‘İslam devleti’ kavramı, tarihsel ve
olgusal olarak ne ifade ediyor ve neye karşılık geliyor?
Burada önemli ve kilit nokta, İslam
kelimesini nasıl kullandığımızla alâkalı. İslam kelimesi bazen dinin kendisini,
bazen tarihini, bazen de Müslümanları veya Müslümanların kültürlerine ait bir
tecrübeyi ifade edebiliyor. Din olarak İslam Kur’an’la geldi, Hz. Peygamber’e
vahiyle başladı ve Peygamber’in vefatıyla Allah din olarak söyleyeceklerini
tamamladı. Peygamberimiz de yirmiüç yıllık nübüvvet döneminde gereken
rehberliği ve açıklamaları yaptı. Artık bundan sonra Müslümanların tarihi
başladı. Bu yüzden Hz. Peygamber’den sonraki dönemi, Müslümanların tarihsel
tecrübesi olarak görmek gerekir. Bu din kıyamete kadar devam edeceğine göre bu
tarihsel tecrübe de farklı coğrafyalarda, farklı farklı şekil, renk ve tonlarda
da olsa kıyamete kadar devam edecek demektir. Hal böyle olunca, Müslümanların
gerek Raşid Halifeler döneminde, gerek Emevîler, Abbasîler, Fâtımîler,
Memlükler, Selçuklular, Osmanlılar döneminde kurdukları devletler, oluşan
siyasal yapılar tamamen tarihsel tecrübeye ait gelişmelerdir. Biz bu tecrübe
kesitlerine daha çok hanedan ismine atıfla Abbasîler, Selçuklular, Osmanlılar
şeklinde özel isimler vermekteyiz. Fakat hepsini birden ifade etmek için modern
dönemde ‘İslam devletleri’ denmeye başlandı. İslam mimarisi, İslam sanatları,
İslam ekonomisi dendiği gibi...
Diğer alanlardan örnek verelim:
Müslümanların ticaret yapma usulleri çağlara göre, bölgelere göre değişiyor.
Denizin olduğu yerde deniz ticareti, karanın olduğu yerde kervan ticareti öne
çıktı. Ama bunu Müslümanlar yaptı diye biz bu kervan ticaretine ‘İslam
ticareti’ demiyoruz. İşin aslı şu: Din evrensel bir mesaj getirir ve o dine
inananlar kendi kültürleri, şartları, imkânları çerçevesinde o dini uygulamaya
çalışırlar. Bu uygulama artık dine ait değil, insanlara ve yeryüzüne aittir.
Böyle olunca ‘İslam devleti’ ve ‘İslam siyaseti’ tabirleri çok ciddi bir algı
bozukluğu, bir yanılsama meydana getiriyor. Mesela Emevî’ye ‘bir İslam devleti’
diyoruz ve bu tabir kelime olarak ilk bakışta ‘İslam’ın ilkelerine göre,
İslam’ın gereklerine göre kurulmuş bir devlet’ anlamına geliyor. Abbasîlere
‘İslam devleti’ diyoruz. Murâbıtlara ‘İslam devleti’ diyoruz. Müslümanların
ticari hayatına ‘İslam ticareti’ diyoruz. Şu veya bu dönemdeki halife, kral,
vezirler ve onların yönetim tarzına ‘İslam siyaset teorisi’ diyoruz. Böyle
olunca da, İslam kelimesi çok yanlış yerde ve yanlış bir algıyı besleyecek
şekilde kullanılıyor.
‘İslam devleti’ tabiri ilk bakışta
‘İslam’ın ilkelerine göre, İslam’ın gereklerine göre kurulmuş bir devlet’
anlamına geliyor. Şu veya bu dönemdeki halife, kral, vezirler ve onların
yönetim tarzına da ‘İslam siyaset teorisi’ diyoruz. Böyle olunca, İslam kelimesi
çok yanlış bir algıyı besleyecek şekilde kullanılıyor.
Sorduğunuz soru bu yaygın ama yanlış
algılamaya göre oluştuğu için, onu cevaplayayım: İslam devleti var mıydı?
Hz. Peygamber’in Mekke’de devlet
kurmadığını, sadece davet yaptığını, insanları dine davetle başladığını
biliyoruz. Medine’de bir şehir/site devleti diyebileceğimiz bir organizasyon
oldu ve bunun başında Hz. Peygamber vardı. Ama bu yapı Arap kabile sisteminin
daha gelişmiş şekliydi. Medine Sözleşmesiyle taraflar arasında belli bir barış
sağlandı. Böylece hem Medine’nin huzurlu bir şehir olması, hem de dışarıdan
gelecek saldırılara karşı şehrin birlikte korunması imkânı doğdu. Müslümanlar
bir Medine pazarı kurdular, giderek ticari âdetler gelişti, dayanışma arttı.
Bedir ve Uhud savaşlarıyla da Müslümanlar birbirine kenetlendi, bugünkü
tabiriyle site devleti diyebileceğimiz bir organizasyon ortaya çıktı. Buna
İslam’ın gelişinden sonra Müslümanların kurduğu ilk devlet, devlet olma
yönündeki ilk teşebbüsler de diyebiliriz. Raşid Halifeler döneminde sınırlar
genişledi. Mısır, Suriye, Irak vs. fethedildi. Böyle olunca, daha Hz. Ömer’le
birlikte divanlar kurulmaya, fethedilen bölgelere yönetici, vali, âmil, yani
hem dini tebliğ edecek hem oraları çekip çevirecek kişiler, oralarda belli
vergileri toplayacak kişiler gönderilmeye başlandı. Böylece Dört Halife
döneminde devletleşme yönünde önemli adımlar atıldı.
Bu süreç niye böyle yavaş işledi? Çünkü
Araplarda devlet tecrübesi ve geleneği yoktu. Araplar kabile halinde
yaşıyorlardı ve her kabile bağımsızdı; bir kabilenin diğerini egemenlik altına
alması çok zordu. Kabileler arası en büyük mücadele de bu yüzden, bir de geçim
sıkıntıları ve ayakta kalma amacıyla oluyordu. Bu sebeple kabileler arasında
sık sık yağmacılık ve baskınlar yaşanıyordu. Normal zamanda ise kabileler,
kabile başkanı ve aile büyüğünün geleneksel otoritesi altında kendi yağıyla
kavruluyordu. Yemen’de kadim devlet geleneği, Irak’ta Sâsânîler, Suriye’de
Bizans vardı; Araplar o tecrübeyi az-çok gördüler. Ama bu tip tecrübeler
görmekle olmaz, yaşamakla olur. Onun için de Dört Halife döneminde devletleşme
yönünde bazı adımlar atıldı. Emevîler, yani Kureyş’in sevk ve idarede isim
yapmış bir kolu, Muaviye’den sonra devleti Şam’da tesis ettiler.
Bu oluşumda Emevîlerin Bizans ve Irak
tecrübesini görmüş olmalarının da katkısı vardır elbette. Emevî devleti de
komşu devletler gibi saltanat sistemiyle işledi. Zaten o dönemde saltanat
sistemi dışında bir alternatif pek gerçekçi sayılmaz. Arapların alışkın
oldukları usulle bir şehir ve kabile yönetimi olur, ama devlet sistemine
geçmişseniz bir kamusal düzen, bir otorite o devirde gerekiyor. Emevîler de
Arap milliyetçiliği üzerine, ama katı işleyişi olan bir devlet oluşturdular.
Ondan sonra Abbasî ihtilali oldu. Abbasîler Emevîleri alaşağı ettiler ve
imparatorluk diyebileceğimiz bir tarzda geniş coğrafyada hüküm sürdüler. Bu da
son derece anlaşılabilir bir durumdur. Abbasî imparatorluğunun zayıflamasıyla
birlikte küçük küçük devletler oluşmaya başladı. Abbasîlerle beraber Endülüs’te
Endülüs Emevî Devleti vardı. Kuzey Afrika’ya İslam yayılınca, o devirde oraları
Bağdat’tan yönetme imkânı zayıfladığında oralarda da Bağdat’la irtibatlı,
halifeye saygıda kusur etmeyen ama kendi içinde özerk küçük siyasi yapılar oluştu
ve zamanla müstakil devletler haline geldiler. Böylece Abbasîlerin devamında
Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlıların devlet tecrübesi yaşandı.
Osmanlılar hem İlhanlılardan ve kadim Türk geleneğinden tevarüs ettikleri bir
tecrübeyi, hem Bizans tecrübesini, hem de Hicaz ve Abbasîlerden gelen dinî
içerikli yönetim düşüncesini harmanladılar; böylece nev’i şahsına münhasır bir
yönetim tarzı oluştu.
Şimdi bütün bu tarihî seyre baktığımız
vakit, bunların hangisi İslam devleti? Zaten kadim gelenekte bunlara ‘İslam
devleti’ denmedi. Osmanlı dediler, Abbasî dediler, Emevîler, Murâbıtlar
dediler. İslam devleti kavramı modern bir kavram ve daha çok Batılıların
adlandırmasıdır. Batılılar kendi kurdukları devletlere ‘Hıristiyan devleti’
demezler. Romalılar derler, Avusturya Cermen imparatorluğu derler, İspanya
krallığı derler. Yani devletler kabileler, etnik gruplar, coğrafyayla falan
anılır. Ama İslam dünyasını toptan böyle ifade edebilmek için İslam devleti
tabiri ortaya çıktı. Bizim Müslüman toplumlardaki uygulamalara da hep İslam
adını verdiler. Mesela İslam toplumunda İslam’ın temel ahlâkî prensiplerini de
göz önüne alarak bir hukuk bilgisi, kültürü ve uygulaması oldu; yargılama oldu,
suçlar cezalandırıldı, borçlar tahsil edildi, borcunu ödemeyenlere yaptırımlar
uygulandı ve Müslümanlar hayatın içinden kurallar ürettiler. Bunun adı o
dönemde ‘fıkıh’ idi, ama modern dönemde buna ‘İslam hukuku’ dediler. Biz de bu
adlandırmaya uyduk, ‘fıkıh’ ismini terkettik. ‘Kelam’ adını terkedip ‘İslam
düşüncesi’ demeye başladık.
Zaten İslam’ın temel ahlakî prensipleri
insanoğlunun fıtrî özellikleridir. Yani din bize her zaman adaletli ve
merhametli olunuz, yardımlaşınız, borcunuzu ödeyiniz, kuralları uygularken
objektif olunuz, ayrım yapmayınız der. Ticaretinizi yaparken dürüst bir tacir
olun, aldatmayın der. Bunlar çok evrensel ahlâkî normlardır aynı zamanda.
Müslümanlar ticaretlerini yaparken, suçluları yargılayıp cezalandırırken, aile
hayatlarında elbette bu ahlâkî prensipleri de gözettiler. Ancak bu alandaki
tecrübe ve düşünce birikimine ‘fıkıh’ diyerek çok yerinde bir adlandırma
yaptılar. Batılılar ise yeni dönemde buna ‘Islamic law,’ yani ‘İslam hukuku’
adını verdi. Fıkıh, Allah’a, topluma ve kendimize karşı hak ve
sorumluklarımızı, toplumsal hayatta uyulması gereken kuralları bilme ilminin
adıydı; Müslümanların yaşadığı hayatla iç içe doğdu ve gelişti. Bu İslam’ın
değil, Müslümanların hukuk bilgi ve tecrübesi idi. Statik bir öğretiyi değil,
dinamik bir süreci anlatıyordu.
Günümüzde İslam kelimesinin uluorta,
rastgele kullanılmaya başlandığını görüyoruz: İslami pop, İslam mimarisi, İslam
sanatı, İslam estetiği, İslami siyaset, İslam ekonomisi, İslam parası/dinarı,
İslami kıyafet, İslami defile, İslam olimpiyatı ve daha neler. Demek ki biz
İslam ve Kur’an kelimesini kullanmakta çok mütesâhiliz, çok gevşeğiz, çok
özensiz davranıyoruz.
İslam devleti tabirine dönersek;
Müslümanların tarih boyunca kurduğu devletlerin her birinde farklı bir
tecrübeyi görüyoruz. Mesela çok katı krallıklar, monarşiler var, daha meşrutî
yönetimler var. Bu biraz da halifenin, sultanın, padişahın sevk ve idare
anlayışına, kişiliğine bağlı, o günkü şartlara bağlı. Peki biz bu tarihsel
tecrübe çeşitliliğinin hangisine ‘İslam siyaseti’ diyeceğiz? Yapılan iş,
bunların arasından bugünkü anlayış ve beklentimize uygun olanları çekip almak
ve onları, yani kendi yaptığımız seçkiyi ‘İslam siyaset teorisi’ diye
adlandırmak oldu. Sözün özeti, Hulefa-i Râşidînden itibaren envâiçeşit siyasi
yönetim tarzları var ve her biri farklı bir tecrübeyi yansıtır. Bu da çok
anlaşılabilir bir durumdur. Mesela Abbasîler zamanında İslam âlimleri devlet
yönetimine dair kitaplar yazdılar. Peki neye göre? Tabii ki gördüğü örnekler,
yaşadığı olaylar ve o günkü sisteme göre yazdılar bunları. Satır aralarına
beklentilerini de yerleştirdiler. “Padişah karar verirken istişare eder,
vergileri toplarken adil olur, haksızlıkları önler. Padişahın/halifenin yanında
vezirleri olur, vezirler emaneti ehline verir, kadı adaletle karar verir,
yargılarken taraflara eşit davranır” şeklinde ahlakî, insanî, olması gerekene
dair kayıtlar düştüler. Mesela Mâverdî el-Ahkâmu’s-Sultâniyye’yi yazdı; biraz
olup biteni resmetti, biraz da gerekli nasihat ve yönlendirmelerini dile
getirdi. Ebu Yusuf Kitâbü’l-Harac’ı yazdı ve vergileri şöyle toplamak lazım,
vergide adaletli olmak, zor durumda olanların üzerine vergiyle gitmemek lazım
dedi. Şimdi biz bunlara İslam vergi sistemi mi diyeceğiz? İslam yargı sistemi
mi diyeceğiz?
Açık konuşayım! İslam savaşı olmaz, insan
savaşı olur; yani insanlar savaşırlar. Din de savaşa dair temel ahlakî
prensipler getirir; haddi aşmayın, zulmetmeyin, işkence yapmayın, haksızlık
etmeyin, yağma yapmayın der. Savaş İslam’ın bir parçası ve bir gereği değil ki
savaşa İslamîlik atfedelim.
Devlet işinde önemli olan adaletin
sağlanmasıdır. Padişahın, halifenin, kralın, sultanın görevi, toplumda adaleti,
huzuru, güveni tesis etmektir. Tarihteki halife ve sultanlar kendince
yapabildiği kadar yaptı. Buradan bakınca onların birazı zulmetti, birazı adil
olabildi. Yaptıkları da yapamadıkları da oldu. O devletlerin girdikleri
savaşlar da insan savaşlarıydı. Niye mi? Açık konuşayım: İslam savaşı olmaz,
insan savaşı olur; yani insanlar savaşırlar. Din de savaşa dair temel ahlakî
prensipler getirir; haddi aşmayın, zulmetmeyin, işkence yapmayın, haksızlık
etmeyin, yağma yapmayın der. Savaş İslam’ın bir parçası ve bir gereği değil ki
savaşa İslamîlik atfedelim. İnsanlar savaşırlar, ama bu savaşanların bir dini
de vardır. Biz ona İslam savaşı, Hıristiyanlık savaşı demeyiz. İnsanlar ticaret
yaparlar, o insanın yaptığı ticaretin bir örfü, kültürü vardır. Ama tüccar
Müslüman olunca ona İslam ticareti demeyiz. Sözün özü, İslam ile Müslümanlığı
ayırmak; Müslümana ait olanı, tarihe ait olanı İslam olarak adlandırmamak
gerekiyor.
Din evrensel bir mesaj getirir ve o dine
inananlar kendi kültürleri, şartları, imkânları çerçevesinde o dini uygulamaya
çalışırlar. Bu uygulama artık dine ait değil, insanlara ve yeryüzüne aittir.
Dinî düşüncenin oluşum ve gelişim seyri
ile o din mensuplarının tarihsel tecrübesi arasında kopmaz bir bağ vardır.
Tarihte olup bitenler bilinmezse, dinî düşüncenin neyi niçin söylediği de pek
anlaşılamaz. Bu durum, diğer semavi dinler için olduğu gibi, ilâhî davetin son
halkası ve son vahiy İslam için de geçerlidir. İslam Kur’an’la, Hz.
Peygamber’in daveti ve sünneti ile vaz’olundu, açıklandı ve tamamlandı. Sahabe
neslinden itibaren giderek geniş bir coğrafyaya yayılan Müslümanlar, İslam’ın
mesajını anlamaya, onun taleplerini hayatlarında somutlaştırmaya ve kendi
şartları içinde yerine getirmeye çalıştılar. Müslümanlar, dinin asılları olan
Kur’an ve sünnetin din alanında yaptığı bildirimi anahatlarıyla iyi kavradılar
ve bunda bir ihtilaf olmadı. Çünkü Kur’an ve sünnet açık ve anlaşılır bir dille
apaçık dinî bilgi getirdi. İslam’ın ve Kur’an’ın bir sıfatının mübin (apaçık)
olmasının anlamı da budur. Ancak Kur’an ve sünnette yer alan dinî bilginin
yorumunda, yani dinî bilgiye dair bilgi ve yorumda hayatın akışına göre
Müslümanlar haliyle farklı farklı düşüneceklerdi. Öyle de oldu. Dinin
anlaşılmasında ve getirdiği mesajın yorumunda bölgelere ve döneme göre, hatta
bakış açılarına göre farklılaşmalar oldu. Orta Asya’dan Kuzey Afrika ile
Endülüs’e, Yemen ve Hindistan’dan Kafkasya ve Balkanlara kadar uzanan geniş
İslam coğrafyasında birbirinden hayli farklı anlayışlar, yorumlar, mezhep ve
meşrepler, buna bağlı olarak da farklı dinî tecrübeler ortaya çıktı. Buna da
biz ‘İslam’ın tarihsel tecrübesi’ ya da ‘Müslümanlık’ diyoruz.
Müslümanlık, Kur’an ve sünnetin
getirdiklerinin şu veya bu zaman diliminde veya bölgede Müslümanlar tarafından
hayata aktarılma ve yaşanma biçimini ifade eder. Diğer bir tabirle, İslam
Allah’ın gönderdiği dinin adı, Müslümanlık da bizim bu dini anlama ve uygulama
tarzımızdır. Müslümanlığı İslam’ın aynısı görmek, İslam ile İslam’ın tarihsel
tecrübesini aynîleştirmek ne kadar yanlışsa, bu ikisi arasındaki bağı görmezden
gelerek Müslümanların tarihsel tecrübesini bütünüyle İslam’ın dışında ayrı bir
olgu, hatta İslam’dan sapma olarak görmek de o kadar yanlış olur. Birinci
yanlışı İslam karşıtlığını önyargılı biçimde sürdüren bir kısım Batılı çevreler
ile tarihsel tecrübeyi kutsalla adeta eşdeğer kılan katı gelenekçi Müslümanlar
sıkça yapıyorlar. İslam karşıtı çevreler İslam’ın tarihinden belli olay ve
uygulamaları öne çıkararak bunları İslam olarak sunuyor, üstelik bu
uygulamaları sosyal ve tarihî arka planını görmezden gelerek bütünüyle dinî
öğretinin yansıması olarak gösteriyorlar. Geleneği bir bütün olarak savunan,
geleneği oluşturan bilgi ve tecrübenin zannî, beşerî, örfî ve değişken
niteliğine yeterince önem atfetmeyen çevreler ise İslam’ın tarihsel
tecrübesinden bir kesit mesabesindeki bilgileri çoğu kez İslam olarak
sunabiliyorlar. Halbuki bunu yaparken hem İslam’ı tarihe hapsetmiş, hem
de—niyetleri tamamen aksi yönde de olsa—bazı Batılı çevrelerle aynı yönde
yürümüş oluyorlar.
İslam’ın tarihsel tecrübesini yok saymak
ve onu dinden bağımsız bir olgu olarak göstermek de bir başka yanlış. Bu ikinci
yanlışa ise, İslam’ı anlamada tarih ve toplum bilincini ıskalayan, İslam’a
hayattan kopuk kuramsal ve dar ideolojik bir misyon yükleyen veya geçmişin ve
günümüzün Müslümanlığını bu tecrübenin bir parçası olarak görmek istemeyen
çağdaş İslamcı söylem sıkça düşmektedir. Yaşanan Müslümanlığın dinin asıllarına
göre bazı sapmaları ve farklılıkları elbette olabilir; hatta bu kaçınılmaz bir durumdur.
Ancak bu kaçınılmaz durumun çözüm imkânları da yine İslam’ın asıllarında
bulunmaktadır. Kur’an ve sünnetin Müslümanlar arasında kıyamete kadar var
olması, dinî düşünce ve hayatta herhangi bir sapma olmuşsa onun her dönemde
Müslümanlar tarafından Kur’an ve sünnet ışığında devamlı kontrolden geçirilerek
düzeltilebileceği anlamına gelir. Diğer bir anlatımla, kaynağından arı duru
şekilde çıkan su kapımızın önüne geldiğinde kirlenmiş ise, bize düşen onu
kirleten arızî durumları gidermektir. Kur’an ve sünnet olduğu sürece
Müslümanların asla din konusunda yolunu şaşırmayacağı ve İslam ümmetinin
dalâlet üzerinde birleşmeyeceği yönündeki ortak anlayış da bunu ifade eder.
Böyle olunca, İslam’ın iki ana kaynağının dinî öğretisi ile İslam’ın ondört
asırlık tarihsel tecrübesi arasındaki ince çizgiyi farketmek, sadece geçmişi
anlamak için değil, günümüzde olup biteni kavramak ve günümüz Müslümanlarının
temel sorunlFarını ele alırken özgüvenimizi ve sağduyumuzu yitirmemek için de
önem arzediyor.
Söylediklerinizden
şunu anlıyorum. Müslümanların bir devleti oluyor, o devleti yönetirken İslam’ın
temel esaslarına riayet etmeye çalışıyorlar. Eş zamanlı olarak, bir de İslam’ı
yorumluyorlar.
Şöyle söyleyeyim. Din tarih boyunca
bilhassa Orta Doğu’da bir meşruiyet aracı olmuştur. Sümerlerde kralların
sağında din adamları, solunda askerler yer almış, biri manevi, tanrısal
meşruiyeti, diğeri güçle meşruiyeti sağlamıştır. Sümerlerden bu tarafa, Orta
Doğu’nun kaderi budur. Zaten krallar bu toplumlarda Tanrının yeryüzü
temsilcileri konumundadır. Ne yazık ki bu anlayış Abbasîlere de geçmiştir.
Müslüman toplumlarda kamu yöneticileri kendilerini ayakta tutmak için dinden
meşruiyet sağlama çabasını hiç eksik etmemişlerdir. Bir Müslüman yaptıklarının
Kur’an’a, dine aykırı olmamasını kural olarak daima önemseyeceği için onların
bu tutumunu her zaman dini istismar olarak nitelendirmek de haksızlık olur.
Şimdi Kur’an-ı Kerim’e bakıyorsunuz,
siyasetle ilgili hiçbir ayrıntı yok. Müslümanların devlet kurmasının gerekip
gerekmediği dahi belli değil. Yani kaç kişi yönetmeli, nasıl yönetmeli, nasıl
seçilmeli? Bunlar hiç yok. Sadece ne var? Adalet var. Hakkaniyet var. Doğruluk
var. Dürüstlük var. Merhamet var. Allah’ın kullarına karşı adil olma var. Onun
için de “Devletin dini adalettir” denilmiş. Yani siz krallıkla mı
yönetiyorsunuz, kabile usulü mü yönetiyorsunuz, nasıl istişare ediyorsunuz,
yerinize kimi bırakıyorsunuz, nasıl seçiliyor... bunlar insanların kendi siyasi
kültürleriyle alakalı meselelerdir. Ama nasıl olursa olsun bir Müslüman daima
adil olmalı, Allah katında hesap vereceğini bilmeli, yolsuzluk, haksızlık,
suistimal yapmamalı, kamu malını korumalı, kamu malına el uzatanlara engel
olmalı, adaleti eşit şekilde uygulamalı, suçluları cezalandırmalıdır. Yoksulun,
garibin, fakirin devlet olarak yanında olmalıdır. Bunlar yirmi otuz maddede
özetlenebilir ve herkesin ortak özlemini içeren hususlardır.
Kur’an-ı Kerim’e bakıyorsunuz, siyasetle
ilgili hiçbir ayrıntı yok. Müslümanların devlet kurmasının gerekip gerekmediği
dahi belli değil. Ne var? Adalet var. Hakkaniyet var. Doğruluk var. Dürüstlük
var. Merhamet var. Allah’ın kullarına karşı adil olma var. Onun için de
devletin dini adalettir denilmiş.
İslam’ın kamu yönetiminden ne beklediği
açık ve net değil mi? İslam’ı az-çok bilen aklı başında yüz kişiye sorsak İslam
siyasal yönetimden ne ister diye, aşağı yukarı yüzde doksanı aynı şeyleri
söyler. Hatta Müslüman olmasa bile dünyanın her yerinde bütün insanlar
yönetimden böyle bir tutum beklerler. Siyasal yönetimin yönetilen açısından
amacı budur. Ama insanlar işin başına geçtiğinde işin içine başka hesaplar ve
duygular girer; hiçbir şey başta umulduğu veya heves edildiği gibi gitmez.
İnsana ait diğer alanlarda da bu böyledir. Çünkü insanoğlu melek değil,
zaafları var. Halife ve sultan tahta geçerken albenisi yüksek ve teoride çok
ümit veren üst söylemlerde bulunsa da, ideallerle bezenmiş bu başlangıcı insan
unsurunun zaafları sebebiyle başka türlü sonuçlanabilir. Bunun için de İslam’ın
tarihinde nice zulümlerin, haksızlıkların olduğunu biliyoruz. Ve bu hiç eksik
olmadı. Bunları yapanlar genel çerçevede Müslüman insanlardı. Cemel, Sıffin,
Kerbela yaşandı, isyanlar kanla bastırıldı, insanlar farklı inanışa, hatta
görüşe sahip diye kılıçtan geçirildi. Ülkede huzuru, güveni, sükûneti sağlamak
adına ya düşmana karşı birlik olmak için veya sözümona sapkın bir harekete
engel olmak iddiasıyla dün de bugün de nice haksızlıklar, zulümler yapılabildi
ve yapılabiliyor. Aynı din içinde mezhep savaşları da yine yönetim zaafları ya
da çıkar hesapları sebebiyle olmadı mı? Nitekim Mu’tezile veya farklı dinî
düşünceler veya Ehl-i Sünnet farklı zamanlarda Müslüman idarecilerden çeşitli
baskılar gördü.
Siyasi iktidarlar ülkede huzuru, güveni
korumak adına tek tip düşünen ve sorgulamadan itaat eden bir teb’a isterler ve
karşıt düşünceden pek hoşlanmazlar. Yöneticiler etrafındaki insanların
kendileri gibi düşünmesini çok beğenir, onların aykırı görüşte olmasını ve bunu
dile getirmesini istemezler. “İnsanlar krallarının dini üzere olurlar” denmesi
bu durumu hicvetmek için olmalı. Böyle olunca da bu topraklarda siyaset hep
İslam’ın öngördüğü ahlakî çizgide, hak ve adalet çizgisinde gitmedi. Padişah
efendiler, yöneticiler her zaman adaletli olmadılar. Onlar konuşma ve
yazılarında adaletten çokça bahsetmiş, Allah’tan ve Peygamber’den, dini
korumaktan çok söz etmiş olabilirler. Hatta yanlarında kendilerine kolayca
fetva veren, kitaplardan onay devşiren kavuklu, sarıklı insanlar da
bulunabilir. Ama bütün bunlar yapılanları adil ve haklı kılmaz. O yöneticilerin
bunu kendi iç dünyalarında haklı çıkarması, kendi yönetim anlayışlarının bir
gereği görmesi de bu gerçeği değiştirmez. Tarihten bu yana kamu yöneticilerden
birazı dinin ayakta kalmasını kendiyle kaim gördü ve din koruyuculuğuna
soyundu, birazı başkasının kendisi kadar adil olamayacağını varsaydı. Ve bu
yanılsamaların iğvasıyla ne yapıp edip iktidarlarını korumak için maddi ve
manevi güç devşirmeyi, insanları sindirmeyi, muhalif hareketleri bastırmak
gerektiğini düşündüler. Bu şekilde işin içine insanî zaaflar, hırslar ve
duygular girince gördüğümüz resim ortaya çıktı. Dün de bugün de, Doğuda da
Batıda da, dünyanın her yerinde bu böyledir. Bu yüzden biz Müslüman
toplumlardaki siyaset ve yönetim tecrübesine ‘İslam siyaseti,’ devlet
tecrübesine de ‘İslam devleti’ dememeliyiz.
İnsanoğlu dünyayı kendince yaşar; hırsları
vardır, zaafları vardır. Ama din insanın bu olumsuz yönlerini en aza indirmeye;
insanın içindeki imanı, ahlakı, vicdanı, dürüstlüğü, Allah’a karşı hesap verme
duygusunu öne çıkarmaya çalışır. Peki, din bu gayreti gösterdikten sonra bütün
insanlar melek olur mu? Olmaz. Allah Kur’an-ı Kerim’de bunları beyan etti. Dedi
ki, ben insanoğlunu yaratacağım, ama özgür irade vereceğim. Ona hem vicdan ve
takva duygusunu hem de kötülükleri işleme kabiliyetini birlikte vereceğim.
Melekler dediler ki, insanoğlu kötülük yapar, kan döker. Allahu Teâlâ dökmez,
dökmeyecek demedi. Daha ilk insan Hz. Âdem’in çocuklarından biri diğerini
öldürdü. O gün bugündür dünya sahnesinde hem çok iyi insanları görüyoruz; hem
nice zulümleri, haksızlıkları görüyoruz. ‘İslam devleti’ni ve tarihte olanları,
günümüzde şahit olduklarımızı böyle bir realist gözle görmek lazım.
Peki hilafet kavramına gelirsek; hilafet
kurumu dinî bir pozisyon mudur, siyasi midir, yoksa her ikisi midir?
Dört Halife, ‘Hz. Peygamber’in halifesi’
veya ‘halife’ tabirini pek kullanmadı, ‘emiru’l-mü’minîn’ (müslümanların
yöneticisi) tabirini tercih ettiler. Halife tabiri daha çok Emevîlerle başladı.
Önce ‘dünya işlerinde Peygamber’e halifelik’ anlamını çağrıştıracak tarzda
yumuşak ve masum bir şekilde başladı. Hz. Peygamber’in peygamberliğine hilâfet
yoktur, ama kamu yönetimi açısından onun halifesi olmak anlaşılabilir bir
durumdu. Çünkü Medine toplumunun sevk ve idaresi, yani Peygamber’in imamet veya
yöneticilik vasfı kendisinden sonraki Raşid Halifelerde devam etti. Hz.
Peygamber nasıl Mekke’de, Medine’de sahabe topluluğunu çekip çevirdi, toplumsal
düzeni sağladı, savaşları sevk ve idare etti ise, Raşid Halifeler de aynı şeyi
yaptılar. Demek ki bu tabir başlangıçta ‘Hz. Peygamber’in imamet, yönetim
yetkisini devam ettirme’ şeklinde algılandı. Ama Emevîlerle birlikte
yöneticiler Allah’ın yeryüzündeki halifesi gibi algılanmaya başlandı ve bu
anlayış Abbasîlerde zirve yaptı.
Abbasîlerin Sâsânîlerden devraldığı
‘zıllullahi fi’l-arz,’ yani ‘Allah’ın yeryüzünde gölgesi’ tabiri, Sami
geleneğin Sümerlerden itibaren alıp getirdiği birşeydi. Onlarda kral aynı
zamanda Tanrının oğlu veya Tanrının yeryüzü temsilcisidir. Mısır’da da öyleydi.
Yöneticilerin gökle, kutsalla irtibatının olduğu fikri o toplumun genlerinde
var.
Bu niye böyle oldu? Çünkü kralların da,
yönetilenlerin de kutsallığa ihtiyacı vardır. Kral ve yöneticilerin, insanların
onlara daha kolay boyun eğmesi için dinî meşruiyete ve hatta kutsallığa
ihtiyacı vardır. Halk da böyle bir algıya kendileri için ihtiyaç duyar;
kendisini yönetenlerin sıradan olmadığını, çok sıradışı özelliklerinin
bulunduğunu tasavvur ederek kendisi gibi birinin kendisine tahakküm etmesini
içselleştirir. Onun için de ‘Allah’ın halifesi,’ hatta Abbasîlerde Sâsânîlerden
devraldıkları ‘zıllullahi fi’l-arz,’ yani ‘Allah’ın yeryüzünde gölgesi’ tabiri
kullanılmaya başlandı. Bu zaten Sami geleneğin Sümerlerden alıp getirdiği
birşeydi. Onlarda kral aynı zamanda Tanrının oğlu veya Tanrının yeryüzü
temsilcisidir. Mısır’da da öyleydi. Böyle olunca da yöneticilerin gökle,
kutsalla irtibatının olduğu fikri o toplumun genlerinde zaten var. Hatta böyle
olduğu için tasavvufta yeryüzü halifelerine simetrik olarak manevî halifeler,
kutub, kâinat imamı, evtâd, ricâlü’l-gayb, ricâlullah gibi kavramlar üretildi.
Dinin ana kaynaklarında bunun hiçbir aslı, temeli olmadığı halde, dünyayı
yöneten, manevî aleme tasarruf eden yetkililer tabakası tasavvur edildi. O
bakımdan, hem maddi dünyada halife dediğimiz kralı, yani otoriteyi ‘zıllullah’
diye yukarıyla bağlantılı gören ve gösteren anlayış, hem bu dünyanın manevî
işlerini çekip çeviren kutuplar, kutbu’l-aktâbların olduğu fikri Müslümanlar
arasında yayılmakta zorlanmadı. Bütün bunlar elbette o toplumun tasavvuruyla
alâkalı, dinle alâkalı değil. Yani bu anlayış ve kavramlar dinin ürettiği ve
anlattığı şeyler değil; insanların tasavvuruyla alâkalı. Dinin tevhid akidesi,
insan, varoluş ve Allah hakkında söyledikleri bu düşüncelere hiçbir zaman yeşil
ışık yakmamış olsa bile, bu tasavvur kitaplara geçti ve zamanla dinîleşti.
Tasavvufta da, yeryüzü halifelerine
simetrik olarak manevî halifeler, kutub, kâinat imamı, evtâd, ricâlü’l-gayb,
ricâlullah gibi kavramlar üretildi. Dinin ana kaynaklarında bunun hiçbir aslı,
temeli olmadığı halde... Bütün bunlar elbette o toplumun tasavvuruyla alâkalı,
dinle alâkalı değil.
Kur’an-ı Kerim, “Allah katında en
değerliniz, en müttakî olanınızdır,” yani “günahtan, yanlıştan, hatadan,
haksızlıktan, zulümden en çok sakınanınızdır” buyuruyor. Allah katında insanlar
yaptıklarına göre çok adil bir şekilde karşılıklarını bulacaklar. Ama biz dünya
hayatında insanları hep malına, mülküne, gücüne, iktidarına, güzelliğine,
servetine göre önemsiyor ve derecelendiriyoruz. Allah da daima, bunun kendi
katında hiçbir öneminin olmadığını söylüyor. Böyle olunca, Kur’an-ı Kerim’den
Allah katında özel imtiyazları olan bir halife/kral motifi hiçbir zaman çıkmaz.
Aksine bir âyette “Bu krallar bir ülkeye girdiği, işgal ettiği vakit orayı
tarumar ederler, oranın onurlu insanlarını aşağılar, işe yaramaz ayak takımını
ise baş yaparlar” mânâsında bir yergi de var.
Kur’an’da Allah insana ‘halife’ diyor;
insanın yaratılışından söz ederken “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”
diyor. Bu doğru; ama bunu insan cinsine diyor ve “Yeryüzünde benim emirlerimi
gerçekleştirmek, yeryüzünü mamur etmek, yeryüzünde iyilik, doğruluk, güzellik
nedir, bunun örneklerini sergilemek üzere her insana ben ilâhî mesajı taşıma
kabiliyeti verdim” anlamında söylüyor. Bunu derken de fıtratı, insanın özündeki
o iyilik cevherini kastediyor Allah. Kur’an-ı Kerim’deki halife tamamen
insanoğlunun dünya hayatında taşıdığı misyon, fıtrî kabiliyetler ve “Elest
Bezmi”nde verdiği o söz, insanın üstlendiği sorumluluk anlamındadır. Ama
siyasetteki halife tamamen bir anlam kaymasına uğramıştır. İnsanların yapılan
zulümlere, haksızlıklara fazla itiraz etmemesi, olup biteni içine sindirmesi,
katlanması ve yöneticilere kolayca itaat etmesi için oluşturulan ‘itaat
kültürü’ içinde böyle birçok tabir geliştirilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’den Allah katında özel
imtiyazları olan bir halife/kral motifi hiçbir zaman çıkmaz. Aksine bir âyette
“Bu krallar bir ülkeye girdiği, işgal ettiği vakit orayı tarumar ederler,
oranın onurlu insanlarını aşağılar, işe yaramaz ayak takımını ise baş yaparlar”
mânâsında bir yergi de var.
Biat da öyledir. Biat kelimesinin
başlangıçta siyasi bir anlamı zaten yoktur, insanların birbirine söz vermesini
remzeden tokalaşma demektir. Mesela Hz. Peygamber’e Medineliler söz verdiler.
“Sen hicret edersen seni koruyacağız, dayanışma içinde olacağız, senin
etrafında pervane olacağız” dediler. Bu tamam; ama burada da salt siyasi
anlamda biat yok. Sözün özü, siyasi anlamda biat da, halife de tarihin ürettiği
kavramlardır. Bunları yanlış oldu-doğru oldu anlamında demiyorum, realite bu.
İtaatin zıddı anarşiyse elbette bir otoriteye itaat gerekecektir. Bu yönde
hadisler de vardır: Ama Allah’a ma’siyetin olduğu yerde, haksızlık ve yanlışın
olduğu yerde itaat olmaz. Bu yönde de hadisler var. Yaratıcıya isyanın ve
zulmün olduğu yerde yaratılana itaat yoktur. Yani itaat kadar, itiraz ve isyan
ahlakı da önemli Müslümanlıkta.
Ama ne yazık ki, geleneksel siyasi
kültürde itaat konusu ısrarla vurgulanır ve işlenir; adeta kutsanır ve herkese
bu yönde telkinde bulunulur. Haksızlık ve kötülük karşısında isyan ve direniş
ahlakı ise pek önemsenmez ve dillendirilmez. Bu durum belki de tarihteki
kargaşa ve isyanların kanla bastırılmasının şuur altında bıraktığı izlerin
etkisiyledir diyerek olabildiğince iyimser bir yorum yapabiliriz.
Ama bugün hilafet konusu, devlet konusu
dindar-muhafazakâr kitlede çok güçlü, özlemi çekilen bir konuma oturmuş
durumda...
Osmanlıda da Yeniçeriler haksızlıklar,
yanlışlar görünce “Şeriat isteriz” diye ayaklandılar. Bu sloganda ‘şeriat’
adalet anlamındadır. Dün de, bugün de insanların dindarlık anlayışı ve din
özlemi aynı zamanda adalet özlemini, iyi bir yönetim veya hilafet tasavvurunu
da içerir. Çünkü din hep iyi ve doğrudan, olması gerekenden söz eder ve
inananları buna yönlendirir. Yine Müslümanlar sahip oldukları tarihsel
tecrübeyi dinîleştirmeye, içinden seçtiği iyi örnekleri dinin gereği olarak
görmeye de çok hazırdır. Müslümanların içinde bulundukları olumsuz şartlardan,
maruz kaldıkları haksızlık ve kötülükten kurtuluş için İslam’ı bir çare ve
çıkış olarak görmesi de gayet doğaldır. Bu yüzden toplumun bir kesimi mevcut
durumdan çıkış için hilafeti bir sihirli formül olarak görüyor, adlandırma
değişince herşeyin kendiliğinden iyi yönde düzeleceğini düşünüyordur. Diğer bir
anlatımla “din olsaydı, din hakkıyla yaşansaydı, insanlar İslam’ın ilkelerine
yeteri kadar bağlı olsaydı biz bu zorluk, sıkıntı, haksızlıkları görmeyecektik”
şeklinde düşünmeye başlayabiliyor. O zaman da İslam’a bağlılık bir çözüm ve
hilafet bir kurtuluş halkası olmaya başlıyor.
Nerede itaat edeceğini, nerede hayır
diyeceğini, neyi onaylayacağını, neyi onaylamayacağını, neyin doğru ve neyin
yanlış olduğunu bilmek. Haksızlıklara razı olmayıp, yanlışlara evet dememek…
Kamu malına hıyanetten, rüşvetin ve adam kayırmanın her türlüsünden uzak
durmak. Bunlar hep bize ait bir sorumluluktur. Devlet dediğiniz şey,
şahıslardan oluşan mekanizmalardır. İyi ve adil bir yönetim ve devlet
istiyorsanız, demek ki siz yapacaksınız bunu.
Burada en kritik soru şu: Bu dünyada
adaleti kim sağlayacak? İslam mı, Müslümanlar mı? Bu soruya vereceğiniz cevap
çok açık: Elbette Müslümanlar sağlayacaklar. İslam gerekeni söyledi ve gereken
uyarıyı yaptı. Hidayet de zaten budur. Yoksa Allah gökten melekler gönderip
yeryüzünde aramızda haksızlığı, keyfiliği, yolsuzluğu, kamu malına hıyaneti,
suçların ve günahların işlenmesini önleyecek değil. Toplumda vergi adaletini,
insan haklarını, hukuku, yargıda adaleti, emanetlerin ehline verilmesini
sağlayacak hiç değil. Bütün bunları biz yapacağız; bu sorumluluk bizim. Allah
diyor ki “Ben bu emaneti dağa, taşa teklif ettim, kabul etmediler; insanoğlu
kabul etti.” Demek ki yeryüzünü mamur edecek olan, yeryüzünde adaleti
sağlayacak, haksızlığı ve zulmü önleyecek olan, zulme ve haksızlığa karşı
çıkacak olan, herkese hak ettiğini verecek olan insanın kendisi. Gökyüzünden
gelecek özel melekleri beklemeyelim. Mehdi, Mesih de beklemeyelim. Müslüman bu
sorumluluğu taşıyacak. Nerede itaat edeceğini, nerede hayır diyeceğini, neyi
onaylayacağını, neyi onaylamayacağını, neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu
bilecek ve bilinçli bir şekilde hareket edecek. Haksızlıklara razı olmayacak,
yanlışlara evet demeyecek, arkasında hiçbir gözyaşı bırakmayacak. İnsanların
mallarını, haklarını koruyacak, namuslarına göz dikmeyecek, komşusuyla iyi
geçinecek, çocuklarını iyi yetiştirecek, hak etmediği birşeyi talep etmeyecek,
yalan söylemeyecek ve kimseyi aldatmayacak, kamu malına hıyanetten, rüşvetin ve
adam kayırmanın her türlüsünden uzak duracak. Bunları yapmak hep bize ait bir
sorumluluktur.
Biz bu sorumluluğumuzu idrak etmezsek
“İslam gelecek, dertler bitecek; halife gelecek, bütün sorunları çözecek” diye
düşünmeye başlarız. “Allah katında bize göre teçhizatı tamamlanmış bir devlet
ve yöneticiler ordusu olsa da buraya gelse, bütün bunları bizim için yapıverse”
deriz. Fakat Yüce Mevla bunları bizim yapmamızı, dünya hayatında sorumluluk ve
emaneti bizim üstlenmemizi istiyor; öyle beyan etti. Daha net konuşalım; sizin
devlet dediğiniz şey, şahıslardan oluşan mekanizmalardır. İyi ve adil bir yönetim
ve devlet istiyorsanız, demek ki siz yapacaksınız bunu. “İslam gelecek, dertler
bitecek” cümlesi yerine “Biz İslam’ı anlayacağız, İslam’ın dediklerini
içselleştireceğiz, dünya hırslarımızdan vazgeçeceğiz. Önce iyi bir insan, daha
sonra iyi bir mü’min, iyi bir Müslüman olacağız. Hesabımızı Allah’a
vereceğimizi sürekli aklımızda tutacağız, ahirete inanacağız. İşte o zaman
sorunlarımız tek tek çözülmeye başlayacak” demeliyiz.
Ne yazık ki, geleneksel siyasi kültürde
sadece itaat konusu ısrarla vurgulanır ve işlenir; adeta kutsanır ve herkese bu
yönde telkinde bulunulur. Haksızlık ve kötülük karşısında isyan ve direniş
ahlakı ise pek önemsenmez ve dillendirilmez.
Müslüman isek, tüyü bitmemiş yetimin
hakkını ihlâl ettiğimizde, bir kul hakkı ihlâl ettiğimizde ahirette bunun
hesabını vereceğimize bütün Müslümanlar olarak inanmak zorundayız. Başkasının
hakkını aldığımız vakit bunun boynumuza ateşten bir halka olacağını bilmek
zorundayız. Peygamberimiz öyle diyor: “Siz bana gelirsiniz, bazan çok
gösterişli delilleriniz olur, çok iyi anlatırsınız meramınızı, ben de ona göre
hüküm veririm. Ama bilin ki, sizden biriniz kardeşinin hakkını böyle bir sahte
delille veya olmadığı halde böyle göstererek almaya kalkarsa, o ahirette
ateşten bir halka olarak boynuna geçecektir.” Bakınız, din bu işte. Yani
kanunun onaylaması yetmiyor; hukukun ideallerinin, normlarının, âmme vicdanının
da onu onaylaması gerekiyor. Bir yönetici ben yaptım oldu diyerek her aklına
eseni yapamaz; adil ve hesap verebilir olmalıdır. Mahkemede hâkim, kurumda
müdür, ailede baba ben yaptım oldu diyerek yapamaz, kanunun ve marufun
ölçülerine uymalıdır. En yukarıdan en aşağıya kadar herkes, her yaptığı işin vicdanî
muhasebesini yapmak zorundadır. Sözün özü birey ve Müslüman olarak sen
yapacaksın bunları. Senin sorumluluğun bu.
Mesela Mehmet Akif’in “Mütevekkil” şiiri
vardır. “Kadermiş, öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru/ Belanı istedin, Allah da
verdi... Doğrusu bu/ ‘Çalış!’ dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun/ Onun hesabına
birçok hurafe uydurdun” diye başlıyor bu şiir ve yanlış tevekkül anlayışını
tenkit ediyor. Bakın, şimdi İslam dünyası ne diye dua ediyor? “Şuradaki
Müslümanlara yardım et yâ Rabbi, şurada sınırı koru, şu bölgenin işgalini
önle.” Peki bunları kim yapacak? Müslümanlar yapacak, biz yapacağız. Biz
sorumluluk almadıkça bu neye benzer? “Yâ Rabbi, bize James Webb teleskopu gibi
bir teleskop gönder, biz de gezegenleri keşfedelim” demek gibi birşey.
Açık söyleyeyim: Allah insanoğluna
vereceğini verdi; akıl verdi, fıtrat verdi, cennet gibi bir dünya verdi, nice
kabiliyetler verdi. Siz-biz yok Allah’ın nezdinde; Allah kullarının hepsine
verdi bu nimetleri. Allah’ın Rahmân sıfatı var ve herkese eşit olarak
nimetlerini lutfediyor. Çalışan dünyada karşılığını alıyor. James Webb
teleskobu ile gezegenlere gidiliyorsa, sen de aynısını başaracak kalitede sa’y
u gayreti, cehdi göstereceksin; bu kadar basit.
“Şuradaki Müslümanlara yardım et yâ Rabbi,
şurada sınırı koru, şu bölgenin işgalini önle.” Peki bunları kim yapacak?
Müslümanlar yapacak, biz yapacağız. Biz sorumluluk almadıkça bu neye benzer?
“Yâ Rabbi, bize James Webb teleskopu gibi bir teleskop gönder, biz de
gezegenleri keşfedelim” demek gibi birşey.
Bu sorunuz biraz da bizim birey
idrakindeki daralma, yanlış tevekkül ve kader anlayışımızla alâkalı: “Bir İslam
devleti gelsin, bütün herşeyi yoluna koysun.” Böyle bir beklenti ilahi irade ve
takdir karşısında insanın sorumluluğunu ve özgür iradesini anlamamaktan ve
kendi yapmamız gerekenleri de Allah’a havale etme kolaycılığından, hatta
gafletinden kaynaklanıyor. Tarihte Hz. Ömer geldi, adaleti sağladı; daha sonra
Emevî yöneticileri geldi, ekseriya zulüm oldu, ama adaletli davrananlar da
çıktı. Bu durum dönemlere ve kişilere göre değişti. Hem bir insan pür adalet
veya pür zulüm makinesi da olmaz. Her bir insanın iyi yaptıkları olur, kötü
işleri olur. Peki Emevî devleti ‘İslam devleti’ değil miydi, sizin ilk
sorduğunuz soruya göre? Demek ki burada bir yanlış var, o da ‘İslam’
kelimesinin kullanılış biçimi. Yani, Müslüman birisi yönetici olunca o devlet
hemen İslam devleti olmuyor, daha doğrusu bir işi Müslüman yaptı diye bir iş
otomatikman İslamî olmuyor. Müslüman her yaptığı işi en güzel, en doğru, en adaletli
şekilde yapacak. Arzu edilen budur. Müslüman hem Allah’a hem kullara hesabını
verebileceği işler yapacak. Bu da doğru. Ama Müslümanın insan olarak bütün
yapıp ettiklerine İslamî diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz; o davranışlar
İslam’a değil o kişiye/kişilere atfedilmelidir. Hal böyle olunca, Müslümanların
günümüzde insan iradesinin ve birey sorumluluğunun dindeki önemini, din-dünya
ilişkisini doğru kavramaya büyük ihtiyacı var. Sebep-sonuç ilişkisini ve
Allah’ın insanı yaratış gayesini kavraması gerekiyor. Kör bir tevekkül, yanlış
bir kader anlayışı ve teslimiyetçilik çıkmazından kurtulmak gerekiyor.
“Yöneticiler gelsin bizi kurtarsın,” “Bir kurtarıcı gelsin bizi kurtarsın”
deyince, işte bugünkü İslam dünyası ortaya çıkıyor.
Müslüman birisi yönetici olunca o devlet
hemen İslam devleti olmuyor, daha doğrusu bir işi Müslüman yaptı diye bir iş
otomatikman İslamî olmuyor. Müslümanın insan olarak bütün yapıp ettiklerine
İslamî diyebilir miyiz?
Sahabiler Hz. Peygamber’in vefatından kısa
bir süre sonra Orta Asya’ya, Merv’e kadar gittiler. Onlar da diyemezler miydi:
“Yâ Rabbi, bütün ülkelere İslam’ı sen yay!” Bunu demediler; at sırtında, deve
sırtında aylarca yol alıp oralara kadar gittiler. İslam medeniyeti dediğimiz o
parlak dönem; Harizmî, Câbir, İbn Sînâ ve Fârâbî’ler, o ilim ve medeniyet böyle
bir gayretle ve çalışmayla ortaya çıktı. Şimdi o mirası hâlâ hayranlıkla
izliyoruz. Bu sebebe tutunmakla, sünnetullahı kavramakla ve gereği gibi çalışmakla
oldu. Yani bütün anlattıklarım; dini ve dünyayı anlamak, siyaseti kavramak,
adil ve hakkaniyetli bir toplum yönetimini inşa etmek, kural ve kurumları
oluşturmak ve onların iyi işlemesini sağlamak hepsi bir bütün ve bu bizim
işimiz. Biz bunu yapabilirsek yaparız, yapamazsak da bu bizim suçumuzdur;
İslam’ın suçu değildir.
Geçtiğimiz yüzyılda bir İslam’a bir de
Müslümanların haline bakan Mısırlı ulema “Müslümanlar İslam’ı perdeliyor”
dediler. Şimdi Müslümanların bu kusurunu bazıları ‘İslam’ın kusuru’ olarak
görüyor. Elliden fazla İslam ülkesinde olup bitenlere bakıyorsunuz; krallıklar,
yöneticiler, yönetimler sorunlu, insanları rahatsız eden birçok fiili durum ve
görüntü mevcut. Bu İslam’ın eseri mi? Hayır, İslam’ın eseri değil. İslam
bunları yapın demedi ki... İslam, Emevîlere Medine’yi basın, size itaat
etmedikleri için şu kadar insanı kılıçtan geçirin, Peygamber’in torunlarını
susuz çölde katledin mi dedi? Hayır. Hatırlamak bile istemediğimiz onca
kötülükleri Müslüman yöneticiler yaptılar, Emevîler, Abbasîler yaptı, Osmanlı
yaptı, bugünküler yapıyorlar. Bu eksik olmadı ve olmayacak da. Biz realist
olmak ve kötülüğün, yanlışın, haksızlığın, zulmün kaynağının neresi olduğunu
iyi keşfetmek zorundayız. Din, ahlak ve hukuk hep iyi şeyler olması için
uğraşır. Bir ülkede anayasa, o ülke en iyi şekilde yönetilsin diye yazılır, mahkemeler
adalet dağıtsın diye kurulur. Kanunlar herkes eşit ve öngörülebilir bir
muameleye maruz kalsın diye çıkarılır. Ülke kaos halindeyse, ülkede birçok
olumsuzluk varsa, anayasanın kanunun ve mahkemenin suçu mudur bu? Hukukun suçu
mudur? Ahlakın suçu mudur? Ahlak insanlara yanlış yapın, haksızlık yapın,
çalın, gözyaşı döktürün demiyor ki... Bütün bunlar ilgili ve yetkili insanların
suçudur. Zaten Kur’an da sıklıkla “Başınıza gelen kötülükler Allah’ın değil,
sizin kendi ellerinizle yapıp ettiklerinizin sonucudur” demiyor mu? Kur’an’ın
sürekli vurgusu bu; fakat bizler bunu anlamamakta ısrar ediyor, görmezden
geliyoruz. O zaman da ilahî adalet tecelli ediyor, sünnetullah işliyor.
Durumumuzun özeti bu.
Biz realist olmak ve kötülüğün, yanlışın,
haksızlığın, zulmün kaynağının neresi olduğunu iyi keşfetmek zorundayız. Kur’an
da sıklıkla “Başınıza gelen kötülükler Allah’ın değil, sizin kendi ellerinizle
yapıp ettiklerinizin sonucudur” demiyor mu? Fakat biz görmezden geliyoruz. O
zaman da sünnetullah işliyor. Durumumuzun özeti bu.
Bizim İslam dünyasında İslam, Müslümanlık,
ahlak, adalet, hak, hukuk, barış, sevgi kelimeleri çokça kullanılıyor. Bunların
bu şekilde çokça telaffuz edilmesi onun gerçekleştiği ve aramızda yaşadığı
anlamına gelmez. Belki bir hasreti ifade ettiği için sürekli onları dile
getiriyoruzdur. Yahut bir yanlışımıza meşruiyet sağlamayı veya onu kamufle
etmeyi hedeflediğimiz için bunları çok kullanıyor da olabiliriz. İslamiyet,
bilgi değil bilinç, söz değil eylem. Allah’a inanacaksın ve yararlı iş
işleyeceksin. Bütün dinlerin, Hz. Âdem’den Muhammed aleyhisselama kadar
peygamberlerin anlattıklarının özü şu iki cümle: Birincisi; Rabbini
tanıyacaksın, O’nun herşeyi yarattığına, herşeyin O’na ait olduğuna,
yaptıkların yüzünden seni hesaba çekeceğine, O’nun huzuruna çıkacağına yürekten
inanacaksın. İkincisi ise; dünyada istikamet sahibi olacaksın, salih amel
işleyeceksin, yararlı iş yapacaksın. Hem dosdoğru bir hayat çizgin olacak, hem
de insanları iyilikte buluşturan, insanları mutlu eden, insanlara yararlı,
çevreye iyilik ve güzellik aşılayan işler yapacaksın. Salih amel sadece ibadet
değil, her iyi iş, her iyi, olumlu ve yararlı adım.
Kur’an’da Yüce Mevlâ “Rabbim Allah’tır
deyip de istikamet sahibi olanlar var ya, işte onlara Allah katında hiçbir
korku, hiçbir hüzün yoktur” buyuruyor (Ahkâf sûresi, 13. âyet; ayrıca bkz.
Fussilet sûresi, 30. âyet). Din bizden özetle bunu istiyor; istikamet üzere
olmayı ve Allah’ı tanımayı istiyor. Öyleyse, yanlışlar bize aittir. Ve Kur’an-ı
Kerim, insan yanlış yapmayacak demiyor ki... Allah bize yanlış yapacaksınız,
yanlış yapmamanız için ben bu dini, Kur’an’ı, Peygamber’i gönderdim, diyor.
Benim huzuruma çıkacaksınız, hesap vereceksiniz, diyor. Ama günümüzde
Müslümanlar ahirete inandıklarını sadece söylüyorlar. Davranışlarına baktığınız
vakit, ahirete inanan bir insan duyarlılığını pek göremiyorsunuz. Onun için de
din bilgi değil, bilinç. Din, söz söylemek değil, söylediğin o sözü hayata
yansıtmak. Hatta şunu söyleyeyim, asıl amaç Kur’an’ı okumak, dinlemek değil,
Kur’an’ı hayatımıza getirmek, Kur’an’ın dedikleri hayatımızda gerçekleştirmek.
Yani canlı Kur’an olabilmek.
Kur’an’da Yüce Mevlâ “Rabbim Allah’tır
deyip de istikamet sahibi olanlar var ya, işte onlara Allah katında hiçbir
korku, hiçbir hüzün yoktur” buyuruyor (Ahkâf sûresi, 13. âyet; ayrıca bkz.
Fussilet sûresi, 30. âyet). Din bizden özetle bunu istiyor; istikamet üzere
olmayı ve Allah’ı tanımayı istiyor.
O zaman sizin siyaset sorunuzun cevabı çok
daha iyi anlaşılmış ve netleşmiş oluyor. Demek ki siyaset beşerî, insanî bir
alandır. Müslüman toplumlar, en adil şekilde kamu yönetiminin nasıl
gerçekleşeceğini, bunun için ne gibi kurallar ve kurumların olması gerektiğini
kendileri bulacak ve bu gerekleri tek tek hayata geçirecekler. Kendi
toplumlarında haksızlıklar nasıl önlenebilir ve kötü yönetim nasıl
düzeltilebilir? Şeffaflık, hesap verebilirlik nasıl sağlanır? İnsanın insanı
ezmesi, köleleştirmesi nasıl önlenir? Müslüman toplumlar oturacaklar, bütün
bunların çarelerini bulacaklar. Bunun tedbirlerini alacak, kurumlarını kuracak,
kurallarını geliştirecekler. Başka yolu yok.
Kamu yönetiminde hak ve adaletin
gerçekleşmesi, haksızlık ve suiistimalin ve önlenmesinde sadece ahlâka ve
kişilerin vicdanlarına güven yeterli olmaz. Bunları sağlayacak ve denetleyecek
kurumlar ve kurallar gerekir. Onun için, bu alanda biz insanlığın ortak
tecrübesini, Batı tecrübesini ciddiye almak zorundayız.
Kamu yönetiminde hak ve adaletin
gerçekleşmesi, haksızlığın, suiistimalin ve görevi kötüye kullanmanın
önlenmesinde sadece ahlâka ve kişilerin vicdanlarına güven yeterli olmaz.
Sorunları, onların dindarlıklarına havale etmekle çözemeyebilirsiniz. Her zaman
bunları sağlayacak ve denetleyecek kurumlar ve kurallar gerekir. Onun için, bu
alanda biz insanlığın ortak tecrübesini, Batı tecrübesini ciddiye almak
zorundayız. Şu kimse ahlaklıdır, dindardır; şayet onu yönetici yaparsak adaleti
sağlar, ezilenin, zayıfın, kimsesizin hakkını korur diye düşünürseniz, ciddi
bir risk üstlenmiş olursunuz. Kendisini Müslüman ve dindar sayan insanlar
arasından göz göre göre haksızlık yapabilen, garibin elindeki ekmeği almaya
kalkan nice insan çıkıyor. Temel haklar ve özgürlükler fikri buradan doğdu.
Kadın hakları, azınlık hakları, adil yargılanma hakkı gibi kavramlar bu
ihtiyacın ürünü. “Efendim, yöneticimiz çok iyi insan, o gereken hakları
insanlara verecektir” diyemezsiniz. Zaten hak, verilebilen, başkasına
lütfedilen değil, insanın özünde sahip olduğu yetki ve yetkinliktir. Onun için,
insan hakları ve özgürlükleri düşüncesi yaşanan birçok acı tecrübeden sonra
yüzyılları bulan bir mücadelenin ürünüdür. Hal böyle olunca siyaset belli bir
erdem, hoşgörü, davranış kalitesi, ahlaki tutarlılık, denetlenebilir ve hesap
verebilir olma gibi birçok ön şartı da gerektirir. Totaliterlik ve dayatmacılık
ikiyüzlülüğü arttırır; bunun için de siyaset farklı düşüncelere alan açmak ve
farklılıkları ortak bir paydada bir arada barış içinde yaşatmak, katılımcı bir
yönetimi egemen kılmak zorundadır. İnsanların temel hak ve özgürlükler
mücadelesi sadece bugünün sorunu değil, tâ ilk çağlardan bu tarafa devam eden
kadim bir sorun; kamu yönetiminin de yumuşak karnı. Aynı zamanda bu, siyasetin
adil ve hakkaniyetli olup olmadığının da göstergesi. Yöneticinin insanına
“benim gibi düşünmelisin, ben seni adam etmek için buradayım” gözüyle
bakmasının artık geride kalması gerekir.
Şu kimse ahlaklıdır, dindardır; onu
yönetici yaparsak adaleti sağlar, zayıfın hakkını korur diye düşünürseniz,
ciddi bir risk üstlenmiş olursunuz. Kendisini dindar sayan insanlar arasından
göz göre göre haksızlık yapabilen nice insan çıkıyor. Temel haklar ve
özgürlükler fikri buradan doğdu.
Madem günümüz Müslüman toplumlarında kamu
yönetimi adabından ve bu alandaki sorunların kökeninden konuşuyoruz, o zaman bu
konuda soğukkanlı analizler yapmamız, elimizi taşın altına koymamız, bu
kavramların kendi tarihimizdeki arka planına inmemiz lazım. İslam dünyasında
demokrasi, insan hakları, özgürlükler, ifade özgürlüğü, din hürriyeti çok
konuşulur. Her gün bu konuda çok güzel retoriklere şahit oluruz. Ama emin olun,
bu konuşmalar anılan hak ve özgürlüklerin doğmasının arkasında yatan ve onların
içeriğini belirleyen birikim ve bilginin çok uzağında kalmakta olup
muhatapların beğenisine göre dizayn edilmiş bir söz söyleme sanatından
ibarettir. Haklar ve özgürlüklerden dem vuranların çoğu zaman bu kavramların
içini de kendilerinin doldurduğuna şahit olursunuz. Halbuki insan hakları
kavramının içini sen kendi keyfine göre dolduramazsın. Kadın hakları kavramını
da öyle. Daha açığı, bir hakka sen, benim verdiğim ve belirlediğim hak diye
baktığın zaman, artık o hak olmaktan çıkar; lutuf olur. Onu insanların takdir
ve lutfuna bağladığınızda da bunun sonu çok ciddi haksızlıkların, yanlışların,
keyfi uygulamaların olmasıdır; bunu önleyemezsiniz. Kurallar ve kurumlar,
şeffaflık, hesap verebilirlik, katılım, objektif kıstaslar bu yüzden lâzım.
Kamu hayatında kanunlar niçin çıkarılır? Hâkim, yönetici, yetkili kimse keyfine
göre hüküm vermesin diye. İnsanlar önceden ne gibi hak ve sorumluluğunun
olduğunu bilsin, ona göre davransın diye. Bu söylediğim din alanında da
geçerli. Din önceden “Şunu yapın, şunu yapmayın” diye niye söylüyor? Ahirette
Allah’ın katında bir mazeretimizin olmaması için... Kur’an-ı Kerim bunu
defalarca söylüyor. Allah ahirette hesaba çektiğinde “Yâ Rabbi, bize adaleti
emretmemiştin ki...” diyebilecek miyiz? “Doğru, kul hakkını ihlâl ettim,
insanları mağdur ettim, ama kul hakkını koru dememiştin ki...” diyebilir miyiz?
Diyemeyiz. Bana iyilik yapma kabiliyetini vermedin de diyemeyiz. Peki
yeryüzünde bunca kötülüğü ve haksızlığı kim yapıyor? Bunları biz insanlar
yapıyor, din yapmıyor.
Günümüzde Müslümanlar ahirete
inandıklarını sadece söylüyorlar. Davranışlarına baktığınız vakit, ahirete
inanan bir insan duyarlılığını pek göremiyorsunuz. Onun için de din, bilgi
değil bilinç. Din, söz söylemek değil söylediğin o sözü hayata yansıtmak.
Gençler çok soruyorlar: Madem yüce Yaratan
var, niçin kötülük var? Yaratan var, seni yarattı. Sen olduğun için kötülük
var; ben olduğum için var. Kötülük Yaratan’dan gelmiyor, bizden geliyor. Tekrar
edelim: İslam dünyasında toplumsal hayatı ve devlet çarkını melekler değil,
insanlar çeviriyor. İnsanın olduğu yerde kötülükler de olacaktır. Müslüman
toplumlarda bu niye en aza inmiş değil; sorun burada. Bizim toplumumuzda
kötülük ve haksızlıkların en aza inmesi, hukukun üstünlüğünün gerçekleşmesi,
zulmün önlenmesi, adil ve katılımcı yönetimin olması, herkesin kanun önünde
eşit muamele görmesi ve daha niceleri için gerekli bütün kuralları ve kurumları
oluşturmak bize düşmektedir. Belki kanayacak ve biraz acı çekeceğiz, ama öyle
de olsa elimizi taşın altına koymak zorundayız. Yok eğer bunu biz yapmazsak
kimse yapmayacaktır; adaleti, hakkı, hukuku, iyi, doğru ve güzel olanı kıyamete
kadar bekleyeceğiz demektir.