29 Nisan 2024 Pazartesi

Osmanlı Ermenilerinin torunları ile ortak acılarımızı birlikte paylaşabilmek Tarık Çelenk-26/04/2024

 BİRİKMİŞ ACILAR VE NEFRET

2016’da Diyarbakır’dan liberal bir düşünce kuruluşu ile New York’ta Diyarbakır Ermenilerinin davet ettiği bir yemekteydim. Diasporadan Ermeniler de vardı. Ataları Yozgat kökenli bir iş adamı grup halinde benimle vedalaşırken, beni Diyarbakırlı Kürt zannederek Türk olduğumu bilmeden” gelin bu Türkleri tarih sahnesinden birlikte silelim” ifadesini kullanmıştı. Arkadaşlarım mahcup olmuş, yüzleri kızarmış ben de bu nefreti hissedebilmiştim.

KÜRTLERİN YAŞAMA, ERMENİLERİN ÖLDÜKLERİNİ KANITLAMA SORUNU

Kürt edebiyatçısı dostum Halit Yalçın “Türkiye’nin Büyük Çatısı” toplantılarında sıkça tekrarladığı şu giriş konuşması hep kulağımı çınlatmaktadır; “Biz Kürtler hep yaşadığımızı, Ermeniler ise hep öldüklerini siz Türklere ispatlamaya ve ikna etmeye çalışmaktayız. Açılım, çözüm ve terörle mücadele süreci derken anladığım kadarıyla Kürt vatandaşlarımızın yaşadıklarıyla ilgili kabulde demokratik hak tartışmalarının ötesinde pek sorun kalmamış gözükmekte. Osmanlı Ermenilerinin nerede ve ne şekilde öldüklerine dair ise tartışmalar hep sürmekte. İşin ilginç yanı bu tartışmalar, aynı dönemlerde katledilen Müslüman Osmanlı vatandaşlarının miktarıyla da bir rekabet yarışı halinde devam etmekte.

Bizim kayıtlarımıza göre 1 milyona yakın Osmanlı Ermeni’sinin tehciri esnasında en fazla 20-30 bin kişi saldırıya uğrayarak öldürülüyor. Salgın hastalıklar ve sert koşullardan dolayı da 150.000 kişi vefat ediyor. Bir şekilde geri kalanı Suriye Deyrizor’a ulaşıyorlar. Hatta Cemal Paşa bölgede insani haklar bağlamında da onlarla ilgileniyor. Tehcire tabi tutulanların çok az miktarı da çıkarılan kararnameler ile Anadolu’ya dönüş yapıyorlar. Geri kalan 830 bin civarında Osmanlı Ermeni’si ise çoğunlukla Amerika ve Avrupa’ya göç ediyorlar.

Ermeni kaynakları ise 2 milyon Ermeni’den en az 1 milyon Ermeni’nin İttihat Terakki Merkez komite kararıyla elverişsiz yaşam koşullarının desteği, Jandarma ve oluşturulan hapishane taburları vs. ile açık belge olmadan katledildiğini ifade etmekte.

MUKATELE HATIRALARI

Anneannem Erzurum’da Rus işgalini yaşamıştı. Dayıları ve tanıdıklarının yaşadıkları Rus işgali sonrası Ermeni çetelerin mezalimini anlatırdı. Antranik’in işkenceleri ve sivil halka mezalimi hâlâ doğu Anadolu’da dilden dile dolaşmaktadır. Ermeni aydınlar, Ermeni çetelerin sivil Müslümanları katliam sürecinin esasta 1915 sonrası başlatırlar. Halbuki sivil Müslümanların katliamına ilişkin kayıtlar 1890’lara kadar dayanmakta. İstiklal madalyalı subay olan iki dedemin de Ermeni emir erleri varmış. Anneannem ve babaannem kendilerinden çok memnunlarmış. Ancak savaşın sonunda önce din değiştirmeleri talimatla teklif edilmiş kabul etmeyince bu gençler genel talimatla kurşuna dizilmiş. Babamın dayısı anlattığına göre, onbaşı rütbesinde jandarmayken Ermeni sivillerin çoluk çocuk süngülenip Kemah nehrine atıldığına ve nehrin suyunun kırmızıya döndüğüne şahit olmuş. Verjine Svaslıyan benzer yazarlar ve belgeseller bu acıları yaşayan sivillerin anılarını derlemişlerdir. Hayatta kalabilen Türk ve Kürt sivillerle de Ermeni çetelerin yaptığı katliamların buna benzer paylaştıkları anılar TRT arşivlerinde mevcuttur.

24 NİSAN SÜRGÜNÜ OSMANLI AYDINLARI

Zabel Yesayan İstanbul Üsküdar doğumlu orada Surp Haç ilkokulunu bitiren kadın yazar. Bir azıcıkta politik kargaşadan çekinerek 17 yaşında zor şartlarda öğrenimine Paris Sorbon’da devam etti. Paris’te İstanbul doğumlu kocası ressam Dikran Yeseyan ile evlendi ve iki de çocukları oldu. Zabel hanım dönemin önemli Ermeni ve Türk dili edebiyatçılarındandı. Dönemin yaşanan politik ve etnik acılarını her iki dilde de kaleme aldı. Özellikle “Meliha Nuri Hanım” romanı dönemin Osmanlı bürokrasisi ve duygu dünyası hakkında analizler içeriyordu.

1915 olaylarının başlangıcı kabul edilen 250’ye yakın Osmanlı Ermeni aydınının güvenlik gerekçesiyle tutuklanarak göz altına alınması ve tehcirinden kurtulabilmek için Zabel Yesayan hastaneye sığınarak kıyafet değiştirerek Bulgaristan’a sığındı. Bundan sonraki hayatı Paris, Baku, Erivan ve Moskova’da geçti. Önemli eserler verdi. Hayatı bir Stalin sürgünü ile Sibirya’da sona erdi.

Krikor Zohrap, Beşiktaş’ta doğdu. Hukuk eğitimi aldı. Yayıncılık ve yazarlık yaptı. Tarihi Dreyfus davası için Fransızca bir savunma hazırlayıp, 1899’a Dreyfus’u savunan Yahudi Komitesi’ne gönderdi. Komiteden bir teşekkür mektubu ve Dreyfus portreli altın bir madalya aldı.

Osmanlı Hürriyet ve Teavün-ü Milli Cemiyeti’ne üye oldu. Ahrar partisi paralelinde, liberal fikirleri ve etnik gruplar arasında eşitliği savundu. Sonradan İttihatçılara destek verdi. Talat bey ile yakın ilişki içindeydi. Ermenice Kur’an meali çalışması içindeydi.

İttihat ve Terakki hükümetinin “Ermeni tehciri” politikası çerçevesinde, 1915 yılında Erzurum mebusu Vartkes Seregülyan’la birlikte tutuklanıp Konya’ya, ardından Adana ve Halep’e gönderildi. Zohrap’dan alınan en son haber, karısına 15 Temmuz 1915 tarihli mektuptur. Halep’ten Diyarbakır Harp Divanı’na sevk edilirken yolda çete başı Çerkez Ahmet ve Nazım tarafından katledilmiştir.

Zabel Yesayan ve Kirikor Zohrap, aralarında doktor, sanatçı ve yazar olan söz konusu 235 Ermeni Osmanlı aydınlarından sadece ikisiydiler. Bu aydınlar Hınçak ve Taşnak komiteleriyle bir şekilde organik veya düşünsel bağlamda ilişki içinde olmak ile suçlanıyorlardı.

Bu Osmanlı Ermeni’si aydınların her biri hakkında tutuklanma ve sürgünlerine ilişkin geçerli istihbarat raporlarını Yusuf Sarınay “24 Nisan 1915’de ne oldu” kitabında yayınlamıştı. Ayrıca Talat ve Bahattin Şakir beylerin Ermeni aydınlara savaşta bizim yanımızda durun bunu açıklayın biz de sizle özerklik dahil her şeyi konuşalım dendiği de ifade edilir.

TEHCİR TEK ÇARE MİYDİ?

Berlin antlaşmasından (1878) sonra Osmanlı’nın iki yakası bir araya gelemedi. Özellikle idari ve mali yetersizlikle bir türlü düzen kurmakta zorlanan Osmanlı yönetimi ülkede sadık tebaa olarak adlandırılan Ermenilerin eşit vatandaşlık ve hatta kısmi özerklik talepleri karşısında bocalıyordu. Osmanlı’daki ticaret, kültür ve bürokratik hayatı taşıyan Ermeni unsura karşı artık devlet güven kaybediyordu. Çanakkale ve 1. Dünya harbinde yaşananlar ve son Van olayları tecrübesinden sonra İTC merkez komitesi Anadolu’nun homojenleştirilmesi veya Ortodoks Ermenileri tehcir kararını almıştı.

21.Yüzyılda biz hâlâ bu acı geçmişin düğümlerini karşılıklı olarak çözememekte veya görmemekte, ben merkezli ısrar etmekteyiz. Ne yazık ki bunu görebilen ender aydınlarımızdan Hrant Dink’i bile devletimiz hapishane taburu anlayışına karşı muhafaza edemedi.

ÖLÜMLER KASITLI MIYDI?

Tarihi koşullara bakınca tehcir kararı anlayışla karşılanabilir. Ancak sürecin lojistik ve güvenlik yetersizlikleri de ayrı bir devlet sorumluluğu idi. Halide Edip ve dönemin bazı aydınları, sivil ölümlerinden dolayı başta Talat ve Bahattin Şakir beyleri hatta ideolojik planda da Ziya Gökalp beyi suçluyorlardı.

Talat bey ise anılarında tehcirin sorumluluğunu kabul etmiyor topu orduya-jandarmaya atıyordu. Butik katliam emirleri iddiaları Talat beyin koordinesinde yerel yöneticilere özel şifreli mesaj ve talimatlar gönderildiği şeklinde. Ancak ne gariptir ki katliam tezini savunanlar, Naim efendi hatıratı dahil esasta pek güvenilir olmayan yazışmalar haricinde ortaya ciddi belge ortaya koyamamaktalar. Katliam tezini savunan otorite Dr. Hilmar Kaisler’e göre de Kemah katliamı dışında ordunun bu ölümlere sebep olduğuna dair elde henüz belge yoktur.

Bilindiği gibi 1918’den sonra bu butik katliam ve sivil cinayetler için yargılanma başlamış Zohrap’ın katilleri dahil aralarında bazı masumlarında bulunduğu 67 kişi idam edilmiş veya 150’likler listesi aralarında Ziya Gökalp dahil Malta’ya sürgüne gönderilmişler yargılanıp beraat etmişlerdir.

HİPOTETİK BİR YAKLAŞIM

Ermeni tehciri ve karşılıklı cinayetler olmasaydı bugünkü Türkiye nasıl olurdu diye hep merak etmişimdir. Bu bir hipotetik yaklaşımdır da aslında. Bir görüşe göre Sakarya muharebesine dahil birkaç bin askeri anca bulabilen devletimiz cephe gerisi güvenliği nasıl sağlayabilirdi? Homojen ulus devlet nasıl kurulabilirdi?

Bir diğer görüşe göre Çanakkale savaşı kahramanı ailesi tehcirde hayatını kaybeden sonra buna isyan eden Top. Bnb. Sarkis Torosyan, Zabel Yesayanların, Kirikor Zohrapların olduğu sanat, estetik ve ticarette zenginleşmiş muhteşem kozmopolit bir Anadolu toplumu, hoşgörülü bir demokrasi örneği ile farklı bir Cumhuriyeti oluşturulabilirdi.

Bu zor soruların cevabı aklın, kaygıların ve vicdanın önceliğine göre de değişebilecektir.

BUGÜNKÜ HÂLİ PÜR MELALİMİZ

21.Yüzyılda biz hâlâ bu acı geçmişin düğümlerini karşılıklı olarak çözememekte veya görmemekte, ben merkezli ısrar etmekteyiz. Ne yazık ki bunu görebilen ender mazlum aydınlarımızdan Hırant Dink’i bile devletimiz hapishane taburu geleneği temsilcilerinden koruyamadı.

Her 24 Nisan’da artan adrenalimiz muvacehesinde son 10 yılda Ermeni soykırımı yoktur dedirtebilmek için ABD’de kişi ve kurumlara 2 milyon dolardan fazla para vermekteyiz.

Bu durum çok sürdürülebilir ve makul de değildir.

Bir görüşe göre Zabel Yesayanların, Kirikor Zohrapların olduğu sanat, estetik ve ticarette zenginleşmiş muhteşem kozmopolit bir Anadolu toplumu, hoşgörülü bir demokrasi örneği ile farklı bir Cumhuriyeti oluşturulabilirdi

SONUÇ

Bugünkü Cumhuriyetimizin ve demokrasimizin, tek tip bir topluma ve güvenlik anlayışına değil Osmanlı Hristiyanlarının manevi miraslarının gölgelerine saygı göstermeye ihtiyacı var. Ermeni diasporası nefret siyaseti üretmek yerine ata topraklarında ortak manevi hatıraları yeşertecek çözümlere kapı açabilmeli. Türkiye Cumhuriyeti’ne hamle alanı bırakabilmeli. İşin içinde Ermenistan hatta Azerbaycan’da olabilmeli.

Devletimiz de Osmanlı Ermenilerinin torunlarının acılarını paylaşmalı bu konuda somut adımlar atabilmeli. Vatandaşlık ve vakıflarının haklarının verilmesi dahil kabul edilebilir jestlerle bu eski komşularımızın torunlarına el uzatılmalı. Bu sorunun konuşulması ve çözümü Türkler ve Ermeniler dışındakilere bırakılmamalı. Bu yası inkâr etmek yerine ortak yasın bir şekilde tutulmasına karşılıklı saygı gösterilmeli. Karşılıklı yalanlar üzerine sağlıklı yarınların inşa edilemeyeceği görülebilmeli.

Osmanlı Ermenilerine Tehcir sırasında yaşatılan acılar ve kayıpların yaslarını inkâr etmiyor paylaşıyoruz. Bunun sorumluluğunun bir topluma, millete ve halka yıkılmasını kabul etmiyoruz. Aynı duyarlılığın da benzer niteliksel acıları yaşayan Osmanlı Müslümanlarının da hatıralarına gösterilmesini Osmanlı Ermenileri torunlarından bekliyoruz.

Hepimiz için hiçbir kutsal dava, Ermeni veya Müslüman olsun, ebeveynlerini kaybetmiş yalnız ve çaresiz kalmış mazlum küçük çocukların gözyaşlarının hatıralarından daha kutsal olmamalı.

‘Türk halkı’nın siyasetçilere çağrısı Prof. Dr. Sami Selçuk-29/04/2024

Hukuk, asla ahlaka aykırı olamaz. Bu nedenle her hukukçu, aynı zamanda bir ahlakçıdır, eğip bükmeden “HUKUK DER” (juris-dictio) ki diyen biridir.

İşte bu ahlak ve hukuk birleşiminin gereğince her hukukçu, “2017 oylaması hukuk dünyasında doğmamıştır” demek zorundadır.

Çünkü YSK yargıçları, yasama erkinin (TBMM) ve Anayasa Mahkemesinin yerine geçerek ve de bu organların yetkilerini yağmalayarak, gasp ederek (yetki / salahiyet gaspı, usurpation de pouvoir, usurpazione di potere) “mühürsüz oy yasağı” maddesini yürürlükten kaldırmışlardır.

İşte bu yüzden 2017 oylaması, ne yazık ki, hukukun dediğine göre, asla “hukuk dünyasında doğmamış”tır; dolayısıyla tıpkı kaymakamın tutuklama, valinin boşanma kararı vermeleri gibi, hiç kimseyi bağlamamaktadır. Zira bu türden kararları, ne adli polis dinler, ne de nüfus memuru. Dinlerlerse, elbette sorumlu olurlar.

Çünkü yetki yağmasıyla yapılan her işlem, hukukta en ağır yaptırımla sakattır; hukuk dünyasında asla doğmaz, doğamaz. Doğmadıkları için de, bütün dünyada bu sakat işlemlerin yaptırımları, “YOKLUK”tur (keenlemyekün, non-existent, inexistense, inesistente); yok sayıldıkları için de bu türden işlemler (kararlar, dolayısıyla oylama işlemleri), hiç kimseyi ve hiçbir kurumu bağlamaz (Selçuk, Sami, Hukuk Dünyasında Doğmayan Halk Oylaması, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2018).

Radbruch’un herkesçe benimsenmiş “AHLAKA aykırı hukuk, hukuk değildir” ve Ferrari’nin “HUKUKSALLIK,” yaygın deyişle “MEŞRULUK,” sitenin / devletin / toplumun görünmeyen BARIŞ MELEĞİDİR” formüllerine göre, hiç kuşkusuz YSK yargıçlarının kararlarıyla tescil edilen 2017 oylamasını ürünü olan günümüz Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın bu oylamayla değiştirilen ve yoklukla sakatlanmış maddeleri, “MÜSECCEL GAYRI MEŞRULUK”la sakattır.

İşte bütün bu nedenlerle ahlaka dayanan hukuka saygılı ve ahlaklı her hukukçu, bu sakatlığı, yüksek sesle haykırmak zorundadır.

Elbette birilerine yaranmak isteyen bilinçli ikiyüzlüler, düşünür Sakallı Celâl’in deyişiyle “ancak yükseköğretimin ürünü bilgisiz”ler, bu konuda seslerini çıkaramazlar.

31 MART 2024 TARİHİNDE YAPILAN YEREL SEÇİMLERE GELİNCE, hemen baştan belirtmek gerekir ki, demokratik hiçbir ülkede yerel seçimlerde adayların dışındaki kişiler, özellikle cumhurbaşkanı, başbakan, parti başkanları vb. gibi bütün ülkeyi yönetenler ya da yönetme iddiasında bulunanlar, eylemli olarak propagandalara katılmazlar, seçim alanlarına inmezler.

Neden?

Çünkü alanlara inerler ve azınlıkta kalırlarsa, seçim genel seçime ve oylama da güven olmasına; seçim de güven oylamasına dönüşürse; seçimin sonucuna katlanmak ve azınlıkta kalırlarsa halkın istencine (irade) boyun eğerek çekilmek zorunda kalırlar.

Ülkemizde, ne yazık ki, böyle bir demokratik bilinç, hiç gelişmemiştir.

Nitekim bu bilinç eksikliği yüzünden 2017 oylamasına göre seçilen devletin başkanı, yerel seçimlerde devletin uçaklarıyla gittiği bütün illerin ve pek çok ilçenin alanlarında, yerel sorunları değil, ülkenin temel sorunlarını gündeme getirerek söylevler çekmiş, yerel seçimlerde partisinin adaylarına oy istemiştir. Bununla da yetinmemiş, adalet, iç ve dış işleri dâhil, on yedi bakanını da seçim alanlarına yollamış; dahası, “İstanbul seçimlerini kaybeden, Türkiye’de seçimleri kaybetmiş sayılır” diyerek taahhütlerde bulunmuş; kısaca kendi davranışlarıyla ve bağlayıcı sözleriyle bu seçiminin bir “GENEL SEÇİM” düzeyinde, dolayısıyla iktidarı için bir “GÜVEN OYALAMASI” olduğunu sağır sultanlara bile duyurmuştur.

Dolayısıyla seçimin, öznel değil, bu çok çarpıcı, asla ÇÜRÜTÜLEMEZ NESNEL SONUCU bir yana bırakılarak basında ve kimi toplantılarda hangi partinin kazançlı çıktığı vb. nesnel değil, kişisel, öznel, dolayısıyla sonuçsuz yargılarda bulunmak anlamsızdır, olasılıkla bilinçli bir şaşırtmanın ürünü; bilim ve mantık dışıdır.

Herkes, özellikle de siyasetçiler, Türk halkının bu iletisini, Adorno ve Horkheimer’in kapalı aklın otoriter olacağına ilişkin görüşlerinin ışığında, açık akıl ile değerlendirmelidir.

Zira 31 Mart 2024 oylamasının öznel değerlendirmeleri bir yana bırakırsak –ki, bu zorunludur- kimsenin karşı çıkamayacağı NESNEL, ÇARPICI SONUCU açıktır ve şudur: İktidar partisi ve destekçisi parti, azınlıkta kalmıştır. 31 Mart 2024 tarihinden bu yana TÜRKİYE, AZINLIK TARAFINDAN VE, ne yazık ki, ANTİDEMOKRATİK OLARAK YÖNETİLMEKTEDİR.

Öyleyse, iktidar da, muhalefet de, gerçeklere dönmeli, seçimin nesnel sonuçlarını çarpıtmamalı, halkı da asla aldatmamalıdır.

Bir bilim insanı ve hukukçu olarak iktidara ve muhalefete sesleniyorum: Bilindiği üzere Tanrı’nın en önemli ve demokratik bilinci destekleyen buyruklarından biri “AHDE VEFA”dır (pacta sunt servanda), sözünde durmadır (Bakara, 177; Mâide, 1; Enfâl, 56; Tevbe, 4, 7; Nahl, 91, 95; Ra’d, 25; İsrâ, 34; Ahzâb, 15; Fetih, 10) ve ahde vefayı çiğnemenin cezası çok ağırdır ( Âl-i İmrân, 134, 159; A’râf, 199;Şûrâ, 37, 40, 43; İsrâ, 34; Mü’minûn, 8; Meâric, 32; Bakara, 24, 258, Nisa8; En’âm, 21, 135; Ar’âf, 199; Tevbe, 109; Hûd, 18, 101; Yusuf, 23; İbrahim, 7, 45; Ahkaf, 10; Zümer, 10).

Bu bağlamda halkın söz konusu iletisi, kendi halkına, cumhuruna “Ananı da al git!” sözleriyle başlayarak “sürtükler!..” vb. diye sövmelere dek uzanan iktidara ve destekçilerine “YETER ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.

Bu ileti, “Her akşam yatarken manda yoğurdunun içine (…) Medine hurması doğrarım. Ona çay kaşığı biraz kestane balı, bir de yulaf ezmesi atarım. Karıştırarak yer, yatarım” diyenlere, aç ya da yarı aç yatanların; “itibardan tasarruf edilmez” kandırmacasına başvuranlara, sayısı onları geçen uçaklarıyla saraylarda yaşayanlara “YETER ARTIK, ÇEKİL!” çığlığıdır.

Bu ileti, namazlarını mütevazı camiler yerine, bine yakın koruma ordusuyla, sokakları inleten kornalarla büyük camilerde cuma selamlığına giderek dini araç kılanlara “GÜNAHTIR, AYIPTIR, İNANÇLARI SÖMÜRME, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.

Bu ileti, “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi yadsınamaz” (Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz) şer’i hükmünü (Mecelle, m. 39) bile unutarak, göğsüne vura vura “Ben, ekonomistim. Enflasyonun nedeni faizdir. Nass, faizi yasaklar” diyenlere; banka ve benzeri kurumların, iktisat biliminin bile olmadığı, nüfusu sekiz bini geçmeyen bir kentte on dört yüzyıl önce tapınmadan çok, halkın ezilmesini önleyenlerin tersine, halkı ezdirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi, dediklerini unutarak yüzde ellilerin üzerinde faizi benimseyenlere, “BİLGİN YETERSİZ, ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.

Bu ileti, AİHM, antidemokratik uygulamalar yüzünden “T. C. Devleti”ni ne zaman mahkûm etse, üzülmek, ders almak ve yanlışı düzeltmek şöyle dursun, “Cezayı öder geçeriz;” bir bakıma hız sınırını aştığında ceza yazan polise “Benim param var. Yine sınırı aşacağım” örneği “AYM’nin kararına saygı duymuyorum da, uymayacağım da” kaygısızlığına, istediği kişiyi iki üç günlük Yargıtay üyesi iken AYM’ye üye seçtirenlere, “HUKUKA UYMA BİLİNCİNDEN YOKSUNSUN, YETER ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.

Bu ileti, çok utanç verici dönemi kapatarak, hukuk, bağımsız yargılama bilinci, en önemlisi de “çağcıl demokrasi,” yaygın deyişle “gün ışığında demokrasi” (démocratie à ciel ouvert) bilinciyle, “BU BİLİNÇTEN YOKSUN OLAN İKTİDAR SAHİPLERİNE, YETER ARTIK, ÇEKİL! ” diyenlerin çığlığıdır.

Bu ileti, “Hukukta açık metin yorumlanamaz” ilkesine karşın “Yeni sistemin bu ilk seçimidir” diyenlere –ki, ne yazık ki, onlardan biri, bakan olarak adaletin başında; biri de, Yasama organının başında ve hukuk tarihi profesörü olduğu halde Anayasa profesörü geçinen, ama bunu saklayan biridir- “yorumda gözetilecek temel öğe, yürürlükteki yazılı ve değiştirilmemiş yasal metindir” demeyenlere, sistematik yorumu yasal sistematiğe göre yapmayan hile-i şeriyecilerin torunlarına, bu saçmalıklarla var olan yazılı metni çiğneyenlere, bu çiğnemeyi çarpık fetvalarla savunanlara ve de özellikle şerefleri üzerine ant içtiği halde “ANAYASA’YA UYMAYAN İKTİDAR VE SAHİPLERİNE, YETER ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.

Bu ileti, her yerde ve Türkiye’de açılan davalar üzerine yasaların anayasaya aykırı olup olmadığını ve / ya bizdeki gibi yargılama sürecinde bir insanın temel hak ve özgürlüklerinin çiğnenip çiğnenmediğini “belirlemek”le görevli Anayasa Mahkemesine ya da yargıçlara talimat vermeye kalkışanlara, ahlaka dayanan “HUKUK İLE DEMOKRATİK KURALLARA UYMA BİLİNCİNDEN YOKSUN İKTİDARA VE SAHİPLERİNE YETER ARTIK, ÇEKİL!” diyenlerin çığlığıdır.

Bu çığlık, yargı(lama) erkinin bağımsızlığı ve hukuk içinde yürütülen yargılamaya göre, yargıcın karar özgürlüğü ile hukuk düzeninin bütünlüğünü ve tutarlılığını birbirine karıştırarak, kavramları ve ilkeleri çarpıtarak sözüm ona hukuksal görüşler üretmeye kalkışanlara, yoksuldan alıp zenginlere verenlere, yandaşlarını ve yakınlarını varsıl, zengin, karşıtlarını yoksul kılarak kayırmacılık (nepotizm) yapanlara, insanlarını yoksullaştıranlara, onu et ve ekmek kuyruklarına mahkûm edenlere, hekimlere “giderlerse gitsinler” diyenlere, hiçbir ülkenin kabul etmediği insanları sınırsızca ülkesine taşıyarak “Türk insan varlığı”nın yapısını bozanlara, çiftçileri ezenlere, Filistinlilere bomba yağdıran İsrail ile ticareti, ikiyüzlü bir politikayla zamanında kesmeyenlere, özetle 21 yılda Cumhuriyetin bütün ilkelerini ve kazanımlarını yok ederek “tek adam sistemi”ni getirenlere, büyük Türk halkının, “ARTIK YETER, YAKAMI BIRAK, ÇEKİL!” ve de, Nikos Kazancakis’in ünlü yapıtının adının benzerini anımsatan “GÜNAH(LAR)A SON VER ÇAĞRISI”nın çığlığıdır.

Cumhurbaşkanı Macron, eşiyle birlikte parkta gezinmek için Elisée sarayından çıktığı bir pazar günü, bir sarı yeleklinin sorusu üzerine sesini yükselterek dinlenmek için dışarı çıktığını söylemesi üzerine o sarı yelekli şöyle demişti: “Siz, benimle konuşurken sesinizi yükseltemezsiniz. Siz o makamda benim uşağımsınız.” İşte 31 Martta yükselen bu çığlık da, sokaktaki istenci (irade) küçümsenen insanımızın “müseccel gayrı meşruluk”un “müseddid ve müseccel gayri meşruluk”a dönüşmesi tehlikesine karşı “ülkenin efendisi” olduğunu kanıtlayan halkın en yüksek sesi, çığlığıdır.

Dolayısıyla demokrasi ahlakının gereği olarak, saptırıcı gerekçelere başvurmaksızın, objektif akılla, mertçe ve dürüstçe iktidar partisi dâhil, bütün partiler, halkın bu istencine (irade) hiçbir özür ileri sürmeksizin uymak, zorundadır.

Bu çığlığı anlamayan, halkın bu iletisini yollara dökülerek haykıramayan bir Ana Muhalefet Partisi ise, elbette asla halkın sözcüsü, dolayısıyla çoğulcu ve çoğunluğun, kısaca demokrasinin partisi olamaz.

İzninizle, bu konuda iktidar, ana muhalefet partisiyle bütün siyasetçilere çağcıl demokrasiyi yakalayan ülkelerden birkaç örnek sunmak isterim.

Birinci örnek şudur: İkinci Dünya Savaşı sona erince, İtalya’da halkoyuyla krallık rejimine son verilmiş ve anayasayı hazırlamak üzere bir Kurucu Meclis (Costituante) oluşturulmuş, Devlet Başkanlığına da geçici olarak Prof. De Nicola getirilmişti. Anayasa’nın benimsenmesi üzerine seçimler yapılmış, De Nicola da görevini seçilen Cumhurbaşkanına bırakmış, kendisi de Anayasa Mahkemesinin (AYM) Başkanlığına getirilmişti.

Bu arada İtalya’da faşist dönemden kalma “zorunlu sürgün” (foglio di via obligatorio) yasası, hâlâ yürürlükteydi. Bu Yasa’ya göre, doğduğu ilden zengin kuzey illerinden birine giden ve orada iş sahibi olamayan bir kimseyi, o ilin valisi sınır dışı edebiliyordu. Amaç, yoksul güneyden varsıl kuzeye göçü, bu göçün yol açtığı suç patlamasını önlemekti.

 

Sol partilerden biri, bu Yasa’nın özgürlüğü sınırladığını ileri sürerek iptal davası açmış ve Anayasa Mahkemesi (AYM) de, o Yasa’yı iptal etmişti.

Ancak dönemin halkça çok sevilen, AB’nin kurucularından Başbakan Alcide de Gasperi, bu karara uyamayacaklarını, Yasa’nın büyük kentlerde düzenin sağlanması, işsiz güçsüz insanların, başta hırsızlık olmak üzere, bazı suçların önlenmesi bakımından gerekli olduğunu açıklamıştı.

Bunun üzerine AYM Başkanı De Nicola, bir bildiri yayımlayarak ve Başbakan De Gasperi’yi eleştirerek yargılama erkinin bağımsızlığını dile getirdi ve hükümet, AYM’nin kararına uyuncaya dek Başkanı olduğu Mahkemenin hiçbir davaya bakmayacağını, kendisinin de Roma’dan ayrılıp Napoli’ye taşınacağını açıkladı.

Dediğini de yaptı.

Derken, bunalım büyüdü, grevler yaygınlaştı. Bütün kamu hizmetleri durdu.

Sonuçta Başbakan De Gasperi, halkın çığlığını duydu; yargılama erkinin bağımsızlığı ilkesi doğrultusunda geri adım attı, iptal kararına uyulacağını açıkladı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı De Nicola ve yargıçlardan özür diledi.

Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri de, görevlerine döndüler.

İkinci örnek ise şu: İsveç sosyal demokrat partisinin eski genel başkanı Mona Sahlin, 1995’te Ingvar Karlsson hükümetinde başbakan yardımcısıydı. Olof Palme okulundan yetişmiş genç politikacı, geleceğin başbakanı olarak görülüyordu. Bir akşam evine dönerken, özel kartını unuttuğu için, görev yaptığı bakanlığın harcamalarında kullanması gereken resmi kredi kartıyla çikolata ya da çocuk bezi almış, ertesi günü de aldığı parayı hazineye hemen yatırmıştı.

Ancak toplum, bu davranışı sindiremedi, halkın “devlette dürüstlük” çığlığı üzerine Sahlin, siyasetten çekildi, yıllar sonra kızının otelinde temizlik işçisi olarak çalışmaya başladı.

Üçüncü örnek de, bizde yaşanmıştı. TBMM’nin on altıncı yasama döneminde boşalan beş ilde milletvekilliği için 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerini, -evet, ara seçimlerini- muhalefetin kazanması üzerine, 1977 seçimlerinden sonra, en büyük partinin başkanı olarak hükümeti kuran Başbakan Ecevit, TBMM’de çoğunluğu olmasına ve yandaşlarının direnmesine karşın, halkın çığlığına ve çoğunluğa dayanan demokratik anlayışa saygı duymuş, hemen görevinden ayrılmış; geleceğin siyasetçilerin önemli bir demokrasi ve ahlak dersi vermiştir.

Unutmayalım, “Dünya,” demişti Napoléon, “kötü insanların şirretinden değil, iyi insanların sessizliğinden acı çekmektedir.”

Hiçbir hukukçu, taşıdığı hukukçu yurttaş ve bilim sorumluluğuyla ülkemizde yaşanan hukuk dışılıklara sessiz kalamaz, kalmamalıdır.

Nitekim özür dileyerek kendimden bir örnek vermek isterim. Dünya görüşüne hiç katılmadığım halde, sanık R. T. Erdoğan hakkında verilen hukuka aykırı hükümlülük kararına “Hukuk der ki” diyerek sesiz kalmamışımdır (Selçuk, Sami, Yargının “Hukuk Sınavı / Türkiye’nin Demokrasi Sınavı,” Ankara, 2002).

Bunu kendisi de çok iyi bilir.

Çünkü HUKUKUN KARŞISINDA KİMLİKLER SUSAR.

Kısaca bu yazıyı sadece hukuka olan saygım yüzünden, “hukuk der ki” diyerek yazdım, yazıyorum.

Şu anda bizlere düşen, yerel seçimin nesnel iletisini, hiç çarpıtmadan dürüstçe, mertçe değerlendirmektir.

Şu anda iktidar da bilenlere danışmalı, bilgisizlerden ve damara göre şerbet verenlerden, özellikle de ikiyüzlülerden uzak durmalı.

Özellikle iktidar sahipleri unutmamalıdırlar ki, ülkemizde kurnazlık ve ikiyüzlülük, kısaca bu ahlaksızlık, çarpık bir mantıkla çoğu kez zekânın kanıtı olarak benimsenmiş; halkın deyişiyle “Tarlasını yağmurun yağdığı yere taşıyanlar,” sürekli övülmüştür. Oysa kurnaz, “ikiyüzlü davranış” (brutalité, brutalità, brutality), Brutus sözcüğüyle akrabadır ve bu türden davranış, Türk Ceza Yasalarına insan öldürme suçunda ağırlaştırıcı nedenlerden biri olup, “canavarca his” olarak girmiştir (Eski TCY, m. 450/3; Yeni TCY, m. 82/1.b, Selçuk, Sami, Karşılaştırmalı Hukuk Açısından Canavarca His Sevkiyle Adam öldürme, Yargıtay Dergisi, 1988; Adalet ve Yaşayan Hukuk, İmge Kitabevi, Ankara, Ankara, 2009, s. 415436); Erman, Sahir / Özek, Çetin, Kişilere Karşı işlenen Suçlar, İstanbul, 1994, s. 39; 1.C.D. 7.2.2023, E. 2022/7748, K. 2023/338; 10.1.2023, E. 2022/7395, K. 2023/47; 21.11.2022, E. 2022/862, K.2022/9097; karşı oyda, 1. CD. 6.12.2007, E. 2006/7654, K. 2007/9171).

ABD başkanlarından Eisenhower’ın çeşitli kesimlerden gelen, ünlü danışmanları vardı. Bu danışmanlar, asla “Sultanın sofrasına oturan güvenilemez bilginler” (İmam-I Azam Ebu Hanîfe) değildi. Görevleri, bir gün önce Başkanın yapmış olduğu işlemleri, sadece eleştirmekti, övmek değil. Başkan, önce onları dinler, gereken dersleri çıkarır, daha sonra da çalışmalarına başlardı.

Türkiye’yi yönetenler de böyle yapmalı.

Ve de bütün siyasetçiler, bu son seçimi nesnel olarak çok iyi değerlenmeli.

Oylamanın nesnel sonucuna göre, Türk halkı, özgür istenciyle iktidar partisini azınlığa düşürerek sarı kart göstermiş, ona açıkça “HAYIR, ARTIK ÇEKİL!” muhalefete de “ÇOĞUNLUKTA OLMANIN SORUMLULUĞUNU YÜKLEN!” demiştir.

Evet. “Meşruluk, barış meleği”dir. İletisi ve HUKUKUN BU ÇAĞRISI da, yoruma, özürlere, mızıkçılığa kapalıdır; açık ve de kesindir.

İktidar çekilmeli, ülkeye hukuk ve barış yeniden gelmelidir. Çünkü demokraside hiç kimse çoğunluk istencini ortaya koyan gücün üstünde değil; o gücün buyruğu altındadır. Bu kurala uymayan her girişim, hukuk ve adalet dışıdır.

Şunu da hiç kimse unutmamalı: Anasından doğan her İNSAN için Alman Anayasası’nın birinci maddesinin birinci fıkrası şöyle demektedir: “İnsanın şerefine (özsaygı, saygınlık) dokunulamaz. Bütün devlet gücü, bu değere saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.”

Hukukta bu kuralın adı, “SONSUZLUK, EBEDİLİK KURALI”dır (Rüthers, Bernd / Fischer, Christian / Birk, Axel, [Doğan, İlyas / Aldudak, Rukiye / Eyman, Aydın], Hukuk Teorisi, Ankara, 2020, s. 363).

Bu yüzden iktidar, “Yanlışlarımızı anladık. Başka partilerden seçilenler de bizim insanlarımız” gibilerden sözlerle hiç kimseyi kandırmaya kalkışmamalıdır. İnanmış Müslümanlar, Kur’an’ı dinler. İkiyüzlülere, riyakârlara, mürailere asla kulak vermez (Bakara, 264, 266, 270, 272; Âl-İmrân, 188; Nisâ, 38,39,108; Mâûn, 6), hile-i şeriyelere (yasayı dolanma, fraude à la loi, frode alla legge) kalkışmaz. Köşesine çekilerek, Merhum Ecevit gibi, geleceğin siyasetçilerine ahlak dersi verir, vermesi de gerekir.

İnanıyoruz ki, en azından “sarı yelekliler” (gilets jaunes) kadar saygın ve şerefli olan Türk halkı, bu sonuca katlanmayanlara her türden hukuksal, meşru, yasal yollarla elbette karşı çıkacak; yirmi bir yıldır yaşananları, kuşkusuz tarihin yargılarına bırakarak, bir daha yaşanmaması için, soğukkanlı olarak değerlendirecek ve de asla unutmayacaktır.

Çünkü unutanlar, tarih bilinci olmayanlar, aynı şeyleri yeni baştan yaşamaya mahkûmdurlar.

28 Nisan 2024 Pazar

150 yıllık tartışma: Tevhid-i kuvva mı tefrik-i kuvva mı? Ertuğrul Günay-28/04/2024

Türkiye Cumhuriyetinin ilk anayasası olan 1924 Anayasasının kabul tarihi, -bugünlerde tam 100. yılı doldu- 20 Nisan 1924; 40 yılı aşkın yürürlükte bulunan 1982 Anayasasında köklü değişiklik yapan ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümeti Sistemi’nin referandum tarihi de 16 Nisan 2017’dir.

1924 Anayasasının 100. yılında -geçen haftalarda- değerli yazar Taha Akyol’un, bu anayasanın kabul sürecinde TBMM’de ve dönemin basınında yapılan tartışmaları içeren ve anayasa sürecimize ışık tutan bir kitabı yayınlandı. Akyol, ilgiyle okuduğum kitabında, Cumhuriyeti kuran İkinci Meclisin, ‘milli egemenlik’ kavramı üzerindeki hassasiyetini ve -bizzat Atatürk tarafından atanmış üyelerinin- egemenliğin kişiselleşmesi olasılıkları karşısında sergilediği duyarlılığı ilginç alıntılarla okurların bilgisine sunuyor. 1924 Anayasasının hazırlanma ve kabul sürecinde, egemenliğin asli unsurları olan ‘yasama /yürütme /yargı’ erklerinin görev ve yetkileri üzerinde -bugün de güncelliğini koruyan- önemli tartışmalar yapılıyor.

***

Bizim anayasacılık tarihimizin yaklaşık 150 yıllık geçmişi var.

1808 tarihli, merkezi iktidarın taşralı toprak ve güç sahiplerine karşı yetkilerini kısıtlamayı öngören ve uygulamada gerçeklik kazanamayan Sened-i İttifak bir yana bırakılırsa, anayasa sayılabilecek ilk hukuk belgemiz 1876 tarihli Kanun-u Esasi’dir.

Kanun-u Esasi, Ayan Meclisi ve Meclis-i Mebusan olmak üzere iki kanatlı bir parlamentoyu öngörmekle birlikte, Ayan Meclisi üyelerinin atanması ve Bakanların (Heyet-i Vükela’nın) seçimi ve azli ile Meclisi fesih yetkisinin padişaha ait olması açısından, yetkileri büyük ölçüde tek elde toplayan ve etkili bir yürürlük süreci yaşayamayan bir ‘parlamenter monarşi’ denemesi olarak kaldı. İlk kez bir parlamento ve Bakanlar Kurulu oluşturmak bakımından bir tür ‘Tefrik-i Kuvva’ (kuvvetler ayrılığı) niyet ve girişimi olarak nitelense de, kurulan sisteme bu vasfı atfetmek oldukça zordur.

Buna karşılık, 1876 Anayasasını yürürlükten kaldırmayan, ancak Kurtuluş Savaşı şartlarında, devletin yapısı hakkında yeni hükümler getiren 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun öngördüğü sistem ise, tam bir Meclis İktidarıdır. Kanunun bu belirleyici özelliği 1. ve 2. maddelerde, hiçbir yoruma izin vermeyecek açıklıkla yazılıdır:

“Hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir.” “Yürütme gücü ve yasama yetkisi, milletin yegane ve hakiki temsilcisi olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.”

Bu dönemde Meclis Başkanı, aynı zamanda hükümet (icra vekilleri heyeti) başkanı olduğu gibi, Meclis kendi üyeleri arasından özel yetkili mahkemeler kurdu ve bu mahkemeler (İstiklal Mahkemeleri) itiraz ve temyizi olmayan kararlar verdi. Bu açıdan, yasama, yürütme ve yargı tartışmasız Meclisin elinde ve hükmündedir.

1921- 24 dönemi, ‘kuvvetler birliği’ (zamanın diliyle: Tevhid-i Kuvva) anlayışının, en sert biçimde uygulandığı dönemdir.

Birinci Dünya Savaşı yıkıntısından yeni bir devlet çıkarmaya çalışan Gazi Meclis’in bu tutumu, dönemin şartları içinde anlayışla karşılanabilir. Nitekim, Birinci Meclisin bazı üyeleri, bu hak ve yetkilere sahip çıkmayı her koşulda ve herkese karşı özenle korumaya çalıştılar ki, TBMM Başkanı M. Kemal (Atatürk) Paşa’nın bazı tasarruf ve olağanüstü yetkilerini de titizlikle ve cesaretle tartışma konusu yapmaktan çekinmediler.

Gazi Meclisin, sonra hiç bir Mecliste görülmeyen özgür ve cesur tartışma ortamı, bir süre sonra bazı gruplaşmalara neden oldu; merkezini M.Kemal’e tam bağlıların oluşturduğu Birinci Gruba karşı, daha eleştirel yaklaşımlarda bulunanlar İkinci Grubu oluşturdular.

Birinci Meclis, Kurtuluş Savaşının 30 Ağustos 1922’de zaferle sonuçlanmasından sonra 1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar verdi ve 15 Nisan 1922’de (yine Nisan) son oturumunu yaparak görevini onurla tamamladı. 28 Haziran 1923’te yapılan seçimlerde adaylar ve seçilenler tümüyle Birinci Grup üyeleriydi. Muhalefet ilk seçimde tasfiye edilmişti.

1924 Anayasasını hazırlayan ve kabul eden İkinci TBMM üyeleri, hemen tümü M. Kemal Paşa’nın onayından geçmiş isimler olmasına karşın, anayasa tartışmalarında ilkeli ve cesur tavırlar aldılar; hazırlık komisyonunun -büyük olasılıkla M. Kemal’in isteği doğrultusunda- önerdiği, Cumhurbaşkanının Meclisi feshedebilme yetkisine, kararlılıkla karşı çıktılar ve sonunda -1876 Anayasasının padişaha verdiği bu yetkiyi- önlediler.

Sayın Akyol kitabında, BMM tutanaklarını ve dönemin basınını inceleyerek bu konularda çarpıcı örnekler veriyor. Komisyon Başkanı Yunus Nadi, Recep Peker; Şükrü Saracoğlu gibi Tek Parti döneminin önde gelenleri ‘kuvvetler birliği’ anlayışını savunurken, Ahmet Emin (Yalman), Hüseyin Cahit (Yalçın) gibi tanınmış gazeteciler, Ağaoğlu Ahmet Bey gibi aydınlar ve Mustafa Necati, Mahmut Esat (Bozkurt) gibi genç Kemalistler, yazıları ve konuşmalarıyla, daha dengeli bir sistemden yana tavır alıyorlar.

İlginçtir; Ankara hükümetinin bazı politikalarına tecrübenin verdiği itidalle yaklaşan ve eleştirel tutum takınan İttihatçı Hüseyin Cahit Bey (Yalçın), Tek Parti döneminde tutumunun bedelini zaman zaman nezarete alınmak, hatta tutuklanmakla öderken, aynı eleştirel tutumunu sürdürdüğü yazıları nedeniyle Demokrat Parti döneminde de tutuklanacak ve 80 yaşında cezaevine girecektir.

Bizim siyaset dünyamızda ‘doğru söyleyenin dokuz köyden kovulması’, her devirde tekrarlanan acı bir gerçektir.

***

Meclisteki itiraz ve basındaki eleştirilere rağmen sonuçta 1924 Anayasası da, ‘kuvvetler birliği’ ilkesinin ağırlık kazandığı bir metin oldu: Egemenliğin sahibi millettir ve millet, yasama ve yürütme yetki ve görevlerini Meclis eliyle kullanır. TBMM tarafından seçilen cumhurbaşkanı, aynı zamanda çoğunluk partisinin başkanı olarak TBMM üyelerini de kendisi belirlemektedir. Yetkiler, tek eldedir; anayasada yazılı Meclis egemenliği, 1921’e göre fiiliyatta daha kişiselleşmiştir.

1921 Anayasasından farklı olarak, bu kez yargı yetkisinin bağımsız mahkemelerce kullanılacağı belirtilmiş olmasına karşın, tabii hakim ilkesi ve hakimlik teminatı sağlam temellere bağlanmış değildir.

Nitekim, hemen 1925’te Şeyh Said isyanının ardından ‘Takrir-i Sükun Kanunu yürürlüğe girer ve yine İstiklal Mahkemeleri kurulur. (Bu mahkemelerin tutumu ve Cumhuriyetin ilk muhalif partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılması ve kurucularının sudan sebeplerle yargılanması, konumuzu aşan ayrı bir yazı konusudur).

Tek Parti döneminde fazlaca tartışma konusu olmayan 1924 Anayasasının, 1946’da çok partili döneme geçilirken, yeni dönemin gereklerine uygun biçimde değiştirilememiş olması büyük talihsizlik oldu. Bir yanda ‘kuvvetler birliği’ anlayışına dayanan anayasa, öte yanda çoğunluk tahakkümüne yol açan seçim yasası ile, yeni dönemde Demokrat Parti iktidarı, ilk dört yılın ardından, ‘demokrat’ olmak yerine, yeni bir Tek Parti iktidarı olmaya yeltendi.

Akyol, tanınmış gazeteci Metin Toker’den de alıntı yaparak, DP kurucularına ilişkin isabetli bir tespit yapıyor, (s.162). Demokrat Parti kurucuları, esas olarak siyasi tecrübe ve terbiyelerini CHP’de kazanmış kişilerdi. Celal Bayar ve Refik Koraltan ilk Meclisten, Adnan Menderes 15 yıldan beri CHP milletvekilleriydiler. Çoğunluk sistemine dayanan adaletsiz seçim kanunu nedeniyle kazandıkları ‘ezici’ çoğunluğun, onları Tek Parti takliti bir yönetime sürüklemesi doğaldı.

Gerçi, Taha Bey, 1950 seçimine giderken İsmet (İnönü) Paşa’nın ‘kuvvetler ayrılığı’na dayanan yeni bir sistem önerdiğini, Celal Bayar’ın buna karşı çıktığını yazıyor, (s.161).

Celal Bayar’ın bu konudaki katı tutumu biliniyor. Ancak İsmet İnönü’nün bu öneride -bulunduysa- geç kaldığı da açıktır. 1946’da çok partili sisteme geçme kararı verirken, bu kararına koşut olarak kuvvetler ayrılığına dayalı bir yeni anayasa ve adaletli bir seçim yasası getirseydi, bunu kim önleyebilirdi?

***

1924 Anayasasının zamanında değiştirilmemiş olması, Türkiye demokrasisinin çocukluk çağında önce krize ve ardından talihsiz bir kazaya uğramasına yol açtı. Ancak, 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası hazırlanan ve yürürlüğe giren 1961 Anayasası ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesini demokratik siyasetin temeli yapmak isteyen bir hukuk belgesi oldu.

Millet Meclisi ve Senato olmak üzere iki kanatlı parlamento, bağımsız ve tarafsız cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi, idarenin eylem ve işlemlerine yargı denetimi, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi gibi yeni kural ve kurumlar, insan haklarına ve kuvvetler ayrılığına dayanan gerçek bir ‘demokratik hukuk devleti’ kurmayı amaçlıyordu.

1961 Anayasasının bu olumlu niteliği, 27 Mayıs darbesinin ve bu süreçte yaşanan haksız yargılama ve cezaların ve talihsiz infazların gölgesinde kaldı; önemi yeterince anlaşılamadı, kurumlar sahiplenilemedi, kurallar içselleştirilemedi. Üstelik anayasada yer alan ‘Tabii Senatörlük’ ve darbecilere getirilen yargılama yasağı gibi kurum ve hükümler, anayasanın demokratlık niteliğini gölgeliyordu.

Oysa, 27 Mayıs 1960’da darbe yerine, aynı yıl sonbaharda yahut 1961’de seçim olsa, büyük olasılıkla iktidar değişecek ve yeni anayasa, halk oyuyla seçilmiş Meclisin eseri olacaktı. 1957 seçim sonuçları bu umuda haklılık kazandırıyordu.

1961 Anayasasının ardından gelen on yıllarda yaşanan siyasi krizlerin faturası, ehliyetsiz, liyakatsiz yöneticilerden ve seçim sonuçlarını içlerinde sindiremeyen birtakım asker-sivil ‘sözde’ aydınlardan daha çok ve öncelikle anayasaya çıkarıldı; böyle olması herkesin işine geldi.

1971 Müdahalesi ve 1980 darbesi sonrasında kuvvetler ayrılığı ilkesi örselendi; döneme ve kişiye uygun düzenlemeler yapılmaya çalışıldı. Devletin ve siyasetin hukuk içinde kalmasının içselleştirilmesi yerine, hukukun devletin ve siyasetin güdümüne girmesine yönelik arayışlar gelişti. 1982 Anayasasının bir darbe liderine göre düzenlediği cumhurbaşkanı yetkileri, 1982’den 2012’ye kadar geçen kırk yılda parlamenter demokrasinin gereklerine uygun olarak yeniden düzenlenemedi. Bu yolda yapılan girişimler, iktidarların ve muhalefetin ortak aymazlığıyla sonuçsuz kaldı.

2007’de muhalefetin anlamsız ve talihsiz engellemesi yüzünden cumhurbaşkanının TBMM yerine, genel oyla seçilmesi yoluna gidildi. 2014’de ilk kez genel seçimle seçilen cumhurbaşkanının, yetkilerinin arttırılmasını talep edeceği açıktı. Öyle de oldu. 2017 değişikliğiyle, Cumhurbaşkanına partili (taraflı) olma yolu açıldı. Başbakanlık ve Bakanlar Kurulu kaldırıldı; yürütme yetkisi tek başına cumhurbaşkanına verildi.

Bugün, Cumhurbaşkanı partili olmakla yetinmeyip parti başkanı da olunca, partisinin tüm TBMM üyelerini belirleme imkanına ve böylelikle Yasama’ya egemen olma gücüne de sahip. Yüksek yargıda, tarafsız cumhurbaşkanı için düzenlenmiş atama yetkilerini kullanıyor ve yargıda da büyük ölçüde etkili.

Geldiğimiz yer, tam bir ‘tevhid-i kuvva’ manzarası; bir bakıma 1921’in de gerisinde.

Çünkü Meclis, egemenliğin kişiselleşmesine dirayetle karşı koyabilen 1921’in Gazi Meclisi değil.

Özetle, 150 yılın tecrübesinin öğrettiği şudur: Demokrasi olmak için önemli olan kuvvetler ayrılığıdır. Kuvvetler ayrılığı olmayınca, rejimin ve sistemin adı ne olursa olsun (monarşi yahut cumhuriyet, başkanlık yahut parlamenter), demokratik hukuk devleti olmak mümkün olmuyor.

Sayın Taha Akyol’a, 23 Nisan’ın yıldönümünde ve 1924 Anayasasının 100. yılında, kitabıyla bu konulara yeniden değinmemize vesile olduğu için teşekkür ederim.

22 Nisan 2024 Pazartesi

Bu da benim sana ayrılırken şikayetim olsun Sema Nur Çelikdağ-22/04/2024

Hepimizin bildiği ve göz önünde olup biten bazı şeyler var. Yaklaşık yirmi iki yıllık iktidarla Türkiye’de bütün dengeleri önce alt üst eden ve en nihayetinde alışık olduğumuz bir sona evrilen Ak Parti’nin ve siyasal İslam’ın sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bunu küresel ölçekte değerlendirmek ve bir Türk-İslam siyasetinin politik karşılığını deşifre etmek zaman alacak elbette. Birçok bileşen ve aslında belirleyici sinir uçları ile Türkiye’de İslam’ın iktidarı, her açıdan ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken malzemelerden müteşekkil. Çoğu akademisyen ve düşünürün bir ucundan tutup aydınlatması ile manzaraya daha geniş bir açıdan, belki de yüksekçe bir yerden bakma şansımız olabilir. Tek ve yekpare bir anlam, tatmin edici bir sonuç çıkar mı ve Türkiye, siyasî ritmini bozup her yirmi yılda bir dönüştüğü bu kaotik ilişkiden kurtulabilir mi hep beraber yaşayıp göreceğiz.

Ancak uzun uzadıya beklemeden de bazı şeyleri çözmek mümkün. Basit genellemeler ve alışkın olduğumuz, aslında çok da sevdiğimiz düz bir mantıkla işin içinden çıkmak gerçek anlamda bir hesaplaşmanın önünü tıkayacağı için mümkün olan en sade haliyle bu konudaki fikrimi belirtmek isterim. 2002’deki iktidarın coşkusunu bizzat yaşayan ve en nihayet bir şeylerin değişeceğini uman ilk gençliğim, bugün yerini büyük bir hayal kırıklığına bırakmış olan orta yaşa teslim olmuş durumda. Benzer şekilde coşkusundan sıyrılan ve makro düzeyde yaşanan her şeyle mikro ölçekte hesaplaşan birçok insandan biriyim ben de. Sayımız aslında çok belirgin, adına inançlı, muhafazakâr, sağcı ya da her ne denirse densin, Ak Parti tabanı olarak bilinen seçmenin değişip dönüştüğünü söylemek mümkün. 2024 yerel seçimleri ile ayyuka çıkan ve görünür bir şekilde mevcut politikalara bir şamar indiren bu dönüşüm, kendi mahallesinden tekfir edilen yersiz yurtsuzlardan müteşekkil bir cemaati aslında çok daha önceden oluşturdu. (Cemaat kelimesinin Ak Parti iktidarına nasip olan eciş bücüşlüğü üzerine de başka bir zaman konuşmak güzel olabilir).

İktidar ayrışması olarak tanımlayacağım ve Ak Parti ile muhafazakâr bazı seçmenler arasında yaşanan fikrî düzeydeki ayrılığı kastedecek olan bu ifade, sadece siyaseten gerçekleşen bir eylemden çok daha fazlası olarak, beraberce yola çıkarken sırtlandığımız her anlam için de gerçekleşen bir farklılaşmaya dönüştü. Siyaseten kazanılan ancak dinen kaybedilen ya da zayıflayan bazı kavramların problemi, görünür zaferlerin arasında silik birer kaygı emaresi muamelesi görse de aslında çok gerçek ve önemli. Bu mananın peşinde olan ve gittikçe kayan merkezin endişesini taşıyanların söylediklerinin duyulmasını engelleyen şeyleri düşününce, iç içe geçmiş ve aslında fark edilmesi çok da zor olmayan bir örüntü görmek mümkün. Zafer, rövanş, hırs ve güçlü olmanın verdiği haz, Ercan Geçkin’in ifadesiyle nöbetleşe bir hınçla bir elden ötekine geçen bir aynîlik halinden fazlası olamadı.

Türkiye’de muhafazakârlığın üzerinde taşıdığı damga ile kendisini kabul ettirme gayreti ki burada damga ifadesinin bir aşağılama ya da ötekileştirme gayretinden ziyade muhafazakârlığın karşıtlık üzerinden kendini tanımlamasına referans verdiğini belirtmek isterim, çatışma üzerinden bilinirlik, Kemalist ve laik devlet düzeninde inancın, inançlı insanların görünür olmak çabasını ifade etme biçimine dönüştü. Sen oysan ben de buyum ifadesinin, yavan ama bariz olan anlamına selam veren bu çatışma, kendi görünürlüğünü de bu yolla inşa etti.

Çamlıca Camii, Aysofya’nın ibadete açılması ve ‘külliye’lerin inşası gibi Türkiye’ye muhafazakâr bir veche kazandırmanın bir gayretiydi ve orada bir cami olmasının mutluluğu, orada bir cami olmasını istemeyenleri huzursuz etmenin verdiği hazla karıştı. Dindarların uzun süre önemsenmemiş olan aidiyeti, onları görmeyenlerin gözlerinin içine baka baka bu şekilde sağlandı. Görünürlüğü bastırılan ve yok sayılan olmanın verdiği öfkeyi arkasına alan Ak Partinin, ilk on yılında olmasa da sonraki süreçte itici güç olarak bunu kullandığını iddia etmek yanlış olmaz. İç siyasetin çoğu kritik sorununu, parmak sallayan bir ifade ile geçmişe referansla çözüyor olmak iktidarın asıl merkezini muhafaza ederken muhalefetin de başka bir yöne kaymasına bir bakıma engel oluşturdu. İktidarın ihtiyaç duyduğu hayat öpücüğü, geçmişin türlü zaman aralıklarından çıkıp gelerek herkesi yerli yerine sabitledi. Buna ihtiyatla yaklaşıyorum çünkü bu çaba bütün bütün başarılı olmuş değil. Muhalefetin yerinden kıpırdayıp ‘halka’ inme çabasının, siyaseten bir anlaşma olduğu iddia edilse de hatırı sayılır bir karşılık bulduğunu itiraf etmek gerekiyor. En nihayetinde ben değiştim diyerek kendisini Beyaz Türklere kabul ettirmeye çalışan Recep Tayyip Erdoğan’dan sonra bakın ben de değiştim diyen bir Kemal Kılıçdaroğlu’nu muhafazakârlar neden kabul etmesindi?

Sağ ve sol seçmendeki direnç noktaları konuşulması gereken başka bir konu olduğu için tartışmaya açık olarak bırakıyorum. Benim üstünde durmaya çalıştığım, Türkiye sağının, eleştirdiği sol siyasete dayanan pratiğini fark edip bu denklemden dinî inancını çıkarıp almaya çalışan muhafazakârların tercihleri. Birçoğu için ki bu hatırı sayılır bir miktara denk geliyor, siyasî örüntünün ortaya çıkardığı sonuç bir ve aynı. Geçmişin mağduru bugünün zalimi olurken zorlanmadığı gibi müminin alamet-i farikası sayılan ferasetin işini yapmasına da izin vermiyor.

Bu sonuç en basit haliyle inancın siyasal İslam’a karşı tam bir yenilgisi olarak okunabilir mi? Belki evet belki de hayır. Ne ferasetin kuvvetli bir kavram olarak bir mümini tanımlaması meselesini ve ne de bu dini terminolojiyi tartışmak niyetindeyim. Din ve siyaset ilişkisinde mutlak bir doğrunun çıkmaması üzerine düşündüğümüzde, iktidar lehine teslim edilen inancın, hakikatin doğasını eğip bükmek konusunda mahir olan siyasete karşı sıkıştığı yeri konuşmak bireysel bir mesuliyet olabilir mi diye düşünüyorum. Bunu konuşmaya teşebbüs edenlerin uğradığı tekfirin yegâne sebebinin de neyi nasıl ve ne kadar anlayacağımızın sınırlarını belirleyen bu ilişkinin biçimi olabilir mi diye soruyorum.

Bu soruları, kendimi muhafazakâr bir seçmen olarak tanımladığım için önce kendime sordum. Hatta uzunca bir süredir hesaplaştığım birçok konu ile hiçbir amaya sığınmadan ve geçmişin mağduriyetlerine ağlamak kolaylığından da sıyrılarak yaptım bunu. İnancı adım adım kabul etmek yerine, hazır dikim, kalıp bir elbise gibi giyinmiş olmanın getirdiği şaşkınlık gariptir ki kendini en çok bu hesaplaşmalarda gösteriyor. Yeniden kurmak, tekrar düşünmek ve soru sormak inancın doğasında mevcutken, dinin siyasetle olan ilişkisinde kimseye alan bırakmayan bir Gulyabani’ye dönüşmesine bu şekilde şahit oluyorsunuz. Edhem Eldem Hoca’nın, ‘’Osmanlı Tarihini Türklerden Kurtarmak’’ makalesinden mülhem bir ifade ile İslam’ı siyasetin elinden alıp yerli yerine koymak ve hatta acaba yeri neresidir diye yeniden bir tartışma yapmak mümkünmüş gibi geliyor bana. Tecrübe edilmiş ve sorunlarla yüzleşilmiş her ilişkide olduğu gibi böylesi bir yaklaşım bize yeni bir davranışı öğrenme fırsatı tanıyacaktır. Bilmediğimiz ya da yanlış bildiklerimizi düzelttiğimiz yeni bir yorumla, din nedir ve tam olarak nerede durup hangi dertlere derman olmalıdır sorularını yeniden sorma imkânını bularak ve bunu konuşmaktan korkmayarak.

Yirmi iki yıllık iktidarın getirip kucağımıza bıraktığı sonuç, siyaseten yenilginin nedenselliğinden ziyade, bazı şeylerle yeniden muhatap olma hali olabilir. Romantik bir bakış açısından ziyade kimseyi suçlamadan mesuliyet almak ve daha derin bir çözüm için gayrete niyet etmek. Bunun kabulü de en temel ve en bilinir argümanların sorgulanıp tartışılması ile mümkün. Yani dinin bilinen en vurucu emri olan akletmekle. Çok dar bir dairede ki buna bireysel bakış açısı demek yanlış olmaz, gerçekleşebilecek bir manevra ile en azından dinin siyasetle ilişkisini kesmek gibi bir mesuliyeti kişisel olarak üstlenebiliriz.

Bu yüzleşme ve hakiki anlamda hesaplaşmayı gerçekleştirmeden muhafazakâr mefkûrenin kendi normatif standartlarını belirlemesini beklemek havanda su dövmekle eş değer bir çabaya karşılık gelecektir. Ak Parti siyasetinin bel kemiği olan bu çatışma refleksine teslim edilen din, görünürde muhafazakâr kimlikli bir bilinç inşa etse de arka planda gerileyen bir anlam, kavram ve pratik yoksunluğu doğurdu.

Gittikçe zayıflayan, siyasetin manevralarına göre şekil alan bir dinin doğması ile inançla kurulan bağ zayıfladı. Türkiye’nin dindarlığı ve aslında ne kadar muhafazakâr olduğuyla ilgili soruları tartışmaya açan çalışmalar mevcut. Bu çalışmalar bize muhafazakârdan kastın ne olduğu, dinî pratiklerin sürdürülebilirliği ve dindarlık kavramının neyi kapsayıp neyi dışarda bıraktığı ile ilgili detaylı veriler sunabilir. Ancak acil olan ve bugünden bakınca fark edilen şey görülmesi gereken bir hesaplaşmanın bizi beklediğidir. Hakiki anlamda değişim ancak ve ancak bütün amaları ve savunmaları bir kenara bırakarak gerçekleşecek olan bu eylemle mümkün. Çünkü Kemalist söylem ve laikliğin çarpık yorumunun reddine sırtını dayayan AKP iktidarı, yerleşiklere karşı verdiği savaşta kendine ait bir dil ve beceri geliştiremediği gibi aslında var olan hiyerarşiyi pekiştirmekten öteye geçemedi. Aksine, kural koyucu olarak varlığına karşı çıktığı her şeyin belirleyiciliğinin altını daha da çizdi. Bu ilişki biçimi doğru bir sonuç doğuramayacağı için de öncelikli olanın herkesin kendi adına bireysel bir hesap ile masadan kalkması olmalıdır. Bu hesabın doğrudan ve ilk muhatabı da ne kadar kaçarlarsa kaçsınlar, din ve siyaset ilişkisi sonucunda ölü doğan iddianın sahipleri olan muhafazakâr seçmen ve belki de dinî kaygıya sahip olan herkestir.

17 Nisan 2024 Çarşamba

‘Müslümanlıkta itaat kadar, itiraz ve isyan ahlakı da önemlidir’ Prof. Dr. Ali Bardakoğlu-15/04/2024

‘İslam devleti’ kavramı, tarihsel ve olgusal olarak ne ifade ediyor ve neye karşılık geliyor?

Burada önemli ve kilit nokta, İslam kelimesini nasıl kullandığımızla alâkalı. İslam kelimesi bazen dinin kendisini, bazen tarihini, bazen de Müslümanları veya Müslümanların kültürlerine ait bir tecrübeyi ifade edebiliyor. Din olarak İslam Kur’an’la geldi, Hz. Peygamber’e vahiyle başladı ve Peygamber’in vefatıyla Allah din olarak söyleyeceklerini tamamladı. Peygamberimiz de yirmiüç yıllık nübüvvet döneminde gereken rehberliği ve açıklamaları yaptı. Artık bundan sonra Müslümanların tarihi başladı. Bu yüzden Hz. Peygamber’den sonraki dönemi, Müslümanların tarihsel tecrübesi olarak görmek gerekir. Bu din kıyamete kadar devam edeceğine göre bu tarihsel tecrübe de farklı coğrafyalarda, farklı farklı şekil, renk ve tonlarda da olsa kıyamete kadar devam edecek demektir. Hal böyle olunca, Müslümanların gerek Raşid Halifeler döneminde, gerek Emevîler, Abbasîler, Fâtımîler, Memlükler, Selçuklular, Osmanlılar döneminde kurdukları devletler, oluşan siyasal yapılar tamamen tarihsel tecrübeye ait gelişmelerdir. Biz bu tecrübe kesitlerine daha çok hanedan ismine atıfla Abbasîler, Selçuklular, Osmanlılar şeklinde özel isimler vermekteyiz. Fakat hepsini birden ifade etmek için modern dönemde ‘İslam devletleri’ denmeye başlandı. İslam mimarisi, İslam sanatları, İslam ekonomisi dendiği gibi...

Diğer alanlardan örnek verelim: Müslümanların ticaret yapma usulleri çağlara göre, bölgelere göre değişiyor. Denizin olduğu yerde deniz ticareti, karanın olduğu yerde kervan ticareti öne çıktı. Ama bunu Müslümanlar yaptı diye biz bu kervan ticaretine ‘İslam ticareti’ demiyoruz. İşin aslı şu: Din evrensel bir mesaj getirir ve o dine inananlar kendi kültürleri, şartları, imkânları çerçevesinde o dini uygulamaya çalışırlar. Bu uygulama artık dine ait değil, insanlara ve yeryüzüne aittir. Böyle olunca ‘İslam devleti’ ve ‘İslam siyaseti’ tabirleri çok ciddi bir algı bozukluğu, bir yanılsama meydana getiriyor. Mesela Emevî’ye ‘bir İslam devleti’ diyoruz ve bu tabir kelime olarak ilk bakışta ‘İslam’ın ilkelerine göre, İslam’ın gereklerine göre kurulmuş bir devlet’ anlamına geliyor. Abbasîlere ‘İslam devleti’ diyoruz. Murâbıtlara ‘İslam devleti’ diyoruz. Müslümanların ticari hayatına ‘İslam ticareti’ diyoruz. Şu veya bu dönemdeki halife, kral, vezirler ve onların yönetim tarzına ‘İslam siyaset teorisi’ diyoruz. Böyle olunca da, İslam kelimesi çok yanlış yerde ve yanlış bir algıyı besleyecek şekilde kullanılıyor.

‘İslam devleti’ tabiri ilk bakışta ‘İslam’ın ilkelerine göre, İslam’ın gereklerine göre kurulmuş bir devlet’ anlamına geliyor. Şu veya bu dönemdeki halife, kral, vezirler ve onların yönetim tarzına da ‘İslam siyaset teorisi’ diyoruz. Böyle olunca, İslam kelimesi çok yanlış bir algıyı besleyecek şekilde kullanılıyor.

 Sorduğunuz soru bu yaygın ama yanlış algılamaya göre oluştuğu için, onu cevaplayayım: İslam devleti var mıydı?

Hz. Peygamber’in Mekke’de devlet kurmadığını, sadece davet yaptığını, insanları dine davetle başladığını biliyoruz. Medine’de bir şehir/site devleti diyebileceğimiz bir organizasyon oldu ve bunun başında Hz. Peygamber vardı. Ama bu yapı Arap kabile sisteminin daha gelişmiş şekliydi. Medine Sözleşmesiyle taraflar arasında belli bir barış sağlandı. Böylece hem Medine’nin huzurlu bir şehir olması, hem de dışarıdan gelecek saldırılara karşı şehrin birlikte korunması imkânı doğdu. Müslümanlar bir Medine pazarı kurdular, giderek ticari âdetler gelişti, dayanışma arttı. Bedir ve Uhud savaşlarıyla da Müslümanlar birbirine kenetlendi, bugünkü tabiriyle site devleti diyebileceğimiz bir organizasyon ortaya çıktı. Buna İslam’ın gelişinden sonra Müslümanların kurduğu ilk devlet, devlet olma yönündeki ilk teşebbüsler de diyebiliriz. Raşid Halifeler döneminde sınırlar genişledi. Mısır, Suriye, Irak vs. fethedildi. Böyle olunca, daha Hz. Ömer’le birlikte divanlar kurulmaya, fethedilen bölgelere yönetici, vali, âmil, yani hem dini tebliğ edecek hem oraları çekip çevirecek kişiler, oralarda belli vergileri toplayacak kişiler gönderilmeye başlandı. Böylece Dört Halife döneminde devletleşme yönünde önemli adımlar atıldı.

Bu süreç niye böyle yavaş işledi? Çünkü Araplarda devlet tecrübesi ve geleneği yoktu. Araplar kabile halinde yaşıyorlardı ve her kabile bağımsızdı; bir kabilenin diğerini egemenlik altına alması çok zordu. Kabileler arası en büyük mücadele de bu yüzden, bir de geçim sıkıntıları ve ayakta kalma amacıyla oluyordu. Bu sebeple kabileler arasında sık sık yağmacılık ve baskınlar yaşanıyordu. Normal zamanda ise kabileler, kabile başkanı ve aile büyüğünün geleneksel otoritesi altında kendi yağıyla kavruluyordu. Yemen’de kadim devlet geleneği, Irak’ta Sâsânîler, Suriye’de Bizans vardı; Araplar o tecrübeyi az-çok gördüler. Ama bu tip tecrübeler görmekle olmaz, yaşamakla olur. Onun için de Dört Halife döneminde devletleşme yönünde bazı adımlar atıldı. Emevîler, yani Kureyş’in sevk ve idarede isim yapmış bir kolu, Muaviye’den sonra devleti Şam’da tesis ettiler.

Bu oluşumda Emevîlerin Bizans ve Irak tecrübesini görmüş olmalarının da katkısı vardır elbette. Emevî devleti de komşu devletler gibi saltanat sistemiyle işledi. Zaten o dönemde saltanat sistemi dışında bir alternatif pek gerçekçi sayılmaz. Arapların alışkın oldukları usulle bir şehir ve kabile yönetimi olur, ama devlet sistemine geçmişseniz bir kamusal düzen, bir otorite o devirde gerekiyor. Emevîler de Arap milliyetçiliği üzerine, ama katı işleyişi olan bir devlet oluşturdular. Ondan sonra Abbasî ihtilali oldu. Abbasîler Emevîleri alaşağı ettiler ve imparatorluk diyebileceğimiz bir tarzda geniş coğrafyada hüküm sürdüler. Bu da son derece anlaşılabilir bir durumdur. Abbasî imparatorluğunun zayıflamasıyla birlikte küçük küçük devletler oluşmaya başladı. Abbasîlerle beraber Endülüs’te Endülüs Emevî Devleti vardı. Kuzey Afrika’ya İslam yayılınca, o devirde oraları Bağdat’tan yönetme imkânı zayıfladığında oralarda da Bağdat’la irtibatlı, halifeye saygıda kusur etmeyen ama kendi içinde özerk küçük siyasi yapılar oluştu ve zamanla müstakil devletler haline geldiler. Böylece Abbasîlerin devamında Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlıların devlet tecrübesi yaşandı. Osmanlılar hem İlhanlılardan ve kadim Türk geleneğinden tevarüs ettikleri bir tecrübeyi, hem Bizans tecrübesini, hem de Hicaz ve Abbasîlerden gelen dinî içerikli yönetim düşüncesini harmanladılar; böylece nev’i şahsına münhasır bir yönetim tarzı oluştu.

Şimdi bütün bu tarihî seyre baktığımız vakit, bunların hangisi İslam devleti? Zaten kadim gelenekte bunlara ‘İslam devleti’ denmedi. Osmanlı dediler, Abbasî dediler, Emevîler, Murâbıtlar dediler. İslam devleti kavramı modern bir kavram ve daha çok Batılıların adlandırmasıdır. Batılılar kendi kurdukları devletlere ‘Hıristiyan devleti’ demezler. Romalılar derler, Avusturya Cermen imparatorluğu derler, İspanya krallığı derler. Yani devletler kabileler, etnik gruplar, coğrafyayla falan anılır. Ama İslam dünyasını toptan böyle ifade edebilmek için İslam devleti tabiri ortaya çıktı. Bizim Müslüman toplumlardaki uygulamalara da hep İslam adını verdiler. Mesela İslam toplumunda İslam’ın temel ahlâkî prensiplerini de göz önüne alarak bir hukuk bilgisi, kültürü ve uygulaması oldu; yargılama oldu, suçlar cezalandırıldı, borçlar tahsil edildi, borcunu ödemeyenlere yaptırımlar uygulandı ve Müslümanlar hayatın içinden kurallar ürettiler. Bunun adı o dönemde ‘fıkıh’ idi, ama modern dönemde buna ‘İslam hukuku’ dediler. Biz de bu adlandırmaya uyduk, ‘fıkıh’ ismini terkettik. ‘Kelam’ adını terkedip ‘İslam düşüncesi’ demeye başladık.

Zaten İslam’ın temel ahlakî prensipleri insanoğlunun fıtrî özellikleridir. Yani din bize her zaman adaletli ve merhametli olunuz, yardımlaşınız, borcunuzu ödeyiniz, kuralları uygularken objektif olunuz, ayrım yapmayınız der. Ticaretinizi yaparken dürüst bir tacir olun, aldatmayın der. Bunlar çok evrensel ahlâkî normlardır aynı zamanda. Müslümanlar ticaretlerini yaparken, suçluları yargılayıp cezalandırırken, aile hayatlarında elbette bu ahlâkî prensipleri de gözettiler. Ancak bu alandaki tecrübe ve düşünce birikimine ‘fıkıh’ diyerek çok yerinde bir adlandırma yaptılar. Batılılar ise yeni dönemde buna ‘Islamic law,’ yani ‘İslam hukuku’ adını verdi. Fıkıh, Allah’a, topluma ve kendimize karşı hak ve sorumluklarımızı, toplumsal hayatta uyulması gereken kuralları bilme ilminin adıydı; Müslümanların yaşadığı hayatla iç içe doğdu ve gelişti. Bu İslam’ın değil, Müslümanların hukuk bilgi ve tecrübesi idi. Statik bir öğretiyi değil, dinamik bir süreci anlatıyordu.

Günümüzde İslam kelimesinin uluorta, rastgele kullanılmaya başlandığını görüyoruz: İslami pop, İslam mimarisi, İslam sanatı, İslam estetiği, İslami siyaset, İslam ekonomisi, İslam parası/dinarı, İslami kıyafet, İslami defile, İslam olimpiyatı ve daha neler. Demek ki biz İslam ve Kur’an kelimesini kullanmakta çok mütesâhiliz, çok gevşeğiz, çok özensiz davranıyoruz.

İslam devleti tabirine dönersek; Müslümanların tarih boyunca kurduğu devletlerin her birinde farklı bir tecrübeyi görüyoruz. Mesela çok katı krallıklar, monarşiler var, daha meşrutî yönetimler var. Bu biraz da halifenin, sultanın, padişahın sevk ve idare anlayışına, kişiliğine bağlı, o günkü şartlara bağlı. Peki biz bu tarihsel tecrübe çeşitliliğinin hangisine ‘İslam siyaseti’ diyeceğiz? Yapılan iş, bunların arasından bugünkü anlayış ve beklentimize uygun olanları çekip almak ve onları, yani kendi yaptığımız seçkiyi ‘İslam siyaset teorisi’ diye adlandırmak oldu. Sözün özeti, Hulefa-i Râşidînden itibaren envâiçeşit siyasi yönetim tarzları var ve her biri farklı bir tecrübeyi yansıtır. Bu da çok anlaşılabilir bir durumdur. Mesela Abbasîler zamanında İslam âlimleri devlet yönetimine dair kitaplar yazdılar. Peki neye göre? Tabii ki gördüğü örnekler, yaşadığı olaylar ve o günkü sisteme göre yazdılar bunları. Satır aralarına beklentilerini de yerleştirdiler. “Padişah karar verirken istişare eder, vergileri toplarken adil olur, haksızlıkları önler. Padişahın/halifenin yanında vezirleri olur, vezirler emaneti ehline verir, kadı adaletle karar verir, yargılarken taraflara eşit davranır” şeklinde ahlakî, insanî, olması gerekene dair kayıtlar düştüler. Mesela Mâverdî el-Ahkâmu’s-Sultâniyye’yi yazdı; biraz olup biteni resmetti, biraz da gerekli nasihat ve yönlendirmelerini dile getirdi. Ebu Yusuf Kitâbü’l-Harac’ı yazdı ve vergileri şöyle toplamak lazım, vergide adaletli olmak, zor durumda olanların üzerine vergiyle gitmemek lazım dedi. Şimdi biz bunlara İslam vergi sistemi mi diyeceğiz? İslam yargı sistemi mi diyeceğiz?

Açık konuşayım! İslam savaşı olmaz, insan savaşı olur; yani insanlar savaşırlar. Din de savaşa dair temel ahlakî prensipler getirir; haddi aşmayın, zulmetmeyin, işkence yapmayın, haksızlık etmeyin, yağma yapmayın der. Savaş İslam’ın bir parçası ve bir gereği değil ki savaşa İslamîlik atfedelim.

Devlet işinde önemli olan adaletin sağlanmasıdır. Padişahın, halifenin, kralın, sultanın görevi, toplumda adaleti, huzuru, güveni tesis etmektir. Tarihteki halife ve sultanlar kendince yapabildiği kadar yaptı. Buradan bakınca onların birazı zulmetti, birazı adil olabildi. Yaptıkları da yapamadıkları da oldu. O devletlerin girdikleri savaşlar da insan savaşlarıydı. Niye mi? Açık konuşayım: İslam savaşı olmaz, insan savaşı olur; yani insanlar savaşırlar. Din de savaşa dair temel ahlakî prensipler getirir; haddi aşmayın, zulmetmeyin, işkence yapmayın, haksızlık etmeyin, yağma yapmayın der. Savaş İslam’ın bir parçası ve bir gereği değil ki savaşa İslamîlik atfedelim. İnsanlar savaşırlar, ama bu savaşanların bir dini de vardır. Biz ona İslam savaşı, Hıristiyanlık savaşı demeyiz. İnsanlar ticaret yaparlar, o insanın yaptığı ticaretin bir örfü, kültürü vardır. Ama tüccar Müslüman olunca ona İslam ticareti demeyiz. Sözün özü, İslam ile Müslümanlığı ayırmak; Müslümana ait olanı, tarihe ait olanı İslam olarak adlandırmamak gerekiyor.

Din evrensel bir mesaj getirir ve o dine inananlar kendi kültürleri, şartları, imkânları çerçevesinde o dini uygulamaya çalışırlar. Bu uygulama artık dine ait değil, insanlara ve yeryüzüne aittir.

Dinî düşüncenin oluşum ve gelişim seyri ile o din mensuplarının tarihsel tecrübesi arasında kopmaz bir bağ vardır. Tarihte olup bitenler bilinmezse, dinî düşüncenin neyi niçin söylediği de pek anlaşılamaz. Bu durum, diğer semavi dinler için olduğu gibi, ilâhî davetin son halkası ve son vahiy İslam için de geçerlidir. İslam Kur’an’la, Hz. Peygamber’in daveti ve sünneti ile vaz’olundu, açıklandı ve tamamlandı. Sahabe neslinden itibaren giderek geniş bir coğrafyaya yayılan Müslümanlar, İslam’ın mesajını anlamaya, onun taleplerini hayatlarında somutlaştırmaya ve kendi şartları içinde yerine getirmeye çalıştılar. Müslümanlar, dinin asılları olan Kur’an ve sünnetin din alanında yaptığı bildirimi anahatlarıyla iyi kavradılar ve bunda bir ihtilaf olmadı. Çünkü Kur’an ve sünnet açık ve anlaşılır bir dille apaçık dinî bilgi getirdi. İslam’ın ve Kur’an’ın bir sıfatının mübin (apaçık) olmasının anlamı da budur. Ancak Kur’an ve sünnette yer alan dinî bilginin yorumunda, yani dinî bilgiye dair bilgi ve yorumda hayatın akışına göre Müslümanlar haliyle farklı farklı düşüneceklerdi. Öyle de oldu. Dinin anlaşılmasında ve getirdiği mesajın yorumunda bölgelere ve döneme göre, hatta bakış açılarına göre farklılaşmalar oldu. Orta Asya’dan Kuzey Afrika ile Endülüs’e, Yemen ve Hindistan’dan Kafkasya ve Balkanlara kadar uzanan geniş İslam coğrafyasında birbirinden hayli farklı anlayışlar, yorumlar, mezhep ve meşrepler, buna bağlı olarak da farklı dinî tecrübeler ortaya çıktı. Buna da biz ‘İslam’ın tarihsel tecrübesi’ ya da ‘Müslümanlık’ diyoruz.

Müslümanlık, Kur’an ve sünnetin getirdiklerinin şu veya bu zaman diliminde veya bölgede Müslümanlar tarafından hayata aktarılma ve yaşanma biçimini ifade eder. Diğer bir tabirle, İslam Allah’ın gönderdiği dinin adı, Müslümanlık da bizim bu dini anlama ve uygulama tarzımızdır. Müslümanlığı İslam’ın aynısı görmek, İslam ile İslam’ın tarihsel tecrübesini aynîleştirmek ne kadar yanlışsa, bu ikisi arasındaki bağı görmezden gelerek Müslümanların tarihsel tecrübesini bütünüyle İslam’ın dışında ayrı bir olgu, hatta İslam’dan sapma olarak görmek de o kadar yanlış olur. Birinci yanlışı İslam karşıtlığını önyargılı biçimde sürdüren bir kısım Batılı çevreler ile tarihsel tecrübeyi kutsalla adeta eşdeğer kılan katı gelenekçi Müslümanlar sıkça yapıyorlar. İslam karşıtı çevreler İslam’ın tarihinden belli olay ve uygulamaları öne çıkararak bunları İslam olarak sunuyor, üstelik bu uygulamaları sosyal ve tarihî arka planını görmezden gelerek bütünüyle dinî öğretinin yansıması olarak gösteriyorlar. Geleneği bir bütün olarak savunan, geleneği oluşturan bilgi ve tecrübenin zannî, beşerî, örfî ve değişken niteliğine yeterince önem atfetmeyen çevreler ise İslam’ın tarihsel tecrübesinden bir kesit mesabesindeki bilgileri çoğu kez İslam olarak sunabiliyorlar. Halbuki bunu yaparken hem İslam’ı tarihe hapsetmiş, hem de—niyetleri tamamen aksi yönde de olsa—bazı Batılı çevrelerle aynı yönde yürümüş oluyorlar.

İslam’ın tarihsel tecrübesini yok saymak ve onu dinden bağımsız bir olgu olarak göstermek de bir başka yanlış. Bu ikinci yanlışa ise, İslam’ı anlamada tarih ve toplum bilincini ıskalayan, İslam’a hayattan kopuk kuramsal ve dar ideolojik bir misyon yükleyen veya geçmişin ve günümüzün Müslümanlığını bu tecrübenin bir parçası olarak görmek istemeyen çağdaş İslamcı söylem sıkça düşmektedir. Yaşanan Müslümanlığın dinin asıllarına göre bazı sapmaları ve farklılıkları elbette olabilir; hatta bu kaçınılmaz bir durumdur. Ancak bu kaçınılmaz durumun çözüm imkânları da yine İslam’ın asıllarında bulunmaktadır. Kur’an ve sünnetin Müslümanlar arasında kıyamete kadar var olması, dinî düşünce ve hayatta herhangi bir sapma olmuşsa onun her dönemde Müslümanlar tarafından Kur’an ve sünnet ışığında devamlı kontrolden geçirilerek düzeltilebileceği anlamına gelir. Diğer bir anlatımla, kaynağından arı duru şekilde çıkan su kapımızın önüne geldiğinde kirlenmiş ise, bize düşen onu kirleten arızî durumları gidermektir. Kur’an ve sünnet olduğu sürece Müslümanların asla din konusunda yolunu şaşırmayacağı ve İslam ümmetinin dalâlet üzerinde birleşmeyeceği yönündeki ortak anlayış da bunu ifade eder. Böyle olunca, İslam’ın iki ana kaynağının dinî öğretisi ile İslam’ın ondört asırlık tarihsel tecrübesi arasındaki ince çizgiyi farketmek, sadece geçmişi anlamak için değil, günümüzde olup biteni kavramak ve günümüz Müslümanlarının temel sorunlFarını ele alırken özgüvenimizi ve sağduyumuzu yitirmemek için de önem arzediyor.

 Söylediklerinizden şunu anlıyorum. Müslümanların bir devleti oluyor, o devleti yönetirken İslam’ın temel esaslarına riayet etmeye çalışıyorlar. Eş zamanlı olarak, bir de İslam’ı yorumluyorlar.

Şöyle söyleyeyim. Din tarih boyunca bilhassa Orta Doğu’da bir meşruiyet aracı olmuştur. Sümerlerde kralların sağında din adamları, solunda askerler yer almış, biri manevi, tanrısal meşruiyeti, diğeri güçle meşruiyeti sağlamıştır. Sümerlerden bu tarafa, Orta Doğu’nun kaderi budur. Zaten krallar bu toplumlarda Tanrının yeryüzü temsilcileri konumundadır. Ne yazık ki bu anlayış Abbasîlere de geçmiştir. Müslüman toplumlarda kamu yöneticileri kendilerini ayakta tutmak için dinden meşruiyet sağlama çabasını hiç eksik etmemişlerdir. Bir Müslüman yaptıklarının Kur’an’a, dine aykırı olmamasını kural olarak daima önemseyeceği için onların bu tutumunu her zaman dini istismar olarak nitelendirmek de haksızlık olur.

Şimdi Kur’an-ı Kerim’e bakıyorsunuz, siyasetle ilgili hiçbir ayrıntı yok. Müslümanların devlet kurmasının gerekip gerekmediği dahi belli değil. Yani kaç kişi yönetmeli, nasıl yönetmeli, nasıl seçilmeli? Bunlar hiç yok. Sadece ne var? Adalet var. Hakkaniyet var. Doğruluk var. Dürüstlük var. Merhamet var. Allah’ın kullarına karşı adil olma var. Onun için de “Devletin dini adalettir” denilmiş. Yani siz krallıkla mı yönetiyorsunuz, kabile usulü mü yönetiyorsunuz, nasıl istişare ediyorsunuz, yerinize kimi bırakıyorsunuz, nasıl seçiliyor... bunlar insanların kendi siyasi kültürleriyle alakalı meselelerdir. Ama nasıl olursa olsun bir Müslüman daima adil olmalı, Allah katında hesap vereceğini bilmeli, yolsuzluk, haksızlık, suistimal yapmamalı, kamu malını korumalı, kamu malına el uzatanlara engel olmalı, adaleti eşit şekilde uygulamalı, suçluları cezalandırmalıdır. Yoksulun, garibin, fakirin devlet olarak yanında olmalıdır. Bunlar yirmi otuz maddede özetlenebilir ve herkesin ortak özlemini içeren hususlardır.

Kur’an-ı Kerim’e bakıyorsunuz, siyasetle ilgili hiçbir ayrıntı yok. Müslümanların devlet kurmasının gerekip gerekmediği dahi belli değil. Ne var? Adalet var. Hakkaniyet var. Doğruluk var. Dürüstlük var. Merhamet var. Allah’ın kullarına karşı adil olma var. Onun için de devletin dini adalettir denilmiş.

İslam’ın kamu yönetiminden ne beklediği açık ve net değil mi? İslam’ı az-çok bilen aklı başında yüz kişiye sorsak İslam siyasal yönetimden ne ister diye, aşağı yukarı yüzde doksanı aynı şeyleri söyler. Hatta Müslüman olmasa bile dünyanın her yerinde bütün insanlar yönetimden böyle bir tutum beklerler. Siyasal yönetimin yönetilen açısından amacı budur. Ama insanlar işin başına geçtiğinde işin içine başka hesaplar ve duygular girer; hiçbir şey başta umulduğu veya heves edildiği gibi gitmez. İnsana ait diğer alanlarda da bu böyledir. Çünkü insanoğlu melek değil, zaafları var. Halife ve sultan tahta geçerken albenisi yüksek ve teoride çok ümit veren üst söylemlerde bulunsa da, ideallerle bezenmiş bu başlangıcı insan unsurunun zaafları sebebiyle başka türlü sonuçlanabilir. Bunun için de İslam’ın tarihinde nice zulümlerin, haksızlıkların olduğunu biliyoruz. Ve bu hiç eksik olmadı. Bunları yapanlar genel çerçevede Müslüman insanlardı. Cemel, Sıffin, Kerbela yaşandı, isyanlar kanla bastırıldı, insanlar farklı inanışa, hatta görüşe sahip diye kılıçtan geçirildi. Ülkede huzuru, güveni, sükûneti sağlamak adına ya düşmana karşı birlik olmak için veya sözümona sapkın bir harekete engel olmak iddiasıyla dün de bugün de nice haksızlıklar, zulümler yapılabildi ve yapılabiliyor. Aynı din içinde mezhep savaşları da yine yönetim zaafları ya da çıkar hesapları sebebiyle olmadı mı? Nitekim Mu’tezile veya farklı dinî düşünceler veya Ehl-i Sünnet farklı zamanlarda Müslüman idarecilerden çeşitli baskılar gördü.

Siyasi iktidarlar ülkede huzuru, güveni korumak adına tek tip düşünen ve sorgulamadan itaat eden bir teb’a isterler ve karşıt düşünceden pek hoşlanmazlar. Yöneticiler etrafındaki insanların kendileri gibi düşünmesini çok beğenir, onların aykırı görüşte olmasını ve bunu dile getirmesini istemezler. “İnsanlar krallarının dini üzere olurlar” denmesi bu durumu hicvetmek için olmalı. Böyle olunca da bu topraklarda siyaset hep İslam’ın öngördüğü ahlakî çizgide, hak ve adalet çizgisinde gitmedi. Padişah efendiler, yöneticiler her zaman adaletli olmadılar. Onlar konuşma ve yazılarında adaletten çokça bahsetmiş, Allah’tan ve Peygamber’den, dini korumaktan çok söz etmiş olabilirler. Hatta yanlarında kendilerine kolayca fetva veren, kitaplardan onay devşiren kavuklu, sarıklı insanlar da bulunabilir. Ama bütün bunlar yapılanları adil ve haklı kılmaz. O yöneticilerin bunu kendi iç dünyalarında haklı çıkarması, kendi yönetim anlayışlarının bir gereği görmesi de bu gerçeği değiştirmez. Tarihten bu yana kamu yöneticilerden birazı dinin ayakta kalmasını kendiyle kaim gördü ve din koruyuculuğuna soyundu, birazı başkasının kendisi kadar adil olamayacağını varsaydı. Ve bu yanılsamaların iğvasıyla ne yapıp edip iktidarlarını korumak için maddi ve manevi güç devşirmeyi, insanları sindirmeyi, muhalif hareketleri bastırmak gerektiğini düşündüler. Bu şekilde işin içine insanî zaaflar, hırslar ve duygular girince gördüğümüz resim ortaya çıktı. Dün de bugün de, Doğuda da Batıda da, dünyanın her yerinde bu böyledir. Bu yüzden biz Müslüman toplumlardaki siyaset ve yönetim tecrübesine ‘İslam siyaseti,’ devlet tecrübesine de ‘İslam devleti’ dememeliyiz.

İnsanoğlu dünyayı kendince yaşar; hırsları vardır, zaafları vardır. Ama din insanın bu olumsuz yönlerini en aza indirmeye; insanın içindeki imanı, ahlakı, vicdanı, dürüstlüğü, Allah’a karşı hesap verme duygusunu öne çıkarmaya çalışır. Peki, din bu gayreti gösterdikten sonra bütün insanlar melek olur mu? Olmaz. Allah Kur’an-ı Kerim’de bunları beyan etti. Dedi ki, ben insanoğlunu yaratacağım, ama özgür irade vereceğim. Ona hem vicdan ve takva duygusunu hem de kötülükleri işleme kabiliyetini birlikte vereceğim. Melekler dediler ki, insanoğlu kötülük yapar, kan döker. Allahu Teâlâ dökmez, dökmeyecek demedi. Daha ilk insan Hz. Âdem’in çocuklarından biri diğerini öldürdü. O gün bugündür dünya sahnesinde hem çok iyi insanları görüyoruz; hem nice zulümleri, haksızlıkları görüyoruz. ‘İslam devleti’ni ve tarihte olanları, günümüzde şahit olduklarımızı böyle bir realist gözle görmek lazım.

Peki hilafet kavramına gelirsek; hilafet kurumu dinî bir pozisyon mudur, siyasi midir, yoksa her ikisi midir?

Dört Halife, ‘Hz. Peygamber’in halifesi’ veya ‘halife’ tabirini pek kullanmadı, ‘emiru’l-mü’minîn’ (müslümanların yöneticisi) tabirini tercih ettiler. Halife tabiri daha çok Emevîlerle başladı. Önce ‘dünya işlerinde Peygamber’e halifelik’ anlamını çağrıştıracak tarzda yumuşak ve masum bir şekilde başladı. Hz. Peygamber’in peygamberliğine hilâfet yoktur, ama kamu yönetimi açısından onun halifesi olmak anlaşılabilir bir durumdu. Çünkü Medine toplumunun sevk ve idaresi, yani Peygamber’in imamet veya yöneticilik vasfı kendisinden sonraki Raşid Halifelerde devam etti. Hz. Peygamber nasıl Mekke’de, Medine’de sahabe topluluğunu çekip çevirdi, toplumsal düzeni sağladı, savaşları sevk ve idare etti ise, Raşid Halifeler de aynı şeyi yaptılar. Demek ki bu tabir başlangıçta ‘Hz. Peygamber’in imamet, yönetim yetkisini devam ettirme’ şeklinde algılandı. Ama Emevîlerle birlikte yöneticiler Allah’ın yeryüzündeki halifesi gibi algılanmaya başlandı ve bu anlayış Abbasîlerde zirve yaptı.

Abbasîlerin Sâsânîlerden devraldığı ‘zıllullahi fi’l-arz,’ yani ‘Allah’ın yeryüzünde gölgesi’ tabiri, Sami geleneğin Sümerlerden itibaren alıp getirdiği birşeydi. Onlarda kral aynı zamanda Tanrının oğlu veya Tanrının yeryüzü temsilcisidir. Mısır’da da öyleydi. Yöneticilerin gökle, kutsalla irtibatının olduğu fikri o toplumun genlerinde var.

Bu niye böyle oldu? Çünkü kralların da, yönetilenlerin de kutsallığa ihtiyacı vardır. Kral ve yöneticilerin, insanların onlara daha kolay boyun eğmesi için dinî meşruiyete ve hatta kutsallığa ihtiyacı vardır. Halk da böyle bir algıya kendileri için ihtiyaç duyar; kendisini yönetenlerin sıradan olmadığını, çok sıradışı özelliklerinin bulunduğunu tasavvur ederek kendisi gibi birinin kendisine tahakküm etmesini içselleştirir. Onun için de ‘Allah’ın halifesi,’ hatta Abbasîlerde Sâsânîlerden devraldıkları ‘zıllullahi fi’l-arz,’ yani ‘Allah’ın yeryüzünde gölgesi’ tabiri kullanılmaya başlandı. Bu zaten Sami geleneğin Sümerlerden alıp getirdiği birşeydi. Onlarda kral aynı zamanda Tanrının oğlu veya Tanrının yeryüzü temsilcisidir. Mısır’da da öyleydi. Böyle olunca da yöneticilerin gökle, kutsalla irtibatının olduğu fikri o toplumun genlerinde zaten var. Hatta böyle olduğu için tasavvufta yeryüzü halifelerine simetrik olarak manevî halifeler, kutub, kâinat imamı, evtâd, ricâlü’l-gayb, ricâlullah gibi kavramlar üretildi. Dinin ana kaynaklarında bunun hiçbir aslı, temeli olmadığı halde, dünyayı yöneten, manevî aleme tasarruf eden yetkililer tabakası tasavvur edildi. O bakımdan, hem maddi dünyada halife dediğimiz kralı, yani otoriteyi ‘zıllullah’ diye yukarıyla bağlantılı gören ve gösteren anlayış, hem bu dünyanın manevî işlerini çekip çeviren kutuplar, kutbu’l-aktâbların olduğu fikri Müslümanlar arasında yayılmakta zorlanmadı. Bütün bunlar elbette o toplumun tasavvuruyla alâkalı, dinle alâkalı değil. Yani bu anlayış ve kavramlar dinin ürettiği ve anlattığı şeyler değil; insanların tasavvuruyla alâkalı. Dinin tevhid akidesi, insan, varoluş ve Allah hakkında söyledikleri bu düşüncelere hiçbir zaman yeşil ışık yakmamış olsa bile, bu tasavvur kitaplara geçti ve zamanla dinîleşti.

Tasavvufta da, yeryüzü halifelerine simetrik olarak manevî halifeler, kutub, kâinat imamı, evtâd, ricâlü’l-gayb, ricâlullah gibi kavramlar üretildi. Dinin ana kaynaklarında bunun hiçbir aslı, temeli olmadığı halde... Bütün bunlar elbette o toplumun tasavvuruyla alâkalı, dinle alâkalı değil.

Kur’an-ı Kerim, “Allah katında en değerliniz, en müttakî olanınızdır,” yani “günahtan, yanlıştan, hatadan, haksızlıktan, zulümden en çok sakınanınızdır” buyuruyor. Allah katında insanlar yaptıklarına göre çok adil bir şekilde karşılıklarını bulacaklar. Ama biz dünya hayatında insanları hep malına, mülküne, gücüne, iktidarına, güzelliğine, servetine göre önemsiyor ve derecelendiriyoruz. Allah da daima, bunun kendi katında hiçbir öneminin olmadığını söylüyor. Böyle olunca, Kur’an-ı Kerim’den Allah katında özel imtiyazları olan bir halife/kral motifi hiçbir zaman çıkmaz. Aksine bir âyette “Bu krallar bir ülkeye girdiği, işgal ettiği vakit orayı tarumar ederler, oranın onurlu insanlarını aşağılar, işe yaramaz ayak takımını ise baş yaparlar” mânâsında bir yergi de var.

Kur’an’da Allah insana ‘halife’ diyor; insanın yaratılışından söz ederken “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” diyor. Bu doğru; ama bunu insan cinsine diyor ve “Yeryüzünde benim emirlerimi gerçekleştirmek, yeryüzünü mamur etmek, yeryüzünde iyilik, doğruluk, güzellik nedir, bunun örneklerini sergilemek üzere her insana ben ilâhî mesajı taşıma kabiliyeti verdim” anlamında söylüyor. Bunu derken de fıtratı, insanın özündeki o iyilik cevherini kastediyor Allah. Kur’an-ı Kerim’deki halife tamamen insanoğlunun dünya hayatında taşıdığı misyon, fıtrî kabiliyetler ve “Elest Bezmi”nde verdiği o söz, insanın üstlendiği sorumluluk anlamındadır. Ama siyasetteki halife tamamen bir anlam kaymasına uğramıştır. İnsanların yapılan zulümlere, haksızlıklara fazla itiraz etmemesi, olup biteni içine sindirmesi, katlanması ve yöneticilere kolayca itaat etmesi için oluşturulan ‘itaat kültürü’ içinde böyle birçok tabir geliştirilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’den Allah katında özel imtiyazları olan bir halife/kral motifi hiçbir zaman çıkmaz. Aksine bir âyette “Bu krallar bir ülkeye girdiği, işgal ettiği vakit orayı tarumar ederler, oranın onurlu insanlarını aşağılar, işe yaramaz ayak takımını ise baş yaparlar” mânâsında bir yergi de var.

Biat da öyledir. Biat kelimesinin başlangıçta siyasi bir anlamı zaten yoktur, insanların birbirine söz vermesini remzeden tokalaşma demektir. Mesela Hz. Peygamber’e Medineliler söz verdiler. “Sen hicret edersen seni koruyacağız, dayanışma içinde olacağız, senin etrafında pervane olacağız” dediler. Bu tamam; ama burada da salt siyasi anlamda biat yok. Sözün özü, siyasi anlamda biat da, halife de tarihin ürettiği kavramlardır. Bunları yanlış oldu-doğru oldu anlamında demiyorum, realite bu. İtaatin zıddı anarşiyse elbette bir otoriteye itaat gerekecektir. Bu yönde hadisler de vardır: Ama Allah’a ma’siyetin olduğu yerde, haksızlık ve yanlışın olduğu yerde itaat olmaz. Bu yönde de hadisler var. Yaratıcıya isyanın ve zulmün olduğu yerde yaratılana itaat yoktur. Yani itaat kadar, itiraz ve isyan ahlakı da önemli Müslümanlıkta.

Ama ne yazık ki, geleneksel siyasi kültürde itaat konusu ısrarla vurgulanır ve işlenir; adeta kutsanır ve herkese bu yönde telkinde bulunulur. Haksızlık ve kötülük karşısında isyan ve direniş ahlakı ise pek önemsenmez ve dillendirilmez. Bu durum belki de tarihteki kargaşa ve isyanların kanla bastırılmasının şuur altında bıraktığı izlerin etkisiyledir diyerek olabildiğince iyimser bir yorum yapabiliriz.

Ama bugün hilafet konusu, devlet konusu dindar-muhafazakâr kitlede çok güçlü, özlemi çekilen bir konuma oturmuş durumda...

Osmanlıda da Yeniçeriler haksızlıklar, yanlışlar görünce “Şeriat isteriz” diye ayaklandılar. Bu sloganda ‘şeriat’ adalet anlamındadır. Dün de, bugün de insanların dindarlık anlayışı ve din özlemi aynı zamanda adalet özlemini, iyi bir yönetim veya hilafet tasavvurunu da içerir. Çünkü din hep iyi ve doğrudan, olması gerekenden söz eder ve inananları buna yönlendirir. Yine Müslümanlar sahip oldukları tarihsel tecrübeyi dinîleştirmeye, içinden seçtiği iyi örnekleri dinin gereği olarak görmeye de çok hazırdır. Müslümanların içinde bulundukları olumsuz şartlardan, maruz kaldıkları haksızlık ve kötülükten kurtuluş için İslam’ı bir çare ve çıkış olarak görmesi de gayet doğaldır. Bu yüzden toplumun bir kesimi mevcut durumdan çıkış için hilafeti bir sihirli formül olarak görüyor, adlandırma değişince herşeyin kendiliğinden iyi yönde düzeleceğini düşünüyordur. Diğer bir anlatımla “din olsaydı, din hakkıyla yaşansaydı, insanlar İslam’ın ilkelerine yeteri kadar bağlı olsaydı biz bu zorluk, sıkıntı, haksızlıkları görmeyecektik” şeklinde düşünmeye başlayabiliyor. O zaman da İslam’a bağlılık bir çözüm ve hilafet bir kurtuluş halkası olmaya başlıyor.

Nerede itaat edeceğini, nerede hayır diyeceğini, neyi onaylayacağını, neyi onaylamayacağını, neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu bilmek. Haksızlıklara razı olmayıp, yanlışlara evet dememek… Kamu malına hıyanetten, rüşvetin ve adam kayırmanın her türlüsünden uzak durmak. Bunlar hep bize ait bir sorumluluktur. Devlet dediğiniz şey, şahıslardan oluşan mekanizmalardır. İyi ve adil bir yönetim ve devlet istiyorsanız, demek ki siz yapacaksınız bunu.

Burada en kritik soru şu: Bu dünyada adaleti kim sağlayacak? İslam mı, Müslümanlar mı? Bu soruya vereceğiniz cevap çok açık: Elbette Müslümanlar sağlayacaklar. İslam gerekeni söyledi ve gereken uyarıyı yaptı. Hidayet de zaten budur. Yoksa Allah gökten melekler gönderip yeryüzünde aramızda haksızlığı, keyfiliği, yolsuzluğu, kamu malına hıyaneti, suçların ve günahların işlenmesini önleyecek değil. Toplumda vergi adaletini, insan haklarını, hukuku, yargıda adaleti, emanetlerin ehline verilmesini sağlayacak hiç değil. Bütün bunları biz yapacağız; bu sorumluluk bizim. Allah diyor ki “Ben bu emaneti dağa, taşa teklif ettim, kabul etmediler; insanoğlu kabul etti.” Demek ki yeryüzünü mamur edecek olan, yeryüzünde adaleti sağlayacak, haksızlığı ve zulmü önleyecek olan, zulme ve haksızlığa karşı çıkacak olan, herkese hak ettiğini verecek olan insanın kendisi. Gökyüzünden gelecek özel melekleri beklemeyelim. Mehdi, Mesih de beklemeyelim. Müslüman bu sorumluluğu taşıyacak. Nerede itaat edeceğini, nerede hayır diyeceğini, neyi onaylayacağını, neyi onaylamayacağını, neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu bilecek ve bilinçli bir şekilde hareket edecek. Haksızlıklara razı olmayacak, yanlışlara evet demeyecek, arkasında hiçbir gözyaşı bırakmayacak. İnsanların mallarını, haklarını koruyacak, namuslarına göz dikmeyecek, komşusuyla iyi geçinecek, çocuklarını iyi yetiştirecek, hak etmediği birşeyi talep etmeyecek, yalan söylemeyecek ve kimseyi aldatmayacak, kamu malına hıyanetten, rüşvetin ve adam kayırmanın her türlüsünden uzak duracak. Bunları yapmak hep bize ait bir sorumluluktur.

Biz bu sorumluluğumuzu idrak etmezsek “İslam gelecek, dertler bitecek; halife gelecek, bütün sorunları çözecek” diye düşünmeye başlarız. “Allah katında bize göre teçhizatı tamamlanmış bir devlet ve yöneticiler ordusu olsa da buraya gelse, bütün bunları bizim için yapıverse” deriz. Fakat Yüce Mevla bunları bizim yapmamızı, dünya hayatında sorumluluk ve emaneti bizim üstlenmemizi istiyor; öyle beyan etti. Daha net konuşalım; sizin devlet dediğiniz şey, şahıslardan oluşan mekanizmalardır. İyi ve adil bir yönetim ve devlet istiyorsanız, demek ki siz yapacaksınız bunu. “İslam gelecek, dertler bitecek” cümlesi yerine “Biz İslam’ı anlayacağız, İslam’ın dediklerini içselleştireceğiz, dünya hırslarımızdan vazgeçeceğiz. Önce iyi bir insan, daha sonra iyi bir mü’min, iyi bir Müslüman olacağız. Hesabımızı Allah’a vereceğimizi sürekli aklımızda tutacağız, ahirete inanacağız. İşte o zaman sorunlarımız tek tek çözülmeye başlayacak” demeliyiz.

Ne yazık ki, geleneksel siyasi kültürde sadece itaat konusu ısrarla vurgulanır ve işlenir; adeta kutsanır ve herkese bu yönde telkinde bulunulur. Haksızlık ve kötülük karşısında isyan ve direniş ahlakı ise pek önemsenmez ve dillendirilmez.

 

Müslüman isek, tüyü bitmemiş yetimin hakkını ihlâl ettiğimizde, bir kul hakkı ihlâl ettiğimizde ahirette bunun hesabını vereceğimize bütün Müslümanlar olarak inanmak zorundayız. Başkasının hakkını aldığımız vakit bunun boynumuza ateşten bir halka olacağını bilmek zorundayız. Peygamberimiz öyle diyor: “Siz bana gelirsiniz, bazan çok gösterişli delilleriniz olur, çok iyi anlatırsınız meramınızı, ben de ona göre hüküm veririm. Ama bilin ki, sizden biriniz kardeşinin hakkını böyle bir sahte delille veya olmadığı halde böyle göstererek almaya kalkarsa, o ahirette ateşten bir halka olarak boynuna geçecektir.” Bakınız, din bu işte. Yani kanunun onaylaması yetmiyor; hukukun ideallerinin, normlarının, âmme vicdanının da onu onaylaması gerekiyor. Bir yönetici ben yaptım oldu diyerek her aklına eseni yapamaz; adil ve hesap verebilir olmalıdır. Mahkemede hâkim, kurumda müdür, ailede baba ben yaptım oldu diyerek yapamaz, kanunun ve marufun ölçülerine uymalıdır. En yukarıdan en aşağıya kadar herkes, her yaptığı işin vicdanî muhasebesini yapmak zorundadır. Sözün özü birey ve Müslüman olarak sen yapacaksın bunları. Senin sorumluluğun bu.

Mesela Mehmet Akif’in “Mütevekkil” şiiri vardır. “Kadermiş, öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru/ Belanı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu/ ‘Çalış!’ dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun/ Onun hesabına birçok hurafe uydurdun” diye başlıyor bu şiir ve yanlış tevekkül anlayışını tenkit ediyor. Bakın, şimdi İslam dünyası ne diye dua ediyor? “Şuradaki Müslümanlara yardım et yâ Rabbi, şurada sınırı koru, şu bölgenin işgalini önle.” Peki bunları kim yapacak? Müslümanlar yapacak, biz yapacağız. Biz sorumluluk almadıkça bu neye benzer? “Yâ Rabbi, bize James Webb teleskopu gibi bir teleskop gönder, biz de gezegenleri keşfedelim” demek gibi birşey.

Açık söyleyeyim: Allah insanoğluna vereceğini verdi; akıl verdi, fıtrat verdi, cennet gibi bir dünya verdi, nice kabiliyetler verdi. Siz-biz yok Allah’ın nezdinde; Allah kullarının hepsine verdi bu nimetleri. Allah’ın Rahmân sıfatı var ve herkese eşit olarak nimetlerini lutfediyor. Çalışan dünyada karşılığını alıyor. James Webb teleskobu ile gezegenlere gidiliyorsa, sen de aynısını başaracak kalitede sa’y u gayreti, cehdi göstereceksin; bu kadar basit.

“Şuradaki Müslümanlara yardım et yâ Rabbi, şurada sınırı koru, şu bölgenin işgalini önle.” Peki bunları kim yapacak? Müslümanlar yapacak, biz yapacağız. Biz sorumluluk almadıkça bu neye benzer? “Yâ Rabbi, bize James Webb teleskopu gibi bir teleskop gönder, biz de gezegenleri keşfedelim” demek gibi birşey.

Bu sorunuz biraz da bizim birey idrakindeki daralma, yanlış tevekkül ve kader anlayışımızla alâkalı: “Bir İslam devleti gelsin, bütün herşeyi yoluna koysun.” Böyle bir beklenti ilahi irade ve takdir karşısında insanın sorumluluğunu ve özgür iradesini anlamamaktan ve kendi yapmamız gerekenleri de Allah’a havale etme kolaycılığından, hatta gafletinden kaynaklanıyor. Tarihte Hz. Ömer geldi, adaleti sağladı; daha sonra Emevî yöneticileri geldi, ekseriya zulüm oldu, ama adaletli davrananlar da çıktı. Bu durum dönemlere ve kişilere göre değişti. Hem bir insan pür adalet veya pür zulüm makinesi da olmaz. Her bir insanın iyi yaptıkları olur, kötü işleri olur. Peki Emevî devleti ‘İslam devleti’ değil miydi, sizin ilk sorduğunuz soruya göre? Demek ki burada bir yanlış var, o da ‘İslam’ kelimesinin kullanılış biçimi. Yani, Müslüman birisi yönetici olunca o devlet hemen İslam devleti olmuyor, daha doğrusu bir işi Müslüman yaptı diye bir iş otomatikman İslamî olmuyor. Müslüman her yaptığı işi en güzel, en doğru, en adaletli şekilde yapacak. Arzu edilen budur. Müslüman hem Allah’a hem kullara hesabını verebileceği işler yapacak. Bu da doğru. Ama Müslümanın insan olarak bütün yapıp ettiklerine İslamî diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz; o davranışlar İslam’a değil o kişiye/kişilere atfedilmelidir. Hal böyle olunca, Müslümanların günümüzde insan iradesinin ve birey sorumluluğunun dindeki önemini, din-dünya ilişkisini doğru kavramaya büyük ihtiyacı var. Sebep-sonuç ilişkisini ve Allah’ın insanı yaratış gayesini kavraması gerekiyor. Kör bir tevekkül, yanlış bir kader anlayışı ve teslimiyetçilik çıkmazından kurtulmak gerekiyor. “Yöneticiler gelsin bizi kurtarsın,” “Bir kurtarıcı gelsin bizi kurtarsın” deyince, işte bugünkü İslam dünyası ortaya çıkıyor.

Müslüman birisi yönetici olunca o devlet hemen İslam devleti olmuyor, daha doğrusu bir işi Müslüman yaptı diye bir iş otomatikman İslamî olmuyor. Müslümanın insan olarak bütün yapıp ettiklerine İslamî diyebilir miyiz?

Sahabiler Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra Orta Asya’ya, Merv’e kadar gittiler. Onlar da diyemezler miydi: “Yâ Rabbi, bütün ülkelere İslam’ı sen yay!” Bunu demediler; at sırtında, deve sırtında aylarca yol alıp oralara kadar gittiler. İslam medeniyeti dediğimiz o parlak dönem; Harizmî, Câbir, İbn Sînâ ve Fârâbî’ler, o ilim ve medeniyet böyle bir gayretle ve çalışmayla ortaya çıktı. Şimdi o mirası hâlâ hayranlıkla izliyoruz. Bu sebebe tutunmakla, sünnetullahı kavramakla ve gereği gibi çalışmakla oldu. Yani bütün anlattıklarım; dini ve dünyayı anlamak, siyaseti kavramak, adil ve hakkaniyetli bir toplum yönetimini inşa etmek, kural ve kurumları oluşturmak ve onların iyi işlemesini sağlamak hepsi bir bütün ve bu bizim işimiz. Biz bunu yapabilirsek yaparız, yapamazsak da bu bizim suçumuzdur; İslam’ın suçu değildir.

Geçtiğimiz yüzyılda bir İslam’a bir de Müslümanların haline bakan Mısırlı ulema “Müslümanlar İslam’ı perdeliyor” dediler. Şimdi Müslümanların bu kusurunu bazıları ‘İslam’ın kusuru’ olarak görüyor. Elliden fazla İslam ülkesinde olup bitenlere bakıyorsunuz; krallıklar, yöneticiler, yönetimler sorunlu, insanları rahatsız eden birçok fiili durum ve görüntü mevcut. Bu İslam’ın eseri mi? Hayır, İslam’ın eseri değil. İslam bunları yapın demedi ki... İslam, Emevîlere Medine’yi basın, size itaat etmedikleri için şu kadar insanı kılıçtan geçirin, Peygamber’in torunlarını susuz çölde katledin mi dedi? Hayır. Hatırlamak bile istemediğimiz onca kötülükleri Müslüman yöneticiler yaptılar, Emevîler, Abbasîler yaptı, Osmanlı yaptı, bugünküler yapıyorlar. Bu eksik olmadı ve olmayacak da. Biz realist olmak ve kötülüğün, yanlışın, haksızlığın, zulmün kaynağının neresi olduğunu iyi keşfetmek zorundayız. Din, ahlak ve hukuk hep iyi şeyler olması için uğraşır. Bir ülkede anayasa, o ülke en iyi şekilde yönetilsin diye yazılır, mahkemeler adalet dağıtsın diye kurulur. Kanunlar herkes eşit ve öngörülebilir bir muameleye maruz kalsın diye çıkarılır. Ülke kaos halindeyse, ülkede birçok olumsuzluk varsa, anayasanın kanunun ve mahkemenin suçu mudur bu? Hukukun suçu mudur? Ahlakın suçu mudur? Ahlak insanlara yanlış yapın, haksızlık yapın, çalın, gözyaşı döktürün demiyor ki... Bütün bunlar ilgili ve yetkili insanların suçudur. Zaten Kur’an da sıklıkla “Başınıza gelen kötülükler Allah’ın değil, sizin kendi ellerinizle yapıp ettiklerinizin sonucudur” demiyor mu? Kur’an’ın sürekli vurgusu bu; fakat bizler bunu anlamamakta ısrar ediyor, görmezden geliyoruz. O zaman da ilahî adalet tecelli ediyor, sünnetullah işliyor. Durumumuzun özeti bu.

Biz realist olmak ve kötülüğün, yanlışın, haksızlığın, zulmün kaynağının neresi olduğunu iyi keşfetmek zorundayız. Kur’an da sıklıkla “Başınıza gelen kötülükler Allah’ın değil, sizin kendi ellerinizle yapıp ettiklerinizin sonucudur” demiyor mu? Fakat biz görmezden geliyoruz. O zaman da sünnetullah işliyor. Durumumuzun özeti bu.

Bizim İslam dünyasında İslam, Müslümanlık, ahlak, adalet, hak, hukuk, barış, sevgi kelimeleri çokça kullanılıyor. Bunların bu şekilde çokça telaffuz edilmesi onun gerçekleştiği ve aramızda yaşadığı anlamına gelmez. Belki bir hasreti ifade ettiği için sürekli onları dile getiriyoruzdur. Yahut bir yanlışımıza meşruiyet sağlamayı veya onu kamufle etmeyi hedeflediğimiz için bunları çok kullanıyor da olabiliriz. İslamiyet, bilgi değil bilinç, söz değil eylem. Allah’a inanacaksın ve yararlı iş işleyeceksin. Bütün dinlerin, Hz. Âdem’den Muhammed aleyhisselama kadar peygamberlerin anlattıklarının özü şu iki cümle: Birincisi; Rabbini tanıyacaksın, O’nun herşeyi yarattığına, herşeyin O’na ait olduğuna, yaptıkların yüzünden seni hesaba çekeceğine, O’nun huzuruna çıkacağına yürekten inanacaksın. İkincisi ise; dünyada istikamet sahibi olacaksın, salih amel işleyeceksin, yararlı iş yapacaksın. Hem dosdoğru bir hayat çizgin olacak, hem de insanları iyilikte buluşturan, insanları mutlu eden, insanlara yararlı, çevreye iyilik ve güzellik aşılayan işler yapacaksın. Salih amel sadece ibadet değil, her iyi iş, her iyi, olumlu ve yararlı adım.

Kur’an’da Yüce Mevlâ “Rabbim Allah’tır deyip de istikamet sahibi olanlar var ya, işte onlara Allah katında hiçbir korku, hiçbir hüzün yoktur” buyuruyor (Ahkâf sûresi, 13. âyet; ayrıca bkz. Fussilet sûresi, 30. âyet). Din bizden özetle bunu istiyor; istikamet üzere olmayı ve Allah’ı tanımayı istiyor. Öyleyse, yanlışlar bize aittir. Ve Kur’an-ı Kerim, insan yanlış yapmayacak demiyor ki... Allah bize yanlış yapacaksınız, yanlış yapmamanız için ben bu dini, Kur’an’ı, Peygamber’i gönderdim, diyor. Benim huzuruma çıkacaksınız, hesap vereceksiniz, diyor. Ama günümüzde Müslümanlar ahirete inandıklarını sadece söylüyorlar. Davranışlarına baktığınız vakit, ahirete inanan bir insan duyarlılığını pek göremiyorsunuz. Onun için de din bilgi değil, bilinç. Din, söz söylemek değil, söylediğin o sözü hayata yansıtmak. Hatta şunu söyleyeyim, asıl amaç Kur’an’ı okumak, dinlemek değil, Kur’an’ı hayatımıza getirmek, Kur’an’ın dedikleri hayatımızda gerçekleştirmek. Yani canlı Kur’an olabilmek.

Kur’an’da Yüce Mevlâ “Rabbim Allah’tır deyip de istikamet sahibi olanlar var ya, işte onlara Allah katında hiçbir korku, hiçbir hüzün yoktur” buyuruyor (Ahkâf sûresi, 13. âyet; ayrıca bkz. Fussilet sûresi, 30. âyet). Din bizden özetle bunu istiyor; istikamet üzere olmayı ve Allah’ı tanımayı istiyor.

O zaman sizin siyaset sorunuzun cevabı çok daha iyi anlaşılmış ve netleşmiş oluyor. Demek ki siyaset beşerî, insanî bir alandır. Müslüman toplumlar, en adil şekilde kamu yönetiminin nasıl gerçekleşeceğini, bunun için ne gibi kurallar ve kurumların olması gerektiğini kendileri bulacak ve bu gerekleri tek tek hayata geçirecekler. Kendi toplumlarında haksızlıklar nasıl önlenebilir ve kötü yönetim nasıl düzeltilebilir? Şeffaflık, hesap verebilirlik nasıl sağlanır? İnsanın insanı ezmesi, köleleştirmesi nasıl önlenir? Müslüman toplumlar oturacaklar, bütün bunların çarelerini bulacaklar. Bunun tedbirlerini alacak, kurumlarını kuracak, kurallarını geliştirecekler. Başka yolu yok.

Kamu yönetiminde hak ve adaletin gerçekleşmesi, haksızlık ve suiistimalin ve önlenmesinde sadece ahlâka ve kişilerin vicdanlarına güven yeterli olmaz. Bunları sağlayacak ve denetleyecek kurumlar ve kurallar gerekir. Onun için, bu alanda biz insanlığın ortak tecrübesini, Batı tecrübesini ciddiye almak zorundayız.

 

Kamu yönetiminde hak ve adaletin gerçekleşmesi, haksızlığın, suiistimalin ve görevi kötüye kullanmanın önlenmesinde sadece ahlâka ve kişilerin vicdanlarına güven yeterli olmaz. Sorunları, onların dindarlıklarına havale etmekle çözemeyebilirsiniz. Her zaman bunları sağlayacak ve denetleyecek kurumlar ve kurallar gerekir. Onun için, bu alanda biz insanlığın ortak tecrübesini, Batı tecrübesini ciddiye almak zorundayız. Şu kimse ahlaklıdır, dindardır; şayet onu yönetici yaparsak adaleti sağlar, ezilenin, zayıfın, kimsesizin hakkını korur diye düşünürseniz, ciddi bir risk üstlenmiş olursunuz. Kendisini Müslüman ve dindar sayan insanlar arasından göz göre göre haksızlık yapabilen, garibin elindeki ekmeği almaya kalkan nice insan çıkıyor. Temel haklar ve özgürlükler fikri buradan doğdu. Kadın hakları, azınlık hakları, adil yargılanma hakkı gibi kavramlar bu ihtiyacın ürünü. “Efendim, yöneticimiz çok iyi insan, o gereken hakları insanlara verecektir” diyemezsiniz. Zaten hak, verilebilen, başkasına lütfedilen değil, insanın özünde sahip olduğu yetki ve yetkinliktir. Onun için, insan hakları ve özgürlükleri düşüncesi yaşanan birçok acı tecrübeden sonra yüzyılları bulan bir mücadelenin ürünüdür. Hal böyle olunca siyaset belli bir erdem, hoşgörü, davranış kalitesi, ahlaki tutarlılık, denetlenebilir ve hesap verebilir olma gibi birçok ön şartı da gerektirir. Totaliterlik ve dayatmacılık ikiyüzlülüğü arttırır; bunun için de siyaset farklı düşüncelere alan açmak ve farklılıkları ortak bir paydada bir arada barış içinde yaşatmak, katılımcı bir yönetimi egemen kılmak zorundadır. İnsanların temel hak ve özgürlükler mücadelesi sadece bugünün sorunu değil, tâ ilk çağlardan bu tarafa devam eden kadim bir sorun; kamu yönetiminin de yumuşak karnı. Aynı zamanda bu, siyasetin adil ve hakkaniyetli olup olmadığının da göstergesi. Yöneticinin insanına “benim gibi düşünmelisin, ben seni adam etmek için buradayım” gözüyle bakmasının artık geride kalması gerekir.

Şu kimse ahlaklıdır, dindardır; onu yönetici yaparsak adaleti sağlar, zayıfın hakkını korur diye düşünürseniz, ciddi bir risk üstlenmiş olursunuz. Kendisini dindar sayan insanlar arasından göz göre göre haksızlık yapabilen nice insan çıkıyor. Temel haklar ve özgürlükler fikri buradan doğdu.

Madem günümüz Müslüman toplumlarında kamu yönetimi adabından ve bu alandaki sorunların kökeninden konuşuyoruz, o zaman bu konuda soğukkanlı analizler yapmamız, elimizi taşın altına koymamız, bu kavramların kendi tarihimizdeki arka planına inmemiz lazım. İslam dünyasında demokrasi, insan hakları, özgürlükler, ifade özgürlüğü, din hürriyeti çok konuşulur. Her gün bu konuda çok güzel retoriklere şahit oluruz. Ama emin olun, bu konuşmalar anılan hak ve özgürlüklerin doğmasının arkasında yatan ve onların içeriğini belirleyen birikim ve bilginin çok uzağında kalmakta olup muhatapların beğenisine göre dizayn edilmiş bir söz söyleme sanatından ibarettir. Haklar ve özgürlüklerden dem vuranların çoğu zaman bu kavramların içini de kendilerinin doldurduğuna şahit olursunuz. Halbuki insan hakları kavramının içini sen kendi keyfine göre dolduramazsın. Kadın hakları kavramını da öyle. Daha açığı, bir hakka sen, benim verdiğim ve belirlediğim hak diye baktığın zaman, artık o hak olmaktan çıkar; lutuf olur. Onu insanların takdir ve lutfuna bağladığınızda da bunun sonu çok ciddi haksızlıkların, yanlışların, keyfi uygulamaların olmasıdır; bunu önleyemezsiniz. Kurallar ve kurumlar, şeffaflık, hesap verebilirlik, katılım, objektif kıstaslar bu yüzden lâzım. Kamu hayatında kanunlar niçin çıkarılır? Hâkim, yönetici, yetkili kimse keyfine göre hüküm vermesin diye. İnsanlar önceden ne gibi hak ve sorumluluğunun olduğunu bilsin, ona göre davransın diye. Bu söylediğim din alanında da geçerli. Din önceden “Şunu yapın, şunu yapmayın” diye niye söylüyor? Ahirette Allah’ın katında bir mazeretimizin olmaması için... Kur’an-ı Kerim bunu defalarca söylüyor. Allah ahirette hesaba çektiğinde “Yâ Rabbi, bize adaleti emretmemiştin ki...” diyebilecek miyiz? “Doğru, kul hakkını ihlâl ettim, insanları mağdur ettim, ama kul hakkını koru dememiştin ki...” diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Bana iyilik yapma kabiliyetini vermedin de diyemeyiz. Peki yeryüzünde bunca kötülüğü ve haksızlığı kim yapıyor? Bunları biz insanlar yapıyor, din yapmıyor.

Günümüzde Müslümanlar ahirete inandıklarını sadece söylüyorlar. Davranışlarına baktığınız vakit, ahirete inanan bir insan duyarlılığını pek göremiyorsunuz. Onun için de din, bilgi değil bilinç. Din, söz söylemek değil söylediğin o sözü hayata yansıtmak.

Gençler çok soruyorlar: Madem yüce Yaratan var, niçin kötülük var? Yaratan var, seni yarattı. Sen olduğun için kötülük var; ben olduğum için var. Kötülük Yaratan’dan gelmiyor, bizden geliyor. Tekrar edelim: İslam dünyasında toplumsal hayatı ve devlet çarkını melekler değil, insanlar çeviriyor. İnsanın olduğu yerde kötülükler de olacaktır. Müslüman toplumlarda bu niye en aza inmiş değil; sorun burada. Bizim toplumumuzda kötülük ve haksızlıkların en aza inmesi, hukukun üstünlüğünün gerçekleşmesi, zulmün önlenmesi, adil ve katılımcı yönetimin olması, herkesin kanun önünde eşit muamele görmesi ve daha niceleri için gerekli bütün kuralları ve kurumları oluşturmak bize düşmektedir. Belki kanayacak ve biraz acı çekeceğiz, ama öyle de olsa elimizi taşın altına koymak zorundayız. Yok eğer bunu biz yapmazsak kimse yapmayacaktır; adaleti, hakkı, hukuku, iyi, doğru ve güzel olanı kıyamete kadar bekleyeceğiz demektir.