Yazının başlığı bugünün Türkçesi ile “İslam dini ilerlemeye mani midir” de olabilirdi. Bugün de bu genelde böyle anlaşılmaktadır. Öncelikle terakkiyi günümüzün Türkçesinde ilerlemeden ziyade gelişme veya mükemmellik olarak anlamak daha yerinde olacaktır. Zira ilerleme, Türk düşünce dünyasında ütopik bir modernite düşü olarak hep yanlış algılanmıştır. Bu bağlamda literatürümüzde 1908 ve Cumhuriyet devrimlerindeki yıllarda Sünni İslam kurumsalını savunanlar için sıkça kullanılan “mürteci”, “ilerici” ve “gerici” gibi terimler trajikomik bir nitelik kazanmaktadır. Eğer 1908’de kullanılan gericilik terimi istibdat yönetimini, Cumhuriyet devrimleri döneminde kullanılan gericilik terimi ise Padişahlığı kastetmekteyse siyasi kesitte bu doğru kullanımdı. Ancak genelde gerici terimi ilerleme düşünde ayak bağı olduğu kabul edilen dinin kurumsalları için kullanılmakta. Ayrıca dinin bazı kurumsallarının yorumlarının katılığının ciddi bir yan sorun teşkil ettiğini de ayrıca belirtelim.
Batıdaki bilim ve felsefenin devriminin
referansı Rönesans bir ilerleme düşünün peşinde değildi. Tam tersine hakikat ve
anlam arayışını insanlığın kadim geçmişinde arama çabasıydı. Geriden
uzanabildikleri tarih antik Mısır, Babil ve Helenistik dönemlerdi. Batılı
filozoflar bunların kodifikasyonlarında da sıkça Endülüs İslam aydınlanması ve
Arapçayı kullanıyorlardı. Felsefe kadim hikmetin kendisiydi. İlgili sürecin
iktidar mücadelelerine alet edilmesi kadim ilimlerden, bugünkü yıkıcı modernite
yolculuğundaki kırılmalara ve dinlerin orijinalliğinin yitimine neden oldu. Tüm
dinlerde sosyoloji, kadim kültür kodları ve daha önemlisi siyasi çıkarlar
teolojiyi şekillendirdi tarihsel mezhepleri belirledi.
İslam dininin gelişmeyi engellediği fikri
yeni bir yargı değildir. En az 200 yıllık geçmişi de vardır. Batı’da bunu bir
tez olarak ortaya koyan Fransız filozof Ernest Renan’dır. Renan’ın bu
görüşlerine karşı Namık Kemal ve Cemalettin Afgani zayıf sayılabilecek
savunmalar yazmışlarsa da bu görüşler hep Türk modernleşmesinin 1908
devriminden sonra gizli ajandasını teşkil etmiştir. Ahmet Ağaoğlu, Mahmut Esat,
Tevfik Rüştü gibi aydın Cumhuriyet bürokratları bu tezden çok etkilenmişlerdir.
Devrimlerin ruhun da bu yaklaşım vardır. Kazım Karabekir ise bu görüşlere karşı
çıkmış, terakki sorununun dinden kaynaklanmadığını gerçek sebebin demokratik
özgürlük alanlarının oluşmamasına bağlamıştır.
Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrimlerinin
kapsadığı gelişmemize İslam dininin- şeriatın çerçeveleri mi mani olmaktadır
tartışmaları günümüz Türkiye’sinde de hızından bir şey kaybetmeden devam
etmektedir. Buna da en çok son 20 yılın popülist dini ve tarihi kullanan beka
politikaları neden olmaktadır. Ülkenin genç kuşağının dinden siyaset ve mahalle
yüzünden soğuması, dindarların fıkıh ve ibadet dışında evrensel ahlak, vicdan
ve ötekinin hakkına riayet sorunları bugün için buna neden olmuştur. Hatta öyle
ki bugünkü kurumsal İslam için sadece terakkiye mani olması değil “evrensel
vicdan ve ahlak konusunda da yetersiz kalmıştır” tezi de güç kazanmıştır.
Yukardaki farklı tespitler belirttiğimiz
son 200 yıldan bugüne gündemdedir. Doğrudur. Kemalist devrimlerin bakış açısı
da bu doğrultudaydı. İslam dinin kurumsalını ıslah ederek veya kaldırarak yeni
bir kurumsal olmayan sivil din yaratılma çabasına girildi. Başarılı olamadı
geri tepti.
Graham Fuller’in “İslamsız Dünya”
kitabında İslam dinini doğuşu ve bugünü arasındaki süreçte insanlık tarihinin
kazanımlarını, yokluğu varsayımında ise insanlığın muhtemel kayıplarından
bahsetmekte. Yerli ve milli derin komplo severlerin iddiaları aksine kitap
oldukça nitelikli. Benim yazımın ana tezi değil. Sadece konuya ilişkin bu
kitabın hatırlatılmasındaki faydayı düşündüm.
Asıl burada dikkatini çekmek istediğim
nokta Yahudilik ve Hristiyan’ların bazı unsurlarının İslam dininden çok daha
radikal bileşenler içermesine karşın dünyada en çok bilim ve sanat insanı
çıkaranların onlardan olmaları gerçeğidir. Özellikle 1847-1947 arası sağlam
Ortodoks Yahudi kültür altyapısı olan Marx, Freud, Proust, Einstein ve Kafka
gibilerin fikir ve tezleriyle dünyamızı nasıl değiştirdiklerini dikkate almak
gerekiyor.
Hristiyanlıkta Protestanlık gibi
dönüşümler yaşandığını varsaysak bile Katolik Françisken veya Cizvitlerin çok
daha radikal olduklarını söyleyebiliriz. Tabi ki bu tarikatların dünya
çaplarında iddialı eğitim kurumlarının varlığını da hatırlatarak.
Dinde reform dogmanın doğasına aykırı.
Ancak epistemik kodifikasyon veya popüler değimle aydınlanma her zaman mümkün.
Bunun örnekleri İslam’da Endülüs’te, Horasan bölgesi ve devamı Orta-Asya’da
yaşandı. Öyle ki Endülüs, Yahudi ve Hıristiyan aydınlanmasının rampasını teşkil
etti. Yahudi ve Hıristiyan aydınlanması sonra sürdü1. Ancak İslam
aydınlanmasının önü 16. Yüzyıldan sonra tıkandı.
İslam coğrafyası ve topluluklarının 17-18.
Yüzyıldan sonra Batı’dan farklı olarak yaşadıkları en büyük sorun
dönüştüremedikleri köylülük ve durduramadıkları göçebelik ilaveten de yağma
kültürü olmuştur. Bu yapının mutasavvıfı veya fıkıhçısı dünyaya hep bir
taşralının penceresinden bakmıştır. Kadim insanlık geçmişi veya geleceğe
yönelik öngörüler ilgi alanlarını teşkil etmemiştir. İslam sadece VII. Yüzyıl
kabile Arap topluluğu toplumsalı ve dili ile bunlar nezdinde sınırlı dışa
kapalı bir alanı teşkil etmiştir. Ernest Renan’da İslam’dan bir şey olmaz
derken aynı açmaza düşmüştür. Bu anlamda İslam toplulukları merak
etmemişlerdir. Fıkıhçıların aşırı yeterlilik hissi felsefeye kapısını kapatmış
başka bir dilemmaya kapılarını açmıştır. Ne Hezarfen Ahmet Çelebinin uçuşu ne
Arkeoloji ve ne de UFO araştırmaları ilgili yapının kendi kasaba vizyonlarına
sığabilmiştir. En nazik ifade ile merak ve yeniliklere mesafeli kalmışlardır.
Dünyanın en gelişmiş yerlerinde özgün bir
şekilde yaşayabilen radikal Hasidik Yahudiler veya Evangelistleri göz önünde
bulundurmadan İslam dünyasının dünya İslamilik endeksinde bile en geride
olmasını veya sefaletinin nedenini başörtüsü veya cüppede aramak bizleri ayrı
bir açmaza taşıyacaktır. Bu tamamen öteki ile ilişkisini ve birarada yaşama
kültürünün görgüsünü kazanabilmiş kentliliğe ilişkin bir sorunsaldır. Ne yazık
ki Cumhuriyet devrimleri sadece sosyalleşme ve görgü üzerine gideceğine
teolojinin özünü kendince ıslah etmeye çalıştı. Bu da bugünlere intikal eden
taşranın bir öfke sinüzoidalini doğurdu. Zorlama sekülarizasyon gelenekte var
olan görgüyü de ortadan kaldırdı. İslam dünyasının en büyük sorunlarından
birisi de nitelikli bir elit yani iş adamı, din adamı, sosyal bilimci veya
siyasetçi çıkartamamasıdır. Modernleşme bu toplumsalda tamamen askeri
ihtiyaçların karşılığıydı. Bu yüzden eğitimli asker sınıfı görgünün
karşılığıydı. Ancak şansızlık o ki batı dünyası aksine İslam dünyasında
görgüsüzlük para ve makam sahiplerinde yoğunlaşmış durumda.
Rene Guenon ve Roger Garaudy gibi batı
dünyasının yetiştirdiği önemli teozofist ve filozofların sonunda İslam’da
buldukları şüphesiz Arap sosyolojisinin vahşeti değil belki de bu Tanrı’nın son
mesajının aradıkları antik kadim hikmetin son halkası olduğuna inanmalarıydı.
İslam coğrafyasında ticari, kültürel ve siyasi ortama ilişkin ilgili
özgürlükler bu tip insanların yetişmesine elverebilseydi belki de bu yazıyı
yazmanın anlamı da olamayacaktı. İslam’ın terakkiye mani olup olmadığı
sorusunun cevabını İslam’da değil de siyaset ve sosyolojide aramak daha uygun
görünüyor.