Biz gençken, büyüklerimiz Osmanlının çöküş
nedenini, İslam’dan uzaklaşma olarak anlatırlardı. Kim ne derse desin İslam
dünyasının Osmanlı’nın duraklama ile başlayan krizi bugün derinleşerek devam
etmektedir. Bu kriz başta askeri ve siyasi görünümü ile anlaşılsa da daha
derinlerde medeniyet krizi niteliğinde iliklerimize kadar hissettirmektedir.
İşin acı tarafı İslam dünyasının maddi ve
manevi önderlerinin bir kısmı bu durum karşısında ölü taklidi, inkâr, tekfir
veya hamaset yapmayı sürdürmektedirler. Kaybedilen insan kaynağını ve gelecek
kuşaklarını adeta umursamamaktadırlar. Bunlar ne yazık ki toplumun çoğunluğu
nezdinde itibar görmeye de devam etmektedirler. Bu tip kaynaklar hala şeriatın
tam uygulanamadığından, İslam halifesi ve devletinin tam tesis edilemediğinden
veya insanların çoğunun kendilerine mürit olamadığından yakınmaktadırlar. Fizik
ve toplumsal gerçeklikler, bu tip çevrelerin güçlerini tehdit etmedikçe
yüzleşmeyi de tercih etmemektedirler. Olan İslam dünyasının değerlerine ve
geleceğine olmaktadır.
Halbuki Peygamber a.s dan 16.yüzyıla kadar
İslam dünyasında insanlık ve vicdan adına söylenebilecek çok güzel şeyler
vardı. İslam dünyasında artık o yüzyıllara ait düşünce zenginliği ve düşünmeyi
tesis edecek bilgi mimarisi artık mevcut değildir. İslam sosyolojisinde modern
çağdan itibaren gelişen ham taşra ve kabile kültürü özellikle hakim ümera ve
ulemada da kendini tecelli ettirmiştir. Dünya’daki çoğu enerji kaynakları ve
zenginliklere sahip İslam ülkeleri eğitim, insan hakları ve düşünce alanında yerlerde
sürünmektedirler. Toplumsal zemin, kendi kendisine ayna tutmak yerine kötülüğü
hep ötekinde aramaya devam etmektedir.
16.yüzyıla kadar düşünce alanına önderlik
eden Müslüman enteljansiyanın 19. Yüzyıldan bugüne değin kıpırdanmaları olmuş
ancak yeterli olamamıştır. En azından bilgi teorilerini bizden takip eden
batıyı bugün bırakın takip edilmeyi yeteri kadar takip edecek ve kodifiye
edecek uygun entelijansiyayı dahi üretmekte zorlanmaktayız.
Pratikteki tüm sıkıntıların kaynağının
doktriner olduğunu görmemiz gerekiyor. Temel doktrine sorun, Vahiy ve akıl veya
başka bir deyimle Beyan (Kur’an ve sünnet), Burhan (Determinal-Fizik/matematik
dünya) ve İrfan (keşif-manevi tasarruf) aralarındaki ilişkilerin &
konumlamanın bilgi mimarisinde, inanç, düşünce ve uygulamada doğru
tanımlanamaması olarak uygulamaya tecelli etmektedir.
Bugünkü ümera ve ulemanın ekseri
uygulamalarını gören, mevcut gelişmiş dünya ile kendilerini ilişkilendirmeyi
arzu eden genç kuşağın kurumsal din anlayışından soğumalarını, kalplerinde
zaten nifak vardı yoldan çıkmışlar anlayışı yerine anlamaya çalışmak sanırım
daha vicdani olacaktır. İşte bu yazının içeriği bu arayışların tarihsel
serencamına ilişkindir.
Okuyucunun işini kolaylaştırmak için ara
başlıklar, ilginç yüzleşmeler ve günlük pratiklerden örneklerle konulara devam
edilmiştir. Fazla sıkmadan kaynakça ve referans verilmeye çalışılmıştır.
Düşünmesini, sorgulamasını seven gençler, vicdanlı dindarlara ve kurumsal din
soruları olan okuyuculara bu yazıyı özellikle tavsiye ediyorum.
SADECE FIKIH & KELAM VE İSLAM
“ Bütün bunlardan sonra, (ey insanoğlu),
sana indirdiğimiz şey’in doğruluğundan şüphede isen, önceki çağlarda
vahyedilmiş metinler okuyanlara sor !” Yunus 10/94
Ne yazık ki son kutsal Kitap Kuran olmak
üzere kutsal kitaplarda sıkça antik çağ dönemindeki olağanüstü olaylara vurgu
yapılmasına rağmen, fıkıh [1] ve kelam sınırlarında kalmayı tercih eden İslam
dünyası müfessirleri ve araştırmacıları arkeolojiye pek ilgi duymamışlar, bu
alanı Rum 9 ve Mümin 82 varken bir sömürge bilimi olarak kabul etmişler, alanı
tehlikeli bir biçimde okültistler, spritüalistler ve UFO araştırmacılarına
bırakmışlardır.
Bir dostumla Suriye iç savaşından ülkemize
sığınan tanınan bir Nakşi Şeyhinin oğlunu ziyaret etmiştik. Medrese alimiydi.
Kendisinin ve ailesinin, edebi ve büyük kütüphanesi etkileyici idi. Yer
döşeğinden kendisine Uzay’da canlı veya hayat olabilir mi diye sorduğumda,
öncelikle salonun tümünün duvarlarını kaplayan fıkıh ve kelam alanlarından
oluşan Kürtçe ve Arapça ağırlıklı kitaplarını göstererek, bu kitaplarda böyle
şeyler yazmadığına göre yoktur diyerek kestirip atıvermişti.
Bugün ABD’de uzay araştırmaları ile ilgili
kurumlar dünya dışı varlık ve cisimlerin ziyaretlerine ilişkin belgeleri yavaş
yavaş açıklamaya başlamış durumdalar. Bunların bir kısmı açığa çıktığında
sadece fıkıh ile uğraşan alimlerin inkar yerine bu duruma yeni bir yorum
getirebilecekleri ne kadar mümkündür bu da ayrı bir sorudur.
Yıllar önceydi. Ekopolitik faaliyetteydi.
Eski Sağ camiadan vakıf faaliyetlerinde öne çıkmış bir büyüğüm Ekopolitik
çalışmalarından etkilenmişti, ancak kafasında bir takım tereddütler vardı. Bana
şunu sormuştu; Tarık güzel şeyler yapıyorsun ama İslam bunun neresinde, izah
etmelisin?
Seyit Kutba göre Kur’an’a zamanla Grek
felsefe ve mantığı, İran düşünce ve mitolojisi, Yahudi hurafeleri ve Hristiyan
metafiziği karıştırıldığı için “Gerçek İslam” ’dan uzaklaşılmıştır. Bugün İslam
dünyasında ekseri görüş de bu merkezdedir. Bu aynı zamanda insanlığın kadim
ortak mirasının da göz ardı edilmesi, dinin selefi bir anlayışın kalıpları
arasında sıkıştırılması anlayışının güçlenmesine neden olmaktadır. Son
Peygamber dışında kalan yüzbinleri aşan farklı disiplinlerde mesaj veren
Allah’ın elçilerinin (nebilerinin) dejenere edilmiş bile olsa bugünlere ulaşan
miraslarını göz ardı mı edeceğiz?
MÜSLÜMAN OLAN FİLOZOFLARIN
FİKİRLERİ NEDEN İLGİMİZİ ÇEKMİYOR ?
“İnsanoğlunun geldiği şu yeni safhada,
bilimi hikmetten de imandan da ayırmayan o kusursuz akıl ve muhakeme gücünü
yeniden bulup seferber etmek hayatiyet ve aciliyet kazanmıştır (s.10).” Roger
Garaudy
Rene Geunon (1886-1951) bana göre 20.
Yüzyılın Gazali’siydi. Fransız filozof iyi bir eğitim gördükten sonra Katolik,
okült, spritüal, uzak doğu tecrübelerini yaşadıktan sonra Mısır’da yerleşip
Şazeliye tarikatı şeyhi Abdurrahman Eliş El-kebir'e intisap etmiş, orada da
vefat etmişti.
Geunon’daki hakikat arayışı birikimi,
fizik ve metafizik dünyadaki deneyimleri, Teozofiden Blavatsky’den,
Atlantis’ten Haç sembolizmine kadar farklı konularda verdiği cevaplar, antik
dünyadan post modern dünyaya uzanan eleştirileri ve İslam tasavvufunda karar
kılması temel sorularımızın cevapları için bulunmaz bir hazineydi. “Niceliğin
Egemenliği ve Çağın Alametleri” kitabı benim için önemliydi. Elimdeki son
nüshadan fedakârlık yaparak kitabı İslam’ı eksiksiz yaşamak iddiasında olan ÖFK
lardan birinde yönetici olan bir arkadaşıma gönderdim. Kendisini heyecanla
arayıp kitap hakkında izlenimini sorunca, “ben bu kitaba bakmadım bile zira bu
kitabın içinde İslam yok” deyiverdi. Zannederim İslam’dan akaid, fıkıh, kelam
ve tasavvufu anlıyordu. Olan kitabıma olmuştu. Bu durum bir bakıma bizdeki
Müslümanlık anlayışının da tasviriydi.
Kimse Garaudy’nin Sorbonne’da felsefe
eğitimi almasıyla, SSCB Bilimler Akademisinde doktora yapmasıyla vedünya
çapında bir filozof olmasıyla pek ilgilenmiyordu. Siyasal İslam için sadece
saflara bir ağır topun karşıdan katılmış olması önemliydi.
Aslında önemli olan Rene Geunon’un
teozofik, okültist, matematikçi ve filozof; Roger Garaudy’nin de materyalist
bir filozof olarak, kendi deneyimleri ışığında son kutsal kitabın Allah’ına
iman edip teslim olmalarıydı. Esas anlaşılması gereken husus buydu. Halbuki bu
deneyimlerin İslam dünyasında doğru anlaşılmasına o kadar ihtiyaç vardı ki.
HER ŞEY BİLDİĞİMİZ GİBİ Mİ ?
Aynı şekilde ehli-tarik bir arkadaşım Şia
mezhebini tekfir eden (küfür ile suçlayan) bir mesaj attı. Ben de ona Şia’nın
önemli temel müçtehit imamı Caferi Sadık’ın Nakşibendi zincirinin önemli bir
halkası olduğunu hatırlattım. Caferi Sadık ezoterizm konusuna oldukça girmiş,
rüya tabiri ve manevi hiyerarşi açıklamaları konularında otorite kabul
ediliyordu. Hem Nakşilik ve hem de Şii’liğin ilk kurucu halkasında yer
alıyordu. Oğlu İsmail de Şia’nın ezoterik ağırlıklı İsmailiye mezhebinin
kurucusuydu. Ayrıca Kürt Nakşibendiliğinin ayrılmaz bir parçası olan Seyitlik,
manevi alem yönetim hiyerarşisi (zamanın sahibi-kutupluk-gavslık) ve masumiyet
hususları ile mevcut tasavvuf anlayışımızın benzerliklerini ifade ettim.
Bu anlamda Sünni popülist tasavvuf
anlayışı ile Şia’nın Caferi Sadık’tan bu yana inşa ettiği masum imam ve
müçtehit anlayışının da epeyce örtüştüğünü söyleyebiliriz.
Şeyh Esad Erbili genellikle Erenköy
Nakşibendi camiasının silsilesinden bir isim ve Menemen vakasında zulüm görmüş
biri olarak bilinir. Pek kimse onun Avrupa okültizmiyle olan müzakere
derinliğini, seyri suluktaki özgün bakış açısını ve 2. Meşrutiyetteki
görevlerini pek merak etmez. Aynı dönemlerde yaşamış Elmalılı Hamdi Yazır’da
ancak Hak dini Kuran dini tefsiri ve II. Abdülhamit’in hal fetvası ile ile öne
çıkar. Elmalılı efendinin tefsir yapmak için öncelikle Fransızca öğrendiğini
sonra da P. Janet’in felsefe tarihinin çevirisini yayınladığını pek çok kimse
bilmez ve merak da etmez.
PAGAN SEMBOLLERİNİ ETKİSİ
Akademik dil ve felsefe dersleri almaya
çalıştığım Amerikalı Sara ile Hıristiyanlığın batıdaki bireyselleşme ve
liberalleşmesi üzerine tartışıyorduk[2]. Tabi Hıristiyanlığı tartışırken
paganlık[3] etkisini tartışmasak olmazdı. Konu Müslüman kızılayı ve ulus
devletlerinin bayraklarındaki yaygın ay sembolizmine dayanmıştı. Bu beni biraz
endişelendirmişti.
Yahudilik ve İslam’da paganizm etkisini
değerlendirirken önümüze çıkan tanıdık bir sembol; İslam öncesi Arap toplumları
(cahiliye dönemi) pagan-putperest kültüründe en öne çıkan tanrıça Ay
tanrıçasıydı[4]. Araplar gibi aşiret-göçebe ulusların pagan dönemde ay ve güneş
gibi tanrıçaları üretmeleri anlaşılabilir bir durumdu. Hatta öyle ki İslam ile
birlikte Müslüman olan devletler bile bu ay kozmolojisini kutsallık
atfettikleri sembollerde kullanmaktalar. Bu metaforik yaklaşım, paganlığın
bugünlere bizlere kadar ulaşan kültürel etkilerinin İslam dünyası odaklı
anlaşılmasına yönelik ilginç bir yaklaşımdı.
İnsanlık tarihinin lineer bir ivmeyle mi
geliştiği yoksa daha üstün uygarlıkların kalıntıları üzerinde düşünsel olarak
mı ilerlediği hususu hala tartışma konusudur. M.Ö 7. Yüzyıldan öncesine ait
hiçbir husus açıklığa kavuşturulamamıştır. Bunun için de sualtı
arkeolojilerinin gelişmesine veya yeni “Göbekli Tepe”ler keşfine ihtiyaç var
gibi görünmektedir.
EVLİYALAR VE FİLOZOFLAR HER DERDE
DERMAN MI?
Tarihimizde zaman zaman maneviyat ehli
olarak bilinen şahısların, Sultan Avcı Mehmet’ten, Abdülaziz ve Abdülhamit’e
kadar birçok karar vericinin yanında olduğunu bilmekteyiz. Ancak bu zatların
himmetleri Osmanlının hızlı çöküşünü fizik alemde durduramamıştı.
Bizler dahil toplumun ekseri, şeyhler ve
ehli tarik insanların manevi hayatlarının açık olduklarını, görünmeyen alemden
bazen aynel-yakin (doğrudan gözlem) mertebesinde haberdar olabildiklerini
varsayarız. Bu nedenle de günlük yaşamımızda, kariyer hayatımızda görüş ve
telkinlerini oldukça dikkate alırız da. Bu işin buralarda kalması makul
karşılanabilmekle beraber, günümüzde ehli tarik karar vericilerin güvenlik
dahil uluslararası ilişkiler, yakın tarih ve politik gündem konularında
bağlayıcı yönlendirmeleri de sıkça yapmaları artık makul karşılanmamaktadır.
Çocukluğumuzdan bu yana hep ahlakı ve
hakikati aradık. Ama nerelerde; ideolojilerde, sağcılıkta, milliyetçilikte,
İslamcılıkta, namaz kılanlarda, şeyhlerde, tekkelerde, entelektüellerde,
filozoflar veya felsefede aradık.
İdeolojilerden hayal kırıklığına
uğrayınca, dine yöneldik İslamcı olduk baktık işe yaramıyor bu oldukça kuru
kaldı, kâmil insan ve yol arayışına girdik. Ahlak ve olgunluk olarak onlardan
istifade ettik. Baktık bazı hususlarda bunlar da ciddi beşerî zaaflar
sergiliyorlar, entelektüellere ve filozoflara yöneldik. Gazalinin ironisiyle
filozofların temel varoluş meselelerinde tutarsızlıkları açıktı. Ancak insan
onuruna uyumlu sorgulamaları ve “nasıl düşünebilmeliyiz” için çok uygun yol
haritaları ve yöntemleri de mevcuttu.
TASAVVUFUMUZUN SORUNLARI
Ehli irfanın veya tasavvufun manevi
itminanı, hazzı veya sekir halleri, diğer determinal gerçekliği ve felsefeyi ne
kadar ihmal edilmesine neden olmuş bu da ayrı tartışma konusudur. Gerçek
tasavvuf ehlinin keşif yoluyla yaptığı sezgisel gözlemin huşunun başkasının
veya ötekinin işine karışmaya engel olacağı ifade edilir. Ancak maalesef
popüler tarikat anlayışında bu böyle tecelli etmemektedir.
Yıllar önce üniversitedeyken yanına
sıklıkla uğradığımız bir derviş, şeyhinin en kısa zamanda Mehdiliğini ilan
edeceğini ve Deccal’in yakında çıkacağını ifade etmişti. Maneviyat kapısının
aşılmasının tek şartının kendi şahsında temsil edilen Şeyhi ve kendi Nakşibendi
kapısına kayıtsız şartsız teslimiyeti şart koşuyordu. Bu şartlarda kendisine
inanan bir grup askeri öğrenci arkadaş, alay komutanlarını Mehdiye katılmaya
davet etmişler, komutan da kendilerine orayı bırakmalarını kendilerini ufak bir
disiplin cezası ile kurtarmayı teklif edince reddetmişler, askeri öğrencilikten
atılmışlar ve burssuz kalmışlardı. Aynı derviş ve aralarından atılmış bir eski
askeri öğrenci, Yedikule tren raylarında intihar etmek üzere olan bir Ermeni
amcayı kurtarmış ve sonradan derviş olarak hayata bağlamışlardı. Yıllar sonra
da yetkili derviş bağımsızlığını ilan edip dolaylı Mesihliğini ilan etmişti.
Tasavvufun Peygamber a.s hayatındaki
kurumsal yönünün izahı zorlanmakla birlikte, yaşantısındaki ahlaki bireysel
pratikler oldukça uyuşmaktadır. Yaklaşık hicretten birkaç yüzyıl sonra kaşımıza
çıkan kurumsal tasavvuf anlayışı pek Arap mizacı ve sosyolojisinde karşılık
bulamadı ancak Türk, Fars, Hint ve Kürt toplumlarında oldukça benimsendi.
Sesli- Kadiri ve sessiz- Nakşi zikir
geleneği esas olan inisinasyonda[5] da Hz. Ebubekir-sessiz ve Hz. Ali’ye-sesli
uzanan silsilelere bağlı olan temel tarikat yapıları, Şiiliğin kurucularından
İmam Cafer Sadık’ın kozmolojik hiyerarşi (kutupluk-gavslık) doktriniyle de
manevi hiyerarşisinin şekillendiği iddia edilmektedir.
Tasavvuf ve tarikat yapılarının asırlardır
İslam dünyasında insanların ahlaki olgunlaşmasına, toplumsal alt yapının
sağlamlaştırılmasına, kültür, sanat ve estetiğe hizmetleri inkâr edilemez.
Ancak zamanla düşülen mesiyanik-apokaliptik açmazlar, yüzyılda bir gönderilen
dinin yenileyicisi(tartışmalı hadis) inançları ve pratikte Şeyhin, Şii masum
imam benzerliği özdeşimi gibi yanılsamalar hep soru işareti olarak kalmıştır.
Tasavvuf metodolojisi, ritüellerinin ve
kurumlarının gelişiminin süreç boyunca Şaman, Mazdek, Hint ve Mısır gibi eski
kültürlerden etkilendikleri inkâr edilemez. Bu durum selefi kabullerin aksine,
insanlığın tevhidi ve nebevi kadim mirası anlamında inkâr edilmesi gereken
değil sadece anlaşılması gereken bir durumdur.
Konu çok detaylı anlaşılması gereken bir
konudur. Bu yazının amacına uygun olarak yukarıda verilen ilk pratik örnekteki
gibi sorun, keşfin, sezginin, manevi sarhoşluğun veya sezgi halinin fiziksel
veya toplumsal gerçekliğe ilişkin doğru sınırı koyma sorunudur.
Katolik tarikatlar Cizvitlerin veya
Françiskenlerin kurduğu Georgetown veya Yale gibi üniversiteler, Saint Joseph
veya Saint Benoit gibi liseler kurarken, İslam dünyasında ki tarikat ve
vakıflar bu tip kurumları kurma yeteneğini kazanamamıştır.
Ortaçağ’da Vatikan’a bağlı manastırların
kütüphaneleri paganlıktan İslam kaynaklarına uzanan zengin kaynakçalara
sahiptiler. Bunlar Rönesans ve söz konusu okulların zeminini tesis etmişti.
Ancak tarikatların şerri eğitim kaynaklarını oluşturan medreselerin
kütüphanelerinin bu kapsamda bir zenginliği ve toleransı barındırdıklarını pek
söyleyememekteyiz.
Şeyhler ve tekkelere ilişkin
deneyimlerimiz, yaşadığımız gerçeklik algılarımızın çok ötesinde öteki bir
dünyanın varlığına dair dokunulabilir ve yaşanabilir ipuçlarını bizlere
sunmuşlardır. Bu durum bu ehil insanların teknik ve toplumsal alanlarda da tartışmasız
yol gösterme sağduyularına sahip olabilecekleri yanılgısına bizleri
sürüklemiştir.
Tarikatların, son yıllarda yaşanılan
gelişmeler, vicdan sorunu gibi hususlardaki açmazları, murakabe gibi derslerden
bir kısmının bihaber olmaları, olgun insan yetiştirememeleri ve
politikleşmeleri mana denklemindeki yerlerini tartışma konusu yapmaya başlamıştır.[6]
ULEMA’NIN CEVAPLARININ PEŞİNDEYİZ?
Hayatın anlamı nedir? Yokluk ve hiçlik
arasında farklar nelerdir? Hakikat nedir, parçalanması mümkün müdür? Bireysel
iradenin sınırları nereye kadardır? Sonsuz iradeyi nasıl anlamlandırabiliriz?
İslam dünyası içinde, din tamamen şeriat, tasavvuf ve kelamdan mı ibarettir?
Zahir ve batın ayrımı mümkün müdür? Okültizm, spritualizm (ruhçuluk), mistisizm
(maneviyatçılık), ezoterizm, tasavvuf, heterodoksi (batınilik) gibi akımlar ve
yöntemler dinin neresinde veya hakikate (görüşüme göre tevhide) ulaştırabiliyor
mu? Akıl, nakil ve sezgi (keşif) bağlamında doğru denge nedir?
Başka bir örneklemeyle, hayatın
gerçekliğinde doğumdan ölüme kadar her türlü yaşananlar bilimsel sebep-sonuç
ilişkileri içinde mi (mülk-şahadet- halk alemi)[7] , yoksa tüm doğal olayların
arkasında görevli meleklerin sorumlu olduğu (melekut- gayb- emir alemi) olarak
mı tanımlayacağız. Daha da önemlisi bilgi modelinde bu iki alem arasındaki
ilişki nasıl kurulabilecek?
Daha basit bir modelleme ile; Güneşe bir
bardak suyu bıraktık. Ve içinde 1-2 günde mikro organizmalar üredi. Bu mikro
organizmaların üremesinde; sadece sebep-sonuç ilişkisi, determinal kanunlar mı
geçerli? Kendi irademizin özgürlüğü mutezilenin dediği gibi külli irade içinde
tamamen özgür mü? Ölüm olayı gibi canlıların yaşamının sebep sonuç ilişkileri
ile sonlanmasında Metafizik alemin- meleklerin rolü ne? İnsanın doğayı
değiştirme macerası insanın icat ettiği biyoteknolojik dünya- dijital devrim
tarafından köle yapılmasıyla mı sonlanacak, yaratılış fıtratı özüne nasıl geri
dönebilecek? Selefi kasaba medrese mantığı ile bezenmiş tasavvuf ve fıkıh
anlayışı ile geleceğin dijital evreninde iman/inanç hususu nasıl
korunabilecekti? Çoğu din adamı çevre sorunları, bu tip hususlar ötekilerinin
veya berikilerinin çiğnenen vicdanların yarası ile neden ilgilenmez?
Bütün bu soruların cevaplarının yeteri
kadar ilgi duyulamaması, İslam dünyasında yaşanan bilgi ve inanç epistemolojisi
konusunun, henüz tam anlaşılamadığı veya çözülmek istenmediği noktasına bizleri
götürmektedir.
BU TİP FANİ İŞLER İLE UĞRAŞILIR MI?
Yıllarca düşünmüşümdür, 18. Yüzyıldan
itibaren özellikle İngiliz araştırmacılar neden Antartika’dan Kuzey Kutbuna
kadar gezip, mikroorganizmaları dahi incelerler diye. Bizde bırakın
Antartika’daki mikroorganizmaları, Anadolu’daki arkeolojik kalıntıları bile
merak eden, birkaç kişi dışında kimse çıkmamıştır. Bu vizyon farkını sadece
Avrupa’nın dayandığı Yunan kozmoloji ve fizik anlayışından kaynaklandığına
bağlamak da mümkün değildir.
Ortaçağ Fıkhı ve Kelamı ile sınırlanmış,
kısmen selefi soslu bugünkü bir kısım medreselerden yetişmiş din adamları ve
kanaat önderleri İslam dünyasını ve düşüncesini cihanşümul anlamda
taşıyabilmekten aciz gözükmektedir. Bu anlamda bu gelenek bir sonrakinin bir
öncekini aşması üzerine değil, bir öncekinin bir sonrakini tıkaması üzerine
oluşmuş durumdadır. Bunu ifade ederken Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf geleneğini
selefi anlayış dışında savunduğumu da ilave ederek; Bu zihni çerçevede, evrende
(uzayda) bizim dışında olanlar, antik tarih , arkeoloji, felsefe gibi ezberleri
zorlayıcı hususlar hiçbir zaman bu İslam anlayışının görüş alanına giremeyecek
ve bol miktarda soru bırakmaya devam edecektir.
ESKİ MÜSLÜMANLARIN FARKINDALIĞI
Bilindiği gibi yukarıda ifade edilen
sorulara varoluş ekseninde cevap arayışları İslam dünyasında 8. Yüzyıla kadar
gitmektedir. İslam dünyası düşünürlerinin çabalarıyla açtıkları yoldan zamanla
Hristiyan ve Yahudi düşünürler de faydalanmıştır.
Kutsal kitabın Kuran’ın metinlerinin ve
kabileler arası siyasi çalkantılar içinde henüz toparlanamamış hadislerin, yeni
fetih coğrafyalarında ki farklı kültürler içinde nasıl anlaşılması gerektiği
temel bir soruydu. Zira Hermetik Mısır-Harran, Gnostik (irfani) Sasani-İran,
Kadim Yahudi, Helenistik ve Süryani- Keldani kültürlerinin iç içe geçtiği bu
coğrafyayı yönetmek kolay olmayacaktı.
Kuran’ın ayetleri ve hadis diskurunu Arap
kabile kültürü, dili, grameri, sarf ve nahiv çerçevesinde sadece
anlaşılabileceği tartışması bizi bugünlerden o günlere de taşımakta.
Bakıldığında Muaviye ve Yezid’in
torunları, pek kendileri kadar zalim olmadılar. Emevi ve Abbasiler yayılırken,
Roma barışı politikasını (Pax Romana) uyguladılar. Yeni coğrafyalara
yerleşirken yerleşik kültüre ve değerlere saygı duydular, rıza üretmeyi esas
aldılar. Bu arada Şia muhaliflerinin -ki bugün de böyledir- inançlarını ve
kültürlerini hep yönetimsel tehdit olarak kabul ettiler. Bu açıdan Sasani
gnostizmine veya manihezmine karşı sıkça çare arayışına girdiler. İktidarları
şerik kabul edemezdi.
Bu anlamda halife Me’mun’un Mutezile
mezhebini tercih etmesi gayet makuldü. Me’mun’un rüyasında Aristo ile
tanışmasının ardından mı bilinmez ama yönetenler Yunan aklı ve mantığının
burhani (determinal-sebep-sonuç) yolla tecelli etmiş modeli Aristotales’in
fikirleri ve modelleri etrafında bir bilgi sistemi ve düşünce metodolojisi inşa
etmeye çalışanları hep teşvik ettiler.
KADİM BİLGİNİN İSLAMİLEŞTİRİLMESİ
ÇABALARI
İktidar sahiplerinin çıkarları ve
teşvikleri bir yana, Kuran ve hadisler ışığında Akıl, Vahiy ve hatta İrfan
arasındaki varlık bazında ilişkiyi modellemeye yarayacak acil bir bilgi
teorisine ihtiyaç vardı. Akıl ve maddeyi öne çıkartan Aristo’nun çalışmaları
Beytül-hikme tercüme ve şerhleri için en uygun olandı.
Aristo’nun fizik ve metafizik aleme
ilişkin tasnifleri ve mantık anlayışı Akıl-Vahiy ilişkisine yönelik bilgi
teorisi ve yöntem inşa etmeye çalışan Müslüman filozoflar ve ardılları için
vazgeçilmez görünüyordu.
Aristo’nun maddenin ezeliliği varsayımı
Müslüman ve sonradan onları takip eden Hristiyan ve Yahudi filozofları oldukça
zorlamıştır. Zaman zaman bunu ruhun ezeliliği veya varlıkta birlik (farklı bir
panteizm anlayışı), Alemin yaratılışının iman esası olmadığı savı[8], ezeli
yaratma teorisi[9] veya Alemi öz olarak varsaymayıp varlığını Tanrı’dan alan
bir şey olarak kabul etme gibi[10] - varlıktan varlık ile aşmaya çalışılsa da
Kitap ehli (tek Tanrılı dinler) için pek ikna edici olamadı. Zaten Gazali, felsefecileri
uyguladıkları metod ve saf determinizm bakışları için değil, görüşlerinin
temeli olan Varlık-Alem tasavvurlarının temelsizliği ile suçladı. Bunlar,
alemin ezeliliği, Allah’ın cüzlerle uğraşmayacağı ve haşrin bedenle değil ruh
ile olacağı gibi hususlara idi. Ayrıca Gazali, doğayıgözlem yoluyla
incelemeleri, bilimleri tasnif ve mantık bakımından felsefecileri,
kelamcılardan üstün görmüştür. Bu doğrultuda da zamanla medreselerde kelam
zamanla felsefeyle iç içe geçmişti.
Aristo’nun şerhi konusunda Farabi, El
Kindi ve İbni Rüşt (Averos), oldukça başarılı oldular. Öyle ki Katolik
Hristiyan teolojisinde bilgi açmazına Aristo üzerinden yaklaşım getiren Thomas
Aquinas, İbni Sina ve karşı çıkmasına rağmen İbni Rüşd’den oldukça
etkilenmiştir. Bir ara aforoz edilse de sonradan aziz de ilan edilmiştir.
Benzer bir etkilenme ve süreç Endülüs’te Yahudi filozof Meymunides’in Yahudi
bilgi teolojisi inşasında da görülmüştür. Aristo’nun rasyonel bilgi
teorilerinin yanında söz konusu İslam filozoflarının gnostik ve metafizik
yaklaşımlarında kadim Harran hermetizminin de derin etkileri olmuştur.
Özellikle 20. Yüzyılın başlarından
itibaren Müslüman filozoflar modern dönemin seküler bilgisini İslamileştirme
çabalarına girmişlerdir. Adeta Batının determinizmini anlayıp kodifiye ederek
yeni bir bilgi sistematiği inşa edilmesi gerekliliği üzerinde durmuşlardır.
Bilginin İslamileştirilmesi konusunu özellikle üstlenen Raci Faruki’yi[11]
burada anmak gerekir. Türkiye’de de bu konuya kurumsal olarak eğilen sonradan
kapatılan BİSAV (Bilim ve Sanat Vakfı) ve faaliyetleri sürmekte olan İSAR’ı
sayabiliriz.
YUNAN SADECE YUNAN DEĞİL
Bu tartışmaların ötesinde şunu kabul
etmeliyiz ki antik Yunan filozoflarının alem ve varlık algısı hiçbir zaman
kendi başına tekâmül etmemiştir. Savaşlarla veya deniz ticaret yolu ile
özellikle İskenderiye üzerinden Antik Mısır’dan, Harran’dan[12] ve Sasani-Hind
kültüründen oldukça etkilenmiştir. Bunların başında alemin veya maddenin
ezeliliği inancı-varsayımı gelir[13]. Platon, Thales ve Pisagor gibi kısmen
irfani-gnostik görüşleri savunan önde gelen Yunan düşünürlerinde de
hermetik[14] Mısır geleneğinin etkisi açıktır.
Yunan düşüncesinin oluşmasında mitoloji ve
destanların temel yansımaları vardır. Yunan mitolojisindeki evrende her şeyden
önce kaos vardı, Kaostan doğan Tanrı Gaia diğer Tanrıları doğurur. Bu yaklaşım
bir bakıma ezeli madde, sebep sonuç ilişkilerine bağlı bir rasyonel alem
tasavvurunun temelini teşkil eder.
MİTOLOJİDEN FİZİK ALEME GEÇİŞ
Milet okuluyla birlikte Yunan
mitolojisinden Yunan düşüncesine geçiş başlamıştır. Buna Kozmogoni’den( evren
yaratılışı anlamı) Kozmolojiye ( çalışan evrenin incelenmesi) veya doğa
olaylarının mistik güçlere bağlanmasından, sebep sonuç ilişkilerine- causality-
fizik kanunlarına bağlanması süreçlerine geçiş de diyebiliriz. Yunan mitolojisi
bugün dahi batı kültür, sanat ve inanç dünyasının hala içindedir diyebiliriz.
Doğa olaylarını, mitolojik veya pagan
inanışı, tamamen mistik güçlere bir hiyerarşik düzene, maneviyatabağlıyor.
Milet okulu ise bu hiyerarşik düzeni bir kenara bırakarak eşitlikçi
(egaliteryan) bir sebep sonuç ilişkilerine, nedenselliğe bağlıyor. Milet okulunu
oluşturan politik bileşenler demokrasi ile yönetilen özerk şehir
devletçikleriydi. Spartalılar bu bileşende yoktu.
Ancak şunu da kabul etmemiz gerekir ki
bugünkü batı modernitesi, profan (dindışı) ve teknik dünyanın temelleri
Aristo’nun önderlik ettiği antik Helen rasyonalizmi ile atılmıştır. Bunda
Endülüs odaklı İbni Rüşd, Razi ve Farabi gibi rasyonel gerçekliğe önem veren
Müslüman filozofların da katkıları olmuştur.
Deneysel bilimin ilk öncülerinden sayılan
Roger Bacon (ö.1292) İngiliz Françisken filozof Endülüs düşünce havzasından
oldukça etkilenmiş ve Endülüs’ten kazandığı ilkeleri rehber edinmişti[15],
Avrupa’ya da Paris üniversitesinden belirttiğimiz gibi Thomas Aquinas ile
Endülüs bakış açısını yaymaktaydı. Sonradan üniversitelerde kullanılacak cüppe
ve serpuşuyla bunu yapmaktaydı. Roger Bacon[16] Doğayı anlamaya çalışmak ve ona
uyumlu olmayı savunuyordu.
BAK SEN KARANLIK ORTA ÇAĞDA ŞU
KAFİRLERİN YAPTIĞI İŞLERE
Orta çağa batılı tarihçiler 19.yüzyılda
karanlık çağ adını takmışlar ancak ne çelişkidir ki Orta çağ papalığa bağlı
manastırlar ve keşişler entelektüel bir kadim kütüphane havzaları gibiydiler.
Bu kaynak, batının Medici aileleri gibi finansı ve bankacılık sistemini
organize eden ailelerin desteğini alınca, Rönesans akımının temelini oluşturdu.
Biz şu gün itibariyle ne yazık ki o dönem ve bugün medreselerin kadim kitaplık
kaynaklarından veya finanse eden müminlerden sıkça söz edemiyoruz.
ncak kendinden sonra gelecek bir diğer
Bacon, Francis Bacon’un (ö.1626) Doğaya bakışı pek o kadar insaflı
olamayacaktı. Aydınlanma paradigmasının oluşumunda önemli etkileri olan İngiliz
filozof F. Bacon İnsanın doğa üzerindeki egemenliğinin son çizgisini
oluşturacak bir toplum düşü kuruyordu. Zaten İngiliz filozof matematikçi
Newton’un (ö.1727) illetsiz saf matematik ile modellenmiş fizik anlayışı
Aydınlanma veya başka bir değişle profan (din dışı) çağı pekiştiriyordu. Artık
bu saatten sonra bilgi sorunu olarak değil ama konu alanı olarak Metafizik
konuşulmayacaktı.
İSLAM FİLOZOFLARI MANEVİ ALEME
KARŞI DEĞİLLERDİ
Sanılanın aksine Aristo’nun madde merkezli
ve fizik üstüne tanımlı alem tasarımını esas alan İslam filozofları, külli
akıl, ilham, ruh gibi fizik ötesi irfani anlamda modellemeler de yapmışlardır.
Hatta İbni Sina bu alanda aşırıya gitmekle suçlanmıştır.
İbni Sina etkisinde kalan Fahreddin Razi
ve takipçisi Siraceddin el Urmevi (ö.1283) Nakil, Akıl ve İrfani(tasavvufi)
bilgi anlayışı arasında inkar etmeden denge kuran bilgi modellemeleri
geliştirmişlerdir. Farabi’nin yolundan giden İbni Bace’nin Gazali’nin tasavvuf
yoluyla ulaşılan saadetin aslında lezzet olduğunu gerçek saadete akıl ile
ulaşılabileceği tezi ilginçtir. Sonradan İbni Haldun da Farabi ve İbni
Bacelerin yolunu ve yöntemlerini izlemiştir.
Meşhur temel sorulardan biri de bizde bir
düşünce geleneğinin olup olmadığına ilişkindir. Helenistik düşünce geleneği
oluşmuş ve ekol olarak da devam etmiştir. Thales’in (M.Ö. 6.yüzyıl) Milet
okulu, Platon’un Sempozyumu (Şölen) veya Aristo’nun Lisesi gibi. Bizde ise
Endülüs’te Toledo veya Bağdat’ta Beytül-hikme gibi. Endülüs’ün Katolikler,
Bağdat’ın ise Moğollar tarafından yağmalanması ile bu geleneğin sonlandığını
söyleyemeyiz.
Felsefenin İslami bir varlık arayışları ve
tasnifi çerçevesinde Osmanlı düşünce geleneği ve medreselerinde var olması 16.
Yüzyıla kadar devam etmiştir. Burada Davut Kayserili, Kadı Siracettin,
Kınalızade Ali, Taşköprülüzade Ahmet gibi isimleri hatırlatabiliriz.
KEŞKE FATİH ANLAŞILABİLSEYDİ
Fatih Sultan Mehmet tehafüt diye
adlandırılan felsefe-kelam-tasavvuf ilişkisi üzerine bağımsız tartışma
platformları oluşturmuştu[17]. Fatih’in İbni Rüşd’ten oldukça etkilendiğini
görebiliyoruz.
Osmanlı’da Felsefeye karşı takınılan
olumsuz bazı tavırlara XVII. yüzyıl Osmanlı bilginlerinden Kâtip Çelebî
(ö.1657) işaret etmektedir. Zira Kâtip Çelebî’ye göre Osmanlı Devleti’nin
kuruluşundan Kanuni Sultan Süleyman dönemine (1520-1566) kadar olan devrede,
din ile felsefeyi uzlaştıran gerçek bilginler şöhret kazanmıştır. Ancak diğer
taraftan Fatih[18], Medâris-i Semâniye diye adlandırılan sekiz medreseyi
yaptırmış, vakfiyesinde Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevâkıf okutulmasını kayıt
altına aldırtmıştır. Fakat daha sonraki dönemlerde medreselerde[19] bu dersler
kaldırılmıştır. Medreseleri değerlendirirken de dönemlerinin siyasi ve
toplumsal yapılarına bağımlılıklarını gözden kaçırmamamız gerekiyor.
KATİP ÇELEBİ ÇOK ÇIRPINMIŞ
Katip Çelebî, İslâm’ın ilk dönemlerinde
aklî ilimlere karşı olumsuz bir bakış açısı olduğunu, ancak bu düşünceden
hareketle bunların dine aykırı olduğu yönünde bir sonuca gidilmemesi
gerektiğini belirterek, daha sonraki dönemlerde her bilimin öneminin fark
edilip felsefe geleneği ile din bilimlerini metodolojik bir bütünlük ve
özgünlük içinde buluşturan büyük bilginler yetiştiğini ifade etmektedir.
Gazzalî, Fahreddîn Râzî, Îcî, Şîrâzî, Kudbuddîn Râzî, Taftezânî, Cürcânî ve
Devvânî bu büyük âlimlerden bazılarıdır. Osmanlı eğitim sisteminde, din
bilimleriyle felsefî ilimler arasındaki paralelliği koruyan bu anlayış, Kanuni
dönemine kadar belirleyici olmuş, ancak daha sonra bazı din bilginleri
tarafından aklî ilimler, “bu dersler felsefiyyâttır” denilerek eğitim sistemi
dışına itilmiştir. Bu çabalar büyük ölçüde başarılı olmuş ve Osmanlı ulemâ
çevresinde bu bilimlere karşı kayıtsızlık doğmuştur (Katip Çelebî, 1993: 9;
Kutluer, 2000: 81). Fakat Katip Çelebî, eserinde, din ilimleri ile felsefî
ilimler arasında “burhân”a dayalı metodolojik bir bütünlük sağlamanın, ülkede
düşünce, bilim ve eğitim alanında yaşanan tıkanıklığın aşılması yolunda hayatî
bir önem taşıdığını vurgulamaktadır (Kutluer, 2000: 81-82). Dolayısıyla Katip
Çelebî’ye göre, o dönemde yaşanan fikrî bunalımın sebebi, aklî ve naklî ilimler
arasında olması gereken uyumun gereklerinden uzaklaşılmasıdır (Kutluer, 2005b:
217).
ÇAĞIMIZDA CABİRİYİ LÜTFEN
UNUTMAYALIM
Son dönem önemli İslam düşünürü Muhammed
Abid el- Cabiri (ö. 2010), İslam dünyası eğer İbni Rüşd geleneğini bırakmayıp
devam etseydi bugünkü krizi yaşamazdı der. Cabiri’ye göre batı İbni Rüşd ile
paradigmayı oluşturup bilgi teorisinin esaslarını yeniden inşa etti, İslam
dünyası ise İbni Sina ve Gazali bakışını tercih ederek bugünkü krizi yaşıyor
diye tespit etmekte. Ancak Cabiri hiçbir zaman geleneksiz bir bilgi teorisi-
epistemoloji inşasını savunmadı. Sadece bu yöntemin, “selefi Arap aklının”
kırılmasını savundu. Daha ötesi klasik fıkıh ve kelam geleneğinin görmezlikten
geldiği insanlığın antik dönemden bu yana gelen kültürel mirasını çekinmeden
sahiplenilmesi gerektiğini savunmakta.
İbni Rüşd’ün Gayb (görünmeyen) ve Şahadet
(“zahiri”) alemler arasındaki ilişkinin birbirinden bağımsız ve kendilerine
özgü bakış açıları ile anlaşılması veya iman edilmesi hususunda vurguları
önemlidir. Zira İbni Rüşd, İbni Sina ve takipçilerini Gayb alemini felsefeyi
metod olarak kullanarak açıklanması hususunda oldukça sert eleştirmişti. İbni
Rüşd felsefenin dinden bağımsız tutulmasını savunuyordu. Bu anlamda İbni Rüşd
Aristocu Varlık felsefesinin, zaman ve devinim kavramları eksikliğinde
yaratılışı ve Allah’ı açıklamada yetersiz kaldığını ifade etmişti.
Gazali de benzer şekilde filozofların
yöntemlerinin dini hakikatleri açıklamadan aciz ve temelsiz olduğunu
savunuyordu. Gazali ve İbni Rüşdün en önemli ortak noktası Aklın tüm imkanları
kullanılıp gücünün bittiği yerde tartışmasız Vahy’e müracaat hususunda fikir
birliği idi.
Cabiri’nin bakış açısını da göz önüne
aldığımızda, Endülüs felsefe geleneğinin üstünlüğü felsefenin belirli bir dönem
çalışılan matematik ve tıp disiplini üzerine kurulmuş olmasıydı. Doğuda ise
felsefe, kelam geleneği üzerine konuşlanmıştı. Bu dönemde Basra’da gizli olarak
faaliyetlerine başlayan (X. Yüzyıl) İhvanı Safa düşünce okulu/platformunu[20]
da zikretmeyi ihmal etmemiz gerekiyor. İhvanı safa hareketi maddi alem kadar
manevi alemi de kategorize etmişler aralarındaki ilişkiyi zahirden başlayarak batına
kadar modellemişlerdir. Tasavvufu da oldukça etkileyen Şii İsmailiye mezhebiyle
benzerliklerinden dolayı Şiilik ve İsmaililik ilesuçlanmışlardır. İbni Sina ve
Gazali bu hareketten oldukça etkilenmişlerdir.
SONUÇ YERİNE
Yüzyıldan bu yana İslam dünyası yeniden
İslami düşünceyi inşa edecek İbni Rüşdleri, Farabileri, Gazalileri üretemiyor.
Belki de onlar gibilerin hayat bulabileceği siyasal, toplumsal ve ekonomik
zeminler veya daha önemlisi zihniyet hiç oluşamadı.
Her ne kadar Şah Veliyullah Dehlevi, Said
Nursi, Elmalı Hamdi Yazır, Ferit Kam gibi manevi önderler ve aydınların
çabaları tarihe not düştüyse de bunlar ve benzerleri samimi bir çaba olma
ötesinde özgün bir tezi üretemedi.
Genel mutabakat İslam düşüncesindeki
gelişme ve yeterliliğin Endülüs’ün düşmesiyle birlikte sonlandığına ilişkindir.
R. Garaudy, bunu tutucu Maliki fukahasının etkisindeki yöneten halifelerin
adaletsizlikleri, ötekilere kötü davranmaları ve İslam entelektüellerini
sindirmelerine bağlamakta. Böylece sosyal yapı korumasız kalmış Murabıt ve
Katolik işgalleri başarılı olmuştur.
İslam dünyasının açmazlarından biri de
Aristo mantığının ve felsefi anlayışının aşılamamış olmasıdır. Aristocu
belirsizlikler aleminde müphemlik[21], ara geçişler veya gri alanlar yoktur.
Her şey ya ak ya da karadır. Bir bakıma Aristo mantığı felsefi Daltonizm-renk
körlüğüdür.[22]
İbni Haldun coğrafya kaderdir demiş, belki
de eksik söylemiş. Siyasi yönetim örgütlenme biçimi de kaderi belirleyen bir
diğer husus olarak karşımızda durmakta. İslam dünyası asırlarca Kelam, Fıkıh ve
Tasavvuf ile idare ederken bunlarla birlikte bir ahlak felsefesi geliştiremedi,
vicdanı hep ihmal etti.
Aristo’nun tartışmalı Metafizik tanımı,
belirttiğimiz gibi fiziğin matematik modelleme ile tanımlanmasından itibaren
ortadan kalkmıştı. Artık mekanik bir evren ve yaşam akışı anlayışı vardı.
Einstein, Heisenberg ve filozof Bergson ile birlikte, mekanik ve matematik
evren modeli yerini atom altı parçacıkların belirlediği sürekli değişen Kuantum
evren modeline geçiş yapıyordu. İster istemez bu yeni tanım da Bergson’un
deyimiyle“Metafizik” tekrar yerini alıyordu.
1900’lu yılların başında Osmanlı’da
kurulan ilk üniversite modeli Darülfünunda bile ne yazık ki Dünya’nın kendi
ekseni etrafında döndüğü Galileo teoremini (16. Yüzyıl) değil de sabit kaldığı
tezini savunan Batlamyus (2.Yüzyıl) teoremini okutuyordu. Rivayet odur ki bugün
bile bazı medreselerimizde ciltlerce kölelik hukuku okutulmaktadır. Maalesef
özellikle ülkemizde ve genelde İslam dünyasında geleneği yorumlayabilecek
kodifiye edebilecek alim bulunduğunu pek söyleyemeyeceğiz.
Bugünkü Kelam ve Fıkıh anlayışı tarihin
donduğuna, geçmiş ve geleceğe ilişkin sürekliliğinin olmadığına ilişkindir.
Taşra selefiliği, göreceli olarak tasavvuf anlayışı ve tarikatların içine bu
anlamda sirayet etmiştir. Halbuki Endülüs ve Bağdat’ta İslam rönesansı
döneminde felsefe ve tasavvufta bu böyle değildi.
Dünyada İslamcılık demokrasi tecrübesini
başaramadı. Birtakım ulema demokrasiyi küfür olarak niteleyip sessiz kalıp
pratikte faydalanma yolunu tercih ederken genelde de demokrasi ile entelektüel
ve kavramsal bağ hiçbir zaman düşlenmedi. İslamcılık pratikte fiziğin ve
doğanın matematik modele indirgendiği acımasız iktidar mücadelelerinin
ilkesizce verildiği modernitenin yeni paradigmasının ikinci el bir enstrümanı
haline geldi. Son 200 yıldır Osmanlı imparatorluğunun başı çektiği gerileme ve
ıslahat süreçlerine düşünsel, vicdani ve ahlaki problem olarak hiç bakılmadı.
İslam’a bir kısım ulemanın fıkıh mücadelesi bakışı dışında, hep dünyada ve
ilgili ülkelerde somut iktidar mücadelesi olarak bakıldı. İslamcılaşan
dindarlar, cemaatler ve tarikatlar egemenliğe talip oldular, farkına varmadan
gelenekten koptular.
Fazlurrahman’ın Kur’an’ın bir bütün olarak
anlaşılması ve anlamlandırılması tezine katılıyorum. Fıkıh ve Kelamcıların bir
kısmı Kur’an ve Hadisteki bazı parçalar üzerinden sıklıkla çıkarımda
bulunmuşlardır. Bu ise din alimleri ve güç ilişkilerinde, moderniteye tez
üretme konularında hep sorunlar çıkarmıştır. Bu sorunlar uygulamada bugünlere
intikal etmiştir.
Kur’an ve hadislerdeki bütünlüğün
anlamlandırılması içinde, bir düşünce sistematiğine ihtiyaç vardır. Bu da katı
selefi eğilimlilerin karşı olduğu “Felsefe”dir. İslam düşüncesi ve özgün
felsefesi olmadan, temel bir bakış paradigması geliştirilemez. Tasavvuf ve
Kelam bu süreci besleyebilir. Yöntem ise, post modern felsefi yaklaşımların tüm
enstrümanları olabilir.
İslam dünyasında ilerleme veya gerilemenin
tamamen askeri ve siyasi güç egemenliğine göre endekslenmesi temel yanlışlardan
birisidir. Düşüncede reform anlayışının buna odaklanması bizi kendi açmazımıza
hapsetmiştir. Düşünce evrenimizdeki reform çabalarının ret, inkâr veya ötekini
ikna üzerine kurgulanması ayrı bir çıkmazı teşkil etmiştir.
Prof. Ahmet Kuru kitabında, Müslüman
tüccarların 11. Yüzyıla kadar Müslüman alim ve filozofları desteklediklerini,
ancak devlet merkezileştikten sonra, tüccarların özerkliklerini yitirdiklerini,
böylece ulemanın tamamen devlete bağımlı kaldığını, bunun da fikir ve ticaret
hayatında gerilemenin nedeni olduğunu söylüyor[23]. Bu anlamda İslam dünyasının
servet sahipleri ve ulemalarının gerçek bir burjuva ve entelektüel olduklarını
söylemek oldukça zorlaşıyor.
Yazının özeti olarak aşağıdaki tespitleri
muhatap hissedenlere sıralamak uygun olabilir;
12.Yüzyıla kadar gayret edilen İslami
bilgi mimarisi(epistemoloji) çalışmaları devam ettirilmeli tekamüle
erdirilmeli.
Buna bağlı İslami düşünce metodolojisi ve
tüm insanlık için yeni bir paradigma inşası oluşturulmalı.
Kelam, Fıkıh ve Tasavvuf bu altyapı ile
zenginleştirilerek tüm insanlık ve yaratılmışlar için bir Ahlak felsefesi ve
Vicdan tanımı geliştirilmeli.
Antik dönemden post modern döneme dahil,
her türlü felsefe akımına açık ve şerh edebilme yeteneğine haiz olacak şekilde
tüm dini eğitim kurumları güncellenmeli.
Evrensel rekabet standartlarına açık
olacak bu kurumlardan ilgili siyasi hareketlere veya cemaatlere mürit devşirme
izlenimi verecek politikalardan kaçınılmalı. Bu yapılar otonom bırakılmalı
dünya standartlarında hiçbir harcamadan kaçınılmamalı.
Ne dersek diyelim, bugün İslam
dünyasındaki iç karışıklıklar, refah ve adalet sorununun özünde batı komplosu
değil İslam dünyasının yaklaşık 300 yılı aşan derinleşen medeniyet krizinin
kendisi yatmaktadır. Krizin anahtarı da krizin başlangıç noktasında saklı
durmamaktadır.
[1] Fıkıh bir dönem bütün ilimlerin
adıydı. İmam Azam’ın tarifi ile de kişinin lehinde ve aleyhinde olanları
bilmesiydi
[2] Larry Siedentop – inventing
“Individual” The Origins of Western Liberalism
[3] Paganizm, kökenleri dünyanın kadim
doğa dinlerine uzanan bir inanç biçimi ve bu dinlerin genel adıdır. Bu dinlere
mensup kişilere pagan denir.( vikipedia)
[4] AL- İlah, Lunar Godness
[5] Manevi tasarruf-intikal
[6]
http://faraszade.com/turk-tasavvufunun-bugunku-meselesi/
[7] İbnü’l-Arabî gibi âlemin zahirinin
mülk, bâtınının melekût olduğunu söyleyen Necmeddîn-i Dâye melekûtu “eşyayı var
kılan şey” olarak tanımlamış ve, “Her şeyin melekûtu O’nun elindedir” (Yâsîn
36/83) meâlindeki âyeti zikrederek eşyanın hakikatinin Cenâb-ı Hakk’ın
kayyûmiyyet sıfatı olduğunu ve her şeyin onunla kāim bulunduğunu belirtmiştir.
[8] Bir görüşe göre, Kur’an ve Sünnet’te
evrenin yoktan/sonradan yaratıldığına dair açık bir nass bulmak mümkün
değildir. Bazı ayetler ve hadisler yorumlanarak bu sonuç elde edilmiştir.
Kur’an çok net bir şekilde âlemin yaratıcısının Allah olduğunu söyler ki zaten
filozoflar da kelamcılar da bunu kabul ederler.
[9] İbn Rüşd, filozoflar gibi Tanrı ile
âlemin aynı anda var olduğunu iddia eder. Evren İlk Fâilin (Allah) fiilidir.
Yani mademki bu ilk Fâil (Allah) ezelidir bu takdirde onun fiilinin de ezeli
olması gerekir.
[10] Ahmet Yaşar Ocak, “Düşünce Hayatı
(14.-17.Yüzyıllar)” , s.189. Şeyh Bedreddin Vâridat eseriyle felsefileşmiş
tasavvufu temsil etmektedir. Eserinde Allah, nübüvvet, ahiret, cennet,
cehennem, ruh, melek, kâinatın mahiyeti gibi İslâm felsefesi ve kelâmın temel
konularında mistik yorumlarla birlikte akılcı filozof tavırlarıyla konulara
yaklaşmaktadır. Ona göre Allah ve kâinat özdeştir. Kâinat Allah’ın madde
âlemindeki tezahüründen ibarettir; ezelî ve ebedîdir. Ruh denilen şey, insan
bedeninin yaşama kabiliyetinden başka bir şey değildir. Cennet ve Cehennem
kavramlarından öyle sanıldığı gibi madde âleminde olan şeyler anlaşılmamalıdır
Melek ise, çeşitli tabiat kuvvelerine verilen bir isimdir. Ocak, “Düşünce
Hayatı (14.-17.Yüzyıllar)”, s. 190.
[11] 21 Ocak 1921’de Filistin’in Yafa
şehrinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Saint Joseph Koleji’nde yaptı. 1949’da
Indiana ve 1951’de Harvard üniversitelerinde felsefe alanında yüksek lisans
yaptı. “Değerin Metafiziği ve Epistemolojisi” konulu doktora tezini 1952’de
Indiana Üniversitesi’nde tamamladı. Daha sonra Ezher Üniversitesi’nde üç yıl
süreyle şer‘î ilimler alanında öğrenim gördü. Teşebbüslerinin milletlerarası
çaptaki diğer önemli sonucu International Institute of Islāmic Thought’un
1981’deki kuruluşu oldu. Kuzey Amerika’da büyük bir İslâm araştırmaları merkezi
haline gelen bu enstitünün özellikle “bilginin İslâmîleştirilmesi” yolundaki
araştırma programlarının belirlenmesinde Fârûkī’nin öncü bir rolü oldu.
[12] Harran İslam inancından önce Pagan,
Sin, Yıldız-Gezegen Kültü, Sabiîlik, Gnostizm, Daysanizm gibi köklü bir kültür
yapısı olan bölgede felsefî okullarda bir çok alim eserleriyle ön plana
çıkmıştır.
[13] Christopher Knight ve Robert Lomas,
The Hiram Key (Hiram Anahtarı) adlı kitaplarında Eski Mısır'ın masonluğun
kökeninde çok önemli bir yeri olduğunu anlatırlar. Yazarlara göre Eski
Mısır'dan çağdaş masonlara miras kalan en önemli düşünce ise, "kendi
kendine var olan ve rastlantılarla evrimleşen evren" fikridir.
Mısırlıların bu büyük yanılgılarını yazarlar şöyle açıklamaktadırlar:
"Eski Mısırlılar maddenin her zaman için var olduğuna inanıyorlardı; onlar
için bir Yaratıcının mutlak olarak hiçlikten bir şey yapmasını düşünmek mantık
dışıydı."
Onların görüşüne göre, maddenin kendi
içinde bir gücü vardı, bu dünya, kaosun içinden düzenin doğmasıyla oluşmuştu...
Bu kaotik duruma "Nun" adı veriliyordu ve aynı Sümerler'in tanımı
gibi... karanlık, güneşsiz, sulu bir derinlikti, bu derinlik kendi kendine
düzenin başlamasını emretmişti. Kaosun maddesinin içinde yer alan bu gizli güç,
kendi varlığının bilincinde değildi; o bir olasılıktı, düzensizliğin
rastgeleliği ile birleşmiş bir potansiyeldi.
[14] Mısır’da Kral Toth, Eski Yunan’da
Hermes ve İslamiyet’te İdris Peygamber olarak bilinen Adem’in yedinci torunu
binlerce yıldır bu kültürler ve dinler üzerinde önemli etkiler bıraktı.
[15] Endülüs’te İslam, Timaş yayınları R.
Garaudy
[16] Rager Bacon'un anlayışına göre
gerçeğin önünde engeller bulunmaktadır. Bu engellerin cehaletin nedenleri
olduğunu savundu. Opus Majus adlı eserinde bunu dile getirdi. Bu engeller
aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
Otoriteye bağlılık
Skolastik gelenek
Eğitim yetersizliği
İnsanların cahilliklerini gizleme
tutumları.
Bacon, aynı zamanda otoriteye bağlılık ve
aşırı güvenin bilimsel bilgi için büyük tehlike olduğunu savunur.
[17] Osmanlı düşünce geleneği, felsefe,
kelâm ve tasavvufun bir terkibi niteliği taşımaktadır. Fatih Sultan Mehmed’in
Molla Câmî’ye “hakikati arayan gruplar” diye nitelediği felsefeciler,
kelâmcılar ve sûfîlerin görüşlerini birlikte değerlendiren bir risâle
yazdırması, bu üç bilimin de Osmanlı düşüncesi içindeki varlığını
göstermektedir (Öngören, 2007: 542).
[18] Dikkat çekici bir husus olarak, Fatih
Sultan Mehmet sürekli yanında taşıdığı cönkünde(el çantası) sürekli başvurduğu
ve her daim istifade ettiği 4 kitabı bir ömür yanında taşıdı. Bu kitaplar
orijinal halleriyle Nur-u Osmaniyye Kütüphanesinde bulunuyor.
İbn-i Sina – el- İşarat= Nazar yönteminin
kurucu ve zirve metni.
Gazzali - Tehafüt-ü Felasife = Nazar
yöntemine güçlü Eş’ari eleştiri metni.
Sühreverdi – Hikmet-i İşrak= Müşahede ve
nazari geleneğin birleştirilmesini öneren İşrakiyye geleneğinin anlatıldığı
Hikmet-i İşrak.
Konevi – Miftah’ul Gayb= Müşahede
geleneğini merkezi alarak nazari geleneği yeniden yorumlayan ekberi geleneğin
zirve metni Miftah’ul Gayb.
Konya’nın gönlünü Mevlana, aklını Urmevi,
vicdanını Konevi temsil eder.
[19] Süleymaniye medreselerinin
kuruluşundan II. Meşrutiyete kadar geçen zaman diliminde ise, l557'den 1908'e
kadar medreseler duraklama, gerileme ve çökme dönemlerini geçirmişlerdir.
Bununla birlikte bu dönemde, Tanzimat’tan sonra açılan ve vaiz yetiştirmek
üzere kurulmuş bir ihtisas medresesi olan Medresetü’l-Vaizîn’de ise, tefsir,
hadis, fıkıh, kelâm, usû1-i fıkıh gibi derslerin yanı sıra, felsefe, mantık,
psikoloji, ahlâk, metafizik, felsefe tarihi, İslâm felsefesi dersleri de yer
almış, bu dersler Mehmet Ali Aynî tarafından verilmiştir
[20] Bu grup ön yargısız bir yaklaşımla
dinî, felsefî ve ilmî olmak üzere ulaşabildiği her tür bilgiyi kullanmıştır.
Onlar için düşüncelerine temel olmada Kur’an ne kadar öneme sahipse Tevrat ve
İncil de o kadar önemlidir. Din bilgisinde Hz. Peygamber’in veya Hz. Ali’nin
sözü ne kadar önem taşıyorsa felsefede Sokrat, Eflâtun ve Aristo’nun, matematik
ve geometride Pisagor’un ve Öklid’in, coğrafyada Batlamyus’un sözünün de önemi
o derece büyüktür.- İslam Ansiklopedisi İhvan-ı Safa
[21] Şarkiyatçı Thomas Bauer’in tezi,
Batılı modernliğin kesinlik “takıntısının,” müphemlik kültürünü gitgide tahrip
ettiğidir; bu süreçte İslâm “ilâhiyatlaşarak” katılaşmıştır. Bauer, neticede
ister Selefi olsun, ister fundamentalist ister reformist, İslâmcılık ile Batılı
modernizmin İslâm anlayışlarının benzeşir hale geldiğini savunur.
[22] Bkz A. M. Al-Meraire Aristo’nun
Mahkumları, Epistemic Institute Press, Los Angeles, 1984
[23] Islam, Authoritarianism, and
Underdevelopment: A Global and Historical Comparison (Cambridge University
Press, 2019)