27 Haziran 2024 Perşembe

İki sütun üzerine mahkum ülke siyasetinde yeni bir Tanzimat’ı tartışabilmek Tarık Çelenk-24/06/2024

İbni Haldun, İslam ülkelerinde siyaset toplumun kamu kaynakları üzerinden zengin olma veya geçinme aracıdır der. Sanırım bu tanım sadece yöneticiler değil yönetilenleri de kapsamaktadır. Kamu rantından zengin olmaya, malum argoda yağma veya talan da denilmekte. Yağma veya talan ile eksiltilen kamu kaynaklarının sürdürülebilirliği sorunsalı bugünkü söz konusu ülkelerin temel problemi. Öncelikle bu tür ülkelerde sürdürülebilir bir yağma-talan düzeni metot olarak da şeffaflığın-hesap verilebilirliğin veya güncel tabirle demokrasinin olmamasını gerektirmekte. Sadece devlet rantı değil ücretlilerin ve sosyal yardımların da kamu kaynaklarından finanse edilebilmesi bu tür yönetimlerin yoksullar indinde sempatik kılmakta. Seçimle gelinen otoriterlik için halkın rızası sadece sandık için de olsa da gerekli olmakta. Toplumun belirli oranda rızasını da almak gerekmekte. Buna, toplum ve otoriter yöneticilerin bu konudaki akitlerine, bizlerde rıza temelli sandık demokrasisi veya literatürde otoriter pazarlık da denilmekte.

***

Güvenlikçi anlayış sahibi atanmış veya veteran bir gurubun ise seçilenlerle otoriter ittifak yapmak üzerinden halkın rızasını almak ise kendi politikalarının rahat uygulanabilirliği açısından bu durumu kendilerine cazip hale getirmekte. Tabi ki otoriter pazarlığın devam edebilmesi bir şekilde sürdürülebilir kamu rantına bağımlı olmakta. Rusya ve Ortadoğu ülkelerinin bir kısmındaki sonsuz denilebilecek enerji kaynakları bu ülkelerde otoriter sürdürülebilirlik için önemli rol oynamakta. Bizim gibi demokrasi geleneği kısmen olan ülkeler için ise inşaat sektörü ve alt yapı yatırımlarıyla hazine arazilerinin rantı özellikle yoksullar için bu sürdürebilirliğin temel bir diğer unsuru.

***

Enerji kaynakları veya hazine rantı üzerine kurulan bir ekonomi, otoriter bir yönetim ve bunu taşıyabilecek popülist bir bekacı ideolojiyi gerekli kılmakta. Katma değer üreten -rekabetli-yüksek teknoloji ve orta üst sınıf meslek sahibi beyaz yakalılar ise otoriterlerin çıkar ve ideoloji olarak ilgi alanlarında değil. Bu tür özellikteki gerçek burjuvanın ise yönetimle ilişkileri her zaman yönetim açısından belli riskleri taşıtmakta. Bu nitelikli gurupları da otoriterler, kolayca seslerini batı işbirlikçisi ve Sorosçu gibi yaftalarla kısabilmekte veyahut beyin göçüyle ülkeden ayrılmalarına dolaylı teşvik de edebilmekteler.

***

Ülkemizde son 20 yılda verilen maden özelleştirme ruhsatları 385 bin civarında. Halbuki Cumhuriyetin ilk 80 senesinde bu verilen ruhsatların miktarı 1100’ü geçmiyordu. Bu bile son yıllarda ülkenin otoriter pazarlık konusunda kaynak kullanımına dair ilginç bir gösterge olabilmekte. Demokrasi ve çoğulculuktan ayrılıp otoriter pazarlık çevrimine giren Türkiye gibi ülkelerin refah liginde serbest düşüşe geçmeleri veyahut gelir dağılımı adaletsizliğinde yükselişe geçmesi sürpriz olmamakta. Sinan Ateş cinayeti örneğinde yaşanan adaletsizlik ve vicdanları yaralayan toplumun gözü önünde gerçekleşen siyasi pazarlık görüntülerinin seçmende pek karşılığı olmamakta. Bunda da toplumun hukuk ve demokrasinin olmaması ile yoksulluk arasındaki doğru orantılı ilişkiyi idrak ettirilmemesi rol oynamakta. Belki de popülist beka ideolojisinin gerektirdiği sorgulanamaz bir derin hikmetin toplum tarafından bu işin içinde olduğu da var sayılmakta.

***

Türkiye’de siyasetin belirleyiciliği 1950 seçimlerinden bu yana ara vesayetlere rağmen halkın rızası üzerine. Belirttiğimiz siyaset üzerinden zenginleşmenin kaynağı, köyden kente sürekli teşvik edilen göç ve hazine arazilerinin yağmalanması üzerine. Bu durum bize açgözlü imar değişim planları ile karşımıza mega kentleri değil mega kasabaları ve tersine gelişmiş köylülüğü çıkarmakta. Bu finansman modelinin yolsuzluk üzerinden bir hizmet üretmesi de muhafazakar mahallede yolsuzluğu önemsizleştirmekte.

***

Ülkemizde İbni Haldun’un tabiriyle “siyasetin asabiyesi” devletten bir kamu finansman, zenginleşme veya geçinme modeli olarak coğrafi ve sosyolojik iki temel sütün üzerinde durmakta.

Birincisi, Kuzeydoğu Karadeniz üçgeninin temsil ettiği inşaat-müteahhit lobisi. İkinci sütun ise Gümüşhane-Bayburt-Erzurum- Erzincan veya K. Maraş-Osmaniye-Adana gibi üçgenlerin temsil ettiği Dr. Mustafa Çalık’ın doktora tezinde 1bahsettiği “Refleksif Kasaba milliyetçiliğidir”. Bu milliyetçiliğin kökeninde İmparatorluktan buyana kurucu unsur ve ülkenin gerçek sahibi olup kan bedelini ödediği halde takdir göremediklerini inanan bir toplumsal tabanın dışlanmışlık duygusu söz konusudur. Dedeleri Yemen’den Galiçya’ya asker yazılmış bu coğrafyanın insanlarının torunlarının da samimi duygularının çetelerce kullanılmaması için kapalı kaldıkları kasaba milliyetçiliğinden kentli bir vatanseverlik anlayışı içeren kültür milliyetçiliğine dönüşümleri elzemdir. Bu unsurun genç milliyetçi aktivistlerinin- aydınların büyük kesiminin dil bilmemesi, dış dünya pencerelerinin kapalı olması ve kendi kütüphanelerini bile tam değerlendirememeleri bugünkü örnekleriyle ilgili handikabın temelini teşkil etmektedir. Zaman zaman şiddetle kendini ifade bu genç kesim için kendilerini kullananların gelecekleriyle oynadıkları anlatılmalıdır. 68-78 kuşağının Sağ ve Solda vuruşanları bu kullanma hikayesini acı örnekleriyle yaşamışlardı. Bu üzücü bir durumdur. Çalık kitabında bunu “Kasaba toplumunun şiddet alışkanlığı: mahalle ve bölgecilik kavgalarından militanlığa giden yol” bölümünde izah etmektedir. Her şeye rağmen görünmeyen ama kendini hissettiren dış dünyaya açık Muhafazakar ve devlet dönüşümünü elzem gören Milliyetçi harekette ciddi bir Milliyetçi ve girişimci demokrat aydınların da varlığına şahit olmaktayız. Bunların varlığı aynı yapı içindeki malum irtibatlı unsurları rahatsız etmektedir. Milliyetçi demokrat aydın siyasetçi ve gençlerin ülkenin geleceğine ve söz konusu gençlere yapabilecekleri katkı da sorumluk da tartışılmazdır.

Bu iki sütun arasında bazı ortak özellikler mevcut. Öncelikle bu gurupların kendi coğrafyaları içinde ciddi feodal toprak rantları ve gelirleri mevcut değildir. Bu koşullarda bu iki sütun ile temsil edilen toplumsalın bireyi ya kendi ayaklarının üstünde durmaya çalışacak mücadelesini verecek ya da devlete sırtını dayamak isteyecektir. Karadeniz insanı çalışkanlığı ve mücadelesinde, diğer söz konusu Anadolu üçgenlerindeki ilgili parti üzerinden kutsal devlet kapısı ekmek kapısı anlayışlarını da bunlara bağlamak gerekebilir. Belki de bu durumun amiyane politik trajik sonucunu da devlet rantından faydalanan ilgili bir kısmın Karadeniz müteahhit lobisi ve ilgili partinin de bürokrasideki gücü olarak da özetleyebiliriz. Yoksuldan zengine kadar sürdürülebilir ve sürekli yapılandırılabilir bir devlet rantının yönetiminin ancak merkez Sağ becerikliliğine de muhtaç olduğunu da bu arada hatırlatmak gerekir. Siyasi tarihimiz de bunu bize göstermiştir.

İki sütun arasındaki bir diğer ortak özellik de rekabete açık nitelikli bir meslekliler, işbirlikçi olmayan beyaz yakalılar ve ilgili burjuvanın eksikliğidir. Bu durum da şu anki siyasete hakim olan iki sütun tabanlı bu koalisyonun ekonomik ve sosyal sorunlara kalıcı çözüm üretemeyeceği kaygısını bizlere taşıttırmaktadır. Ülkemiz hızla milletler liginde irtifa kaybetmektedir.

***

Muhalefet 3. bir sütunu diğer iki sütunu da ikna ederek inşa edebilecek mi? Temel soru budur. 3. Sütun başta yaşanmış tarihin yeniden gerçekleriyle irdelenerek ortak aidiyetle geleceğin birlikte inşasından başlar. Muhalefet de sorunun özde bir metodoloji sorunu olduğunu görememektedir. Sorun sadece bir iktidar veya iktidarın değişimi sorunu değildir. Sorun devleti, değerleri ve niteliği toparlama sorunudur. Belki de artık 1839’dan sonra artık 2024 model 2. bir Tanzimat’ı tartışmak zamanı geldi. Ne dersiniz?

Kamu hizmetlerinde ve istihdamında enflasyon Murat Çemrek-27/06/2024

Çocukluğumda mahalleleri -yaşları erişmeyenlerin en azından Seksenler dizisinden hatırlayacağı gibi- gece bekçileri korurdu. Bekçiler, Roma’daki pretoryen muhafızlar gibi, gerektiğinde mahalleyi mahalleliden bile korumakla ödevli, kanunen de güvenlik güçlerine yardımcı olan silahlı kolluk görevlileriydi. 1995’te durdurulan bekçi alımları sonrasında 2008’de Emniyet Hizmetleri sınıfına dahil edilmeleriyle görevlerine devam ettiler. 2017’de yeniden bekçi alımları başlarken 18 Haziran 2020 tarih ve 7245 sayılı Çarşı ve Mahalle Bekçiliği Kanunu ile 14 Temmuz 1966 tarih ve 772 sayılı Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanunu’ndaki çalışma şartları güncellendi. Genelde Osmanlı-Türk modernleşmesi ve özelde bu sürecin bir kırılma mı yoksa devamlılık mı olduğu tartışmalarına dair çalışanlar için bir kamu spotu olması için aslında 1966’daki güncelleme de 24 Nisan 1914 tarihli Çarşı ve Mahallât Bekçileri Hakkındaki Muvakkat Kanun’un o günün koşullarına uyarlanmasından başkası değildi.

Bekçi denilince aklıma kötü bir renk tercihi olarak kahverengi üniformaları ve bir Hıdırellez akşamı (fonda Emir Kusturica’nın Çingeneler Zamanı filmi ile özdeşleşen Ederlezi çalsın lütfen) sokağın her iki tarafı araba doluyken yol ortasında yakılan ateş yüzünden bekçinin copundan nasiplendiğimiz olmuştu. Hatırladığım kadarıyla 7-8 yaşlarındaydım ve kendimizden büyüklerin akıldaneliğine kurban olmuştuk. Zira o zamanki birbirine sıkışık beş katlı apartmanların -bırakın hane başı bir tane araba ve park yerini- asansörü bile yoktu (Komik olma kuzen Larry, tabii ki yangın merdiveni de yoktu o apartmanların ama Amerikan filmlerinde klasik yangın merdiveninden kaçma sahnesine hepimiz müptelaydık). Sonrasında yukarıda belirttiğim istihdam düzenlemeleriyle bekçiler hayatımızdan kayboldu ama Kemal Sunal’ın hayat verdiği Bekçiler Kralı filmi özel televizyon kanallarında bugün bile en beklenmedik zamanlarda karşımıza çıkmaya devam etmektedir. Bir anlamda gecikmeli olarak hayatlarımıza özel televizyon kanalları girmişti ama bekçiler de çıkmıştı.

Bitişik nizam apartmanların yerini duruma göre daire başı bir hatta bazen iki araçlık kapalı park, evinizden kapalı devre kamera sistemiyle çocuklarınızı izleyebileceğiniz çocuk oyun parkı ve yangın merdiveni (ama lütfen turşu bidonlarını ve bodrumdaki depoya indirmeye erindiğiniz ıvır zıvırı koymayın yangın merdivenine) gibi açık ara daha steril yaşam alanları sunan siteler almaya başladı. Ben de çocuğumuzu rahat takip edelim diye bir tanesine taşındıktan sonra aklımı kurcalayan meselelerden bir tanesi sitenin özel güvenliği oldu. Madem özel güvenlik hizmeti için aidatın bir parçasını ödüyorduk haliyle kamusal güvenlik hizmetlerinden daha az faydalanıyorduk. Buna rağmen hem oransal hem de toplamda toplum olarak her geçen gün daha fazla vergi ödüyorduk. Öte yandan, devletin sunduğu güvenlik hizmetlerinin -en azından görünür olanlarından- daha az ediniyorduk ama biz mışıl mışıl uyurken beyaz şapkalı hacker’lar farklı renklerde şapka tercih eden hacker’lara karşı malımızı ve canımızı koruyorlardı (Her seferinde Polat Alemdar olası bir siber saldırıda tüm fişleri kopartırcasına çekemezdi ya…). Modern toplumda üretilen ve haliyle de tüketilen hizmetlerin hem sayı hem de yoğunluk artışından dolayı aklıma ilk gelen teselli cevabı istihdam olanakları da yaratmak adına emek yoğun düzenlemelerdi.

Klasik liberalizmde “gece bekçisi” metaforu ile olabildiğince sınırlı bir çerçeveye indirilen devlet, gece bekçilerinden de vazgeçtiyse -evlerden eşiklerden ırak- anarşistlerin ütopyasına bir adım daha yaklaşmıştık. Halbuki, devleti şeytanı (necessary evil) ne kadar gerekliyse o kadar içselleştiren klasik liberalizm çoktan yenilgiye uğramış; önce Büyük Buhran sonrasında Keynesyen politikalar ve akabinde de II. Dünya Savaşı sonrası kıta Avrupa’sında yükselen sosyal demokrat politikalar sayesinde kamu istihdamı başını alıp gitmişti zaten. Her ne kadar Reagan, Thatcher ve Türkiye’de de Özal sayesinde özellikle kamu istihdamı ve kamu fonlarının daraltılması merkezli neoliberalizm yükselişe geçse de bilginin giderek metalaşmasıyla bilgi toplumu yükseldikçe, hizmet sektörü sanayinin ve tarımın önüne hem istihdam hem de ürettiği katma değer ile biteviye ivmeleniyordu. Endüstri Devrimi’nin ilk başta daha çok ihtiyaç duyduğu mavi yakalıların yerini daha fazla beyaz yakalı istihdamı almıştı ama hizmet sektörü bütün otomasyon hamlelerine rağmen bugün bile emek yoğun özelliğini korumaya devam ediyor.

TIP SEKTÖRÜ

Benzer bir emek yoğunluğunu ister kamu hastaneleri ister özel hastanelere gittiğimde de her seferinde fark ediyorum. Eskiden kraldan çok kralcı bir hastabakıcının “Yassagh, başhekimin emri var” diye ziyaretçileri içeri almadığı, daha az doktor ve hemşirenin dolaştığı hastaneler artık Sağlık Liselerinden mezun envaiçeşit renkteki üniformalarıyla hemşireler, laborantlar, acil tıp teknisyenlerinin dolaştığı oldukça emek yoğun alanlar haline geldi. Eskiden tedavi amaçlı bulunamayan sağlık personelinin -hassaten doktorlar- şimdilerde bazı vandalların şiddetine maruz kalacak kadar arttığını da söylemeden edemeyeceğim. O yüzden sağır sultanın bile duyduğu üzere tıp sektöründe Almanca öğrenip yurt dışına giden nitelikli büyük bir emek göçü var. Genel sağlık sigortası yeterli olmadığı için soluğu yine özel hastanelerde alan ve bunu da en azından tamamlayıcı sağlık sigortası ile daha ucuza halletmeye çalışanlar açısından baktığımızda ödenen bu vergiler ve sigorta primleri hastalandığımızda tedaviye yetmiyorsa, sorgulamaya dermanımız yoksa bile kafamızda evhamların oluşmasına engel olamıyorlar.

EĞİTİM SEKTÖRÜ

Sadece tıp sektörü değil eğitim sektörü de eskisine oranla daha emek yoğun hale geldi. En azından X ve Y kuşağının hatırlayacağı üzere köy ilkokullarında beş sınıf -o zamanlar ilkokul beş yıldı- bir arada okurdu. Bunun biraz daha zengin duruşlusu ise ilk üç sınıfın bir derslikte diğer iki sınıfın ise diğer derslikte olanıydı. Şehirlerdekiler de eğer tayinle veya kendilerinin okul değişikliği olmazsa tek bir öğretmenle beş yılı bitirirdi. Genellikle ilkokul öğretmenleri birinci sınıftan aldıkları öğrencileri son sınıfa getirip öyle emekli olurlardı. Bundan kelli, ilkokul öğretmenleri bizleri kamusal hayatla tanıştıran figürler olarak hepimizin hayatında oldukça özel şahıslar olagelmişlerdir. Köy Enstitüleri kapatılmış ve Ecevit’in köy-kent projesi gerçekleştirilmemişse de eğitim şehirlere doğru mobilize oldu ve haliyle de şehirleşti. Taşımalı eğitim sistemiyle eğitilmek üzere sürüklendiğimiz şehirler parıltılı ışıkları ve daha fazla materyal imkânlarıyla hepimizi ayartırken kimse “tarım öldü, köyler boşaldı” diye ağıt yakmasın bir zahmet. Bu ağıtçılara soracağım tek soru, siz neden tercihinizi köyden yana kullanmıyorsunuz o zaman? Haklısınız, sizin de Avrupa’daki gurbetçiler gibi şehirlerde kurulu düzeniniz var.

Şimdilerde ilkokullarda sınıf öğretmenleri eskiden olduğu gibi derslerin hepsine de girmiyor. Ebeveynlerin özel değil sıradan bir eğitim için bile dişlerinden tırnaklarından arttırdıklarını da özel okullar ve kurslara harcadıklarını hepimiz temaşa ediyoruz ya da bizatihi onlar biziz. Özel okullara rağbeti göz önüne alırsak -güvenlik meselesinde olduğu gibi- devletin eğitim hizmetinden daha az faydalanmamıza rağmen daha fazla vergi verdiğimiz ortada. Elbette Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın yurt sathında ve yerel yönetimlerin de kendi mücavir alanlarında sağladığı yaz spor kursları ve kamplarını da yabana atmamak lazım. Bu yüzden emeklilere tatil beldelerinde Bakanlığın yurtlarında kalma olanağını da nazar değmesin diye saymıyorum bile.

YARIN ENDİŞESİ

İnsanın kendine dair tek bilinçli canlı olmasının getirdiği yükün uzantısı olarak yaşadığımız hayatın her geçen gün karmaşıklaşması ve bu karmaşayı çözmek için daha fazla teknolojik desteğe muhtaç olmamız bu paradoksa ışık tutuyor. Organik birer canlı olarak yaşamasını bırakın, katlanması bile daha zor hayatlar hepimizi çevrelemiş durumda. Modern öncesi insan gibi doğal afetlerde veya vahşi hayvanların saldırılarıyla yaşamlarımız son bulmayabilir ancak yarın endişesini iliklerimize kadar içselleştirdiğimiz bir çağdayız. O yüzden nüfus istatistiklerinin Türkiye açısından alarm verdiği bu süreçte hükümet önümüzdeki dönemde hangi teşviklerle çocuk sahibi olmayı özendirebilir bilmiyorum. İnsanların kendilerini zar zor geçindirebildikleri, özellikle dar gelirlilere bir dokun bin ah işit söz konusu iken bu teşviklerin de sadra şifa olacağını zannetmiyorum. Zira modern toplumu oluşturan modern birey günün sonunda çıkarlarını maksimize etmeye çalışan bir Homo Economicus’tur ve vereceği cevap da filmlerdeki klişe repliklerden biri olarak “Bu dünyaya mı çocuk getirelim?” olur.

10 yıl öncesine kadar Türkiye’deki ateşli tartışmaların ana temalarından birisi ülkenin orta gelir tuzağına düşmeden bir üst lige nasıl çıkacağı ve bu çerçevede Türkiye’nin en azından Hollanda hastalığına yakalanmayacak derecedeki ihracat çeşitliliği ile iç piyasanın da genç bir nüfus tarafından beslendiğiydi. 10 yıl içinde artık orta gelir tuzağına tutulmuş ve haliyle de her anlamda fakirleşen kitlelerinin endişelerine, feryatlarına veya kuyruğu dik tutma pozlarına şahit oluyoruz (Evet, bayramda Alaçatı’daydık canım). 10 yıl içinde iki katına çıkan kamu istihdamına rağmen eğitimde giderek artan kalitesizleşme kaçınılmaz olarak hem Türkiye’yi demokratik ligden düşürdü hem de orta sınıfı bir soykırıma tabi tuttu. Şimdi onların hepsi prekarya. Orta sınıf için havf ve reca dengesi, bir alt sınıfa düşme korkusuyla bir üst sınıfa çıkma arasındaki tahterevallide kendini olabildiğince geliştirip koluna yeni yeni altın bilezikler takmaktır. Böylece göreceli meritokratik bir piyasada aranan niteliklerini artırarak bir üst sınıfa değilse bile sınıf içi yukarı harekete ulaşabilir. Eğer artan kamu istihdamından memnunsanız, maaşların düşüklüğünden ve özlük haklarının daralmasından şikâyetiniz havada kalıyor. Eğer bu enflasyonist artış nedeniyle kamu hizmetlerinin kalitesinde genel bir düşüklük yaşadığınızı düşünüyorsanız, o zaman kamu istihdamındaki artışa dair duruşunuzu gözden geçirmeniz gerecektir.

MURAT ÇEMREK KİMDİR?

ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans, Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora çalışmalarını tamamladı. Bilkent, Atatürk Alatoo (Kırgızistan) Selçuk, El Farabi (Kazakistan) Üniversitelerinde ve Polis Akademisi’nde dersler verdi. Ahmet Yesevi Uluslararası Üniversitesi’nin (Kazakistan) Avrasya Araştırma Enstitüsü’nün Kurucu Müdürlüğünü yaptı. Halen Necmettin Erbakan Üniversitesi’nde Bölüm Başkanlığı yürütmektedir.

10 Haziran 2024 Pazartesi

'Türkiye suç ve suçlular için cennet konumunda' Gülizar Biçer Karaca/10.06.2024

İçişleri Bakanlığı İletişim Başkanlığı’nın sosyal medya hesabında her gün olmasa da gün aşırı, bazı günlerde ise birden fazla operasyon haberi  duyuruluyor. Uluslararası yakalama ve tevkif müzekkeresi niteliğinde olan ve İnterpol tarafından çıkarılan “Kırmızı Bülten”le arananlar yıllarca ülkemizi meslek tuttu. Kimisi vatandaş yapıldı. İçişleri Bakanlığı’na Ali Yerlikaya’nın getirilmesinden sonra sadece kırmızı bültenle aranan 272 yabancı uyruklu kişi, bunların kurdukları çeteler çökertildi.

Ama ülkemiz o hale gelmiş ki, yakala yakala, çökert çökert bitmiyor. TBMM Başkanvekili ve CHP Denizli Milletvekili Gülizar Biçer Karaca, ülkemizi “suçlular cenneti”ne çevrilmesini ve diğer ülkeler içindeki durumunu araştırdı. “Gördüm ki küresel organize suç endeksinin 2023 raporlarına göre sorumlusu iktidardır, saraydır. Sorumlular da hesap vermek zorundadır” diyor, ekliyor:

“İktidarın, sarayın atanmış bakanlarının göreve gelmesinin üzerinden bir yıl geçti. Bunlardan birisi de İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya. Bir yıllık görev süresi boyunca, İçişleri Bakanlığı tarafından sosyal medya üzerinden açıklanan operasyon bilgilerine ilişkin bir rapor hazırladık. Bu rapordaki çarpıcı olan birkaç konuyu da kamuoyuyla paylaşma zorunludur diye düşünüyorum.”

SUÇ BATAKLIĞI İÇİNDEYİZ

Son bir yılda İçişleri Bakanlığı’nın sosyal medyadan paylaştığı operasyonları derleyen CHP’li Gülizar Biçer Karaca, SÖZCÜ’ye şunları söyledi:

“Bu operasyonlar; narkotik operasyonları, göçmen kaçakçılığına ilişkin operasyonlar, organize ve mali suçlar, terör başta olmak üzere yaklaşık 500 operasyon. (İçişleri Bakanlığı yetkilileri bu konuda operasyon sayısının 500 değil, bin 300 civarında olduğunu, 500’ün üzerinde çökertilen çete olduğunu söylediler). Şimdi, 22 yıldır bu ülkeyi yöneten kim? Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve Saray iktidarı.

22 yıldan bu yana bu kadar suç örgütü, bu kadar suçlu; uyuşturucu, narkotik başta olmak üzere, mali suçlar, göçmen kaçakçılığı ve aranan şahıslar gibi aslında ülke ve yurttaş güvenliği için çok önemli olan güvenlik problemleri ortadan kaldırılmış değil. 22 yılda AKP’de görev yapan bakanlar, iktidar ne yapmıştır? Türkiye’nin bir suç bataklığına, Türkiye’nin bir suçlu ve organize işler ile terör örgütlerinin ve aynı zamanda da uyuşturucu baronlarının, her türlü suçun ve suçlunun beslendiği, yerleştiği ve geliştiği bir ülke haline getirmişler. Bu kabul edilemez bir durum.

TÜRKİYE’NİN YERİ

Hukukun üstünlüğü endeksinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yerlerde süründürüldüğünü belirten Karaca açıklamasını şöyle sürdürüyor:

Küresel organize suç endeksinin 2023 raporlarına göre suçlu ve suça ilişkin verilerde Türkiye’yi şampiyon yapan, birinci yapan AKP iktidarıdır. Bu utançta onlara yeter. Siz artık bu ülkeden elinizi ayağınızı çekin. Bu operasyonlarda yakalanan teröristleri ya da suçluları ve bu suç örgütleri ne zaman kuruldu? Suç örgütleri bu kadar nasıl palazlandı, nasıl büyüdü? Sorumlu iktidardır, saraydır ve sorumlular da hesap vermek zorundadır. Bundan kaçamazlar.

DAHA ÖNCE NEREDEYDİLER?

Şimdi operasyonlar yapılırken, daha önce bu mücadelenin niçin yapılmadığını, o dönemde de yetkili makamda bulunanların görevlerini niçin yerine getirmediğini sorun Karaca, sözlerini şöyle sürdürüyor:

İçişleri Bakanlığı’nın sosyal medyada yaptığı bütün operasyonları inceledim. Avrupa ülkeleriyle, dünyanın diğer ülkeleriyle karşılaştığımızda tablo gerçekten çok ürkütücü. Ülkemiz, yerli ve yabancı suçlular için adeta cennet haline gelmiş. Yurttaşların can, mal ve ülke güvenliğimiz risk altında girmiş.

SARAY ŞUNU AÇIKLAMALI

Suç örgütleriyle, yapılarıyla mücadele etmesi gerekenler etkili bir mücadele etmedikleri ya da ettirilmediği için büyüdü. Saraydan şunu öğrenmek istiyoruz: Görevde oldukları dönemde operasyon yapmayan, operasyonu engelleyenlere işlem yapılacak mı? Yapmadılarsa niçin yapmadılar, kendilerine bir emir verilmişti? Türkiye’nin suç ve suç örgütü cenneti olmaktan çıkarılmasını çok önemsiyoruz. Mücadele yapmayan, ülkemizi suç ve suçlular cennetine dönüşmesine yol açanlara, göz yumanlar hakkında görevi ihmal, görevi kötüye kullandıkları için haklarında işlem yapılacak mı?

TÜRKİYE’NİN SUÇ KARNESİ

Gülizar Biçer Karaca, küresel organize suç endeksinin 2023 yılı raporunu da inceledi. Sonuçlarını şöyle anlattı:

Suç ve suçluya ilişkin veriler açısından Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada. 46 Asya ülkesi arasında 14’ünce sırada. Dünyada 193 ülke arasında ise 14’üncü sırada.

Suç endeksine göre Türkiye’nin önünde Kolombiya, Meksika, Paraguay, Kongo, Nijerya, Irak, Lübnan, Afganistan, Suriye gibi devletler yer alıyor. Bu, geldiğimiz durumu gözler önüne seriyor.

CHP’li Gülizar Biçer Karaca SÖZCÜ Medya Grubu Ankara Temsilcisi Saygı Öztürk’ün sorularını cevaplandırdı.

HANGİ KONUDA HANGİ OPERASYON

TBMM Başkanvekili Gülizar Biçer Karaca terör, organize suç örgütleri, göçmen kaçakçılığı, mali ve siber suçlar başta olmak üzere, alkol, tütün ve altın, uluslararası oto kaçakçılığı gibi birçok operasyonun İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya tarafından bir yılda 27 farklı isimde operasyonların paylaşıldığını söyledi. TBMM Başkanvekili “Yerlikaya’nın göreve geldiği 4 Haziran 2023’ten, 3 Haziran 2024 tarihine kadar Türkiye genelinde 469 operasyonun bilgisini verdi. Bu verilere asayiş, hırsızlık, cinayet, gasp gibi veriler dahil edilmedi. O yüzden yekun bir veriye ulaşamıyoruz” dedi.

İçişleri Bakanlığı’nın açıklamalarıyla ilgili derlediği operasyonlar ve bunlarla ilgili kendi yaptığı çalışmaların sonuçlarını SÖZCÜ’ye şöyle açıkladı:

ORGANİZE VE MALİ SUÇ OPERASYONLARI:

İçişleri Bakanlığı tarafından son bir yılda 103 operasyon paylaşıldı. 3287 şüpheli yakalandı. Yani neredeyse her iki günde bir organize suç örgütlerine operasyon yapıldı, günde organize suç örgütü şüphelisi olduğu gerekçesiyle 14 kişi yakalandı.

TERÖR ÖRGÜTLERİ OPERASYONLARI:

Terör örgütlerine yönelik 4 farklı isimde operasyonlar gerçekleştirildi. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın paylaşımlarına göre 6 bin 516 terör şüphelisi yakalandı, 46 terörist etkisiz hale getirildi, 650 mağara ve sığınak imha edildi. Yani günde 6 terör şüphelisi yakalandı, 2 mağara veya sığınak imha edildi. Bunların Bozdoğanlar 696 + Kahramanlar 818= Bin 514 tanesi DEAŞ terör örgütüne mensup kişiler.

GÖÇMEN KAÇAKÇILIĞI:

Toplam 22 operasyonda 818 göçmen kaçakçılığı organizatörü yakalandı. 106’sı tutuklandı. 14 bin 795 kaçak sığınmacı yakalandı.

NARKOTİK SUÇLAR:

Narkotik şuçlara yönelik operasyonlarda 11 bin 505 şüpheli yakalandı, toplamda 59 bin 850 kg uyuşturucu, 41 milyon 589 bin 472 uyuşturucu hap yakalandı. Yani bir günde ortalama 32 zehir taciri yakalandı. Yakalanan uyuşturucu hap sayısı Türkiye nüfusunun yarısına eşit.

ARANAN ŞAHISLAR:

Haklarında yakalama kararı bulunan şahıslara yönelik operasyonlarla bir günde ortalama 147 firari yakalandı. Bir yılda yakalanan toplam firari sayısı 53 bin 867. Önceki İçişleri Bakanı (Süleyman Soylu) döneminden beri kaçak olanların yani beş yıldan beri arananların oranı yüzde 98.54 olduğu anlaşıldı.

SİBER SUÇLAR:

Siber suçlara yönelik açıklanan 42 operasyon gerçekleştirildi. 2 bin 803 şüpheli hakkında işlem yapıldı. Sanal bahis, siber dolandırıcılık, banka kartı kopyalama, telefon ve internet dolandırıcılığı gibi suçların işlenmesi sonucunda suçtan oluşan malvarlığının boyutu hesaplanamıyor.

RUHSATSIZ SİLAH VE KAÇAKÇILIK:

Ruhsatsız silah ve silah kaçakçılığı nedeniyle açıklanan 20 operasyon sonucunda Türkiye genelinde 18 bin 762 şüpheli hakkında işlem yapıldı. Bu operasyonlarda 16 bin 294 silah ya da tüfek ele geçirildi. Yani, bir günde ortalama 51 kişi yakalandı, 44 ruhsatsız silah ya da tüfek ele geçirildi. Üstelik bu rakamlar içerisinde diğer suçlarda kullanılan ve alıkonulan silahlar yok.

CASUSLUK:

Casusluk faaliyeti nedeniyle yılbaşından bu yana 48 şüpheli yakalandı.

KAÇAK İÇKİ:

Kaçak içki operasyonlarında 761 şüpheliye işlem yapıldı.

İçişleri ne açıkladı?

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, dün emniyet ve jandarma trafik ekiplerince 30 Mayıs-6 Haziran tarihleri arasında 2 milyon 540 bin 665 aracın denetlendiğini belirtti. Işıklı ya da sesli uyarı işareti bulunan cihazları (çakar) mevzuata izin verilmeyen araçlara takarak kullanan 260 sürücüye işlem yapıldı.

Hız ihlalinde bulunan 114 bin 82, zamanında muayenesi yaptırılmamış 23 bin 684 araç, emniyet kemeri kullanmayan 15 bin 872, sürücü belgesiz araç kullanan 15 bin 620, zorunlu mali sorumluluk sigortası bulunmayan 9 bin 423 araç olmak üzere diğer işlemlerle birlikte toplam 409 bin 987 araca/sürücüye işlem yapıldı.

Bakan, bu sayıları sıraladıktan sonra şu mesajı verdi: Lütfen trafik kurallarına harfiyen uyalım, aşırı hız yapmayalım. Emniyet kemeri takmayı ihmal etmeyelim. Yolculuklar sizi sevdiklerinize kavuşturmak için vardır., ayırmak için değil. Lütfen aklımızdan çıkarmayalım.

AK Parti ve üniversite İlhami Güler-10/06/2024

Üniversite, Batıda Kilisenin ortaçağda oluşturduğu dogmalara karşı yine kilisenin içinden yaratılan eleştirilerle başlamış ve daha sonra özerklik kazanıp ona savaş açmış, evrensel bilimi iktisap etmeye çalışan seküler bir kurumdur. On dokuzuncu yüz yılda “Pozitivizm” akımı ile Felsefe ve Dinin yerini almaya çalışmış (“Bilim Kilisesi” P. Feyerabend); daha sonra iç eleştirilerle doğal sınırlarına çekilmiş; son yüz yılda da büyük ölçüde teknoloji ve ekonomiye eklemlenmiş bir kurumdur.

İslam Dünyasında “Medrese”, dini dünya görüşünü, düşünce ile meşrulaştırma misyonu ile kurulmuş; daha sonra felsefe ve bilimsel faaliyetleri bünyesine almış; Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ise, skolastik/dogmatik düşüncesizlik çukuruna düşüp talim/tedris/tahsil faaliyetine indirgenerek çökmüş bir kurumdur. Çöküş aşamasında yapılan ıslahat çabaları fayda vermemiş ve II. Abdülhamit döneminde Batıdan üniversite ve modern eğitim kurumları alınmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet döneminde, medreseler kapatılmış ve “Üniversite reformu” yapılarak bilimsel düşünce taklit edilmeye ve oluşturulmaya çalışılmıştır. M. Kemal Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” cümlesi, cumhuriyetin temel telosunu ifade eder. Teknolojik geri kalmışlık, üniversitelerde “Bilim” olarak sosyal bilimler değil; fen bilimlere ağırlık verilmesini doğurmuştur. Oysa felsefe, teoloji ve sosyal bilim nosyonu olmadan pozitif/fizik bilim nosyonu zor gelişir. Bizim klasik dönemde de Batıda da böyle olmuştur. Sami Selçuk’un, 25. 5. 2024 tarihinde Karar gazetesinde yayınladığı “Aydınlanma” adlı makalesinde zikrettiği aşağıdaki olay, aktif felsefi ve teolojik düşüncenin olmadığı medreselerdeki durumu gözler önüne koyar.

“İstanbul’da bulunan François Baron de Tott’un tavsiyesiyle Padişah Üçüncü Mustafa, matematik okulu (riyaziye mektebi) açılmasını buyurur. Okulun başına da Baron de Tott geçecektir. Kimi hendeseciler, geometriyi ve matematiği iyi bildikleri iddiasıyla bu öneriye karşı çıkarlar. Bunun üzerine bütün mühendishane müderrislerinin (profesörler) de katıldıkları bir toplantı yapılır. Baron de Tott, üçgenin açılarının toplamını sorar, onlara. Müderrisler, bahriye subayları, ilkin kendi aralarında tartışmak için, neyi tartışacaklarsa, izin isterler ve daha sonra şu yanıtı verirler: “Üçgenine göre değişir.” Oturumda padişah yoktur, ancak o anda iki hükümet yetkilisi de orada bulunmaktadır. (Baron de Tott, Mémoires sur les turcs et les tartares, Paris, 1784, cilt III, s. 212-215).

Osmanlı medreselerinde “Felsefe” yapmayı geçtik, canlı bir “teolojik” düşüncenin bile olmaması, “Bilimsel” düşünceye (Keşif-icad) geçişi zorlaştırmıştır. Batıda bilim, dinamik bir felsefi ve teolojik düşünme akabinde-rahminde çiçeklenmiştir. Mitolojik-Menkıbevi (Tasavvuf-Tarikat) düşünmenin egemen olduğu Osmanlı toplumu, -medreseye rağmen- “Teolojik Düşünme” aşamasına dahi geçememiştir. Osmanlı coğrafyasında ilk canlı Türkçe “teolojik” düşünme faaliyeti, İçinde Kabala (Ebced-Cifr), Mistisizm ve Eşariliğin sentezlendiği Said-i Kürdi’nin “Risale-i Nur” külliyatıdır. Türkiye’de –Fetö dâhil- bir sürü dini cemaat, bundan çıkmıştır.

Bu akut/kısır geçmişe rağmen, Türkiye’de üniversiteler nispi olarak gelişme kaydetmiştir. 1950’de Demokrat parti iktidarı başta olmak üzere, 1960 ihtilali, 1972 muhtırası ve 1980 ihtilalinde –YÖK ile- Üniversite boğulmaya çalışılmıştır. “28 Şubat Süreci”ndeki askeri-ideolojik zevzeklik, daha sonra muhafazakâr cenahtaki içerlemeyi ve onun –üniversiteyi de etkileyecek- semptomlarını hazırlamıştır.

İki binler sonrasında Ak Parti iktidarı döneminde hem özel hem de devlet üniversitelerinin sayısı artırılmıştır. Ancak bu kadrolarda “Üniversite” ve “Bilim” kavramları, “Pozitivizm” ve “Devrim” kavramlarının gölgesinde “İlm”in ve “İslam”ın karşıtı bir “güvensizlik” ve buna eşlik eden bir de “hayranlık” imgesine sahiptir. “Prof”luk ünvanı, muhafazakârlarda mit düzeyindendir. Bu unvan, mesleğini icra etmek için değil; siyasete ve bürokrasiye atlamak için “aparat” olarak kullanılır. Klasik dönemdeki bilim adamları ve onların keşif ve icatları ile –iflas etmiş bakkalın veresiye defteri ile övündüğü gibi- övünülür; ancak, “iflas etme”nin üzerine düşünülmez. Cumhuriyetin erken dönemindeki Lise eğitim seviyesinin, bugünkü üniversitelerde olmadığı müsellemdir. Bugün siyasetçiler, bürokratlar ve zenginler, çocuklarını Türkiye’de değil; yurt dışında okutmaktadırlar.

Bu süreçte bir taraftan üniversiteler, Rektör atamaları ve kadrolaşma ile “ele geçirilmeye” çalışılan ” Kale”ler olarak görülürken; diğer taraftan da, büyük üniversiteler bölünmeye ve yeni üniversiteler açılmaya devam edildi. Bu faaliyetleri motive eden üç temel neden vardı: 1- AVM ve TOKİ… motivasyonunda olduğu gibi inşaat rantı. 2- Seçmenlere/şehire öğrenci/müşteri temini. 3- Partililere kadro ve istihdam sağlamak. Kalıbımı basarım ki, bu sürece “ilm”in “İ”si ve “Bilim” in “B”si de hakkıyla eşlik etmemiştir. İlahiyat fakültelerinin sayısının –İmam Hatip liseleri ile birlikte- artırılmasındaki temel motivasyonu, muhafazakâr “seçmen”lerin sayısını artırmaktır. Doğal olarak sayı çoğaltılırken (Enflasyon), kalite de, gerilemeye başlamıştır. İstanbul’da çok katlı oto-parktan bozma, otoban üzerinde… özel-vakıf üniversiteleri açıldı. Buralar, birer “ticarethane” mantığı ile işletilmektedir.

Erzurum’da Atatürk Üniversitesinde bir fakülteye araştırma görevlisi alımı ile ilgili bir olay anlatılmaktadır. Sınavlarda en yüksek puanı aldığı halde; aday, mülakatta elenmektedir. Bir arkadaşı ona Üniversitede “Nurcu” bir fraksiyon olan “Kırkıncı Hoca”nın egemen olduğunu; eğer görev almak istiyorsa, onlarla irtibata geçmesi gerektiğini tavsiye ediyor. Delikanlı da, bu tavsiyeye uyarak sonunda mülakatta kazanıyor. Sonra da şu cümleyi sarf ediyor: “Şimdiye kadar, “birinci” oluyordum; fakat kazanamıyordum; ne zamanki “Kırkıncı” oldum, kazandım.” Bu cümle, her şeyi özetliyor. Oysa Akademi, bilimsel merak ve liyakat üzerine kurulması gereken bir kurumdur; ahbap-çavuş ilişkisi üzerine değil. “Biz, sayıyı artırdık; siz de kaliteyi artırın” demek, ironiktir; zira çok para basarak (enflasyon), paranın değeri korunamaz.

Fetullah Gülen’in “Hizmet Hareketi” ile işbirliği yaptıkları dönemlerde YÖK’ün başına atadıkları “Ali Demir”in döneminde Türkiye’nin yüz akı olan “Üniversite Seçme Sınavı” nın ne hale getirildiğini hepimiz biliyoruz (soru çalmalar). YÖK’ü kaldırmayı vadeden Ak Partinin, iktidar olduktan sonra bundan vazgeçmesi, ibretamizdir. Rektör seçimlerinin fakültelerden alınıp, Cumhurbaşkanlığının yetkisinde genellikle belli-başlı Tarikat ve Cemaatlere verilmesi, üniversiteye hangi gözle bakıldığının bir işaretidir. Oysa demokratik bir hukuk devletinde Üniversite, Din ve Hukuk kurumları, siyasal erke değil; sadece devlete bağlıdır. Buraları vicdanı hür, irfanı hür, liyakatli ve öz(ü)-gür insanlar deruhte edebilir. İkiye bölünen bir Üniversiteye bir mistiğin adının verilmesi (Hacı Bayram Veli) örneği, bilime mistik gözle bakıldığının kanıtıdır.

Bu dönemde meslek eğitimi, büyük ölçüde ıskalanarak, üniversite eğitiminin pompalanması, sonuç olarak işsizliğin ertelenmesi ve ciddi düzeyde –sektörüne göre- istihdam açığı ve fazlası sorununu doğurmuştur. Uzun süre atanmayı bekleyip; sonra da yurt dışına gitmeyi veya intiharı tercih eden gençlerimizin sayısı, herkesçe malumdur.

Sayı artınca, içerik de kaybolunca, bari para kazanalım diye, yurt dışından (ağırlıklı olarak Afrika) öğrenci alımına başlandı. Son Karabük Üniversitesindeki skandal olaydan sonra, bu öğrenci alımlarının hangi kriterlere göre belirlendiği hakkında ortalıkta ciddi dedikodular dolaşmaktadır.

Üniversitelerin kalitesini ölçen Uluslararası “QS” indeksinde Türk üniversitelerinin derecelerinin/sıralamasının sürekli düşüşte olduğu bilinmektedir. 2024 ölçümlerinde ilk 500 üniversiteye Türkiye’den sadece üç; ilk 1000 üniversite arasına da sadece 10 üniversite girebilmiştir. (https://universityguru.com.te).

SONUÇ

Kavram ve kurum yaratamayan toplumlar, ödünç aldıkları kavram ve kurumların içeriğini boşaltarak kendilerine benzetirler. Birbirine “İcat çıkarma!” direktifi veren; “Doğru söyleyeni, dokuz köyden kovan”; düşünmeye “kara” çalan (“kara kara düşünme!”) bir toplumuz. Eski âlimler: “İlim, iğne ile kuyu kazmaya benzer; sen ona kendini tümü ile vermedikçe; o, sana hiçbir şey vermez” derlerdi. Klasik dönemimizdeki “İlmî” ve modern Batıdaki “Bilimsel” keşif ve teknolojik icatların tarihi, bunu doğruluyor. “Hayrete düşme” olmadan teemmüli düşünme; “Merak etme” olmadan da bilimsel keşif ve icat çıkarılmaz. Biyolojik değil; kültürel genetiğimizde uzun süreden beri ne “Hayret”, ne de “Merak” yeterli olmayınca; “Üniversite” olayı, ülkemizde böyle oynanıyor.

9 Haziran 2024 Pazar

EHL-İ SÜNNETİN KUR’ÂN/VAHİY ALGISI Saadettin Merdin/29 Eylül 2021

Fahreddin er-Râzî istese Fatiha suresinden on bin konu için hüküm çıkarabilir. (istinbatta bulunabilir)

Ehl-i sünnete göre “Allah kelâmı” demek Arapça harflerle telaffuz edilen, kulak ile işitilen, belli bir desibele sahip, söz/konuşmadır.

Kur’an Kadir gecesinde dünya semasına (Beytü’l-izze’ye) bir defada tenzil/indirilmiş, oradan da yeryüzüne peyderpey 23 sene de inzal/ikram edilmiştir.

Onlara göre Cebrâil Levh-i Mahfuz’dan Kur’ân’ı ezberleyerek almış ve onu daha sonra Peygambere getirmiştir.

Üstelik Allah vahyi Cebrâil’e Arapça vermiş, o da vahyi peygambere bunu Arapça olarak getirmişti. Çünkü semanın dili Arapçaydı.

Cebrâil Peygambere ashaptan Dihye veya tanınmayan güzel bir bedevî suretinde gelip, bir öğretmen gibi Kur’an’ı ona talim etmiştir. Vahiy, hem lafız hem de mana olarak Arapça motomot peygambere Cebrail tarafından tebliğ edilmiştir. Ramazan ayında diz dize oturup beraber mukabele okumuşlardır.

Hatta sünnî dogmaya göre sadece elimizdeki Kur’ân değil, onun yedi farklı kıraati de vahiy ile sabittir. Bu kıraatlerden herhangi birini inkâr etmek de küfürdür.

Allah, Âdeme eşyanın isimlerini Arapça olarak öğretmiştir. Göğün/cennetin dili Arapça’dır. 

Ehl-i sünnete göre dil, bir insan icadı olmayıp insana verilmiş ilahi bir armağandır. [2/31]

Bu yüzden Allah kelamının mahlûk olduğunu söyleyenleri tekfir etmekten çekinmemişlerdir.

Kur’ân’ın tarihselliği fikrini ilk destekleyenler aynı zamanda sünnî engizisyonun da ilk kurbanları olmuştur.

Kur’ân’ın mahlûk/yaratılmış olduğunu savunan Ca‘d b. Dirhem bir kurban bayramında camide koç gibi boğazlanmıştır.

Kur’ân kıssalarının tarihi gerçekliğini inkar etmek bunlara göre küfürdür.

-----------

OYSA İŞİN GERÇEĞİ NE?

* Kur’ân bir edebi metindir. Arapları teslim-i silaha zorlayan onun fesahatı ve belâgatı olmuştur. Yoksa 19 mucizesi ya da Big-Bang’ı önceden haber vermesi 😊 değil.

• Elçiler gönderildikleri toplumun tedâvülde olan dilini kullanırlar. Haliyle mitolojik bir evren tasavvuruna sahip olan bu toplumun dilinde de doğal olarak hâkim renk mitolojik düşünce olacaktır.

• İman; bir kültür üzerinde şekillenir, özümsenir ve yaşanır. İlahi mesaj bir tarih ve kültür içerisinde deneyimlenir. Dolayısıyla ilahi mesaj miladi yedinci yüzyıl Arap kültürü içerisinde formüle edilmiştir.

• Şâtıbî’ye göre, vahyin ilk muhatapları ümmi olduğundan, vahiy onların anlayabilecekleri bir hitap düzeyinde inmiştir.

Şâtıbî, şeriatın ümmiliği ilkesinden hareketle, Kur’ân’da her şeyin bulunduğu görüşüne karşı çıkar ve şöyle der: Birçok insan, Kur’ân’a yönelik yaklaşımlarında sınırı aşmış ve ona öncekilerin ve sonrakilerin bütün ilimlerini yüklemişlerdir. İlk muhataplar ümmi olmaları hasebiyle Kur’ân bilimsel hakikatler içermez. Onu anlamak için hassaten Araplara nispet edilen ilimlerle yetinmek gerekir. Kur’ân, yedinci asırda yaşamış muhataplarının seviyesini esas alır. Kur’ân, nüzûl döneminde nasıl anlaşılmışsa, daha sonra da öyle anlaşılmalıdır. Şâtıbî’nin ifadesiyle Kur’ân Arabî, şeriat ümmîdir.

• Arabîlik her şeyden önce Kur’ân’daki dil dizgesinin ilk hitap çevresindeki Arap toplumunun kültür ve zihin kodlarına uygun olması demektir. Ümmîlik ise Kur’ân’daki dinî-ahlakî mesajların üst bir dille değil, kitabî bilgiden ziyade şifahî kültürdeki kıssa ve menkıbe edebiyatından beslenen bir toplumun idrak seviyesine uygun biçimde formüle edilmiş olmasını gerektirir.

• Kur’ân, Arapların veya diğer muhataplarının (ehl-i kitab) bilmediği kıssaları anlatmaz.

Kur’ân kıssalarının illa bir tarihi gerçekliği/ yaşanmışlığının olması gerekmez. Kur'an Arapların (ama doğru ama yanlış) bildiği kıssaları/efsaneleri hisse/öğüt vermek için anlatır. Kur’an bir  hatırlatma (zikra/tezkire) dır. Bilinen şeyler hatırlatılır. Bilinmeyenler ise öğretilir.

• Deyim yerindeyse Kur’ân bir üst dil kullanmak yerine muhataplarının seviyelerine uygun, onların değerlerini esas alan –ki bu diyalog kurabilmenin asgari şartıdır- bir dil kullanmayı tercih etmiştir. Meselâ; onların kullandığı ay takvimini esas alır, onların ölçü birimlerini kullanır. Kur’ân “akleden [22/46]; düşünen [47/24]; marazlı kalplerden [2/10] bahseder. Oysa kalp adı üzerinde “kanı kalbeden/bedende dolaştıran” bir kas yumağıdır. Yani biyolojik olarak kalbin düşünme, akıl yürütme gibi bir fonksiyonu yoktur. Kur’ân bilimsel gerçeği değil, toplumsal kabulü esas almıştır. Zerkeşî  el-Burhan’da “İşin gerçeğine göre değil muhatabın algı ve anlayışına uygun tarzda hitap” şeklinde ilginç bir başlık açmış ve buna dair örnekler vermiştir.

• Kur’ân’ın gönderildiği toplum yarı animist bir toplumdu. Bu toplumun anlayışı vahyin diline de yansımış ve “Allah korkusundan yuvarlanan taşlar [2/74], yürüyen dağlar [27/88], tesbih eden yerler ve gökler [17/44]” gibi animist bir toplumun tabiat tasavvurunu ima eden “canlı bir evren” tasviri yapılmıştır.

Yine Arap mütearifesinde sağ uğurlu, sol uğursuzdur. Bu anlayış ashâbu’l-yemîn ve ashâbu’l-şimâl  [56/90-1] şeklinde âyetlere de yansır. Kur’ân’da “tâir/kuş” kelimesi şans, uğur, kader anlamında kullanılmıştır. [7/131, 17/13, 27/47, 36/19] Çünkü câhiliye Arapları kuş uçurarak geleceği tahmin etmeye çalışıyorlardı. Vahiy onların -ama doğru, ama yanlış- kabulleri, efsaneleri üzerinden mesajını iletmektedir. “Sizin kuşunuz (uğurunuz veya uğursuzluğunuz) sizin yanınızdadır.” [36/19] İslâm şansı, uğur ve uğursuzluğu kaldırmaya çalışırken bile falcıların terminolojisini kullanmaktadır. 

• Hicaz Arapları derin düşünceden yoksun bir toplumdur. Fizik ötesine hemen hemen hiç yer vermeyen bir akıl yapıları vardır. Soyut olaylar ve psikolojik olgularla ilgili pek çok Sami/Arapça kelime, duyularla algılanan maddi fiillere dayanır. "Kibir" başı dik ve boyu uzun olmaktan;" Af" yok etmek ve silmekten; "Münafık" farenin deliğine kaçmasından; "Akıl"; deveyi bağlamak “ikâl” fiilinden  türetilmiştir. Onların nazarında manevî şeylerin kıymeti yoktur.  Araplar eşyaya elde edeceği menfaate göre fiyat biçerdi. Bu yüzden Arapçada soyut kelimeler son derece az olup somut varlıklarla ilgili kelimeler neredeyse sayısızdır. Meselâ bedeviler deveye binlerce (5744 kadar) ad takmışlardır.

• Kur’ân’ın Arapça nâzil olması demek; Kur’ân vahyinin miladi yedinci yüzyıldaki Arap toplumunun eşyayı algılayış ve kavrayış tarzına uygun biçimde formüle edilmesi demektir. Her bir dil belli bir toplum içinde kendine özgü bir kültür ve medeniyet muhitinde biçimlenir. Bu yüzden her bir dil o toplumun evren tasavvurunu, dünya görüşünü, hayat tarzını, âdet ve geleneğini yansıtır. Maalesef Kur’ân’ın Arapça olması böyle anlaşılmamış da Arapça’nın semanın, cennetin dili olduğu, bu yüzden Arapların diğer uluslara karşı bir rüçhaniyeti varmış gibi anlaşılmıştır.

• Ehl-i sünnete göre Allah eşyanın isimlerini Âdem’e (Arapça) öğretmiştir. [2/31] Varlıkların isimlerini Allah vermiştir.

Hatta Kurtubî bu âyete istinaden, Âdem’in bugün insanların konuştuğu tüm dilleri ilk konuşan kişi olduğunu söyler. Bu zihniyete göre dil kıyasî/aklî değil, sem’îdir, tevkîfîdir.

Oysa eşyayı tanımlayan yani eşyaya isim koyan beşerdir. Vahiy, beşerin üretip, bir anlam yüklediği kavramları kullanır. Bu yönüyle vahyin dili, bedevîlerin (Arap aklının) şekillendirdiği ve bedevinin dünya görüşünü ihtiva eden Arapça’dır. 

 Kur’an’da bazı garib/yabancı, ‘acemî kelimelerin bulunması (Garîbü’l-Kur’ân) Nebi’nin dil dağarcığı ile de alakalı olmalıdır. Süyûtî, Kur’ân’da elli kadar Arap lehçesinden başka Farsça, Rumca, Habeşçe, Berberîce, Süryânîce, İbrânîce ve Kıptîce olmak üzere birçok dilden kelimeler bulunduğunu göstermiştir.

Hz. Muhammed; tüccar-kervancı bir ailenin çocuğudur. O Arap yarımadasının dâhilinde olduğu kadar haricinde de birçok bölgeyi ziyaret etmiştir. Kuran’da onlarca Habeşçe kelime olmasının bir nedeni de “Annemden sonraki annem” dediği dadısı Ümmü Eymen ve müezzini Bilal'in  Habeşli olmasıyla bağlantılı olmalıdır. Yine Kur’ân’da bulunan ticaret ile ilgili kelimelerin bu kadar yoğun olması ilk muhataplarının ticaretle iştigal etmesi ve yine kendisinin de uluslararası bir tüccar olmasıyla alakalıdır.

* Hz. Peygamber 23 sene boyunca herhangi bir dilde olmayan (bî huruf u lafz u savt) ilahî mesajı, yani insan doğasını, insanı çevreleyen reel şartları, evreni, tabiatı, olgu ve olayları okuyup, tefsir etmiştir. Beşerî bir dil’le, söz’le, harf’le ve ses’le alakası olmayan bu kevnî ‘âyet’lerin kutsal kitap âyetine dönüşmesinde onun yüksek şahsiyetinin [68/4], kabiliyetinin /dehâsının, fetanetinin, efsahu’l-‘Arab olmasının da katkısı vardır.

*  Kur’ân derin bir şekilde Nebi’nin iç kişiliğiyle/ psikolojisiyle, yaşadığı ortam ve olaylarla da bağlantılıdır. Özetle çağdaş birçok âlim vahyin semavî yönünden ziyade, Nebi’nin selim fıtratını, irfanını öne çıkarmakta; onun ümniyesinin/ülküsünün [22/52] de göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünmektedirler.

* Aslında Kur’ân Hz. Muhammed’in hayatı etrafında geçen olayları anlatır. İlk nâzil olan “Oku” son inen âyeti de “Ey Muhammed! Allah’tan bağışlanma iste!” [110/3] kabul edersek, Kur’ân’ın içeriği büyük ölçüde onun hayatının tahkiye edilmesinden biyografi) ibarettir.

 Dinin temel esasları, kuralları sünnet (Peygamber ve ilk kurucu neslin dini pratiği) tarafından önceden belirlenmiş, vahiy ise bunları ya te’yit/tasdik (onaylamak), ya da bazı düzeltmeler/tashih için sonradan gelmiştir.

* Kur’ân; Nebi’nin dilinden sâdır olan şifahî bir hitap olması hasebiyle ilk muhataplar onu peygamber ve onun rehberliğinden bağımsız algılamamışlardır. O; Peygamber ve ilk neslin yaşadığı tecrübelerin yazılı anlatımıdır. Kurucu ümmetin “yaşayan sünneti” önden gitmiş, Kur’ân ise daha çok bir tasdik edici ya da tashih edici olarak arkadan gelmiştir.

* İslam’ın vahyi izah ediş tarzı da muhataplarının algıları ve kabulleri üzerindendir. Muhatapları olan Arap toplumu cin ve şeytanların kâhin ve şairlere gayptan ilham/haber getirdiğine inanıyorlardı. İşte bu verili durumdan hareketle, insanların cin ve şeytanlarla diyalog kurabildiği kabulünü me’haz alarak vahiy fenomenini izah etmiştir. Sizin şairleriniz ve kâhinleriniz cinlerden, şeytanlardan nasıl ilham aldığına inanıyorsanız, Hz. Muhammed’e gelen de bir tür cin olan melektir. O melek/Rûh ise şeytanlar gibi habis olmayıp, mutahhardır.

Ne var ki söz konusu bu izah bütünüyle mahallidir, tarihseldir, arkaiktir.  Beyni, nöro-fizyolojiyi, modern bilimin verilerini dışlayan bu naif izahta ne Hz. Muhammed’in psikolojisi, ne şahsi idealleri, yetenekleri ne de yetiştiği sosyo-kültürel çevre söz konusudur. Vahyin niteliğine dair yapılan tüm izahlar o çağın dünya görüşü, akıl yapısı ve epistemolojik çerçeveyle sınırlıdır.

Hangi İslam ve hangi demokrasi Tarık Çelenk-09/06/2024

MEŞRUTİYET VE DEMOKRASİ TARTIŞMALARININ BAŞLANGICI

İslam’ın meşruti demokrasi ve sonrasında Cumhuriyet ile uyum tartışmaları, I. ve II. Meşrutiyet dönemine kadar uzanır. İslam ve bugünkü Batı demokrasisinin uygunluğu merakı ise ülkemizde ve dünyada 1990’ların sonlarında başlamıştır. Bu dönem özellikle Türkiye, Tunus ve Cezayir’deki İslamcı siyasetin, belediyeler ile başlayan iktidar yürüyüşünün eski merkez ile uzlaşmaya kadar giden mücadelelerinin ilgi çekiciliği ve hayal kırıklıklarıyla dikkati çekmiş ve bu şekilde tarihe notu düşülmüştür. Ülkede ve dünyada büyük umut yaratan AK Parti deneyimi de bu sürecin öznesi olarak başı çekmiştir.

1908 Meşrutiyet Meclisinde Said Nursi gibi bazı medrese mollaları ve İslamcı kökenli aydınlar, meşrutiyet ve dolaylı olarak Cumhuriyetin, aslında gerçek İslam’ın emrettiği şey olduğuna dair ikna risaleleri yazdılar. Bunlardan en ilgimi çeken risale, Konyalı Nakşi Şeyhi ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası yöneticisi Mehmet Zeynelabidin Efendi’nin “İslamiyet ve Meşrutiyet” risalesiydi. Sultan’ın otoriterliğine karşı tavır alarak, bu yetkilerin sınırlandırılabilmesi için anayasal meşrutiyeti savundular. Batıda, kralın yetkilerinin sınırlandırılmasını talep edenler aristokratlar ve toprak burjuvazisi iken, bizde bu talebin din adamları ve aydınlardan gelmesi dikkat çekiciydi. Bu İslamcı aydınlar, Peygamber ve arkadaşlarının hayatlarından örneklerle tek adam otoriterliğine karşı güçlerin ayrılığını ve denetlemeyi dolaylı olarak savundular. Said Nursi’ye meşrutiyet konusunda en sık sorulan sorular, gayrimüslimlerle eşit statüde olma ve kadının sosyal statüsünün değişimine ilişkindi. Said Nursi’nin cevapları liberal, müphem ve esnek olup, Peygamber hayatındaki özel seçilmiş uygun uygulamaların yorumlarını içermekteydi.

HANGİ İSLAM HANGİ CUMHURİYET VE HANGİ DEMOKRASİ

Bugünkü İslam fıkıh-hukuk kitapları 11. ve 12. yüzyıl temellidir. Taliban ve IŞİD kütüphanelerindeki Hanefi fıkıh kitaplarıyla ülkemizdeki ilahiyat ve medreselerdeki Hanefi fıkıh kitapları arasında pek fark bulunmamaktadır. IŞİD’in veya Taliban’ın tartışılan köle cariye veya ululemir uygulamalarının çoğunun referansları bu kitaplardan alınmıştır.

Dünyada tatbikata baktığımızda, Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının uygulamada iç içe geçmediği birçok ülke görmekteyiz. Hatta demokrasiden farklı şeylerin anlaşıldığı ve uygulandığı örnekler de mevcuttur. Mesela ABD, İran, Almanya, G. Kore ve Türkiye’deki Cumhuriyet anlayışlarının birbirine ne kadar benzeştiğini söylemek zordur. Britanya, İsveç veya Hollanda gibi krallıkların demokrasi seviyelerinin tartışılmazlığı diğer Cumhuriyetler karşısında söyleyebiliriz. Macaristan ve Türkiye gibi otoriter rekabetçi popülist sandık demokrasileri ile AB ülkelerinin büyük bir kısmındaki çoğulcu demokrasi farkından da bahsedebiliriz.

TEORİK UYUM ÇABALARI VE AÇIK OLAN İHTİYAÇ

Bugünkü İslam dünyasında, Cumhuriyet ve demokrasiye uyum tartışmalarında ana çelişki, kendilerinden oldukları kabul edilen otoritenin (imamın) sorgulanamazlığı ve onun kurduğu düzenin yanlışlıklarına karşı durmanın fitne sayılmasıdır. Halbuki Endülüs, Tanzimat ve Meşrutiyet İslamcı aydınları ululemir konusuna bunlar, dini ilim ve ahlakta temayüz etmiş siyaset üstü kişilerdir olarak açıklık getirmişlerdir. Şeriatın temeli olan canın, malın, aklın ve ailenin korunması hususunda demokrasi ile İslam arasında temelde herhangi bir çelişki gözükmemektedir. Ancak çağdaş Batı demokrasilerinde teşvik edilen trans hümanizm, eşcinsel yaşam ve toplumsal cinsiyet tanımları gibi hususlardan duyulan dindar rahatsızlığı da görmek gerekir. İslam dünyası, kendi uygun demokrasi konseptinde bu tür tehditlere karşı önlemlerini alabilir ve yorumunu evrensel nitelikte yapabilir.

Meşrutiyet dönemi İslamcı aydınların fikir üretme gayretleri gibi, ülkemizde de 1980 öncesinden ders alan kültürel İslamcı aydınlar ve sermayenin, BİSAV gibi vakıf ve dernek faaliyetlerinde yeni paradigma üretme çabaları olmuştur. O dönemlerde, ABD veya İngiltere’deki muhafazakarlar veya Hıristiyan demokratlar gibi Müslüman-muhafazakar demokratların olabileceği tartışmaları da gündeme gelmiştir. Davutoğlu’nun “Alternatif Paradigmalar” ve “Medeniyet Dönüşümü” kitapları, ontolojik düzeyde bu uyum tartışmalarını kökten ele almaktadır. İslam ontolojisi ve Batı medeniyeti arasında özgürlük temelli ayrılıklar mevcuttur. İslam’da özgürlük, aklı ve ruhu esir alan her türlü arzunun tutsağı olmamak iken, Profan Batı medeniyetinde bu unsurların metalaştırılmasından veya Ruhun özgürlüğü yerine nefsin özgürlüğünün savunulduğundan bahsedebiliriz. Ancak bu farklar, Batı demokrasisi ve İslam arasındaki ortak pratik uygulama alanlarını ortadan kaldırmamakta, tersine zorunlu kılmaktadır.

GEÇMİŞİN BİRİKİMİNDEN DERS ALMAYAN SİYASAL İSLAM

Ülkemizde mevcut ve geçmiş politik İslamcı hareketlerin demokrasi konusunda kafalarının karışık olduğunu görmekteyiz. Ana ajandaları “yorumlanmamış 12. yüzyıl Emevi Hanefi fıkhını” hakim kılmak olan bu hareketlerin, amaçlarını gerçekleştirmek için demokratik sistem imkanlarını pragmatik biçimde kullanmaya çabaladıkları söylenebilir. Halk medresesi gibi kurulan din amaçlı partilerin teorik bir içeriği barındıramadığı, kadın ve para gibi konularda trajikomik sorunlar yaşadıkları, ancak kimlik popülizmi ve halka hizmet gerçeği ile ayakta kaldıkları son 50 yıllık siyasi hayatımızda görülmüştür.

Türkiye politik İslamcı hareketi, ululemir’e fasık da olsa kayıtsız itaat, onun denetlenebilirliğini fitne kabul etmek ve yöneticilerinin beytülmalden meşru pay alabileceklerini savunmak gibi tezleri benimsediğinin ip uçlarını vermektedir. Bu tezler, Taliban ile ortak fıkıh kütüphanemizin de savundukları konulardır. Kapalı fıkıh Müslümanlığında, Eşari itikadi doktrinin de etkisiyle ahlak ve vicdan felsefesi yaklaşımı olmayacaktır. Bugünkü Siyasal İslamcı hareket, Meşrutiyet ulemasının arayışlarının gerisinde kalarak selefi fetvalarla hareket etmektedir. Bazı cemaatler ve tarikatlar, benzer fetvaları ilgili siyasilere tavsiye edip onları motive etmektedir. Ülkenin derin yolsuzluk, yoksulluk ve değerlerin çürüme tartışmalarında bu bakışın etkileri net gözlemlenmektedir. Bu durum, insanların dinden soğumalarının ve ilgili simgelerden nefret etmelerinin sebebini teşkil etmektedir.

SORUNUN TEMELİ VEYA İŞİN ASLI

Tüm bu İslam ve demokrasi tartışmalarının ardında, Batı karşısında alınan 18. yüzyıldan itibaren askeri ve siyasi yenilgiler ile medeniyetin kaybedilen moral-psikolojik üstünlüğü yatmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayan, Cumhuriyetimiz ve laiklik ile devam eden bugünkü sandık demokrasisi tartışmalarının özünde bu duruma ilişkin arayışlar vardır. Tartışmaların gizli iki kökeni mevcuttur. Kayıplarımızın ve bugünkü halimizin nedeni, dinden mi veya dini hayatın kurumsaldan tamamen soyutlanamamasından mı yoksa dinden uzaklaşmamanızdan mı kaynaklanmaktadır? Bu duruma verilebilecek en güzel yanıt, hangi İslam ve hangi demokrasi şeklinde olacaktır. Belki de mütedeyyinler için en doğrusu, İslamcı kimlik partilerini kurma ve benzer iddialardan vazgeçmektir. İslami değerlerin tapusu kimsede değildir. Yapılması gereken, bu değerlere zarar vermeyecek tavrı koyacak siyasi oluşumları destekleyip bireysel siyaseti de din adına değil, kendi adına yapabilmenin samimiyetini taşıyabilmektir. Velhasıl kelam topluma karşı uygun bir ahlak ve insanlık modeli olabilmektir.

3 Haziran 2024 Pazartesi

Dücane Cündioğlu: Siyasal İslamcı olmayan İslamcı yoktur; Cansu Çamlıbel/03 Haziran 2024

Dücane Cündioğlu iyi bir yazar, iyi bir hatip, felsefeci ve dil bilimci, dönüşen düşüncelerini perdelemeden söze döktüğü için de hep çok tartışılan bir isim. Bana kalırsa onu en iyi anlatan yine kendi sözleridir; “İnsan olarak doğdum, sonra Türk oldum, sonra Müslüman, en son ölmeden önce, yine insan olmak için çabalıyorum.” 15 yaşında ülkücülükle tanışmış, 12 Eylül’de - 18 yaşındayken- ‘ülkücülük’ nedeniyle cezaevine girmiş, dört sene yattıktan sonra çıktığında ülkücü camiadan İslamcı camiaya doğru süzülmüş, epey bir zaman önce oradan da demir almış bir kişi, o uzun fikir yolculuğunu daha yalın özetleyemezdi herhalde.

İslamcı camianın en entelektüel isimlerinden biri olarak kabul edildiği dönemde, o cenahın vaktiyle en kuvvetli gazetesi olan Yeni Şafak’ta on dört seneye yakın bir süre köşe yazdı. 2011’de ani bir kararla yazılarına söz verdi. O gün bugündür güncele dair çok az söz söyledi. 13 sene içinde verdiği kapsamlı söyleşi sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Yine de her konuştuğunda İslamcı cenahtan homurdanmalar yükseliyor. Çok içerden, çok derin bilgiyle ve hep vicdanıyla konuştuğu için onun eleştirileri bizimkilerden daha çok can yakıyor.

Cündioğlu inzivasını aslında birkaç senedir yaptığı YouTube yayınlarıyla bozdu. Sadece din ve felsefe ilişkisi gibi akademik tartışmalar üzerine değil, sanat eseri ve film okumalarına kafayı takanlar açısından çok ilham verici konuşmalar yapıyor. Lars Von Trier sinemasını iliklerine kadar tartışabileceğiniz kaç düşünür var ki Türkiye’de?

Bu kadar konuşabileceğimiz şey varken siyaset yorumlatmak gibi bir motivasyonla davet etmedim Cündioğlu’nu. Dört aya yakın da bekledim kabul etmesini. Tam buluşmamıza birkaç gün kala “Modern çağda teokratik veya yarı- teokratik devlet yönetiminin bedeli” konulu videoyu kanalına yükleyince doğaldır ki kaçamadık devlet meseleleri konuşmaktan.

Dücane Cündioğlu’nun kendine has diyalektiğiyle Adalet Kalkınma Partisi’nin kuruluşuna, hatta 28 Şubat’a kadar gittik. Şuraya kadar vardık; “Muhafazakârlık, Türkiye dindarlığının merkeze taşınması amacıyla 2000’lerin başında kullanılan bir kavramsal aparattır. Bir siyasal tanımlama olarak muhafazakârlık, İslamcılığın AK Partilileştirilmesi sürecinde icat edilmiş bir sözcüktü, tarihi çeyrek yüzyılı geçmez. Muhafazakâr dediler, İslamcı dememek için.”

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluşuna İslamcı camianın gözde bir yazarıyken tanıklık eden Cündioğlu, belki bir gün kendisinde bu kanaatin oluşmasına neden olan yaşanmışlıkları da anlatır. Bir kampın zaviyesinden konuşmadığı için özgürlüğünün zirvesinde olan Cündioğlu ile yaptığımız bu konuşma, İslamcılar arasında zaten yıllardır devam eden bir fikir tartışmasının daha geniş bir perspektifte taşınmasına vesile olabilirse ne mutlu.

 Dücane Cündioğlu

“Devlet bizi bize bırakmıyor”

- Şöyle başlayalım. Bu aralar kafayı neye takmış durumdasınız? 2024 Türkiye'sinde sizi en çok dertlendiren - ki dertlenmeyi de çok önemsediğinizi biliyorum- şeyler neler?

Size sanırım bütün yaşamımın özeti olabilecek bir yanıt verebilirim: “Devlet bizi bize bırakmıyor.” En büyük derdim işte bu. Devletin üst kademelerindeki kavgalar, siyasetin çürümüşlüğüyle toplumun çürümüşlüğü at başı gidiyor. Bu karmaşa içerisinde kendimize vakit ayırabilecek bir enerjimiz kalmıyor. 1998- 2011 arasında 14 yıla yakın köşe yazarlığı yaptım ve o süre boyunca neredeyse güncel içerikli konularda hiç yazmadım. Hatırladığım kadarıyla sadece bir kez seçimlerle ilgili bir başlık atmış, o yazıda da bir mantık sorununu tartışmıştım. Fakat bugün, ki 60 yaşını biraz geçtim, artık gündemdeki cinayetler üzerine konuşurken buluyorum kendimi. Oysa rahmetli Uğur Mumcu'nun katlinden bir hafta sonra haberdar olmuştum. Apo’nun yakalandığını iki hafta kadar sonra duymuştum. Çünkü o zamanlar gazetelerden, televizyonlardan uzak duruyor, tüm vaktimi kendi çalışmalarıma ayırıyordum. O yüzden ne zaman bana güncel siyaset sorulsa, ister istemez genel laflar etmek zorunda kalırım. Sözgelimi şimdilerde AK Parti ile MHP bir bilek güreşi içerisindeymiş…Eee bundan banane? Bu mağara gevezeliklerini yorumlamak benim işim değil.

- Yok, ben AKP ile MHP arasındaki alan mücadelesini sormayı düşünmüyordum aslında size ama madem güncel siyasetle arzu ettiğinizden daha fazla ilgilenme halinde buluyorsunuz kendinizi, buradan devam edelim biraz. Neden güncel siyasetle ilgilenmek zorunda kalmak bu kadar rahatsız ediyor sizi?

Çok doğal, çünkü Minerva'nın baykuşu hep alacakaranlıkta uçar ve felsefe daima geç kalır, çünkü önce olguların gerçekleşmesini bekler. Olayların sonunu görmek gerekir ki onları doğru yorumlayabilelim. Tabii siz gazeteciler büyük iş yapıyorsunuz, halkı bilgilendiriyorsunuz. Bizden sonraki kuşaklar sizin yazdıklarınızla tarihi yorumlayacaklar. Benim yaşamım da önceki kuşakların yazdıklarını anlamaya çalışmakla geçti. Tanzimat döneminin Mustafa Reşit Paşalarını, Ali Paşalarını tek tek bilirim. Alıp verdikleri nefesi bile takip ettim ve fakat şimdikilere aynı özen ve dikkati gösteremiyorum, çünkü kendilerini umursamıyorum.

Ülke öyle bir hale geldi ki sıradan suçlar bile siyasal sonuçları nedeniyle soruşturulamıyor. Düşünebiliyor musunuz Rabia Naz’ın ölümünün ardında bir trafik kazası var! İşte bir belediye başkanının adı geçiyor, işte bir bakanın adı geçiyor ve sonunda sıradan bir kaza birdenbire bir komploya dönüşüyor ve yargı susuyor. Siyasal sonuçları nedeniyle farklı biçimlerde konuşmak zorunda kalıyoruz. Dorukhan Büyükışık pırıl pırıl bir çocuk, akşam yürüyüşe çıkıyor, sabahleyin evine altı yüz metre uzaklıktaki bir yedi katlı inşaatın önünde cesedi bulunuyor. “Yukarıdan atladı, intihar etti” diyorlar, ki Rabia Naz için de aynı şeyi söylemişlerdi. İkisinin de üstünde kan yok. Bu cinayetlerin gerçek nedenini bilmiyoruz ama ikisi de siyasal sonuçlara yol açabilecek nitelikler taşıyor. Bundan adım gibi eminim.

“Dorukhan Büyükışık cinayetinin arkasından muhtemelen bir tarikat ya da cemaat çıkacak”

- Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?

Rabia Naz’ın babasının yaptığı titiz araştırmalar sonucunda ölümünün intihar olmadığı kesin olarak ortaya çıktı. Keza Dorukhan Büyükışık cinayetinde güvenlik bürokrasisinin olaydaki rolüne ilişkin size kısa bir istatistik vereyim; emniyetten amirleri dahil polislerin sayısı toplamda 30 kişi, jandarmadan komutanları dahil erler 10 kişi, Adli Tıp’tan 40 kişi, adliyeden bir başsavcı vekili, iki savcı ve bir hakim. Bakınız ezberimden aktarıyorum bu bilgileri. O denli dehşete düştüğüm bir şey ki bu, rakamlar aklımdan çıkmıyor. Ortada siyasal sonuçlara gebe bir cinayet olmasa, devletin farklı kurumlarındaki bunca memur nasıl olur da böylesine örgütlü biçimde karartma uygulayabilir? Kendimce bazı tahminlerim var. Muhtemelen eninde sonunda olayın arkasından bir dinsel grup çıkacaktır.

- Dinsel grup derken kimi kast ediyorsunuz?

Muhtemelen bir tarikat veya bir cemaat. Aksi takdirde sıradan bir cinayetin üzeri neden bu şekilde örtülmeye çalışılsın? Bir siyasal cinayet olsa onu anlarım. Örneğin Sinan Ateş cinayeti siyasal bir cinayetti, doğal olarak sonuçları da siyasal olacağı için iddianamedeki karartmalar ve engellemeler davanın bu niteliğinden kaynaklanıyor. Oysa diğer ikisi sıradan cinayetler. Devlet ve hukuk sistemi o denli çürümüş ki aklı başında olan hiç kimse bu olayları birer adi vaka olarak göremez. Bunların tamamı siyasal kökenli sorunlardır. “Devlet bizi bize bırakmıyor” derken kastettiğim de işte bu! Ben yalnızca üç örnek verdim, siz gazeteci olarak belki onlarca, yüzlerce örnek verebilirsiniz. Yalnızca üç örnek verebiliyor olmamın nedeni, kendimi haftalarca üzerine kafa yorup iddianameleri falan okumakla yükümlü tuttuğumdan. Basit bir ayrıntıyla ilgili olarak bile oturup bir hafta çalışıyorum. Bu ne demek? Gündemdeki bir haberi anlayabilmek için, yazmakta olduğu kitap üzerine çalışmayı bir hafta ertelemiş olmak demek. Derdim bu yani.

“Siyasetten uzak durmak büyük bir lükse dönüştü”

- Güncelin yükü ve gündemi anlamaya çalışmak akademik çalışmalarınızı sekteye mi uğratıyor?

Çünkü işin ucunda vicdani meseleler var, genç ölümler var. Normalde benim hayatımda güncel siyaset yok ama bugün bu ülkede siyasetten uzak durmak büyük bir lükse dönüştü. Yanlış anlaşılmamak için, burada reel siyaseti kastettiğimi belirtmeliyim, yoksa ben siyaset teorisi üzerine dersler veriyorum. Bireyin siyasal olmayan bir tek eylemi olduğuna bile inanmam. Zaten siyasetin içindeyiz ama güncelle bu denli ilgilenmenin bedeli çok ağır.

- Son çektiğiniz YouTube videolarının ikisinde ‘devlet aklı’ kavramını sorguluyorsunuz ve bunu yaparken yüzyıllarca geriye gidiyorsunuz. Orada anlattıklarınızı ben de ister istemez bugüne yansıtarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin aklının 2024 itibarıyla ne şekilde çalıştığını soracağım size. Biraz önce iktidar bloğu içindeki AKP- MHP çekişmesini siz hatırlattınız. Bugün bir gerilim var gibi ama halen ortaklaştıkları bir yer var. Bu iki parti bize 2016’daki darbe girişiminden beri mütemadiyen özetle şunu söylüyor; “Devletin bekası için bazı sert tedbirleri almamız şart!” Bunun içine Gezi direnişini de koydular, Osman Kavala’yı da koydular, istemedikleri haberleri kamuoyuna duyuran gazetecileri de koydular, Kürt meselesini de koydular…Ama son dönemde görüyoruz ki başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere devletin içindeki bazı kurum ve kişiler bu politik dayatmaya karşı direnç göstermeye başladı. Bugün yaşadığımız şeyin kökenlerinde tarihsel olarak ne var?

Benim bu konuları özetleyen “Toz Toprak Devlet” başlıklı 2017’de Ankara Palas’ta yaptığım bir konuşma vardır. Aralarında bakanların, milletvekillerinin, yüksek bürokratların bulunduğu seçkin bir topluluğa hitab etmiş ve şöyle demiştim; “Devletin imanı arttıkça aklı azalır.”

Osmanlı'da devletin icraatları iki şeye uygun olmak zorundaydı. Birincisi şeriata uygun olmak zorundaydı, ki şeriat burada hukuk ve ahlak anlamına gelir, tanrısal yasalar ve o yasalardan kaynaklanan bir ahlak. Dolayısıyla hükümdar halkı yönetirken şeriata uymalıydı. İkincisi de başta Sultan olmak üzere yöneticiler ‘kaide- i hikmet’e uymalıydı. Halkı asayiş ve nizam üzere yönetebilmek için kanuna, ahlaka uyulması, rüşvet alınmaması, suçsuz yere insan öldürülmemesi, insanların malına mülküne el konulmaması gerekiyordu. Bu nasıl sağlanabilirdi? Elbette ‘kaide- i hikmet’e uygun siyaset yapmakla.

- ‘Kaide- i hikmet’ kavramının bugün dilimizde ya da siyasi pratikteki karşılığı nedir?

Bu yüzyıllardır kullanılan bir kavram, aslı da ‘ber- vefk- i vücub u kaide- i hikmet’. Yani “hikmet ilkesine uygun davranmak”. Osmanlı tarihinden yüzlerce örnek bulunabilir. “Bir sultanın ya da filan valinin, filan subaşı, beylerbeyi veya sadrazamın yürüttüğü şu siyaset hikmete mugayirdir veya muvafıktır” denilirdi. Devlet adamlarının en sık kullandıkları ifade kalıplarından biriydi. Hikmet denince akla derin bilgiler, tanrısal hikmet gibi şeyler gelmemeli, ondan bahsetmiyoruz. Bu anlatımın açılımı şudur; ‘kaide- i hikmet- i hükümet’. Bir anlamda sizin devlet aklı dediğiniz, Fransızların raison d’état, Almanların Staatsraison dediği şey, 16. yüzyılda ilk defa kullanıldığı biçimiyle ragione di stato. Bu terimler bizde II. Meşrutiyet sonrasında ‘hikmet- i hükümet’ diye çevrilmiştir.

“Bugün devletin aklını değil, resmen bağırsaklarını görüyoruz”

- ‘Hikmet- i hükümet’e uygun ülke yönetmenin Osmanlı’daki karşılığından bir örnek verir misiniz?

Bu terimin aslı kaide- i hikmet- i hükümettir, yani devlet yönetmenin ve devlet olmanın bir ereğinin, hatta bir gereğinin olduğu ilkesi. Çok ilginçtir, kaide- i hikmete uygun davranmak genellikle devletin şiddetten kaçınması bağlamında kullanılırdı. Elimizdeki kayıtlardan bunu anlıyoruz. Örneğin “Bu heriflerden on tanesini assan sorun çözülür” şeklindeki kahvehane gevezeliklerine benzer biçimde bir yaşlı mebus Ahmet Cevdet Paşa’ya akıl vermeye kalkışınca, Cevdet Paşa kendisine şu şekilde karşılık verir: “Yok hacım, bu dediğin kaide- i hikmet- i hükümete uymaz. Devlet bu konuda o adamlarla daha önce sözleşmişti. Öyle hapsetmekle, tutuklamakla bu işler olmaz.” Paşa, o yıllarda bile “Bu işleri akıl ve hikmet yoluyla çözmeliyiz” demeye çalışıyordu.

Oysa bugün devlet böylesi bir kaide- i hikmetten, böylesi bir akıl ve basiretten o denli uzak ki insan kahroluyor. ‘Devletin bekası’ gibi palavralara gelince, bu tür parlak gerekçeler bir korkutma biçimi olarak belli bir siyasal klik ve grubun kendi çıkarlarını örtmek amacıyla kullandıkları bir maskeye dönüşmüş durumda. Oysa biz devletin büyüklüğünü hangi yanıyla tanırız? Önce devletin karar ve eylemlerinde bulunan ussallığın oranına bakarız. Yöneticilerin bir sorunu akılla, zekayla, barışçıl biçimde, yani güce ve şiddete başvurmadan çözebilme yeteneklerini ölçeriz. Bizimkiler ‘höt höt’ demenin ötesine geçemiyorlar. Bu yüzden de devletin aklını, hikmetini değil, resmen bağırsaklarını görüyoruz.

- Yaklaşık 150 sene önce, Osmanlı’nın son döneminde dahi devlet aklının nerede olduğuna dair bir örnek veriyorsunuz. Artık imparatorluk coğrafyasında ayaklanmaların, yıkıcı savaşların olduğu bir dönem ve yine de devletin üst düzeyi “Hepsini atalım içeri” yaklaşımında değil. Bugün cumhuriyet ile yönetiliyor olmamıza rağmen makbul bulunmayan herkesin bir biçimde içeri alınmaya çalışıldığı bir sistem dizayn edildi. Çıkmakta olan ‘etki ajanlığı yasası’ ile suçlanmak için basit bir haber paylaşımından bile sakıncalı ilan edilip toplanabilirsiniz. Devlet aklının güncel yorumu nasıl böyle tersine dönebildi?

Ben ‘devlet aklı’ demiyorum, çünkü Almancadan yapılan bu çeviriyi doğru bulmuyorum. Biz en iyisi kaide- i hikmet- i hükümet diyelim buna. Hiç değilse geleneksel kullanım böyle.

 "‘Devletin bekası’ söyleminde milletin hiçbir hükmü yok. Devletin varlık nedeni kendisi olabilir mi?"

“Çoban ideolojisi bu, çobanın bekası için bizler gözden çıkarılabilir taraf olarak görülüyoruz”

- Tamam öyle diyerek ilerleyelim. Bugün devleti yönetenler Türkiye Cumhuriyeti’nin ontolojik yani yıkıma kadar gidecek tehdit ve sınamalarla karşı karşıya olduğunu ve bu yüzden de ileri düzeyde güvenlikçi politikaların şart olduğu savıyla yüzyıllardır Türk devlet geleneğinin başvurduğu ‘kaide- i hikmet- i hükümet’i askıya almış görünüyor. Ve aslında bu Cumhuriyet döneminde defalarca askıya alındı. Çağdaş Türk devletinin nizam denklemini Osmanlı ile kıyaslamak ne kadar anlamlı bir çaba? Ya da belki önce şunu sormam lazım; size göre bir ulus olarak Türkiye devleti yönetenlerin bize söylediği kadar varoluşsal tehditlerle karşı karşıya mı?

Kaçınılmaz olarak geçmişe başvuruyoruz, çünkü orada bugün de işimize yarayabilecek bir takım kavramsal araçlar bulmaya çalışıyoruz. Tarihimizdeki krizlerden ve deneyimlerden yararlanmaya çalışıyoruz. Lakin artık dünya değişmiş durumda, bambaşka bir dünyanın içindeyiz. Türkiye'nin önündeki en büyük problem hala demokrasi, insan hakları, hukuk ve ahlaktır. Tüm sorunların temelinde şu soru vardır; Devlet mi millet içindir, millet mi devlet içindir? Hangisi esastır, hangisi ikincildir?

‘Devletin bekası’ söyleminde milletin hiçbir hükmü yok. Oysa devlet gerçekte bir araçtan ibaret olmalı, bir amaç, bir erek değil. Devletin varlık nedeni kendisi olabilir mi? Bugün ‘devletin bekası’ söylemi, devletin ereğini kendisi olarak ilan ediyor. Devletin ereği ise devletin içindeki kliklerin bekası anlamına gelmekte. Oysa esas olan millettir. Devlet, millet için vardır. Millet, devlet için yoktur. Sadi- i Şirazi’nin dediği gibi “Koyun çoban için değil, aksine çoban koyun için vardır” (Gusfend ez- bera- yı çūban nist/Belki çūban bera- yı hizmet est). Bugün geçerli olan çoban ideolojisi. Çobanın bekası için koyunlar, yani bizler ‘gözden çıkarılabilir taraf’ olarak görülüyoruz. Ne yazık ki tarihimiz boyunca sürü daima çoban içindi, çobanı da kimler tuttuysa sürünün asıl sahibi onlardı.

Buradaki temel kırılma hukuksuzluğun, çürümenin “devletin bekası” söylemiyle yargısal denetimden kaçmanın aracı hale gelmesiyle başlıyor. Millet de kendi haklarına sahip çıkmakta yeterli bilince sahip olmayınca, çobanların zulmü asumanı sarıyor.

“Her an darbe olacakmış gibi sürekli paylanarak yaşıyoruz, çekilecek dert değil”

- Aslında Adalet Kalkınma Partisi 2002’de iktidara ‘millet için siyaset’ söylemiyle geldi, devletin içindeki klikleri ve askeri vesayeti sonlandırma vaadiyle geldi. Yirmi senede vardığı noktanın başka bir vesayet rejimi ve yeni klikler üretti. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’si burada ısrar yerine kuruluştaki iddiasına dönemez mi, kutuplaştırma siyasetinden artık vaz geçemezler mi?

Siz deneyimli bir gazetecisiniz. Medyada reytingi mümkün kılan nedir? Skandal. Skandalize etmediğiniz takdirde tiraj ve reytingi yükseltemezsiniz. Her şeyi skandalize etmek zorundasınız. Olumlu olan şeyler manşet olmaz. Siyasette de böyle bir yasa var. Kutuplaştırma daima siyaseti yönetenin, yönetme işini kolaylaştırır. Bugün Türkiye’yi yönetenler şunu çok iyi biliyorlar; Türkiye'de kutuplaşmanın zayıflaması demek, toplumun apolitikleşmesi demektir. Bu takdirde iktidar orada duramaz. Politik tansiyon düştüğünde halk rahatlar, gevşer, normalleşir. Oysa bakınız yıllardır müthiş bir gerilim yaşatılıyor bize, her an deprem olacakmış gibi, her an darbe olacakmış gibi sürekli paylanarak yaşıyoruz. Nitekim deprem oldu, devletin büyükleri hemen çıktılar halkı paylamaya başladılar. Yaşlarını başlarını almış adamlar bunlar. Huysuz ihtiyarlara dönüştüler. Çekilecek dert değil yani.

Kaldırın gerilimi, bakın parti teşkilatlarına giden kaç kişi kalır? Kimse gitmez ki. O gerilim oldukça, o tansiyon yüksek tutuldukça onlar yerlerinde durabiliyorlar. Tansiyonu düşürmek bu iktidara karşı en sonuç alıcı eylem olacaktır. Örneğin İran'da ve İsrail'de hükümetin varlık nedenini kaybetmesi, çökmesi için ne gerekiyor diye sorsanız, kutuplaşmayı kaldırın, toplumu normalleştirin, hemen çökerler diye yanıt veririm. Bizde de öyle. Halka sürekli nöbet tutturuyorlar. Düşünsenize, bir halkı sürekli yedi düvel tarafından kuşatılmış oldukları düşüncesiyle tedirgin halde tutuyorlar. Esas ‘beka siyaseti’ bu işte. İran da İsrail de aynı politikayı izliyorlar. İktidarlarını sürekli bölüneceğiz, parçalanacağız diyerek ayakta tutabiliyorlar.

“Beyefendi siz tevazu gösterecek kadar büyük değilsiniz”

- Bu analizinizi doğru kabul edersek, yani kutuplaştırmadıkça AKP iktidarda kalamazsa, CHP Genel Başkanı Özgür Özel ‘normalleşme’ kavramını gündemde tutarak doğru bir şey yapıyor o zaman, öyle mi? Bu stratejinin işe yarayacağına dair bir emare gördük mü henüz?

Golda Meir’in “Beyefendi siz tevazu gösterecek kadar büyük değilsiniz” diye bir sözü vardır. Bu da aşağı yukarı böyle. Güçlü olanın merhametine ya da cezalandırmaya kadir olanın bağışlayıcılığına itibar edilir. Sayın Özgür Özel’in önce liderlik kumaşına sahip olup olmadığı görülmeli. Örneğin Kılıçdaroğlu da Baykal da birer parti başkanı oldular ama ikisi de birer lidere dönüşemediler. Oysa Ecevit, kendince bir liderdi. Özgür Özel'in bir lidere dönüşüp dönüşemeyeceğini doğrusu bilemiyorum. Normalleşmeyi engelleme yeteneğiniz varsa normalleşme adımının bir değeri vardır, yoksa yoktur.

“İran da İsrail de kağıttan kaplan, ikisi de kutuplaştırmadıkça hayatta kalamaz”

- Burada bir parantez açabilir miyiz? İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin ölümü İran açısından zor bir görüntü ortaya koydu. Rejimin ‘tüm dünyaya meydan okuyabilen güçlü devlet ve her ne olursa olsun çoğunluğu arkasında duran halk’ propagandası çok sarsılmadı mı?

İran devleti çok zavallı bir görünüm verdi arama çalışmalarında. Hatta daha beter şeyler de oldu. Suriye'de İranlı generaller öldürüldü, karşılığında misilleme diye dünyanın en komik saldırısı yapıldı. Çöllere füzeler gönderildi. İsrail de aynı durumda. Kimse kusura bakmasın, ‘kâğıttan kaplan’ bunlar.

- İran’daki muhaliflerin Reisi’nin ölümü üzerine yaptığı kutlamalar rejimin tarihinde nasıl bir yere oturacak sizce?

Slovakya Başbakanı iki hafta önce bir silahlı saldırıya uğradı ve ölüm tehlikesi yaşadı. Yapılan yorumların büyük bir çoğunluğuna göre saldırı Ukrayna veya batılı güçler tarafından yapıldı. Adres büyük oranda belli. Ancak İran Cumhurbaşkan’ının durumunda failin kim olduğu henüz belli değil. Bu işten kimin karlı çıkacağına bakmak gerekecek. Kaza da olabilir, suikast de. Suikast ise, sebebi iç politika da olabilir, dış politika da.

Kısacası bu tür rejimler halkı kutuplaştırmadıkça hayatta kalamazlar. Nitekim Türkiye’yi konuşurken İsrail ve İran'dan örnek vermemin nedeni, kutuplaştırmaya en çok ihtiyacı olan rejimler olmaları. Bu iki ülkede yöneticilerin kutuplaştırma siyasetinden vazgeçme ihtimalleri bulunmuyor. Bakınız Suudi Arabistan'da kutup bile yok, çünkü ‘halk istenci’ diye bir şey yok.

“Suudi Arabistan’daki mayo defileleri mi? Keşke kendimi kandirabilme yeteneğimi yitirmemiş olsaydım”

- Ama Suudi Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman ülkesinde mayo defilelerine izin vermeye başladı. Beş sene önce gazeteci doğratan bir caniyken bugün batı basınının gözdesi olabildi yine…

Keşke kendimi kandırabilme yeteneğimi yitirmemiş olsaydım!

“Devletin bekası Ankara’daki oligarşik yapılanmanın bekasından başka bir anlama gelmiyor”

- ‘Beka’ söyleminin AKP- MHP bloku tarafından neden köpürtüldüğünü biliyoruz, buna sarılarak ne kadar daha iktidarda kalabileceklerini bilmiyoruz. Size sorum şu; 15 Temmuz’dan beri bu son 31 Mart Yerel Seçimleri’ne kadar Türkiye’de halkın büyük çoğunluğunun bu söylemi satın almasının sebebi neydi sizce? Halkın teveccüh gösterdiği beka ile bugün hükümetin bu konuda ortaya koyduğu performans aynı şeyler mi?

Beka, devletin kalıcılığı demek değil mi? Devletin varlığını sürdürmesi demek. Peki devletin ayakta kalabilmesi için ekonomik olarak ne durumdayız? Bu mesele daha mistik, daha politik klişelerle örtülüyor. AK Parti'nin de MHP'nin de ekonomi konusundaki bu sefaleti açıklayacak yüzleri yok. Emekliliğin durumu ortada, asgari ücretin durumu ortada, kiralar ortada, içtiğimiz çayın fiyatı ortada. Ama vatan tehlikede, memleket yıkılabilir filan dediğinizde Ankara'daki klikler varlıklarını sürdürebiliyorlar. Devletin bekası, maalesef bizde Ankara’daki oligarşik yapılanmanın bekasından başka bir anlama gelmez.

- Bu oligarşik yapılanma, toplumun çoğunluğu tarafından ne kadar daha maruz görülen bir hal olabilir? Soru bu. Bunun hala alıcısı var mı, varsa hangi kesimler? Sizinle bugün sıfatsız bir düşünür olarak konuşuyorum ama sonuçta hayatınız belli dönemlerinde yolunuzun düştüğü iki mahalleden bahsediyoruz. Hem ülkücülerle hem de İslamcılarla içli dışlı olduğunuz farklı dönemler var hayatınızda. Bugün, İslamcılar ya da ülkücüler açısından nasıl bir Türkiye’yi konuşuyoruz?

Kemalistler açısından.

- Elbette Kemalistler açısından da… Ya da metropollerde yaşayan gençler açısından da değerlendirin isterim. Ama öncelikle de iyi tanıdığınız ve içinden geçtiğiniz mahallelerin 2024'teki politik ve sosyolojik görünümünü kendi zaviyenizden anlatın.

Ben ülkücüler ya da İslamcılar diye ayırmak istemem, buna gerek yok. Bizim halkımız, Anadolu halkı, işte tek tek Trabzonlu, Maraşlı, işte Sivaslı, ne bileyim Zonguldaklı falan, Muğlalı…fark etmez. Bizim halkımızın ortak değerleri var, oradan konuşmak lazım.

 "Muhafazakârlık AK Parti ile birlikte politik olarak ABD’den ithal edildi"

“Muhafazakârlık, AK Parti’nin danışmanlığını yapan iletişimcilerin kurguladığı yapay bir adlandırma”

- Türkiye'de muhafazakârlığın ortalama bir tanımı yok mu? Söylediğiniz ortaklaşmayı Anadolu muhafazakârlığı diye mi tarif edeceğiz, öyle diyemiyorsak ne diyeceğiz bu ortak değerleri tarif etmek için?

Muhafazakârlık AK Parti'yle birlikte Türkiye’ye armağan edilen bir şey. AK Parti'nin zamanında danışmanlığını yapan iletişimcilerin kurguladığı bir şey. AK Parti’ye kadar, Türk siyasi tarihinde muhafazakârlık daima sosyolojik bir kavram olarak kullanılmıştır. Adalet Partisi muhafazakâr bir partiydi, muhafazakâr bir dil kullanıyordu. ANAP da muhafazakâr bir dil kullandı. Bunların hiçbirinde ‘muhafazakârlık’ politik bir tanım olarak kullanılmamıştır. Politik olarak sağ veya merkez sağ vardır oralarda. Muhafazakâr ailelerden söz edebiliriz, siyasete onların katkısından söz edebiliriz. Ama muhafazakârlık söylemi AK Parti ile birlikte politik olarak ABD’den ithal edildi. Türk siyasetinde AK Parti’yi dindarlıktan ayırmak için icat edilmiş yapay bir adlandırmadır ‘muhafazakârlık’.

İletişim Yayınları’nın “Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Muhafazakarlık” başlıklı 5. cildine ve özellikle o cildin ilk yayımlanma tarihine bakınız. O dönemdeki benzerleri gibi tamamen ısmarlama bir kitaptır. AK Parti'nin Türk siyasetinde işgal edeceği ideolojik pozisyonu 2000'lerin başında özellikle “muhafazakârlık” diye adlandırdılar. Yoktu böyle bir şey. Benden 5. cilde ‘bir muhafazakâr şair’ olarak Mehmet Akif'i yazmamı istediler, reddettim. Dedim ki; “Akif maddesi yazılacaksa İslamcı bir şair olarak yazılır. Akif’e muhafazakâr şair demek de nereden çıkıyor?” Nereden çıkacak, elbette AK Parti’nin kuruluş konjonktüründen çıkıyordu. Ah şu entelijansiyamızın zavallılığı!

Oysa bir siyasal tanımlama olarak muhafazakârlık, İslamcılığın AK Partilileştirilmesi sürecinde icat edilmiş bir sözcüktü, tarihi çeyrek yüzyılı geçmez. Bizim halkımız muhafazakâr bir halktır. Bu da döner gelir çağdaşlaşma sorununa yaslanır. İşte biz ancak bu kadarını konuşabiliriz. Bu kez ben size sorayım; Kemalistler sizce muhafazakâr mıdır?

- Çok muhafazakârdır bence ama bunu onlarla tartışamam. Siyaset bilimi perspektifinden incelendiğinde CHP de son döneme kadar tam bir muhafazakâr siyasi ekol, buradan bir yere evrilebilecek mi göreceğiz.

Bu durumda Kemalistlere ya da CHP’ye muhafazakâr denildiğinde zihninizde ‘mutaassıb’ sözcüğü çınlamıyor mu?

“Muhafazakâr siyaset olmaz muhafazakâr halk olur”

- Benim zihnimde öyle çınlamıyor ama Türkiye kamuoyunun ana akımı bu konuştuğumuz şeyi hangi perspektifle konuştuğumuzu anlamadığı için şimdi bizi çıtır çıtır yer. Siyasi muhafazakârlıkla dini muhafazakârlığın bambaşka şeyler olduğunu anlatmak için bir söyleşi yetmeyecektir, biz senelerce okul okuduk. Biz sizin AKP ile Türk siyasi jargonuna girdiğini söylediğiniz ‘muhafazakârlık’ kavramına dönelim.

‘Muhafazakâr siyaset’ tanımını kronolojik olarak çeyrek yüzyıldan ötesine götüremezsiniz. Menderes, Demirel, Özal dönemlerini böyle açıklayamazsınız. Muhafazakâr siyaset tanımı orada işlevini yitirir. AK Parti'den önce muhafazakâr siyaset tanımı çalışmaz. Bir toplumsal kategori olarak dindarlar ya da muhafazakârlar diyebilirsiniz. Ama muhafazakâr siyaset olmaz, muhafazakâr halk olur.

“AK Parti’ye ‘İslamcı’ dememek için ‘muhafazakâr’ dediler”

- Aslında şunu söylüyorsunuz; Adalet Kalkınma Partisi’ne ‘İslamcı’ dememek için ‘muhafazakâr’ denildi. Doğru mu anlıyorum?

Evet, tam olarak öyle. Muhafazakâr dediler, İslamcı dememek için. Mesela ‘dinci’ kelimesinde bir suçlama, bir aşağılama anlamı var. Dindar kelimesinde ‘dinibütün’ manası var. Her muhafazakârın ‘dinibütün’ olması da gerekmiyor zaten. Cuma namazına da gider, akşam içkisini de içer, rakısını da içer. Zaten Türkiye’de AK Parti’den önce ‘sağcı’ olarak tanımlanan politik alan buydu.

- Peki o suni olarak üretildiğini düşündüğünüz ‘muhafazakâr’ zırhını sıyırınca size göre AKP hangi siyasetin temsilcisidir? İslamcı mıdır?

İslamcı demiyorum ben, dindar diyorum. Dindar sözcüğünü de ‘dinibütün’ manasında kullanmıyorum. Muhafazakâr, sağcı anlamında kullanıyorum. Zaten Türkiye'de dini referans göstermeksizin hiçbir şeyi tanımlayamazsınız. Kendinizi kandırmış olursunuz. Millet kelimesine dair bir örnek vereyim konudan sapmak pahasına. Milliyetçilik kelimesinin Fransızcısı ‘nation’dur. Peki oradan bakınca Rum milleti, Ermeni milleti, İslam milleti ne oluyor?

- Dini millet.

Aynen. Millet kelimesinin kök anlamı mesela Mızraklı İlmihal’de vardır. Osmanlı döneminde de kullanılan, yani halkın ilk elden ilk dinsel bilgileri öğrendiği bir metin. Orada deniliyor ki: Adem'in zürriyetindenim, İbrahim'in milletindenim, Muhammed’in ümmetindenim. Kısaca, zürriyet- i Adem, millet- i İbrahim, ümmet- i Muhammed. Bakınız kavramsal basamaklar nasıl da yukarıdan aşağı küçülüyor; zürriyet, millet, ümmet. Sonuncusu ümmetçilik veya siyasi ümmetçilik diye de kullanıldı. Millet sözcüğü din, milli sözcüğü dinsel anlamına gelir, çünkü millet “dini inançlar etrafında toplanmış topluluk” demektir. Osmanlı döneminde bu konu çok tartışıldı. ‘Nation’u nasıl çevireceğiz? ‘Türk milleti’ yerine ‘Türk kavmi’ diyenler de olmuş, Milliyetçilik yerine ‘kavmiyetçilik’ sözcüğü de kullanılmıştı. Sonuç itibariyle biz kendi kültür dünyamız içerisinden nation’a bir karşılık ararken ‘millet’ sözcüğünü bulduk, ister istemez yine dinle irtibatlı bir sözcük kullandık.

Jön Türklerle ilgili bir hikâye vardır: Paris’te bir toplantıdaki tüm katılımcılar kendi milli marşlarını söylüyorlarmış. Bizimkilerin marşı yok tabii, kalkıp ezan okumuşlar.

Cumhuriyetle birlikte çağdaşlaşma süreci hızlandı. Nereden bakarsanız Tanzimat ve öncesine gidildiğinde 200 yıllık bir süreç. Bu süreç içerisinde çok şey değiştiği için bugün ‘millet’ kavramını konuşurken dini referanslar göstermek pek çoğunun zoruna gidiyor. Ancak bu sevimsiz işe girişmeden siyasal ve toplumsal kavramlarımızı açıklamak çok zordur. Milletten söz ettiğimizde bunu dini bağlılıktan soyutlayamazsınız. İzninizle size bir soru daha sorayım: Sizce ulusçuluk ile milliyetçilik arasında nasıl bir fark var? Daha doğrusu, bir fark var mı?

“Bu halkın yüzde 75’i dini simgelere bağlıdır, dini kuralları uygulamasa bile dindar görünmeyi tercih eder”

- Normalde olması gerekir. Bir ulus inşa süreci olan Cumhuriyet’in kuruluşunda kullanılan ‘ulus’ aslında bugün anayasal vatandaşlık olarak tartıştığımız şeyin formu olarak kullanılmak istenildi. Buraya mı varmak istiyorsunuz? Sizce göre ulusçuluk ile milliyetçilik arasındaki fark nedir?

Dikkat ediniz o dönemde Atatürk ‘Türk milleti’ diyor konuşmalarında, ‘Türk ulusu’ demiyor. Yıllar evvel yazmıştım bunu. Ulusçuluk milliyetçiliğin seküler ve batılı biçimidir. İçinde din yok. Oysa milliyetçilik deyince terimin içinde din vardır, İslam vardır. Ülkücülere, MHP'ye bakın, dinden, İslam'dan bağımsız bir milliyetçilik tanımı yapabilirler mi? Yapamazlar. AK Parti'ye bakın, Türk'ten bağımsız bir İslam’dan söz edebilirler mi? Edemezler. Ancak İslamcılıkta ırk ikincildir. Milliyetçilik özü gereği moderndir çünkü, dolayısıyla din ikincildir. İşte bu nedenle halkı veya milleti tanımlamak istediğimizde muhafazakârlıktan söz edebiliyoruz.

Bu halkın yüzde 75’i dini değerlere, simgelere bağlıdır. Dini kuralları uygulamasa bile böyledir. Halkımız dindar olmasa bile dindar görünmeyi tercih eder. Toplumsallık duygusunun gereği de doğal olarak budur.

“Orta sınıf dindarlığı görünüşten ibarettir”

Bu da bir sorun değil mi; riayet ediyor gibi görünmenin yeterli olması?

Dünyanın her tarafında böyledir. Bütün orta sınıf dindarlığı gerçekte bir görünüşten ibarettir ve bu kadarı hem kendileri hem de devlet için yeterlidir.

“AK Parti merkez için icat edilmiş bir partiydi”

- Şimdi bir kez daha muhafazakâr siyaset kavramının AKP ile birlikte Türkiye’ye sokulması meselesine dönmek istiyorum. Bu söylediğiniz ile AKP’nin merkeze taşınması arasında illiyet bağı var değil mi?

Evet, dindarlar ilk kez bir kitle partisi ile merkeze taşındı. Refah Partisi bir kitle partisi değildi, merkez parti haline de gelemedi. Ama AK Parti merkez için yaratılmış, icat edilmiş bir partiydi. Yani o güne kadar İslamcılar devletin içinde değillerdi. Kürtler, İslamcılar ve Komünistler hep kırmızı çizgisiydi devletin. AK Parti ile birlikte dindarlar devlete taşındı. Bunu muhafazakârlık üzerinden yaptılar. Muhafazakarlık, Türkiye dindarlığının merkeze taşınması amacıyla 2000’lerin başında kullanılan bir kavramsal aparattır.

“Türkiye’deki büyük rejim değişikliklerinin hepsi hukuk devrimleriyle olmuştur”

- Bunun tamamen batı ve daha çok da ABD tarafından kurgulandığını düşünmenizin sebebi nedir? Laik Türkiye kağıt üzerinde daha çok işlerine yarayan bir müttefikmiş gibi durmasına rağmen neden istediler böyle bir siyaseti Türkiye’yi sokmayı?

Türkiye’deki büyük rejim değişikliklerinin hepsi hukuk devrimleriyle olmuştur. Tanzimat, eğer bu hamleyi bir devrim olarak nitelendirmek istersek, esas itibarıyla Fransız hukukunun benimsenmesidir. İkinci hukuk devrimi ne zaman yapıldı? Cumhuriyet'te yapıldı. Tamamı değiştirildi. Medeni kanun İsviçre’den alındı - ki 1912'de zaten Osmanlıcaya tercüme edilmişti, elimizdeydi yani. Ceza Kanunu’nu İtalya’dan aldık, Ceza Muhakemeleri Usulü kanununu Almanlardan aldık, vs. Cumhuriyet devrimlerinin temeli gerçekte bu hukuk devrimidir.

Üçüncüsü ne zaman yapıldı? Bütün kanunlar, örneğin Ceza Kanunu, Medeni Kanun vs. hepsi ne zaman değişti? İlk adımlar AK Parti iktidara gelmeden bir iki yıl önce atıldı. Bütün Türk hukuk mevzuatı 2001'den itibaren 2018'e kadar değişti. Büyük çoğunluğu ilk 7- 8 yıl içinde değişti. Sonuç itibariyle bu 200 yıllık süreci üç döneme ayırırsak, bu son devrimden kimsenin haberi olmadı. Hukukun dili de değişti, örneğin İstinaf Mahkemeleri geri geldi, ki Cumhuriyetle birlikte gereksiz yere bu mahkemeler anlaşılmaz biçimde kaldırılmış, ‘Temyiz’in de bütün karakteri değişmişti.

 "28 Şubat, AK Parti iktidarının hazırlayıcı evrelerinden biriydi"

“2000’lerin başında Türkiye’nin bir islam ülkesi olmasına karar verildi, yeni dönemin miladı 1 Mart tezkeresidir”

- Sizin bu ‘Türkiye’deki üçüncü hukuk devrimi’ dediğiniz şey aslında AB uyum yasaları şemsiyesi altında yaptırılan şeyler aslında. Sonrasında Türk hükümetinin kendi attığı adımlar geldi. İstinafın kaldırılmasına neden vurgu yaptınız, o hamle size ne söylüyor yani?

2000’li yıllarda Türkiye'nin bir İslam ülkesi olmasına karar verildi, çünkü Orta Doğu'da Türkiye’ye bir siyasal aktör olarak ihtiyaç vardı. Eski biçimiyle Türk ordusuna bu konjonktürde etkin bir rol vermek çok zordu. Bu yeni dönemin miladı 1 Mart’tır. Daha açıkçası, yeni hükümetin varlık nedeni 1 Mart tezkeresiydi.

- Bir yandan da batı Türkiye’nin NATO üyeliğini ‘hırçın bir müttefiki zapturapt aracı’ olarak görmüştür. Buna gerek mi kalmadı yoksa batının öncelikleri mi değişti?

Ulusu’nun İran'ı ziyaretini hatırlar mısınız? Humeyni'yi ziyaret etmişti, birlikte namaz kılmışlardı. Zavallı Ulusu, tehiyyat oturuşunda ayaklarını bile gereği gibi bükemiyordu. Bu tür siyasetçilerin yerine, yeni dönemde zevkle, koşa koşa Kabe'ye gidip tavaf edecek, namaz kılacak, Kur'an okuyup gözyaşı dökecek başbakanlara, bürokratlara, hariciyecilere, hatta komutanlara ihtiyaç vardı. Orta Doğu'da rol alacak kadroların samimi dindarlar olmaları işin gereği idi. Kimileri Büyük Orta Doğu Projesi olarak açıklıyorlar bu dönemi. Bu klişeyi komplo teorilerinden kaçınmak için kullanmak istemiyorum, ama en azından şunu söyleyebilirim; son çeyrek yüzyılda bölgede olanlar ve Türkiye'nin bu olanlar içerisindeki rolü nettir. Yeni Osmanlıcılık söylemleri, Kudüs’te namaz kılmayı düşleyen dışişleri bakanları vesaire daha önce hayal edilebilecek şeylerden değildi.

“Siyasal olmayan bir İslam tarihte hiç olmadı”

- Oysa batı 11 Eylül’den beri bir yandan da siyasal İslamcıları istemiyor görüntüsü veriyor.

Bir kere siyasal olmayan bir İslam hiç olmadı tarihte. İslam özü gereği politik bir dindir. Peygamber politik bir kişiliktir. Bütün İslam tarihi hem teolojik hem politik bir tarihtir. Kısaca İslam her yönüyle teopolitiktir. Ayrılamaz yani, böyle bir şey olmaz. Bazıları böyle olmasını arzu edebilirler, örneğin sırf ahlaka indirgeyelim, dinsel ahlak bireysel ahlaka dönüşsün, kamusal alanın dışında kalsın vesaire. Ne ki bu tür beklentilerin tümü birer hüsn- ü kuruntudan ibarettir.

“Siyasal İslamcı olmayan İslamcı yoktur”

- ‘İslamcı’ denebilen her kişi, kesin olarak ‘siyasal İslamcı’ mıdır? Siyasal İslamcı olmayan İslamcı olmaz mı?

Olmaz.

- Mesela Tayyip Erdoğan sıkıştığında diyor ki; “Ben dindar bir adamım ama laik bir ülkeyi yönetiyorum.” Bu, olamaz mı mesela? Bir siyasetçi İslamcıysa, nihai hedefi illa ki bir İslam devleti yönetmek midir?

Bu konuda “nas” var!

- Artık vazgeçti ama.

Halkın da anası ağladı bu süreçte.

- Orası onun gerçek siyasal İslamcı damarının kabardığı yerdi, öyle mi?

Din dediğimiz şey daima ‘olması gereken’le koşullanır, ‘olan’la değil. Olan eleştirilebilir, yadsınabilir, peki ya olması gereken? Ne kanıtlanabilir ne de çürütülebilir. Dinde bir cennet vardır, bir cehennem vardır. Dine inanmak aynı zamanda öte dünyaya inanmaktır. Ahirete inanmadan, cennete, cehenneme inanmadan dindar olunabilir mi? Bu cennet, cehennem öte dünyada da olmalı, bu dünyada da olmalı. Dolayısıyla İslamcılık esas itibariyle cenneti, cehennemi bu dünyada kurma arzusudur. Onlardan yana olanlar cennette, olmayanlar cehennemde yaşamak zorundadırlar. Siyasetin arafta kalanları ikna etme sanatına dönüştüğü yer de burasıdır.

- Bu söylediklerinizi doğru kabul edersek, AKP’nin bugünkü ahvaline bakarak şu yorum yapılabilir mi; eğer Erdoğan hayal ettiği gibi kalsa ya da o politikada ısrar etse iktidarda kalamazdı?

Hiçbir şey yalnızca görünüşlerden hareketle kavranamaz. Dinin ütopik bir yanı olması hem en büyük gücüdür hem en büyük zaafı. Tıpkı Mehdi'yi beklemek gibi. İran Devleti'ni ayakta tutan en temel inanç nedir? Mehdiyettir, Mehdi’nin, yani bir kurtarıcının geleceğine duyulan sarsılmaz inançtır. 14 Mayıs 1948’de İsrail nasıl kuruldu sanıyorsunuz?

“28 Şubat dindarlığı frenlemek için değil, suç olmaktan çıkarmak için atılmış bir adımdı; AK Parti iktidarının hazırlayıcı evrelerinden biriydi”

- Türkiye'deki dindarlar AKP siyasetinde mutlaka ki önemli ışık gördüler. 22 senelik iktidar net bir sonuç. Türkiye’nin dindarları, gelinen noktada Erdoğan’da ve AKP’de bu ışığı görmeye devam ediyorlar mı? Yoksa bu hikâyenin sonuna mı gelindi?

Adil olmak gerekirse, AK Parti'yi iki dönemde incelemek lazım. İlk 10 yılda vaat ettikleri, kullandıkları dil, iş tuttukları insanlar, vs. İşin başında daha demokratik bir görünüm verdiler;

daha liberal, daha kapsayıcı, daha özgürlükçü. Sanırım bu gerçek yadsınamaz. Alnı secde gören insanlar niye belediye başkanı olamasın, niçin milletvekili olamasın? Dindarlık niye suç olsun?  AK Parti'nin dindarlığı suç olmaktan çıkarma gibi bir işlevi vardı. Ve bunu gerçekleştirdi. Artık kamuda başörtülü kadınlar görev alıyor. Burada 28 Şubat’ta yaşananlar anımsanmalı. Ben öteden beri 28 Şubat'ın AK Parti iktidarının hazırlayıcı evrelerinden olduğunu düşünürüm. Bunu daha önceleri de dile getirmiştim. 28 Şubat dindarlığı frenlemek için değil, dindarlığı suç olmaktan çıkarmak için atılmış bir adımdı. Dindarları en zayıf ve en hassas taraflarından, kız çocuklarından vurdular. Ve işte o zaman bütün ülke kaybetti ve iş bugünlere geldi.

Askerler arasında bu yolun nereye gideceğini öngören bir grup vardı. Bu nedenle şiddet göstermekten çekinmediler. Bazıları da kendilerinden asıl istenenin bu olduğunu öngörememiş olabilirler. Her neyse, sonuçta akıllarıyla değil, içgüdüleriyle hareket ettiler ve olan oldu. Ergenekon, Balyoz davaları derken, sonrasında Türkiye bambaşka bir evreye geçti.

“Devletin başındakiler altını tutamayacak haldeyken bile yerinde durabiliyor”

- Biraz önce iktidarın kullandığı beka söyleminin AKP ve MHP’nin birlikte inşa ettiği oligarşik yapılanmanın bekasından başka bir anlamına gelmediğini söylediniz. Buna rağmen toplumun hala büyük bir kesimi alıp sahiplenebildi bu söylemi. Ne kadar daha gider böyle?

Halk pekâlâ aldı, kabul etti uzun bir süre. Ancak ekonomik çöküntüyle birlikte bu beka söylemi eskisi gibi işlemez oldu. Halk yoruldu. Liderler de yeterince yaşlandı. Joe Biden bile altını tutamıyor. Hatırlarsanız rahmetli Ecevit de altını tutamayacağı evreye kadar Başbakan olarak kalmıştı. Bir bakandan dinlemiştim, bir Bakanlar Kurulu toplantısında Ecevit ayağa kalkıp bir saksıya işemeye kalkışmış, hemen müdahale edip tuvalete götürmüşler. Bu örneklerden ne anlamalıyız? Devletin başındakiler altını tutamayacak haldeyken bile yerlerinde durabiliyorlarsa, demek ki çevrelerinde altını tutanlardan oluşan bir ekip vardır, yani bürokrasi. Seçilmişler değil, atanmışlar. Onlar bir şekilde hep oradadırlar. Devletin bekası deyince sanırım biraz da böyle düşünmek gerekir.

“Çelişkilerin sert çatışmalar aracılığıyla çözüleceğine inananlardanım”

- Bu konuştuğumuz karamsar tablo içinde bazı umut veren şeyler de oluyor. Gazeteci Metin Cihan’ı siz de benim gibi yakından takip ediyormuşsunuz. Ortaya çıkardıklarına siyaseten en çok Yeniden Refah ve Saadet Partileri sahip çıktı, siyasi gündeme taşıdılar. Ve YRP seçimlerde önemli bir çıkış yakaladı. Burada benim ilgilendiğim şey şu; her fırsatta bir ateist olduğunu vurgulayan bir gazetecinin ortaya çıkardığı gerçeklerle çatır çatır siyaset yapan dindar partiler. İktidar kutuplaştırarak engellemeye çalışsa da eskiden birbirlerine ‘öcü’ gibi bakan toplumsal kesimler arasında ciddi bir toplumsal alışveriş var. Dindarlar bir ateistin verdiği bilgiyle siyaset yapabiliyor. Eskiden çok açıkça böyle yapılabilen şeyler değildi sanki bunlar?

Değildi. Çok büyük bedeller ödendikten sonra bu sonuca ulaşılıyor. İnsan şöyle düşünmeden edemiyor: 12 Eylül öncesinde sol ve sağ birbirini doğradı, sonra iki taraf da “Yaa çelişki o kadar da derin değilmiş!” dedi. 90'lardan sonra ise sol çöktü, sosyalistler gitti, Kürtçüler geldi.

- İktidarı elinde tutanlar hep oralardan bizi dürtmezse, biz Türkiye’nin farklı kesimleri olarak kendi halimize bırakılsak, birbirimizi anlamaya daha meyilli olabilir miydik?

Ne yazık ki ben aramızdaki çelişkilerin sert çatışmalar aracılığıyla çözüleceğini düşünenlerdenim. Böyle olsun veya böyle olmalı demiyorum. Ne ki hep böyle oldu ve bundan sonra da böyle olacakmış gibi görünüyor. Ülkücülerle devrimciler birbirlerini vurdular. Binlerce genç toprak altına gitti, daha fazlası hapishanelerde çürüdü. Adeta 78 kuşağı yok oldu. Madımakları gördü bu ülke! Maraş katliamı, Çorum, Sivas. Bakınız, Alevi sorunu artık eskisi gibi konuşulamaz konulardan değil, Aleviler de karanlık bölgelerde saklanmıyorlar artık.

“Kılıçdaroğlu'nu ‘Aleviyim’ dediğine pişman edemediler”

- Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığı da buna yaradı mı?

Elbette. “Ben Aleviyim” diye ortaya çıktığında kendisine büyük destek vermiştim. Kılıçdaroğlu’nu ‘Aleviyim’ dediğine pişman etmediler, edemediler. Daha önceleri fısıltı yoluyla denemişlerdi ama açıktan yapamadılar, çünkü Alevilerin de oylarına ihtiyaçları vardı.

Çok şükür henüz Laikler ile İslamcılar arasında benzer bir çatışma yaşanmadı. Geçmişte büyük bedeller ödese de toplum bu çelişkileri barışçıl yollardan aşmayı öğreniyor ama yavaş yavaş öğreniyor. Kişiler bir anda, halklar ise yavaş yavaş aydınlanır. Bizim halkımız da yavaş yavaş aydınlanıyor. Toplumsal aydınlanmanın yazgısı bu!

Siyasal değişimlerin arzu ettiğimiz şekilde gerçekleşmemesinin nedeni iktidarın değişiminin ancak halkın değişimiyle olanaklı olması. Halk yurttaşlık bilincini kazanmadıkça iktidarın nitelikleri değişmez. “Bir şehrin kaderini sadece yönetenlerin ufku ve kalitesi değil, yönetilenlerin kültür ve eğitim düzeyi de belirler” diye bir sözüm vardır benim. Halkımızın eğitimi konusunda ne yazık ki yeterince hızlı davranamadık. Bu yüzdendir ki Türk siyasetinin en büyük sorunu eğitimsizliktir. Sonuçta cehalet vasatlığı, vasatlık da siyaseti belirliyor.