bir mahallenin nasıl bir mekleket krizine neden olabileceği sorusuna cevap arıyor. Konuyu teorik, iç ve dış saha gözlemleri ve mukayeseleri ile açmaya çalışan yazarla, kendi gördüğü memleket manzarasının resmini KARAR okurları için konuştuk.

Tarık Çelenk

Tarık bey, Türk sağı üzerine yaptığınız çalışmalarınızın üçüncü kitabı 'Görgüsüzleşme, Yozlaşma ve Çürüme' alt başlığı ile dikkati çekiyor. Neden bu başlıklara odaklandınız?

Eğitim almış, dünyayla yüzleşen bir gencin imanını korumasının mümkün görünmediği, 'epistemik riyakarlık' dediğimiz süreci daha iyi anlayabilmek adına bu kitabı kaleme aldım. Türkiye'de en büyük görgüsüzlük sermaye ve eğitimli sınıfın görgüsüzlüğü, bunların görgüsüzlüğü de entelektüel bir katma değer üretmeyi engelliyor.

Görgü ve eğitim arasında nasıl bir ilişki var size göre?

Batı'da eğitimin esası görgü üzerinedir, iyi kürek çekmek, iyi dans etmek gibi, çünkü önemli olan dış dünya ile iletişim kurabilecek özgüveni kazanmaktır. Bizde ise 'e-5 üniversiteleri' ile zaten senin sosyalleşmenin önü kesiliyor. Ve bizdeki eğitim zeka üzerine, akıl etme üzerine değil. Zaten Türkiye'deki herşey zeka sistemine ve zamana endeksli, akla göre ya da muhakeme sistemine göre değil.

Bu görüşlerinizin dayanak noktaları neler?

Yıllar içinde konuya eğilirken iyi bir havuzum oluştu. Taha Akyol'un, Mustafa Akyol'un kitaplarını kritik ettim mesela. Kemalist aydınlanmanın sorunları da bayağı dikkatimi çekti, özellikle pozitif bilimi dogma olarak kabul etmeleri, görgü başarılarına rağmen bilgi başarısızlığını görememeleri dikkatimi çekti. İslamcıların köylülüğü, hacı abilerin sorunları, grup kimliği, bunun oluşturduğu ve Şerif Mardin'in üzerinde durduğu mahalle kavramının kapalı gruplardaki etkisi üzerine çalıştım. Mahalle bir bakıma Karagöz'ün kendisi, laf anlamayan, güvenlikli bir kültür etrafında örgütlenip, mesela bir Siha'nın milimetresinin daha yüksek olması onun için hapishanedeki tutuklulardan, enflasyonun yükselmesinden daha önemli olan gruplar yani...

'KENDİMİ HALA MUHAFAZAKAR MAHALLEYE AİT HİSSEDİYORUM'

2010'larda hem kurucusu hem üyesi olduğunuz Ekopolitik adlı düşünce kuruluşundaki çalışmalarınızla da tanınıyorsunuz. Politik psikoloji konusuna eğilen, muhafazakar camianın özgün gruplarından biriydi. Uzun yıllardır bu 'mahalle' kavramını sorguluyor, eleştiriler getiriyorsunuz. Peki, son yıllarda herhangi bir eleştiride gelişen linç kültürünü nasıl yorumluyorsunuz? Ve kendinizi bir mahalleye ait hissediyor musunuz ya da son yıllarda eleştiren isimlere karşı gelişen linç kültürünün ışığında mahalleden kovulduğunuzu hissediyor musunuz?

Evet hissediyorum, muhafazakar mahalleye ait hissediyorum hala. Beni hiçbir zaman mahalleden kovmadılar. 19 yaşından beri herkesle iyi ilişkiler kurmaya çalıştım. Zaman zaman 'Sen çok doğru şeyler söylüyorsun ama elli yıl sonrasını söylüyorsun' diyen dostlar oluyor. Kandilden buraya bütün coğrafyayı tanıyorum. Akil İnsanlar Heyeti'nde yer aldım, birçok insanla tanıştım. Ülkücüler dahil, toplumun her kesimi ile eşit ilişki kurabiliyorum ve bu bana güven veriyor ve hakkımda da bundan dolayı da olsa olsa 'derin devlettir' diye bir dedikodu da çıkarılır. Çünkü biz özgüvensiz yetişmiş bir toplumun çocuklarıyız, ille bir yere ait olmak zorundasındır.

Silahlı kuvvetlerde de bir geçmişiniz var, binbaşıyken görevinizden istifa ettiniz bildiğim kadarıyla. Orada durum neydi?

Evet, orada da böyle korundum. Mustafa Kemal'i amirlerimle rahat tartışırdım bana pek dokunmadılar ama istihbarat raporlarına 'militan' diye geçiyordu adım. Muhtemelen onlar da korkmuşlardı. Gülenist subaylar mesela benimle dostluk kurmaya kalktılar baktılar ben çok açık kutuyum kaçtılar hemen benden. Özetle mahalle beni kovmadı ama tabii bazen çok eski arkadaşlarla kopuşlarımız oldu. 'Hain' diye hakaret edenlerlerle koptuk doğal olarak. Mesela bizde CHP'ye sıcak bakmak vatan hainliği görülür. Daha esnek olanlar ilişkilerini sürdürür. Ama arayıp eleştirilerinizi okuyorum, lütfen devam edin diyen şeyhler tanıyorum. Bunları anlamaya çalışıyoruz tabii, anlamanın sonu gelmez.

'KİTABI KEMALİSTLER DE NASİPLENSİN DİYE YAZDIM'

Bugün Türkiye'de mahalle kültüründen bahsederken, iki mahalleden, kısaca sağ-sol mahallelerin ezeli sürtüşmesinden söz ediyoruz. Siz kitapta hangi mahalleye odaklandınız? Sadece muhafazakar mahalle mi, Kemalistleri de kritik ediyor musunuz?

Kitabı kemalistler de nasiplensin diye yazdım. Birinci kısımda muhafazakarlara, ikinci kısım tarikatler ve cemaatlere, üçüncü kısımda da kemalizm ve cumhuriyete odaklanıyorum.

İsmail Kara bir seminerinde günümüzde kavramların içinin boşaltıldığını söylemişti. Siz de çalışmalarınızda kavramlara odaklanıyorsunuz. Kavramların bugünkü algısı sizin zihninizdeki ile örtüşüyor mu?

Evet içinin boşaltıldığını da görüyoruz ancak gölgeleri bakımından aynılar tabii. Mustafa Çalık örneğine bakalım mesela, bir açık oturum yaptı, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal o açık oturumun başkanı oldu. Konuşmacılardan biri Cengiz Çandar, biri Hikmet Özdemir biri de Asaf Savaş Akat'tı. Öyle radikal bir değişim savundular ki, devrim gibi bir şeydi. Şimdi Hikmet Özdemir'e bakıyoruz prokemalist oldu, Mustafa Çalık oldu AK Partili popülist bekacı, Cengiz Çandar savruldu gitti, HDP'nin kucağında oturuyor, Asaf Savaş ise kendine çekildi. Bu kadar savrulma olamaz ki... Ben o dönemde neysem oyum, sadece Kürt meselesini anlamıyordum, bulaştıktan sonra anladım. Kavramların içi boşaldı çünkü günü birlik kolay kullanabilmeleri için boş olmaları gerekiyor, çünkü arkasından başka bir şey kullanacak. Bir ülke artık ideolojilerden ziyade içgüdüsel bir grup kimliğinin etkisinde. Bu grup kimliği ideolojik değil, daha kült, insanlar korkutulmuş, güdüleri ile oynanmış.

'POPÜLER TARİH DİZİLERİ KENDİNE GÖRE BİR TARİH İNŞA EDİYOR'

Nasıl oynandı?

Bu bir beyin yıkama. Mesela popüler tarih dizileri şu an bir zihin inşası oluşturuyor, kendine göre bir tarih inşa ediyor. Tarih birilerini kaygılandırıyor devamlı, onlara göre bir tane kurtarıcıya ihtiyaç var bir de yakınlarındakiler var. Bunu devamlı inşa ediyorlar. İnsanların belleği de buna şartlanıyor. Korku kültürü ön plana çıkmış durumda. Kavramların önemi yok yani artık. Zor bir dönemden geçiyoruz.

Dünyada da durum böyle değil mi? Pandemi sırasında yayılan korku sırasında milletler biraz içine kapandı gibi. Fakat öte yandan korkunun baskın olduğu ortamda daha kaynaşmamız gerekirken bizde sanki ayrışmalar daha derinleşti gibi. Ne derseniz?

Pandemi ile tabii bir küresel kaygı artışı oldu. Bizde ayrışma derinleşiyor, evet. İzmir yanıyor mesela adamın umurunda değil. Hepimizin aynı gemide olduğunun kimse farkında değil. Çevre yağmalanıyor adamın umurunda değil. Çok zor bir dönemden geçiyoruz. Yani gerçekliğin hakikatle ilgisinin kalmadığı, tamamen herkesin kendi gerçekliğini yarattığı ve o gerçekliğin içinde kendini tatmin ettiği bir dönem. Özetle hakikatle kimsenin ilgisi kalmadı. 'Bilişsel çelişki' diye bir kavram var, aklın, vicdanın ve davranışların arasındaki tutarsızlık anlamına geliyor. Bu tutarsızlıklarda insan kimliğinde bir takım strese neden oluyor, bu tutarsızlığı dengelemek için ya kendi yalanlarını rasyonelleştiriyorlar ya kendilerine daha fazla taraftar toplamaya çalışıyorlar ya da bir liderin etrafında kör bir güvenin içerisine giriyorlar. Çünkü aksi takdirde o vicdani stresi kaldıramazlar.

Yani kimse sorumluluk almıyor mu?

Aynı zamanda burada 'aklaki esneklik' denen bir kavram da var, 'mükemmel ahlaka ulaşmak için ahlaksızlıkların kullanılmasının caiz olması' anlamına geliyor. Toplum hakikatin kendinden tamamen kopartılmış durumda. Bu şekilde güç ve güven üzerine yönetim hikayesi yaratılıyor. Toplum gücü olana yöneliyor ve ötekine karşı nefret duyuyor. Ancak biz 70'li yılların acı tecrübelerini yaşadık, bu oyunlar hayra alamet değil. Bunlarla yüzleşmeye çalışmalıyız.

'AYDININ GERÇEK VASFI HAKSIZLIĞA KARŞI TAVIR ALMAKTIR'

Peki bu süreçte mahallenin entelektüellerinin durumunu nasıl buluyorsunuz?

Aslında soru muhafazakar mahallenin entelektüelleri var mı? Geçmişte muhafazakar mahallenin eleştirel düşünceye katıldığı zamanlar oldu, eski İslamcı arkadaşlar vardı, onların şimdi sesi çıkmıyor veya çıkamıyor. İlk etapta ekonomik olarak yoksun durumdalar, belediyelerde vs görülmüyorlar, Üsküdar'da kafelerde çay içerek muhabbet ediyorlar. Cami cemaatleri ile de iletişimleri yok. Sol liberaller de imza kampanyası düzenlemekten, kitap imzalamaktan başka bir şey yapmıyor.

Kitapta özellikle muhafazakar mahallenin entelektüellerini, 'muhafazar mahallenin devrimcileri' diye bir yazı ile tiye alıyorsunuz, neden?

Çünkü entelektüelin aydının gerçek vasfı haksızlığa, zulme karşı tavır almasıdır. Bizim ağır abilerinden hiçbirinin kendilerinden olanı ikaz ettiğini, ortaya çıkan haksızlıklara itiraz ettiğini görmedik.

Peki bir zamanlar devleti eleştiren bu isimlerin şu anki bağlılığını neye bağlıyorsunuz? Devletle nasıl barıştılar?

İki şey gördüm ben burada. Birincisi, en başta dini ideolojik bir kimlik olarak anlamışlar demek ki. Kazandıktan sonra o ideolojik kimliğin devamında şampiyon olması gerekiyor, onu desteklemek gerekiyor. Dine karşı bütün insanları içine alan, evrensel bir hikaye olarak değil de kin, gerginlik, hesaplaşma hikayesi olarak bir anlayış varmış demek ki. Bunu tartışmaya açmazlar bile. Bir de, bizdeki din köylü dinidir, din halbuki kadim bir hakikat ifadesinin yansımalarıdır. Siz o hakikatin ifadesinin penceresini diğer kutsal metinlere açmazsanız, ordan bakmazsanız, olmaz. Bizimkilerde arkeoloji bilen yok, halbuki dinin esası arkeoloji üzerine oturur. Bu yüzden bizim Türk sağı köylüdür, köylülüğün dönüşememiş halidir. Ağır abiler dediklerimiz de köylü çocuklarıydı, en iyi okudukları okullar yüksek öğretmen okullarıydı. Ya da hukuk okudular. Sosyalleşemediler, öteki ile bir ilişki kuramadılar. Paket gibi geldiler ve gittiler. Görgü alamadılar. Ancak devlet kapısından ekmek yiyecekler, siyaset ya da esnaflık yapacaklar. İdealist abilere ise oturup bu işleri iyi becerenleri seyretmek kaldı.

'HER ŞEY YA SİYAH YA BEYAZSA ERGEN BİR TOPLUMSUN'

Sizin çözüm öneriniz nedir?

Bana sorarsan muhafazakar sağ düşüncenin bir dönüşümü gerekiyor. Toplumda da bir dönüşüm gerekiyor. Bu toplumun öncelikle kendi tarihini doğru okuması lazım. Bir Fatih'i doğru okuması, insanları siyah beyaz değil renkli görmesi lazım. Abdülhamitin rom içtiğini, kız okullarına piyano gönderdiğini de bilmesi lazım. Ya siyah ya da beyaz diyorsan, ergen bir toplumsundur. Bu toplumun kapanmasını açmak gerekiyor, başka gruplarla ilişki kurmalıyız. Kitapta da bunları açmaya çalıştım. Görgü ve merak meselesi çok önemli. İslam dünyası niye merak etmiyor mesela? Bizi köylülüğe iten, hakikatle ilgisi kalmayan bir topluma dönüşmemizin ardındaki en büyük sorun meraksızlık sorunu. Türkiye kendi köylülüğünü dönüştüremedi. Belki göçlerden dolayı. Devamlı göç eden bir kitle kentleri köylerine dönüştürdü. Kentler mega taşralar haline geldi. Eski tekkeler kentli kimliği olan yapılardı, tekkeler de artık taşralaşmanın büyük şehirlerdeki enstrümanı oldular. Bu ülkedeki en büyük sorun bence sosyolojik değişim, köylüleşmeye hapsolma ve merak etmenin ayıp sayılması.

'GENÇLER AİDİYETLERİNİ KAYBETMEMELİ'

Son soru, peki gençler ne yapmalı? Bu kaotik, modern zamanlarda yollarını nasıl bulacaklar?

Gençlerin bence aidiyetlerini kaybetmemeleri lazım. Var oluş meselesinin hayatın her zaman temel olduğunu bilmeleri, onu hayatın dibinde değil, her yerinde aramaları lazım. İkincisi de merak etmeleri lazım, her şeye hermetik bakarım ben, evrende her şeyin, bütün kültürlerin bir biri ile ilişkisi vardır. O zaman mutlak hakikate varabilir. Her zaman bir hakikat kaygıları olsun. Ve vicdanlarını daima çalıştırsınlar. Bir görüşe göre Hazreti Havva ve Adem'in öteki taraftan getirdiği iki üç şeyden bir tanesi imiş. Birinin de sanat olduğu söyleniyor. Isaac Newton İncil'den bir alıntı ile bunu söylüyormuş. Vicdan çünkü biraz da ötekini ilgilendiren bir şey ve biz ötekine ne yazık ki çok kapalıyız.

Türkiye’de “Din” Davasında Dört Düşünce Tarzı Prof Dr İlhami Güler/22.3.2018

Türkiye’de bugün birbirinden farklı dört dinî düşünce davası vardır:

1- Türkiye’de sayıları son derece azınlıkta olan ancak, Arap dünyasında nispeten yaygın olup(DAİŞ-SUUD),  Kur’an ve Hadisleri olduğu gibi mutlak kaynak olarak görüp diğer içtihatları reddeden “Selefîler”.

2- Nakşî-Hâlidi Tasavvuf ile mezc olmuş Hanefi-Maturidi “Sünnîlik”.

3- Kur’an’ı “evrensel/mutlak” olarak görüp, diğer kaynaklara karşı eleştirel olan “Evrenselciler.”

4-“Sabit Din Dinamik Şeriatçılar” (Tarihselciler).

Birinci grup; Kur’an ve Hadis metinlerini mutlaklaştırıp/mumyalayıp onlardan aklı, idraki, hikmeti, gerekçeyi, illeti, vicdanı, izanı, maslahatı, zaruratı dışlayıp, bu metinlerdeki hükümleri, bir kere ve bütün zamanlar için, herkese vazedilmiş olarak donduranlardır. “Mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur” diyenlerdir.

İkinci gruptakiler; Kur’an ve Sünnet ile birlikte ulemayı, meşayıhı, evliyayı, mehdileri, gavsları, kutupları, ricalu’l-gaybı, evtadı, abdalı, babayı, dedeyi… Putlaştıranlardır. Buna “Türk Müslümanlığı” da denir. Kadim dinimiz olan “Şamanizm” den bazı izler de taşımaktadır. Caminin yanında Tekke’yi, Dergâh’ı, Mevlevîhâne’yi, Cemevi’ni ibadet mekânına döndüren din anlayışıdır bu. Yatır-Türbe-Ziyaretgâh, Anıt Kabir ve Evliya kültü. Anadolu’da bunun iki damarı vardır: 1-Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre. 2- Nakşî-Hâlidî ve Mevlevî kol. Sarayda/siyasette İbn Arabi-İbn Sina-Razi-Fuzulî geleneği; esnaf tabakasında ikincisi etkin olmuştur. Birinci damar, Sultan Yavuz’dan sonra budanmış ve kırsal kesimlere-köylere sürülmüştür (Türkmen-Kızılbaş-Tahtacı-Alevi). Hâlidiyye, başından beri siyaset ile iç içe olmuş ve bazen “darbe” teşebbüslerinde de bulunmuştur. Pakistan ve Afganistandaki “Taliban”, bu grubun başka iyi bir prototipidir. Türkiye’de de “Turkish Taliban” diyebileceğimiz tarikat, cemaat veya vakıf-dernek şeklinde örgütlenmiş böyle gruplar –az da olsa- mevcuttur. Kürtler arasında bir dönem örgütlenmiş olan“Hizbullah” grubu da böyleydi. Bunlardan bir tanesi, kendini “Mehdî” olarak lanse ederek etrafına toplayıp beyinlerini yıkadığı elemanları ile az daha 15 Temmuz’da Türkiye’yi batırıyordu. Bunların siyasetteki “tek-adam”cılıkları “Saltanat/Hilafet”; günümüzde ise “Lider/Karizma” olarak yansımaktadır.

Üçüncü gruptakiler; Selefîlerden “Hadis”i dışlayarak ayrılırlar. Bunlara “OnlyKur’an”cılar, “Kur’an İslam’ı”, “Kur’aniyyun” veya “Mealciler” de denir. Yalnız bunların Selefîler’den ayrıldıkları bir husus daha vardır; o da, işlerine gelmeyen veya vicdanlarının kabul etmediği Kur’an ahkâmını lügat veya gramer kuralları ile oynayarak değiştirirler. Yani kıvırırlar. Örneğin, Nisa Suresi’ndeki “kadınlarınızı dövün” (4/34) ibaresine(1400 sene boyunca böyle anlaşılmıştır) gönülleri razı olmadığı için,“da-re-be” fiilinin lügatlerde bulunan otuz anlamından canlarının istediğini verirler. Başka bir örnek, Maide Suresi’ndeki “Kadın ve erkek hırsızların ellerini kesin” (5/38) ayetini yorumlamak için “ka-ta-a” fiilinin anlamlarından istediklerini verirler. Bir tanesi, örneğin, ”bileklerini çizin”; bir diğeri, “hırsızlıktan ellerini çektirin” anlamlarını vermişti. Hz. Aişe’nin evlilik yaşını (9-11) büyütme çabaları da(17) bu minvaldendir. Bunların komiklikleri çoktur.

Dördüncülere gelince; bunlar(Tarihselciler), Kur’an ve Hadis ahkâmını “Sabit Din ve Dinamik Şeriat” ilkesi ile yorumlarlar. Yani bütün peygamberlerin dini tektir, o da İslam’dır(İman-İbadet, Ahlak).Ancak, Şeriatları(ahkâmı) “Ezmanıntağayyuru iletağayyur eder(Nesh).” Sabit din hükümleri, ister ayet ister hadis olsun, fark etmez; evrenseldir. Allah da, Peygamber de, Ulema da “hüküm/şeriat” koyma hakkına(Şari’) sahiptir. Bu hükümler, evrensel olan İslam’ın yani İman(Allah-Ahiret) ve salih amelin(adalet-merhamet) doğrultusunda konulur ve şartların değişmesi ile de “nesh” olunur.  Neshi/tağayyuru/tarihselciliği doğuran saik, insan vicdanının tekâmül etmesi veya bilincinin gelişmesi ile birlikte, toplumsal yapıların-ilişkilerin değişmesidir. Bunlara “Rey Ehli” denir. Mutezile, Hanefîlik, Mâtürîdîlik ve kısmen Mâlikîlik, mantık itibari ile “Dinamik Şeriatçılar”a yakın durur. Ben, bunlara 657 sayılı yasaya bağlı “memur” ehlinin(Hadis Ehli) karşıtı olarak, “Ticaret Ehli” (risk alma anlamında) diyorum. Diğer bir deyimle, merkeze “kablo/telefon” (nass/ayet-hadis) ile bağlı olanların ötesinde olarak, nassı dinleyip dikkate alarak merkeze “tel-siz” ile(vicdan-istihsan-içtihat-tecdit) bağlananlar diyorum. Başka bir benzetme ile bunlar, çocuklar gibi “söz tutma”, “sözden çıkmama” gibi çocuk ehli değil; sözü dinleme ile birlikte, sözün gösterdiği yol(u) tutma, yol vurma, yol yapma, yoldan çıkmama, yolsuzluk yapmama ile sorumlu erişkin/yetişkin ehlidir. Gerçek evrenselciler bunlardır. Bunlar, Allah’ın hüküm değiştirmedeki (şeriat-nesh) esprisini kavramaya çalışarak, aynı espri ile hükümleri tecdit etmeye/update etmeye/yenilemeye/yorumlamaya çalışırlar. Bunlar, dogmatik/taklitçi değildirler. İki temel kural tanırlar: 1-Hasbî olmak, 2- Muhasibî/kritik/eleştirel(kül yutmama, tetikte olma, uykusuz olma) olmak. Yanlış da yapsalar, -Allah’ua’lem- benim kanaatim, Allah, bunlara bir sevap verir.

Dînî aktı, düşünce-duygu ve davranış bütünlüğü(iman ve salih amel) olarak anlayan bu yaklaşım; Kelam disiplininin kılı kırk yaran akılcılığını eleştirdiği gibi, Fukaha’nın “Hile-i Şer’iyye” ve “Kitabına Uydurma”ya varan ahlaktan kopmuş kuru şekilciliğini; Tasavvufun duyguda boğulan (zühd, fena, istiğrak, aşk, vahdet, ittisal, hulul…) dünyasını da eleştirir ve dini epistemolojinin Kur’anî anlamı ile “Tafakkuh-Takva”  etrafında yeniden oluşturulmasını talep eder. Yani bunlar, C.G.Jung’u deyimi ile insan ruhunun dört işlevini(duyu-duygu-düşünce ve sezgi) birlikte kabul ederler. Birine öncelik vermezler. Kur’an’daki kalp, fuad ve lübb kavramları, bu bütünlüğü ifade eder.

Bunlar, Kur’an hitabının canlı Araplara olduğunu, onun -Hz. Nuh’tan Hz. Muhammed’e kadar değişmeyen evrensel “İslam/din mesajının(dinu’l-kayyime-fıtratullah/sünnetullah)- diğer toplumlara iletilmesinin/tebliğ edilmesinin sorumluluğunun Araplara yüklendiğini ifade ederken(2/143; 3/62,110; 6/19);  diğer grupların hepsi, Allah’ın sanki uzayda durup kıyamete kadar yeryüzüne gelecek olan bütün insanlara(YâEyyühennas!) hitap ettiği, yani söz temsili: “Kızım sana söylüyorum; gelinim, sen işit.” tarzında olduğu inancı ile “kendi kendilerine gelin-güveyi olurlar.” Oysa ancak çocuklar, köleler ve askerler için sorumluluk “sözlü” hitaptan doğar. Yetişkinler için sorumluluk hitaptan değil; yazılı veya sözlü ihbardan(haber almadan) ve idrâkten doğar.

Birincilerin kaynakları Kur’an ve Sünnettir. İkincilerin kaynakları, “Edille-i Şer’iyye/Edille-i Erbaa(Kitap-Sünnet-İcma-Kıyas)” ile birlikte “İlham/Bâtın/”dır. Üçüncülerin kaynağı Kurân ve akıldır. Dördüncülerin kaynakları Edille-i Şeriyye’dir, ancak dördüncüsü “Kıyas” değil; istihsan, istıslah, mesalih-i mürsele, istishap, delil ve sezgidir. Yani onlar, Kur’an’ı “ Kelâm-ı Kadîm” olarak veya Hadis’i de ona benzer vahiy olarak, diğer deyim ile aklın “alternatifi” olarak görme yerine; vahyi, Allah’ın insan aklı-vicdanı, insan dili ve insan aracılığı ile insana hitabı; hadisleri de, Hz. Muhammedin kendi içtihatları olarak görürler.

Siyaset alanında, birinciler dogmatik oldukları için totaliter örgüt yapıları kurarlar. Kişi kültü olmayıp “Nass Kültü” olduğu için, Hariciler’de, Suud’da ve DAİŞ’te olduğu gibi, örgütün dogmatik mutlak yorumuna/hakikatine karşı gelen herkesi şiddetle cezalandırırlar. Terör, iç-savaş, totalitarizm, din sömürüsü bu yorumun doğal sonucudur. İkincilerin siyasal muhayyilesi “kişi kültü”dür. Mutlak dini hakikat bir kişide(imam-mehdi-veli-şeyh… tezahür veya tecelli eder. Siyasette ise, saltanat/hilafet olarak aktualleşti. Günümüzde de benzer şekilde lider, karizma, başbuğ, mehdi, şeyh(Şamil)… şekillerinde aktelleşmektedir. Üçüncüler (Evrensel Kur’ancılar) ve dördüncüler(Dinamik Şeriatçılar), “Şûra” ilkesi ile birlikte demokrasiye yakın dururlar. Çünkü şûra, kamusal/politik sorunların ortak sorumluluk/ortak akıl ile kurumsal çözümüdür. Üçüncüler “laik” oldukları halde dördüncüler, ayrıca siyaset, iktisat ve hukuk alanlarını din davasının içinde ve onun ayrılmaz bir parçası olarak görürler. Din-siyaset ilişkisinde tarih boyu ortaya çıkan din istismarı, iç-savaş ve totalitarizmden kaçınmak için de bu alanlardaki dilin –Allah’da/Kur’an ve Hz. Muhammed’de/Hadis olduğu gibi- “aklî-ahlâkî-vicdânî” olmasını savunurlar. Din diline (Allah-Hz. Muhammed-Kur’an-Şeriat-İslam…)başvurulmaması gerektiğini ileri sürüp; siyaseti Rahmaniyyetin bir tecellisi olarak her dinden ve ırktan insana karşı eşit ve adil bir mesafede durulmasını önerirler(Rahmani siyaset-Rahmani laiklik). Çünkü, Tanrı’ya izafeten mutlak hakikatin temellük edildiği inancı(temsil), zorunlu olarak şiddeti doğurmaktadır. Oysa, diyalojik-hermenötik(içtihat) bir gönüllü icma çabası, siyasette şiddeti azaltmanın yegâne yoludur.

23 Ağustos 2024 Cuma

Ahlaksızlığın kurumsallaşması Kemal Kılıçdaroğlu-23/08/2024

CHP 7’nci Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, devleti adaletle yönetmenin önemine vurgu yapıyor. Kamu Özel Sektör İşbirliği Modeli’yle yürütülen projeleri işaret ederek “KÖİ modeli, bu haliyle Türkiye’de kamu kaynaklarının belli kesimlere aktarılmasında bir araç haline gelmiştir” uyarısında bulunuyor.

Sevgili dostlarım; devlet adaletle yönetilmezse, ahlaksızlık kurumsallaşır.

İnsanlık tarihi bir anlamda, toplumun oluşturduğu ahlaki temeller üzerinde adaleti arama tarihidir. Bunun içindir ki adaleti sağlamanın güvencesi olarak hukuk normları oluşturulmuştur. Bu bağlamda sürekli gelişen demokrasi anlayışı, ahlaki değerleri büyütür ve oluşan hukuk normlarıyla kökleşir.

Devleti yönetmek için iktidar olanların ahlaktan ve adaletten sapmamaları için başta Anayasa olmak üzere –imzalanan uluslararası sözleşmeler de dahil -oluşturulan hukuk normları hiyerarşisine uymak zorundadırlar. Bu zorunluluk sadece yazılı bir metin olarak ifade edilmemiştir. Ülkeyi yönetecek kişinin ayrıca Anayasaya uyacağına halkın önünde “namusu ve şerefi üzerine” yemin etmesi de gerekmektedir. Bu yemini etmeden kişinin göreve başlaması mümkün değildir.

DEVLETİN AMAÇ VE GÖREVİ…

İktidar sahipleri yönetecekleri devletin temel amaç ve görevlerini bilmek ve gereğini de yapmak zorundadırlar. Bu bağlamda isterseniz önce Anayasamıza bakalım. Anayasanın 5. maddesi devletin temel amaç ve görevlerini tanımlar. Anayasaya göre; kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayan, siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak devletin temel amaç ve görevi olarak tanımlanmıştır. Demek ki neymiş? İktidar sahipleri alacakları her kararda toplumsal çıkarı gözetecek, adalet ilkeleriyle bağdaşmayan hiçbir kararın altına imza atmayacak ve ayrıca kendilerinden önce adalete aykırı uygulamalar varsa, bu uygulamaları da kaldıracaklardır.

DEVLETİ SOYULACAK ORGANA DÖNÜŞTÜRMEK…

Biliyorum, bazı okurlarımız ara başlığı okuyup diyecekler ki, “devletin anayasal kurumları var. Yasama, yargı ve yürütmeyi esas alan güçler ayrılığı ilkesi var. Yine Anayasada “hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” hükmü var. Kamu harcamalarını TBMM adına denetleyen Sayıştay var. Buna benzer pek çok yasal düzenlemeler var, dolayısıyla devleti soyulacak organa hiç kimse dönüştüremez…” Üzülerek ifade edeyim ki bugün Ak (!) Parti iktidarı, 22 yıllık yönetiminde Türkiye’yi soyulacak bir organa dönüştürmüştür.

Bu soygunun en acımasızı “kur korumalı mevduat” uygulamasıydı. Tam bir “ekonomik soykırım” uygulaması… Bir önceki yazımda bu konuyu işlemeye çalışmıştım. (Ahlaksızlığın Kurumsallaştırılması – 5, Cumhuriyet - 03 Temmuz 2024) Bu yazımızın konusu ise bir başka soygun alanı… Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) Projeleri ve bu projelere dayanılarak soyulan devlet…

KAÇ KÖİ PROJESİ VAR?

Türkiye’de Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) projeleri uygulaması kapsamında 2003 sonrasında toplam 198 proje hayata geçirilmek üzere imzalanmıştır. 1986’dan 2002’ye kadar imzalanan projelerle ise toplam sayı 270’i bulmaktadır.

Model farklılığına göre KÖİ sözleşmelerinin dağılımı ise şöyledir:

1. Yap-İşlet-Devret (YİD; 127 adet),

2. İşletme Hakkı Devri (İHD, 120 adet),

3. Yap-Kirala-Devret (YKD, 18 adet) ve

4. Yap-İşlet (Yİ, 5 adet) adı altında farklı modeller kullanılarak uygulamaya konmuştur.

 

Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı (CSBB) KÖİ sözleşmelerinin tutarını kullanılan modele göre farklı şekillerde kayıt altına almaktadır. İHD modelinde “işletme hakkı devir bedeli” dikkate alınırken; YİD, YKD, Yİ gibi modellerde ise “toplam yatırım tutarı” dikkate alınmaktadır. Bu çerçevede İHD, YİD, YKD ve Yİ gibi farklı KÖİ modellerinin toplam sözleşme büyüklüğü 205 milyar doları bulmuştur. Evet, 205 milyar dolarlık bir büyüklükten söz ediyoruz… Zaman içinde artan farklı KÖİ modellerinden de anlaşılacağı üzere Saray iktidarı soygun düzeni için firmasına göre model geliştirmeye özen göstermiştir.

NİÇİN KÖİ YATIRIMI?

Devleti soyulacak organa dönüştürmek istiyorsanız, yapacağınız işin denetim dışında kalmasını sağlayacaksınız. Saray iktidarı da bunu yapıyor. İşi Saray’dan alanlar kamu denetiminin dışında, hesap vermeksizin dilediklerince devlete fatura kesebiliyorlar… Ben bunlara “5’li çeteler” diyordum… 5’li çetelerin KÖİ yatırımlarını tercih etmelerinin temel nedenleri şunlardır.

1. KÖİ projeleri 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu kapsamında yapılmamaktadır. Daha doğrusu KÖİ’de bizim anladığımız anlamda bir ihale yoktur. Belirleyici tek organ BOP Eşbaşkanlığı yapan Saray, yani Erdoğan’dır.

2. Şirketlerin görevlendirilmesiyle, yetkili komisyonların seçimi, çalışma usul ve esasları ile değerlendirme kriterleri konusunda bir düzenleme bulunmamaktadır. Gerek de duyulmamıştır. Çünkü 5’li çetenin talepleri ve bu taleplere dayanak gerekçeler 5’li çete tarafından hazırlanmaktadır.

3. Bu projelerde görevlendirmelerin neredeyse tamamı aynı şirketlere dönüşümlü olarak verilmektedir. Yani kimin, kimden sonra hangi işi alacağı bilinmektedir. Dolayısıyla bu işin aktörleri arasında asla bir rekabet söz konusu değildir.

4. İmzalanan sözleşmeler ise ticari sır gerekçesiyle kamuoyu ile paylaşılmamaktadır. Çünkü devletin nasıl soyulduğunu kimse bilmemelidir. Soyguncuların hep maskeli olduğunu hepimiz biliriz.

5. Sözleşmelerde sıklıkla ve ihaleyi fesada uğratacak şekilde değişikliklere gidilmektedir. Bu değişiklikler de şeffaf bir şekilde kamuoyu ile paylaşılmamaktadır. Doğrudur. Çünkü hiç kimse “ben devleti şöyle soyacağım” diye açıklama yapamaz.

6. Bu projeler kapsamında kamu ve özel sektör arasında dengeli bir risk paylaşımı yapılmamaktadır. Görevlendirmeler “kârlar özel, zarar kamusal” mantığıyla gerçekleştirilmektedir. Bu zaten soygunun ana mantığı… KÖİ Projesi alıp da zarar eden bir şirket var mı? Biz boşuna mı 5’li çeteler diyoruz. Dolayısıyla kamunun üstlendiği riskler kurum ve proje bazında önemli farklılıklar göstermektedir. Bu da soygunun doğası gereğidir.

7. Finansman şartları, Hazine gibi bu alanda teknik yeterliliği olan bir kurum tarafından değil, projeyi uygulayan kurumlarca belirlenmektedir. Bu da soygun anlayışının bir gereğidir. Çünkü Hazinedeki liyakatli bürokratlar – yurtseverler, bu soyguna asla izin vermezler.

8. Ancak Hazine’nin görüşüne başvurulmayan projelerin “kredi garantileri” ise yine Hazine’nin omuzuna yüklenmektedir. Nitekim mevcut veriler çerçevesinde (2022 sonu itibariyle), Hazine’nin bu projeler nedeniyle “borç üstlenim taahhüdü” 14 milyar dolar civarındadır. Düşünün, yabancılar da bu soygunu biliyor, ancak kredilerin geri ödenmesinde soygunculara güvenmiyorlar. Yabancılara güvenceyi de soyulan devletin hazinesi veriyor.

9. Daha acı olanı ise önemli tutarlara ulaşan bu harcama kalemleri bütçenin ve dolayısıyla TBMM denetiminin dışında tutulmuştur. Bugünkü Parlamentonun ne denli işlevsizleştirildiğini anlatacak bundan daha güzel bir örnek bulamazsınız. Ak(!) Parti ve MHP Milletvekilleri gelecekte çocuklarının yüzüne nasıl bakacaklar? TBMM’ye bu yapılanları acaba nasıl açıklayacaklar?

PEKİ, ERDOĞAN NE DİYORDU?

25 Mart 2016 - “Devletin kasasından, kesesinden 1 kuruş çıkmadan yapılmış olan projedir. Bizim cebimizden para çıkmıyor. Bizim cebimizden 1 kuruş çıkmıyor.”

18 Mart 2018 - “Bunu bildiğiniz gibi yap-işlet-devret anlayışıyla yapıyoruz. Burada cebimizden para çıkmayacak.”

21 Şubat 2018 – “Çıkmış diyor ki ‘nerede bunun kaynağı’ diyor. Ya kaynağı ne yapacaksın ya? Cebimizden bir kuruş çıkmadan biz bu yatırımı yaptırıyoruz.” (11. Kalkınma Planı Tanıtım Toplantısında yapılan açıklama)

5 Kasım 2021 - “Bizim cebimizden 1 kuruş çıkmaz. Ben ekonomistim. Bay Kemal’in kafası bu işlere basmaz. Anlamaz bu işlerden”

Kuşkusuz BOP Eşbaşkanı Erdoğan doğru bir şey söylüyor. “Bay Kemal bu işlerden anlamaz.” Çünkü Bay Kemal ahlak sahibidir. Devleti soyma kültürüne asla sahip değildir…

KUZU KURDA TESLİM

BOP Eşbaşkanı bir ara “devleti şirket gibi yönetmeyi başarırsak netice alırız” demişti. Meğerse bunu derken devleti beşli çetelerin şirketleri adına yönetmeyi kast ediyormuş. Devleti yöneten AK(!) Parti kadrolarıyla bu şirketler arasındaki “duygusal” bağları artık Mısır’daki sağır sultan bile duydu. İşte en son eski Ulaştırma Bakanı’nın durumu. Bu zat Karayolları Genel Müdürlüğü ve Danıştay üyeliğinin ardından emekli olup Kuzey Marmara Otoyolu Projesini yürüten şirkete CEO yapılıyor. Ardından sarayın görevlendirmesiyle CEO’luktan Ulaştırma Bakanlığına atanıyor. Bakanlığı zarfında daha önce CEO’su olduğu Otoyolu Projesini işleten şirket lehine sözleşme tadillerine gidiyor. Yetmiyor bu şirketin milyarlarca dolar kredi borcu için Hazine’yi kefil yapıyor. Yani önceden CEO’su olduğu şirket lehine kamuyu milyarlarca dolar ilave yükün altına sokuyor. Bakanlıktan alındıktan sonra ise bu şirkete milyonluk maaşla yeniden CEO olarak geri dönüyor. Kuzunun kurda teslim edildiği böylesine yoz bir düzen dünyanın hiçbir yerinde olamaz. Ama bu yozlaşmış saray rejiminde olabiliyor.

SONUÇ

Esasen bir yatırım tedarik yöntemi olan KÖİ modeli, ne yazık ki bu haliyle Türkiye’de kamu kaynaklarının belli kesimlere aktarılmasında bir araç haline gelmiştir. Nitekim bütçeye tek kuruş yükü olmayacak denen bu projelere 2016’dan bu yana (2024 Mayıs itibariyle), başta karayolu ve sağlık sektörlerinde verilen garantileri karşılamak üzere, bütçeden yapılan ödemeler 15,8 milyar doları bulmuştur.

Kütahya Zafer Havalimanı gibi kullanılmayan havalimanlarının garanti yükleri ise bu rakamlara dahil değildir. Kullanılmayan havalimanlarında, 2016-2023 döneminde, garanti altı yolcu gerçekleşmeleri nedeniyle DHMİ kasasından çıkan kamu kaynağı ise 1,1 milyar doları bulmaktadır.

Mevcut KÖİ projeleri nedeniyle önümüzdeki yıllarda da kamu mali dengelerine ciddi yükler bineceği anlaşılmaktadır. Nitekim TEPAV tarafından yapılan gelir garantilerine ilişkin projeksiyonlar, bu projeler nedeniyle 2024-2045 döneminde kamunun sırtına binecek kümülatif yükün 130 milyar doları aşacağını göstermektedir.1

İşte ben tüm bu yaşananlara “ahlaksızlığın kurumsallaşması” diyorum. Bu ahlaksızlığa sebep olanların kim olduğu ise bellidir. Ahmet Arif’in deyişiyle:

Bunlar,

Engerekler ve çıyanlardır,

Bunlar;

Aşımıza, ekmeğimize

Göz koyanlardır.

1 - “Türkiye’de Kamu-Özel İşbirliği Modeli Uygulaması: Etkin Risk Paylaşımına Yönelik Bir Model Önerisi”, TEPAV, 2021 Aralık, Sayfa 130

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Sohbet Nihat Genç

Çökme, hukuksuzluk, istila, vb. tablo çok vahim, ancak meclisteki kavga gibi meseleler gündemi örtüyor öteliyor ve istila ve çökmeyi bir türlü manşete taşıyamıyoruz!

Hepimizin de aklının almadığı AKP'nin Mecliste kavgalara sebep olan yargılamaları kendine zarar verdiği halde neden manşete taşıyor ve hukuk devletine zarar verdiği halde neden gündemde tutuyor!

Meclisteki kavgaya sebep olan bu ve benzeri olayların çok kolayca çözülmesi mümkünden neden bir devlet krizi haline getiriliyor!

Çünkü bu 'davalar' gündemi örtüyor!

Şöyle, istila ve çökme ve yağmayı perdeliyor!

Toplumsal olaylarda gösteri yapan grubu dağıtmak için polisin kullandığı yöntemler bütün dünyada aynıdır!

Polis, grubu dağıtmak için grubun tümüne birden saldırmaz aksine tek kişiye odaklanır ve tutuklar ya da yerde sürükleyerek götürmeye çalışır!

Gösteri gruplarında dayanışmanın çok yüksek olduğunu bilen polis, tek kişiyi kurtarmak için bütün gösteri grubunun harekete geçeceğini hesap eder!

Ve dayanışması yüksek grup dövülen ya da sürüklenen arkadaşlarını kurtarmak için harekete geçince gösteri grubu dağıtılır!

Yani arkadaşınızı kurtarmak isterken gösteri amacından çıkıp arbede ve çatışma başlar ve grubun 'birliği' ve 'omurgası' ve 'hedefi' çözülür!

İktidar bu davaları bu yüzden çözmek istemiyor!

Yağma ve istila ve işgali unutturmak için direnecek grupları tek kişiler üzerinden meşgul tutarak sonuç alıyor!

Oysa kuşatılmışlık tablosu ortada Batı'nın hem savaş gemileri silahlarıyla saldırı altındayız hem de sömürgeci şirketler ve taşeronlar topraklarımızı ele geçiriyor!

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bu ağır tablodan kurtulma şansı var mı?

Kötü senaryonun en kötüsü konuşuluyor topraklarımızı kuşatanlar bir otuz yıl içinde bu topraklarda milli bir devlet milli bir irade ve toprak bütünlüğü bırakmayacak ve halimiz Irak ve Suriye'nin aynısı ve kuşatılmışlık ve yıpratma tırmanacak ve Irak, Suriye,Türkiye her gün daha ağır sonuçlarla yüzleşecek!

Yani 'beka' sorunu Mecliste kavgaya sebep olan hukuki sorunlar değil, işte bu ağır tablodur! Ve bu ağır tablo tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta tavuktan gibi kaos belirsizlik karışıklık güvensizlik hepsi birbirinin içinden çıkar ve paniği ve inaçsızlığı besler!

Çünkü siz iç cepheyi uyutmak için nasıl bu davaları kullanıyor iseniz düşman da bu davaları sizin büyük kuşatmaya karşı direncinizi kırmak ve meşgul etmek için besliyor körüklüyor! İki ucu boklu değnek!

Yani siz düşmanın içerdeki uzantılarını yok edeyim derken düşmanın istediğini yapmış olursunuz!

Çünkü 'oyun kurucu' güçlü olandır, neden ve sonuçlar birbirini ancak güçlü olandan yana tetikler!

O halde ilk sormamız gereken soru, gücümüz nedir? Teknolojik silahlarımız ne kadar? Milli seferberlik gücümüz ve heyecanımız?

Kardeşlerim tarih felsefemiz doğu-batı üzerine kuruludur, dış politika Doğu-Batı felsefesinin sadece bir ayağıdır ve onun da bir ayağı hatta son üç yüzyıldır jeo-stratejik konumumuz 'denge' üzerinedir!

Yani geçmişte İngiltere, Fransa, Rusya dengeleri üzerine son yüzyılda Amerika ve Rusya, Çin üzerine!

Doğu-Batı felsefesi?

Türk milletini Batı tarihinden (sosyolojisinden siyasetinden uygarlığından) ayıran en temel özelliği nedir?

Şüphesiz Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk deha insanlardı ve kahraman ve bilge kişilikleriyle hayatta ve ayakta kalmamız için çok büyük kahramanca roller oynadılar!

Ancak Türk milletinin kişileri kahramanları da aşan çok yüksek kurumsal karakterleri vardır, şöyle!

Tarihin ilk gününden beri milli egemenliğini ve bağımsızlığını korumasına sebep olmuş birçok üstün ve farklı özellikler sayabiliriz, konumuz gereği tek bir noktayla odaklanalım!

Roma İmparatorluğu'ndan Fransız İhtilaline kadar, batıyı feodaliteyle şekilleylen asilzadeler yani soylu sınıflardır, daha sonra azizleriyle ve kurumsal yapısıyla kilise bu 'soylu' sınıfa dahil oldu!

Askerleri serfler ya da kölelerdir ama komutanlar istisnasız soylu sınıftandır!

Fransız ihtilaliyle soyluluk kaldırıldı ve artık köylü çocukları da 'subay' sınıfına dahil oldu ve tarihçiler, Napolyon ordularının fetih gücünün halk çocuklarının yüksek komutan olabilmesiyle açıklar! (Bu heyecan kısa sürdü ve Batı'nın orduları tekrar feodal krallar ve asilzadeler ve muhafazakarlar yani kilise ve tefecilerin eline geçecek!)

Mesela bir savaşta soylu sınıftan komutan asilzade öldüğünde askerler başsız kalır ve geri çekilir ancak Türk Tarihinin ilk gününden beri komutan öldüğünde yerine altındaki otomatik geçer ve o da öldüğünde en altındaki çavuştan er'e kadar en küçük birim komutanlığı-insiyatifi ele alır!

Türk milletini Batı'dan ayıran işte burası, Türklerde soylu sınıf yok, ilk günden 18. yüzyılın çöküş günlerine kadar köylü çocukları halk çocukları en yüksek komutanlıklarına kadar yükselebiliyordu!

Halk çocuklarının yüksek subaylar olarak yetiştirilmesi ve devşirme geleneği! Düşünün 17. yüzyılda dahi devşirme çocuklar en yüksek sadrazamlık ve vezirlik makamındaydı!

Bozulma da Batı benzeri yeni soylu sınıfların oluşmasıyla başladı, şöyle, tımar dediğimiz diyelim bir ordu komutanlığına Konya ovası veriliyor ve git orada karnını doyur ek biç ve sonra savaşa asker gönder!

17. yüzyıldan itibaren sarayın torpil ve kayırması ya da paraya ihtiyaç duymasıyla tımar toprakları hep aynı kişilere verilmeye başlar, ileri gelen anlamında 'ayan' sınıfı böyle ortaya çıkar! Sarayın torpillileri beceri ve yetenekleri olmadığı halde sarayın yetki ve imtiyaz ve dokunulmazlıkları devreye girip yüksek makamlarda tutulur!

Saraylı bir sınıf oluşur!

Ki, 17. yüzyıldan sonra tıpkı Batı'daki kilise örneği gibi şeyhler tarikatlar da evliyalık davası güdüp üstün makamlar mevkiler ve kayırma ve imtiyaz isterler!

Osmanlı'nın çürüme ve yıkılma sebebi: en başta Türk Ordusu'nun sınıfsız halk ordusu olma özelliğini kaybetmesiyle başlar!

Düşünün bugünkü milli egemenliğimizi bir halk ordusu olan kuvayı milliyecilerin sarayın ordusuna karşı savaşmasıyla kazandık!

Mustafa Kemal'in yanında işgale karşı milli heyecanla harekete geçmiş Müdafayı Hukuk cemiyetleri büyük rol oynadı, dikkatli okuyun ilk günlerdeki Müdafayı Hukuk cemiyetlerin birçoğu saraycıydı!

Yani milli heyecanın yerli ve milli karakteri, insiyatif alan Türk subayları ve köylü çocuklarıyla hem İngiliz'e hem saraya karşı bir milli cephe oldu!

Savaş yılları milletlerin özünü karakterini ortaya çıkartır, hırsızlar, yabancı şirketler, ajanlar, işbirlikçiler kaçar  açığa çıkar ya da elenir ve milletin hakiki gücü kendi evlatları devreye girer!

60 yılında başlayan ihtilaller Türk Ordusu'nun omurgasına ve ruhuna ağır darbeler indirir ve holdinglerin mütevelli heyetlerinde beslediği Natocu Amerikancı subay kadrosu sanki bir kast sanki bir soylu sınıf, bir dizi ihtilallerle yükselir ve halkın çocukları her ihtilalde milli subaylar çoğunlukla elenir! Bugün bile OYAK adında kendi karınlarını milletten ayrı doyuruyorlar!

Nato'nun harekete geçirdiği liberallerin ve Fetö'nün ve İslamcıların saldırısı altında ruhunu zaten çoğunlukla Nato'ya kaptırmış Türk Ordusu'nun ortadan kaldırılması ve Fetö yerine yine tarikatçı ve mezhepçi yapılanması Türk milleti için tarihi bir nokta ve tarihlerin en büyük felaketidir!

An itibariyle Türk Ordusu halkı değil sömürgeci şirketleri koruyor, tarikatıyla koruyor, sarayıyla koruyor ve ordunun terfi sistemi an itibariyle yine sarayın yani keyfi rejimin elinde!

Türk milletinin çocukları elinden, Türk Ordusu, Osmanlı'da saray ve sonra Nato ve şimdi yine saray tarafından alındı!

Artık vatanından başka kendini kimseye borçlu hissetmeyen 13 yaşındaki Çankırı köyünden harp okuluna gelmiş bir çocuğun üst komutanlıklara gelme şansı sıfırdır!

Üst komutanlıklara gelmek isteyenler çürümenin başladığı 16. 17. yüzyıldaki gibi saraya biat övgü bağlılık yeminleri etmek zorunda hissediyorlar kendini!

Türk milletini tarihte bağımsız kılan torpilsiz kayırmasız halk-köylü çocuklarının en yüksek makamlara kadar çıkabilme karakteriydi!

Milli duyguların romantik heyecanını da unutmayın, tarihin ilk gününden beri, bir gün orduların başkomutanı büyük kahraman olacağım hayali olmadıktan sonra o çocuk o köyden çıkıp kendini en ön cepheye niye atsın?

Batı'da asilzadelik babadan soydan kandan gelir oysa Türk milletinin her çocuğu bu soyluluk hakkını kendinde görür ve ama bu hakkı kendi bileği yeteneğiyle almak zorundadır ve herkesin topyekün insiyatif almasını zorunlu kılar ve Türk orduları işte böyle güç kazanır!

Türk milleti yeniden silkinip kastsız sınıfsız bir halk ordusu kurmadan milli bağımsızlığını egemenliğini koruyamaz!

Halkımız ve ordumuz Türk milletinin en büyük hazinesidir!