Kıymetli dostlar, bu yazımda sizlere, Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu 10 maddelik bir yazı ile anlatmaya çalışacağım.
Son yıllarda “güç zehirler, mutlak güç
mutlaka zehirler” cümlesi en çok tekrarlanan cümlelerden biridir. Mutlak
zehirlenmeyi ve yozlaşmayı getiren güç odağının oluşmaması için demokrasiyle
yönetilmeye ihtiyacımız var. Yüzyıl önce bütün saray düzenini yıkan, bizi teba
olmaktan çıkarıp birey ve millet olabilmek için, eşi benzeri görülmemiş bir
savaş veren ulusumuz, bugün yine ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadır.
“Saray, monarşik ve otokratik yönetim
biçiminde devlet sisteminin merkezidir. Saray sözcüğü hem hükümdarlık makamı ve
kurumsal çevresini hem de mekânını içeren soyut ve somut anlamlar taşır.” Bu
tanımlama Dr. Nesrin Taşer’in bilimsel bir makalesinde yer alıyor. (Türk
Kültüründe Saray Kavramı ve Geleneksel Saray Mimarisinin Gelişimi)
Cumhuriyetle birlikte “saraylar” gitmiş,
genç cumhuriyetin kalbi; aklı, bilimi ve mütevazılığı önceleyen “Çankaya
Köşkü”nde atmaya başlamıştı… Erdoğan’a
kadar bütün Cumhurbaşkanları Çankaya Köşkünde görev yaptılar. Ancak Erdoğan
“Çankaya Köşkü’nü küçümsemiş, otokratik
rejimle birlikte “Saray”dan Türkiye’yi yönetmeye başlamıştı. O kadar ki
kendisini devlet yönetiminde “tek otorite” olarak görmüş ve bunu geniş
kitlelere benimsetmek için de çaba harcamıştı. Anayasa değişikliği ile birlikte
amacına büyük ölçüde ulaşmış, sadece yürütme organını değil, yasama ve yargı
organını da kontrol eder noktaya gelmişti. Böylece Ak(!) Parti zamanla Baasçı
bir partiye dönüşmüş ve Erdoğan artık “Ben devletim – devlet benim” deme
noktasına gelmişti… Bunu bugün Erdoğan ve çevresi değişik şekillerde
dillendirmekten çekinmiyorlar.
Bugün saray deyince aklımıza ne
geliyor?
Bir kişiye teslim edilen devlette;
yozlaşmayı, çürümeyi, adam kayırmacılığını, sorumsuzluğu, yalancılığı, israfı
hepsini görüyoruz. Daha acı olanı ise bu ortamı oluşturan aktörlerin sarayda ve
onun oluşturduğu bürokraside de itibar görmesi… Açıkça söylemek gerekiyorsa bu,
ahlaksızlığın devlet katında kurumsallaşması demektir. Biliyorum bazı okurlar
bu eleştiriyi çok sert bulabilirler. Ama maalesef gerçekler acıdır ve o
gerçekleri unutmak gibi, kabullenmek gibi bir lüksümüz de yoktur.
Gelin isterseniz hafızalarımızı
tazeleyelim…
Merkez Bankası'nın kasasından 128 milyar
dolar birilerine satıldı… Kimlere satıldığını ve kaç liradan satıldığını bilen
yok… Erdoğan önce bunu yalanladı, sonra 3,5 ayda 5 farklı cevap verdi. Son
yanıtı ise şöyleydi “Merkez Bankası'nın rezervlerinin nerede olduğu sorulur
mu?” Bana göre tek adam rejiminde verilmesi gereken cevap buydu… Siz kim
oluyorsunuz da 128 milyar doları soruyorsunuz? Evet, biz kim oluyoruz da
milletin hakkını hukukunu koruyor, savunuyorduk?
Erdoğan, devlette liyakati sıfırlayan
kişidir. Siz; dünyanın herhangi bir ülkesinde, rüşvet alan birilerinin
büyükelçi atandığını duydunuz mu? Duymadınız… Ama Türkiye’de rüşvet aldığı
bilinen ve kanıtlanmış kişilerin TC devletinin büyükelçisi olarak atandığını
biliyoruz. Bu büyükelçilerin devlet sırlarını parayla satmadığını kim
garantileyebilir? Yanıt, hiç kimse… Ama ahlaksızlığın kurumlaştığı ülkelerde
bunlar bir süre sonra olağanlaşır. Sarayın ülkemizi getirdiği durum da budur.
Saray bugün yolsuzluğu, rüşveti kendine
hak bilip, “Oğlum paraları sıfırladın mı?” diyenlerin yeridir. Bakanların
yolsuzluk dosyalarını TBMM’de kapatan organdır. Rüşveti meşrulaştırmak için,
yöneticilerin de hakları olduğunu savunan saray ilahiyatçıları çıktı.
Saray bugün, beşli çetelerin, ihale
takipçilerinin karargâhıdır. Saray, kamu ihale yasasına tabi değildir. Kamu
ihale mevzuatında da 199 kez değişiklik yaparak, istediği ihaleyi istediği
kişiye, firmaya verme özgürlüğüne sahiptir. Çünkü Saray, “devletin malı deniz…”
anlayışına sahiptir. İsterseniz Türk Dil Kurumu bu atasözünü nasıl yorumluyor,
O’na bakalım… "Devletin malı deniz, yemeyen domuz" atasözünün anlamı
şudur. “Devlete hıyanet etmeyi sanat hâline getirenlere göre devletin bitmez
tükenmez malı vardır. Yolunu bulup ondan aşırmayan budaladır.”
Devlet saray tarafından böyle yönetilince,
yönetenler de nemalanıyor… ABD Başkanı Donald Trump, Erdoğan’ı “mal varlığını
araştırırım” diye tehdit etti. Erdoğan; tehdide karşı, “araştırmazsanız
namertsiniz… Benim verilemeyecek hiçbir hesabım yoktur” diyemedi. Mal varlığı
dolayısıyla bir devletin yöneticisine şantaj yapılıyorsa o devletin yöneticisi
bir milli güvenlik sorununa dönüşür. Dolayısıyla saraydaki Erdoğan’ın
malvarlığı bugün için bir milli güvenlik sorunudur.
Sarayın hukuk anlayışında adalet kavramı;
adamına, olayına göre değişir. Çünkü hukukun üstünlüğü kavramı işlemez. Sarayın
üstünlüğü kuralı geçerlidir. Örneğin Yüksek Seçim Kurulu'nun seçilmesinde
hiçbir engel yoktur kararı üzerine seçime giren ve kazanan, TBMM’de İnsan
Hakları Komisyonu'na seçilen Can Atalay hapisten çıkamaz. Anayasa Mahkemesi
kararları uygulanamaz. Biliyorum, bazılarınız “Anayasa Madde 138” diyeceksiniz…
"Anayasa Madde 157" diyeceksiniz… Anayasa Mahkemesi kararları yasama,
yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri
bağlar diyeceksiniz… Ben de biliyorum ama sarayın hukuk anlayışında saray,
anayasayı dilediği gibi yorumlama özgürlüğüne sahiptir(!) Saray adalet
duygusuyla değil, intikam duygusuyla hareket eder. AİHM (Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi) kararlarına uymamak ise (Osman Kavala, Selahattin Demirtaş) artık
klasik bir saray geleneğine dönüşmüş durumda. Ver tazminatı, kararı
uygulama… Çiğdem Mater Utku, Mine
Özerden ve Tayfun Kahraman saray hukukunun (!) GEZİ mağdurları…
Adli Tıp Kurumu, 100 yılı aşkın tarihi ile
Türkiye’nin saygın kurumlarından biridir. Adalet Bakanlığı'na bağlıdır.
Hapisteki bir hükümlünün sağlık durumuyla ilgili kararı yöneticileri bağlar.
Erdoğan, Adli Tıp Kurumu'nun raporuna rağmen eski paşaları hapiste tutuyorsa,
yani intikam duygusuyla onların hapishanelerde ölmesini istiyorsa, bu insanlık
değildir. Bu bir öç alma kararıdır. Oysa bu dava FETÖ’cülerin açtığı, paşaları
yargılayıp mahkum ettiği bir kumpas davasıydı… Hepimiz çok iyi biliyoruz ki
adaletin olmadığı yerde ahlak da yoktur.
Ahlaksızlığın kurumsallaştığı yerde,
yöneticilerden adaleti, yasalara uymayı, hakkı hukuku gözetmeyi ve vicdani
kanaat oluşturmayı bekleyemezsiniz. İktidarda kalmak için seçimlerde sahte
videolar üretmek, açıkça söylemek gerekiyorsa sahtekârlık yapmak sarayın ahlak
anlayışının somut bir göstergesidir. Hele hele bunu televizyonlara çıkıp itiraf
etmek tam bir yüzsüzlüktür, utanmazlıktır. Üzülerek ifade edeyim ki sarayın
ahlak anlayışı budur. Bu anlayışın hiçbir dinde, inançta yeri yoktur…
Saray; 5’li çetelerin, hak yiyenlerin,
kara para aklayan uyuşturucu baronlarının, dolarla TC vatandaşlığını satın
alanların güç aldıkları bir merkeze dönünce sarayın adını “külliye” olarak
değiştirmek zorunda kaldılar. Çünkü “külliye” tanımı farklıydı… Türk Dil
Kurumu'na göre külliye, "Bir caminin çevresinde cami ile birlikte kurulmuş
medrese, imaret, sebil, kitaplık, hastane gibi yapıların tümüne verilen
ad" olarak tanımlanmıştı… Ama saraya külliye demek yapılar topluluğuna
uhrevi bir anlam katmak sonucu değiştirmiyordu… Çünkü gerçeklerin ortaya çıkma
gibi acımasız bir huyu vardı…
Saray, açıkça ifade edelim ki; aklı,
bilgiyi, hoşgörüyü, alçak gönüllülüğü değil; lüksü, şatafatı, israfı ve
kuralsızlığı ilke edinmiş bir anlayışın merkezine dönüşmüştür. Böyle bir
merkezin Türkiye’ye vereceği hiçbir şey yoktur. Böyle bir merkezin aktörleri
asla ve asla akli ve vicdani bir sorgulama yapamazlar. Çünkü kibirleri buna
engeldir. Dolayısıyla hiç kimsenin bu anlayışa yani saraya meşruiyet kazandırma
hakkı yoktur.
Sarayda bir gün…
Saraya bir kez gittim… 15 Temmuz darbe
girişiminden 10 gün sonra, 25 Temmuz 2016 tarihinde… Bir darbe girişimi olmuş,
daha şehit olanların, yaralıların sayısı tam bilinmiyor. Hayatını kaybedenlerin
sayısının 400’ün üzerinde olduğu söyleniyor… Yaralıların sayısı tam belli
değil, Ankara hâlâ barut kokuyor… Güvenlik önlemleri her alanda görülüyor…
Erdoğan’ın daveti üzerine 25 Temmuz 2016 tarihinde saraya gittim… Toplantıya
Başbakan Binali Yıldırım, ben, Sayın Devlet Bahçeli, Cumhurbaşkanı Genel
Sekreteri Sayın Fahri Kasırga ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Sayın İbrahim Kalın
katılmıştı… 2 saat 40 dakika süren toplantıda darbe girişimi ve sonrası ele
alındı.
Samimi söylemek gerekirse defalarca
bürokrat ve siyasetçi olarak gittiğim Çankaya Köşkü'nün ağırlığı yoktu… Tarih
yoktu… Çankaya Köşkü'ne girdiğinizde devletin kuruluşundaki atmosferi
hissedersiniz. Sarayın bende yarattığı izlenim, bir kamu binasından çok, lüks
ve ihtişamlı odaları ve yurt dışından getirildiği söylenen ve pahalı
mermerlerden oluşan koridorları ile insanı rahatsız edici bir otel
atmosferiydi… Erdoğan’ın bugün otururken neredeyse içinde kaybolacağı altın
yaldızlı ihtişamlı koltuğu yoktu. Yoksulluğun, işsizliğin kol gezdiği
Türkiye’de o lüksü, debdebeyi unutamam. Toplantı sırasında çay dışında sarayın
fırınında piştiği söylenen sıcak kurabiyeler geldi… Çayımı içtim ama bu lükste
bu kurabiyeler haramdır diye yemedim… Evet, yoksulluk içinde verilen bir milli
kurtuluş savaşını ve o savaşın kahramanlarını düşündüğünüzde bu şatafatlı yaşam
bize yakışmıyor… Ve bir daha da Sayın Bahçeli'nin sık sık gittiği saraya
gitmedim ve hiçbir davete katılmadım.
Yani kıymetli dostlarım, ben Cumhuriyet
Halk Partisi Genel Başkanı olduğumda, karşımda devletleşmeye başlamış 10 yıllık
bir iktidar vardı. 15 Temmuz’dan sonra bu devletleşme süreci hızlandı ve kısa
süre içerisinde tamamlandı. Ben, rahmetli Demirel, rahmetli Erbakan, rahmetli
Ecevit gibi demokrasiyi içselleştirmiş bir siyasi rakiple değil, yargısıyla,
askeriyesiyle, istihbaratıyla “BAAS” partisi benzeri, devletleşmiş bir yapıyla
mücadele ettim. Ama şunu bilmenizi isterim;
“Geçmedim muhannet köprüsünden su apardı
beni,
Yatmam çakal yatağında, aslanlar yese
beni…”
Kemal
Kılıçdaroğlu - CHP 7. Genel Başkanı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.