26 Eylül 2023 Salı

Kriz dönemi mütefekkiri olarak hocam Hüseyin Atay Şaban ali Düzgün-26/09/2023

BİR PARADOKSUN ÇÖZÜMÜ VE HAYAL KIRIKLIĞININ ONARIMI

Hüseyin Atay, İslam medeniyetinin farklı alanlarda gittikçe derinleşen krizine, Müslüman halkların tarih dışına savrulmalarına şahitlik eden bir kriz dönemi mütefekkiridir ve düşüncesi doğal olarak hem eleştiriye hem de inşaya yönelen bir karaktere sahiptir. Mütefekkir bir âlim olarak Hüseyin Atay’ın bütün fikrî çabası aslında bir paradoksun çözümüne yöneliktir. O paradoks şudur: İnsanlara daha iyisini vadederek yaşamlarına giren din, bugünün dünyasında Müslüman halkların durumuna baktığımızda nasıl olup da bir hayal kırıklığı olarak karşımıza çıkmaktadır? ‘Biz ve onlar’, ‘yeni ve eski’, ‘gelenek ve modernite’ gibi karşıtlıklarla örgütlenen ve sürekli savaş düzeninde tutulan bir din söyleminin, bireyin anlam toplumun adalet talebini karşılayamadığında hayal kırıklığı yaratacağı açıktır. Dinin kendinden bekleneni veremediğinde ortaya çıkan hayal kırıklığı, insanda inanılırlığını bütün unsurlarıyla kaybetmiş radikal bir tanrısızlığa ve din karşıtlığına evrilir. Bunu dine değil de dindarlık iddiasında bulunanların din anlayışındaki sorunlara bağlayan Hüseyin Atay gibi zihinler bu durumu yaratan sebepler denklemini yeniden kurarlar. Bu denklemde insanı sonuçlara maruz kalan değil, sebeplere etki eden bir güç olarak konumlandırırlar. Anlam düzeninin çöktüğü ve insana dair her şeyin alaşağı edildiği bir dünyada daha iyiyi, daha doğruyu, daha güzeli, daha adil olanı ortaya çıkarmaya yönelen eleştirel bilinç ve estetik tefekkür bu zihinlerin temel özelliğidir. Dinin varlık sebebini ahlaka, bilinme sebebini akla dayandıran Hüseyin Atay’ın imana ve ahlaka başka bir deyişle Allah’a ve insana dair söylemini, arzulanan ama ulaşılamayan ahlak deneyiminin yarattığı hayal kırıklığını onarma çabası olarak okumak gerekir.

İNANCIN KORUYUCU KALKANI BİLGİ

Hüseyin Atay, modern dönemde din ve bilim arasında varsayılan çatışmanın İslam inancı bağlamında söz konusu olmadığını göstermek üzere bilgiyi imandan öne almış, dinin aklın ve tecrübenin sınırlarının bittiği yerde başladığı tezinin aksine İslam inancını aklın ve bilginin sınırları içinde konumlandırmıştır. Zira insanın neye niçin inandığını bilmesi, inancın ahlakı gereğidir. Allah’ın varlığını ve birliğini bilmenin imana öncelenmesi Kur’anî bir taleptir (47/Muhammed, 19). Bu düşüncenin köklerine İslam düşünce geleneği fazlasıyla aşinadır. İnsana ilk farz olanın ne olduğu sorusuna Müslüman âlimlerin bir kısmı ‘Allah’ı bilmek’, bir kısmı ‘düşünmek’ cevabını verir. Ebû Hâşim insana ilk farz olanın şüphe etmek olduğunu söyler. Atay, süreç içinde yerini kesin bilgiye terk eden şüphenin insana ilk farz olarak gösterilmesini olumlayarak aktarır. Zira şüphe, verili bütün sisteme ve sistemi ayakta tutan unsurlara karşı teyakkuzda bulunmayı gerektirir. Bu teyakkuzun gereği olarak Atay, din ve din kültürü/fıkıh arasında ayrım yapar ve özellikle ilk üç asır ulemasının rey ve içtihat çabalarını takdirle anar. Üçüncü asırdan sonraki ulemanın karşılaştıkları sorunlara bizzat cevap üretmek yerine daha önce üretilen hazır cevapları kullanma alışkanlığının çok kötü bir model olarak arkadan gelen bilginleri de esir aldığını ifade eder. İlk üç asır ulemasının rey ehli olduğunu, sonra gelenlerin Kur’an’a gitmek yerine bu rey ehlinin görüşlerini anlayıp uygulamaya yöneldiklerinden yani reyin yerine fıkhı ikame ettiklerinden yakınır.

Atay’a göre, akıl/rey, sadece kutsal metni anlayıp yorumlamaz, hüküm de koyar. Akıl aynı zamanda koyduğu hükmü ortak insan hayatına egemen kılan kudrettir. Dünyayı yorumlamayı değil, değiştirmeyi hedefleyen her düşüncenin, aklın ortak insan yaşamına dokunan bu gücünü dikkate alması gerekir. Atay’ın akıl vurgusu, daha derinde yatan iki kurucu unsuru açık eder: İnsan ve dil. Akıl ilahî bir mevhibe olarak insanda tecelli eden en yüksek kudret, dil de bu kudretin değer ve normlara dönüşmesine aracılık eden temsil gücüdür. Atay’ın geleneği bir haber olarak görüp en güzeline uymak için bir kısmını kaldırıp atmak gerektiği yönündeki düşüncesi ile insanı bir akıl ve dil varlığı olarak tanımlaması arasında sıkı bir ilişki vardır. Gelenek (atalar) tarafından kurumsallaştırılan dinsel, ekonomik, siyasal güç, çoğunlukla toplumun bir kısmına diğerlerine kıyasla daha fazla imtiyaz tanır. Aklın ve dilin devreye alınarak tekil insanın merkeze çekildiği bir düzende ise hakikat imtiyazlı grupların tekellerine aldıkları alanlarda aranmaz. Şüphe hermenötiği denilen bu durumda adalet, adaleti tanımlayanlardan veya adalet dağıtanlardan değil adaletsizliğe uğrayanlardan, baskı altında tutulanlardan öğrenilmektedir.

Hüseyin Atay, devralınan mirası, oluşumunu tamamlamış, yedeğine girilecek bir norm kaynağı olarak değil, sürekli geliştirilmesi gereken bir inşa süreci olarak görür. Bu süreçte kendisine kadar gelen külliyatı da, herkesi bağlayan, eleştiriye kapalı bir kaynak olarak değil akıl, vicdan, tecrübe gibi objektif ölçütlerle değerlendirilmesi gereken bir haber olarak alır ve Kur’an’ın haber değerlendirme kriteri olan, ‘”Bir sözü/haberi dinleyip en güzeline uymayı’ (39/Zümer, 18) bu geleneğe uygular. Atay’a göre; “Bir düşünce geleneği içindeki insanlar ya kendilerini geleneksel kurallara, örf ve adetlere sıkı sıkıya bağlayan taklitçilerden ya da bütün insanların sorunlarını dikkate alarak mevcudu aşmayı amaçlayan idealistlerden oluşur. Taklitçi grup geriye, idealist grup geleceğe bakar. İslam’ın ilk üç veya dört asrına idealistler, sonraki asırlara taklitçiler hâkim olmuştur.” Atay hocanın bu ifadesi, gelenekli toplumların içine düştükleri trajediye karşı bir uyarı olarak okunmalıdır.

TEVHİDİN GEREĞİ OLARAK ÇOĞUNLUĞUN TAHAKKÜMÜNE KARŞI İNSANIN TEK(İL)LİĞİ

Hüseyin Atay’a göre, bir olan Allah’ın kulunun herkese benzeyerek değil aksine farklılık göstererek var olma iradesi, tevhidin tezahürüdür. Tevhide dayalı insan tekilliğine ve farklı olma, farklı düşünce ortaya koyma hakkına vurgusuyla Hüseyin Atay’ın düşüncesinin bir yandan saf insan tabiatına ve Kur’an’a bir çağrı; diğer yandan da yığınla adet, örf ve geleneğe bir sırt çeviriş ve İslam düşüncesinin Kur’an’ın dışında beslendiği geleneksel külliyatın insan ruhunu yağmalayan çelişkilerinden kurtuluş çabası olduğu görülür. Hüseyin Atay’ın “Kitaba mahkûm değil, hâkim olan insan” söylemi, insanı olup bitenin sorumlu öznesi olarak konumlandırma arzusunu yansıtır. Atay, “Her bilenin üzerinde bir başka bilenin olduğu/olması gerektiği” (12/Yusuf, 76) ayetini, çoğunluğun imhaya yöneldiği özne insanı ihya hamlesi olarak öne çıkarır. Atay’a göre, bilgide mutlak otorite iddialarını reddeden bu ayet tekil olan bireyi yüceltirken ona aynı zamanda olağanüstü bir sorumluluk yüklemektedir. Bu sorumluluk, insanı hayat planının onurlu, dinamik, etkin, egemen ve sorumlu gücü olarak inşa etmekle yerine getirilebilir. Aksi takdirde Kant’ın şu sözü sahne alacaktır: “Eğer insan kendini bir solucan haline getiriyorsa, üzerine basıldığında şikâyet etmemelidir.”

YAŞAMI KOLAYLAŞTIRMANIN ARACI OLARAK DİN: AZİMETE KARŞI RUHSAT

Hüseyin Atay, ahlakın fıtrîliği ile bir toplum içinde yaşıyor olmanın getirdiği dış baskı arasındaki paradoksu çözmek için, insan doğasına sürekli vurgu yapar. İnsanın fıtratının, akıl ve vicdanının kendisine dayatılanlara karşı sürekli teyakkuzda durması gerektiğini söyler. Bunun için de, kurulu düzenin normlarına ayak uydurma değil, mevcudu dikkate alarak kendi tekilliğini mevcut normlarının üzerinde yeni bir düzenin kurucu unsurlarından birine dönüştürme iradesi gösterme arzusunda olmuştur. Atay’ın çağdaş olayları analizi, "Kur’an’ın insan doğasına ilişkin görüşünde kaynağını bulur” ve “İnsanın daha yüksek bir statüyü hak ettiği gerçeğine” dayanır. Bu anlamda tam bir realist tutum takınır. Hiçbir hükmü insanın doğasını zorlayacak bir formda sunmamaya, hükmün kendisini hükme konu olan kişinin üzerine çıkarmamaya dikkat eder. Zira “Allah hiç kimseye kaldıramayacağı bir teklifte bulunmaz.” (2/Bakara, 286). İslam ahlakının nirengi noktasını Atay temiz insan doğası olarak tespit eder ve hayatın ham gerçeklerini olgunlaştıracak etik köken olarak bu temiz fıtrata güvenir. Fıtrata günah diye yüklenen birçok uygulamanın temelsiz olduğunu hatırlatır. Kur’an günahları sayıp dökmez; aksine insanların günahtır diyerek yaşamın olağan akışını tıkadıkları birçok uygulamanın günah olmadığını onlara hatırlatır (2/Bakara, 235; 24/Nur, 61).

Buna bağlı olarak, dinî geleneğin dinde zor olanı seçmek/azîmet olarak adlandırdığı ve bir tür huzursuzluk etiği olarak kendini gösteren tercihlere karşı Atay sürekli olarak, “Biz Kur’an’ı sana zorluk çekesin diye indirmedik” (20/Tâ-Hâ, 2) ayetini seslendirmiştir. Onun hayatın olağan akışını bloke eden fıkhî hükümlere itirazının temelinde bu ayet yatar. Atay, düzen dayatmaya yönelen her girişimin öncelikle akıl, Kur’an ve vicdan tarafından değerlendirilip onaylanması gerektiğine inanır. Vicdan vurgusu, benliğin temelde ahlaki bir şekilde kurulduğunu kabul eder. Böyle bir onaydan geçmiş olan talep, kesinlik hissini doyuran bir bağlılık ve güçlü bir eylem motivasyonu yarattığı için kişiyi ahlakî özneye dönüştürür. Vahyin insana nüzulüne/taleplerine onay verdiğimiz anda onaylayan mekanizma olarak akıl ve vicdan insanı dünyayı kuran faaliyetlerin merkezi gücüne dönüştürür. Talep ve onay süreci, etik bir varlık olarak insanı önce bilme kudretinde bir varlık olarak inşa eder; sonra ona bir tür otarşi (kendi yasalarını kendi koyma) yetkisi verir. Çağdaş dünyanın ayartıcı birçok unsuru tarafından örselenen insan onurunu onarmak ve dini böyle bir dünyanın vicdanına dönüştürmek ancak böyle bir değerleme ile mümkün hâle gelebilir.

Hocamızla ilgili daha ileri okuma için 2016 yılında yazdığım Kur’an’a Dönüşte Öncü Bir İsim: Hüseyin Atay başlıklı yazımı okuyucularımızın dikkatine sunmak isterim.

25 Eylül 2023 Pazartesi

Yeni muhalefet ve katmanları çeşitlenmiş yeni bir siyaset arayışı Bekir Ağırdır/25 Eylül 2023

Hem öznesi çoğalmış, kapsama alanı genişlemiş, hem de ölçeği, boyutları, katmanları çeşitlenmiş bir siyaset ihtiyacıyla karşı karşıyayız. Bugünün gerçek veya sanal dünyasını tümüyle yeniden şekillendirmiş teknolojik değişimi dikkate alarak yeni bir siyaset tanımı gerekiyor

Toplum ekonomik buhranın, her gün değişen gıda fiyatlarının cenderesinde. Üstelik her dinlediğimiz haberde, her okuduğumuz yorumda ekonomik buhranın daha da derinleşeceğinden söz ediliyor. Paniklememek mümkün değil. Kayıt dışılık, kuralsızlık ekonomik hayatı ele geçirmiş durumda. Gündelik hayatın hemen her alanında keyfilik, şiddet kol geziyor. Her hak talebi şiddetle bastırılıyor. Kadınlara, doktorlara şiddet sıradan haberler oldu. Trafikte yol verme tartışmaları tabancalı çatışmalara dönüşüyor. İstanbul AVM’lerinde uluslararası suç örgütleri güpegündüz vuruşuyor. Ev sahibi-kiracı kanlı bıçaklı oldu. Bu sabah okuduğum haberlerden birisinin başlığı şuydu: Motosikletli suikastçı furyası sürüyor, İstanbul’un göbeğinde bir kişi daha öldü.

Yasal yollardan hak aramak, uzlaşmazlıklara çözüm aramak yerine “gücü gücüne yetene” bir dünya normalleşti. Kendimizin, çocuklarımızın can güvenliğinden kaygılanmamak elde değil. Daha böyle onlarca alanda yüzlerce korkutucu, geleceğimiz konusunda endişelenmemize yol açacak örnek vermek mümkün. Ortak ahlakı, iyi, güzel, doğru tanımlarını kaybettik. Ortak acıları, sevinçleri kaybettiğimiz gibi... Duygudaşlık yok oldu, ortak yaşama arzusu ve iradesi her gün biraz daha azalıyor. Çürüyoruz, gettolaşıyoruz.

Toplumsal ve gündelik hayatın bu denli savrulduğu, dağıldığı konusunda herkes hemfikir. Üstelik gidişatın ekonomik olarak da sosyal olarak da daha kötüleşeceği hemen herkesçe biliniyor. Öyleyken nasıl oluyor da iktidar bir kez daha seçimi kazanabiliyor? Bu sorunun yüzlerce cevabı yazıldı, konuşuldu. Tüm tespitlerin ortaklaştığı bir kök mesele var kanımca. Ülkede toplumun yarıdan fazlasının muhalif olup olmaması değil mesele. Mesele muhalefet aktörlerinin eksikliği ya da maharetlerinin, kapasitelerinin, eylemlerinin, sözlerinin toplumsal muhaliflerin tümünü kapsamıyor oluşu. Yoksa bugün bile siyasi ve ekonomik gidişata bakarak seçmenin beşte üçü iktidara muhalif. Muhalefet aktörleriyle muhalif seçmen arasında müthiş bir yarılma var. Günden güne de büyüyor. Büyük kitle farklı ideolojilerden, kimliklerden, duygulardan hareket ediyor olsa da gidişat konusunda endişeli, iktidara eleştirel pozisyonda... Geleceğe dair umut ortaklığı yok ama endişe ve korku ortak. Ancak seçmen muhalefet aktörlerinin değişimi başaracağına, krizler yumağını yönetebileceğine inanmadı, güvenmedi. Hala da öyle.

Yeni siyaset nasıl olmalı?

Seçmenin büyük çoğunluğu neye karşı olduğunda, neye itiraz ettiğinde mutabıktı ama ne istiyor, bu çıkmazdan nasıl çıkılacak konusunda geniş mutabakat yoktu. Eğer temel mesele muhalif seçmen eksikliği değil muhalif siyaset eksikliği ise yerel seçimler öncesi ve hatta sonrasında yeni siyaset nasıl olmalı? Her ne kadar muhalefet partileri kendi iç tartışmalarından çıkamamış, birbirlerine öfkeleri dinmemiş olsa da toplumsal muhalefet kırgın ve çaresiz bekliyor. Yerel seçimlerde ulusal siyasetin kodlarının aynen yaşanmaması, kampanya ve söylemlerinin aynen tekrarlanmaması gerektiğini yazıyorum bir süredir. Tüm zorluklarına karşın her bir yerelde esnek, değişken bir aradalıkların yerel sorunlar etrafında örülebileceğini düşünüyorum. Ulusal siyaset bir bakıma yerellerdeki bu maharetten beslenecek, eğer başarılabilirse... Yerel seçim süreci yalnızca adaylar, genel başkanlar, kişiler üzerinden tartışmalara, gerilimlere, münazaralara, büyük kehanetlere teslim olacaksa vay halimize. Ki şimdilik öyle de görünüyor.

Bölüşüm kavgası sıcak savaşlara dönüşüyor

Öte yandan meselenin daha derin bir siyaset arayışı inşa etmek olduğunun da farkındayım elbette.

Bugün derin bir siyasi kriz yaşıyoruz. Krizin bir yanı iktidarın siyasi alanı olabildiğince daraltması, sıkılaştırması. İktidar siyasetsizleşmeyi hedefliyor ya da siyasetin yalnızca siyaset esnafı ve partilerce yapılması arzulanıyor. Kimi zaman da iktidarı oluşturan zihni koalisyon siyaseti makbul muhalefet ve makbul olmayan muhalefet şeklinde ayırıp, yasaları da kullanarak yeni siyaset tasarımını hayata geçiriyor.

Siyasi krizin diğer yanı ise muhalefetten ve genel olarak ülkenin siyasi kültür ve alışkanlıklarından kaynaklanıyor. Öncelikle muhalefet aktörlerine ve genel olarak siyasete yoğun bir güvensizlik yaşanıyor. İkincisi muhalefet siyaseti yalnızca kişiler, adaylar, liderler üzerinden anlıyor, düşünüyor, üretiyor. Adeta meseleler üzerine siyaset unutulmuş durumda. Üçüncüsü muhalefet aktörlerinin her birinin dayandığı bir kimlik, mağduriyetler ve eşitsizlikler içinde öncelikledikleri ve önemsemedikleri, doğal kabul ettikleri var. Her bir partinin zihninde kendi mağduriyet hiyerarşisi var, diğerleri umurunda değil gibi davranıyor, bazen iktidar kadar ötekileştiriyorlar.

Bir diğer sorun, siyasi partilerin tümü oligarşik yönetimlerin ve lider hegemonyalarının elinde. Partilerin bilimden, tartışmalardan, yeni insanlardan beslenme damarları kapalı olduğu gibi gündelik hayatın ihtiyaç ve taleplerinden beslenme, öğrenme kanalları da kapalı. Liderler, parti oligarşisi ve parti elitleri başarı ya da başarısızlıktan değil partilerin yasaların da imkan tanıdığı yapılarından, iç hukuklarından, sadakat ve biat ilişkilerinden besleniyorlar. Siyaset erbabı yerine siyaset esnafı elindeki partilerin gündemi ülkenin meselelerinden çok parti içi kişiler ve gruplarla mücadeleden ibaret. Ülkenin siyaseti düzenleyen tüm yasaları bu siyaseti besliyor. Öyle olunca da siyaset yenilenemiyor. Bugün gelinen nokta siyasi aktörlerin tümünün kitle partisi özelliğinden tamamen ırak birer kimlik partisi haline dönüşürken içe kapanmış olmaları.

Kaldı ki siyasi krizin partilere ve liderlere dair olan kısmı, yeni siyaset ve yeni siyasetçi arayışları küresel ölçekte de geçerli. Hemen her ülkede siyaset tıkanmış, yenilenmeye kapalı. Bu parti siyaseti krizi temsili demokrasinin kriziyle birleşerek daha büyük sorunlara kapı açıyor. Sayısal üstünlükler esaslı temsili demokrasi bugünün karmaşıklık esaslı çok aktörlü çok boyutlu hayatını yönetmeye yetmiyor. Diğer yandan da popülist, otoriter liderler ve şoven hareketlerin yükseldiği bir dönem yaşanıyor.

Bu nedenle hem dünyada hem Türkiye’de siyasette köklü bir değişim, yenilenme ihtiyacı yükseliyor. Yalnızca siyasette değil demokrasi anlayışı, kurum ve kurallarında da köklü bir değişim ihtiyacı var. Bugün yeninin ne olduğu, nasıl olduğu ve nasıl olabileceğine dair tamamlanmış bir tartışma, tasarlanmış bir ideal ve hikaye yok ne yazık ki. Türkiye siyasetinin şansı ve küresel ölçekteki fırsatı belki de bu küresel arayışın vaka analizi laboratuvarı, yerel seçimlerin de bu arayışın kostümlü provası olabilmesi ihtimalidir.

Yaşanan krizler yumağından çıkabilmenin yolu yeni bir siyaset, başlangıç noktası da önce siyaseti yeniden tanımlamak. Niçin siyaset yapıyoruz? Kimin için siyaset yazıyor, konuşuyor, yapmaya çalışıyoruz?

Bir zamanlar hala önemli bir siyasetçi özel sohbetimizde, “Sen siyasetin bilim tarafını biliyorsun ben de film tarafını” demişti. Böyle bakıldığı için siyasi belgeleri, fikirleri bilenler yazıp kenara çekilsin, siyaset esnafı da örgütlenmeyi, propagandayı yapsın isteniyor. Bugünün yeni siyaseti, bilenlerin yazdığı, filmcilerin de yukarıdan aşağıya örgütlediği bir şey olabilir mi? Yoksa toplumun ihtiyaç ve taleplerinden beslenerek aşağıdan yukarıya doğru mu örgütlenmeli?

Mağdurlar tek bir grup değil

Siyaset, toplumun ihtiyaç ve taleplerinden beslenerek ideal toplumsal esenlik ve onurlu yaşam için yolları, yöntemleri, kurumları, kuralları tasarlamak, bir gelecek hikayesini toplumun tüm kesimleriyle beraber yazmak, toplumun tüm kesimlerinin o hikayede var olabilmesi, farklı ihtiyaç ve talepleri bu büyük hikaye içinde kapsamak, uzlaştırmak... Bu hikayeyi hayata geçirebilmek için örgütlenmek... Toplumun rızası ve onayı ile de o hikayeyi hayata geçirmek... Toplumsal rıza ve onay için toplumdaki her bir ekonomik, kültürel, siyasal küme ile konuşmak, dinlemek, müzakere etmek, ikna etmek, uzlaşmalar üretmek.

Bu süreçte doğal olarak da başlangıç enerjisi, toplumun mağdurları, yoksulluktan, eşitsizlikten, adaletsizlikten, hak ve özgürlük kısıtlarından şikayetçi olanlar. Ülkede mağdurlar tek bir grup değil. Sınıfsal olarak emekçiler, köylüler, yoksullar, demografik olarak kadınlar, gençler, emekliler ve yaşlılar, kültürel olarak Kürtler, Aleviler, daha da çoğaltabiliriz. Kimliğinden, dilinden, inancından, yaşam tarzından, siyasi tercihinden veya her türlü farklılığından dolayı ötekileştirilen milyonlarca insan bir arada, onurlu yaşam için ve toplumsal esenliğin sağlanması için bekliyor. Yani bugünün siyaseti bir kimliğin zaferi için değil tüm kimliklerin, farklılıkların bir arada olacağı yaşam için kurgulanmak zorunda.

Bugünün siyaseti kalkınmayla yer küreye uyumu, doğayı, çevreyi iklim değişikliğini, ekonomik refahla adil gelir dağılımını ve bölüşümü, yerelle ulusalı ve küreseli bir arada düşünmek zorunda. Bugünün siyaseti topluma, yurttaşa güvenmek, toplumun yaratıcılığına, arzu ve gayretine yaslanmak zorunda. Yeter ki toplumun mağdurları yeni siyasetin içinde var olabildiklerine, yarın da başarının içinde olacaklarına, örgütün, temsilcilerin, liderlerin samimiyetine ve sahiciliğine güvensin. Vicdanın, şefkatin, iyiliğin, toplumsal esenliğin, onurlu yaşam hakkının o siyaset için esas olduğuna inansın yeter ki.

Kısaca hem öznesi çoğalmış, kapsama alanı genişlemiş, hem de ölçeği, boyutları, katmanları çeşitlenmiş, genişlemiş bir siyaset ihtiyacıyla karşı karşıyayız. Tanımı böyle yapınca da tek şart partileşmek de değil bugünün gerçek veya sanal dünyadaki mekânsal değişimi, örgütlenmeyi, iletişimi, propagandayı tümüyle değiştirmiş teknolojik değişimi dikkate alarak yeni bir siyaset tanımı gerekiyor. Öte yandan hala sınıfsal ve kültürel ötekileştirme, dışlama mağdurlarının kimlik ve farklılıklarının tanınma talebini ve temsiliyetlerini de dikkate alan, yeni hayat pratiklerini, değişen insanın ve doğanın naturasının ürettiği yeni sorunları da odağına alan, aktörleri değil meseleleri dert edinen yeni bir siyaset. Yani kökten bir siyaset değişimi zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Yerel seçimler bu perspektif ve tartışmalarıyla yaşanabilirse, sayısal sonuçları ne olursa olsun ülke için yeni bir fırsat alanı oluşacak demektir.

20 Eylül 2023 Çarşamba

‘İnancı modernlikle uyumlu kılmak’ Tarihçi Prof. Şükrü Hanioğlu-19/09/2023

Şükrü Hanioğlu, yeni yayınlanan “Atatürk, Entelektüel Biyografi” adlı kitabı hakkında Taha Akyol’un sorularını cevapladı.

Neden böyle bir araştırma için Atatürk’ü seçtiniz?

Ben, bu çalışma öncesinde, ilk baskısı 2011 yılında neşrolunan bir İngilizce Atatürk’ün entelektüel biyografisi kaleme almıştım. Bu, ünlü İslâm tarihi uzmanlarından Patricia Crone’un editörlüğünde hazırlanan “Makers of the Muslim World” adlı bir dizi için ısmarlanmıştı. Ancak, metin uzun olunca kısaltılması istendi; ben de bunu kabûl etmeyerek, bâzı değişikliklerle bir diğer yayınevinden yayımladım. Düşüncem, ileride İngilizce kitapta kullanılmayan malzemeye dayanarak genişletilmiş bir Türkçe baskı hazırlamaktı. Üzerine binlerce kitap yazılmış olan Atatürk’ün kapsamlı, detaylara inen, “hagiography” sakıncaları taşımayan bir entelektüel biyografisinin bulunmaması şüphesiz büyük bir eksiklikti. Tabiî bir konuda çalışmaya karar vermek, diğer projelerin ertelenmesi veya rafa kaldırılması benzeri bir maliyeti beraberinde getiriyor. Ben, İttihad ve Terakki Cemiyeti üzerine, örgütün iktidar dönemini kapsayacak üçüncü bir cilt yazmayı planlıyordum, aynı şekilde 1839 sonrası Osmanlı entelektüel tarihini analiz edecek bir kitap için de ayrıntılı notlar çıkartmıştım. Uzun süre düşündükten sonra, Atatürk’ün entelektüel biyografisinin daha büyük bir boşluğu dolduracağı kanaatine ulaşarak bu konu üzerinde yeni araştırmalar yaptım. Son tahlilde, ulus-devlete geçiş sürecini yöneterek yeni bir millet projesi geliştiren kurucu liderin dünya görüşü, yaklaşım ve siyasetlerinin nasıl şekillendiğini, dolayısıyla “kurucu ideoloji/felsefe” şeklinde kavramsallaştırılan fikir ve ilkeler manzumesinin nasıl inşa edildiğini ortaya koymaya çalışmanın daha önemli olduğuna karar verdim ve elinizdeki kitabı hazırladım.

BÖYLE ARAŞTIRMALAR VAR MI?

Dünyada bu çapta, bu tarzda yazılmış “entelektüel biyografi” örnekleri var mı?

Kitapta da değinmeye çalıştığım gibi, entelektüel biyografi sadece Comte, Descartes, Hegel yahut Adorno, Hayek, Sorokin benzeri büyük düşünür ve önde gelen “entelektüeller”in kuram ve temel yaklaşımlarının nasıl şekillendiğini ortaya koymayı hedefleyen bir yazım türü değildir. Şüphesiz, onun aslî özneleri böylesi kişiliklerdir; buna karşılık, son tahlilde, “entelektüel” değil “literatus” olan siyasî liderlerin Homo politicus olarak geliştirdikleri siyasetlerini yaratırken etkilendikleri düşünce ve ideolojiler ile benimsedikleri dünya görüşleri de bu türün önemli ilgi alanlarından birini oluşturmaktadır. Bir anlamda, Atatürk’ün entelektüel biyografisi, ikinci sınıflamaya girecek bir çalışma oluyor; çünkü, son tahlilde, kurucu lider, bir düşünür ve zikrettiğimiz anlamda “entelektüel” olmayıp, iki savaş arası dönemde yeni bir devlet oluşturmak ve millet inşa etmek hedefiyle siyasetler geliştiren bir “literatus”tur. Entelektüel biyografi alanında en çarpıcı örnekler Kühn’ün Kant, La Vopa’nın Fichte, Beiser’in Strauss ve Cohen, West’in St. Augustine biyografileri benzeri eserlerdir. Buna karşılık, ikinci tür için Gupta’nın Gandhi’yi, Gregor’un Mussolini’nin iktidara geliş öncesini ele alan, Kotkin’in daha geniş anlamıyla biyografi karakteri taşımakla birlikte, entelektüel eğilimler üzerine yoğunlaşan Stalin çalışması benzeri yapıtlar zikredilebilir. Bilindiği gibi, Ronald Reagan ve Barack Obama üzerine kaleme alınan “entelektüel biyografi”ler de mevcuttur. Atatürk’ün Entelektüel Biyografisi kendi alt türü içindeki, yâni siyasî liderleri değerlendiren örneklerle kıyaslanırsa, en detaylı analizlerden birisini sunmaya çalışmaktadır.

‘GİZLİ’ ARŞİVLER

Araştırma sırasında bazı belgelere ulaşamadığınızı “gizlilik” engeliyle karşılaştığınızı söylüyorsunuz. Bunlar neydi?

Atatürk üzerine çalışanların karşılaştığı temel zorluk, Çankaya Köşkü’nde korunan arşivin sınırlı biçimde açılmış olması ve kataloglarının araştırmacılara kapalı bulunmasıdır. Siz konu veriyorsunuz, arşiv yetkilileri o alanda uygun gördükleri vesikaları size gösteriyorlar. Dolayısıyla, hangi belgelere “ulaşamadığınız”ı bilmiyorsunuz. Belirli konularda, örneğin, Atatürk’ün din üzerine görüşleri alanında talepte bulunduğunuzda ise “Hocam bu zor bir konu” cevabını alıyorsunuz. Burada bir “gizlilik”ten ziyade, “kutsalı muhazafa” arzusu ve “keyfîlik” var. Arşivlerde belirli dosyaların belirli süreler boyunca açılmaması mümkündür. Ama kataloğu bona fide araştırmacılara sunulmayan, hangi belgelerin onların araştırma alanına girdiğine (örneğin, benim örneğimde konu dışı vesika son derece azdır, bir biyografi yazıyorsanız mevcut evrakın bütününü görmek istersiniz) bir arşiv yetkilisinin karar verdiği durumda araştırma sınırlanır ve kalitesi ciddî biçimde etkilenir. Ben böylesi bir uygulamaya sadece günümüzde Archivum Apostolicum Vaticanum adı altında faaliyet gösteren Archivo Segreto Vaticano’da muhatap olmuştum (Türkiye’de ATASE arşivi de bu şekilde hizmet sunardı). Bu da “gizleme”den ziyade, “kutsalı koruma,” “aykırı yorumlara malzeme vermeme” isteğini yansıtıyor.

Bunun, “esasa müessir” olmadığını vurgulamak isterim. Neticede, verdiğimiz örnekten yola çıkarsak, Atatürk’ün “din” hakkındaki yaklaşımının ne olduğunu kavrayabilmek için tüm vesikaları görmeye gerek bulunmamaktadır. Onun Tevfik (Bıyıklıoğlu)’na yazdığı mektup da senelerce (2011 yılına kadar) gizlenmiş yahut değişik kısımları tahrif edilerek kullanılmıştır. Buna karşılık, bu mektup olmaksızın da kurucu liderin İslâmiyetin doğuş ve evrimi hakkında Caetani’nin değerlendirmelerinden mülhem bir yaklaşım geliştirdiğini anlayabilmek mümkündür.

‘İNSANÜSTÜLEŞTİRME’

Atatürk’ün kült haline getirildiğini, “insanüstüleştirme ve kutsallaştırma” yapıldığını, eski “menâkıb ve destanlar” gibi anlatıldığını söylüyorsunuz. Bunun ne zararı var?

Kitap özelinde cevaplarsam, böylesi bir kült inşa olunduğunda, Atatürk’ün içinde yaşadığı ortam, mevcut Zeitgeist ve “ne okuduğu” bütünüyle önemsizleşmektedir. İnsanüstü bir lider, öncesizlik çerçevesinde her konuda yeni ve eşsiz fikirler üreten bir düşünür, bütünüyle orijinal, çağının önünde olmasından dolayı ondan etkilenmeyen bir felsefeci-kral imajı, son tahlilde, “entelektüel biyografi”yi gereksiz kılmaktadır. Atatürk’ü bu kült çerçevesinde değerlendirdiğinizde onun şekillendirdiği modern Türkiye de bir “mucize” haline gelebilmektedir. Bu ise sadece “tarihî Atatürk”ün portresinin çizilmesini zorlaştırmamaktadır. Kurucu liderini insanlaştıramayan, onun geliştirdiği siyasetleri “mucize” olarak değerlendiren bir toplum, kutsadığı “kurucu ideoloji”sinin dayanaklarını da anlayamamaktadır. Şahıs kültü ve altınçağcılık temelli yaklaşımın egemenliği ise toplumun sorunlarını özgürce tartışması önünde ciddî bir engel oluşturmaktadır. Daha da vahimi, bunların içselleştirilmesi ve “doğal” olduklarının varsayılmasıdır. Şahıs kültleri ve mutasavver altınçağları savunanlar, kendileri dışındakileri eleştirirken, özgün örneklerinin “istisnâî” olduğu iddiasını ileri sürerler. Buna karşılık, bunların varlığı, bir toplumun gelişmişlik ve olgunlaşma seviyesinin geriliğini ortaya koyar. Türkiye, cumhuriyetin kuruluşunun 100. yıl dönümünün idrak edildiği bir gerçeklikte ve kurucu liderin vefatından 85 yıl sonra böylesi yaklaşımları bir kenara bırakarak, kurucusunu ve kuruluşunun entelektüel altyapısını “insanüstülük,” “mucize” benzeri kavramlara başvurmadan değerlendirmek, onları “anlamak” ve “analiz etmek” zorundadır.

‘TARİHÎ ATATÜRK’

Kitabınızda “modern Türkiye’nin şekillenmesindeki belirleyiciliği tartışılmaz olan tarihî Atatürk” diye bir ifade var. Açar mısınız?

Atatürk’ün siyaset belirleme tekeli göz önüne alındığında, modern Türkiye’nin şekillenmesini onu devre dışı bırakarak anlayabilme imkânı bulunmamaktadır. Ancak, bu yapılırken Atatürk kültünün yanılmaz yarı-tanrı mucize yaratıcısını değil, yetiştiği ortam, yöneldiği akımlar, geliştirdiği dünya görüşü ve siyasî tecrübesinin şekillendirdiği önemli devlet kurucularından birisi olan “tarihî Atatürk”ü esas almak gerekmektedir. Birincisinden hareketle, bir altınçağ inşa edilerek menâkıbnâme yazılırken, ikincisi modern Türkiye’yi, onun dayandığı entelektüel temelleri ve günümüze ulaşan etkileri kavrama imkânı sunmaktadır. Ancak, kitapta da belirttiğim gibi, Atatürk etrafında oluşturulan kültün yüksek menâkıb ve esâtir duvarlarını aşabilmek, onu bunlardan arındırarak “tarihî” kişiliğini ortaya koyabilmek kolay değildir.

TARİHSELLEŞTİRME NEDİR?

“Tarihselleştirme” ve “bağlamsallaştırma” kavramlarını vurguluyorsunuz. Ne demek?

Bunu sizinle iki sene evvel de konuşmuştuk. Tarih yazımının iki “olmazsa olmaz”ı bulunmaktadır. Bunlar, “tarihselleştirme (historicization)” ve “bağlamında kavramsallaştırma (contextualization)”dır. Hiçbir tarihî gelişme oluştuğu bağlamdan soyutlanarak, steril bir laboratuvar ortamında oluştuğu varsayımıyla değerlendirilemez. Tarihçinin uğraşı da ele aldığı konuyu içinde doğduğu gerçeklik ve tarihî kronoloji içinde anlayabilmektir. Bu yapılırken, güncel yönelim, değer ve kavramsallaştırmaların geçmişin inşa edilmesinde rol oynamasının önüne geçmek, ancak geçmişin güncelle olan bağlantısını bütünüyle kopartmamak gereklidir. Konumuz çerçevesinde yaklaşırsak, Atatürk’ün fikirlerini ve siyasetlerini bu anlamıyla “tarihselleştirmek” gereklidir. Bu çerçevede, konuya uygunluğu açısından, sizinle iki sene evvel yaptığımız mülâkatta verdiğim örneği tekrar etmek isterim. Bir valimiz, makam odasına Atatürk’ün, “Tatbik eden, icra eden, karar verenden daima daha kuvvetlidir” sözünün yer aldığı bir levhayı asmıştır. Bu, Mustafa Kemal’in, birinci meclisteki muhalefet, 1921 yılında “Hey’et-i Vekile’nin Vazife ve Mes’uliyetine Dâ’ir” kanun teklifi ile yetkilerini sınırlamaya çalıştığında, buna karşı çıkmak için kürsüde dile getirdiği bir ifadedir. Ancak, yasama-yürütme ilişkilerini tartışma bağlamında, konvansiyonel meclisin içinden çıkan ve meb’uslardan oluşan vekiller heyetinin selâhiyeti tartışılırken söylenmiş olan bu söz, tarihî bağlamından çıkarılınca, genel olarak atanmış idarecilerin, özel olarak da valilerin üstünlük ve önemini vurgulayan bir vecizeye dönüştürülmüştür. Bir diğer örnek vermemiz gerekirse, Atatürk 1920 yılı sonunda Stalin’e gönderdiği bir mektupta, “Avrupa proletaryası ile köleleştirilmiş sömürge halklarının ortak düşmana karşı savaşmalarının” önemini vurgulamıştır. Bu ifade, hangi “bağlam”da söylendiğinden bağımsız şekilde değerlendirildiğinde, Atatürk’ün bir dönem Bolşevik bir kuramcı olarak tezler geliştirdiği ileri sürülebilir. Bu örnekler, tarihî malzeme “tarihselleştirme” yapılmadan kullanıldığında ne gibi sorunlar doğabileceğini göstermektedir.

ULU ÖNDER- ULU HAKAN

Ulu Önder ve Ulu Hakan, bu kavramlar açısından ne dersiniz?

“Ulu Önder,” inşa‘ına Atatürk’ün sağlığında başlanması nedeniyle, iki savaş arası dönemin küresel liderlik kültürünü yansıtmasının yanı sıra, yaratılan kültün dayandığı seküler insanüstülüğü, ulûhiyet iddiası içeren bir sıfatla ortaya koyan bir kavramsallaştırmadır. Süreç içinde Atatürk için kullanılan diğer sıfatların önüne geçen “Ulu Önder” ibâresi, yanılmaz, zamanın değişimlerinden etkilenmeyen, her dönemde, her konuda doğru yolu gösterecek bir lider kültüne atıfta bulunmaktadır. “Ulu Hakan” ise II. Abdülhamid’in saltanatı sırasında yaratılan lider kültünden ziyade, Büyük Doğu benzeri muhafazakâr entelektüel hareketlerin yarattığı “anti-Atatürk” kişiliğini ete kemiğe büründürmektedir. Atatürk’ün kurucu lideri olduğu toplumda saygı görmesi, anılması, görüşlerine gönderimlerde bulunulması doğaldır. Ancak, post-modern çağda Türkiye’nin iki savaş arası dönem ürünü sıfatlar ve kutsallıkla tahkim olunan bir ebedî liderlik kültünü içselleştirmesi, sorunlarını onun toplumu yönettiği altınçağa geri dönerek halledeceğini varsayması anlamlı değildir. Benzer şekilde, bunun karşı tezi olarak yaratılan II. Abdülhamid kültünün “Ulu Hakan” kavramsallaştırması da dağılma sürecindeki bir çokuluslu imparatorluğu Belle Époque gerçekliğinde yönetmiş bir halife-sultanın siyasetlerinin günümüz Türkiyesi’nin (ve İslâm âleminin) meselelerini çözebileceğini savunmaktadır. Âmiyâne bir ifade olacak ama Türkiye, “benim lider kültüm seninkini döver” sığlığındaki yaklaşımla güncel sorunlarına çare bulamaz.

"Selânik, ‘eski’ ile ‘yeni’ çatışmasının en çarpıcı biçimde görülebildiği bir şehir. Pek çok akranı gibi, Mustafa Kemal’in de Osmanlıcılık siyasetine eleştirel yaklaşması ve Türkçülüğe ve daha sonra Türk milliyetçiliğine yönelmesinde önemli rol oynadı."

"Mustafa Kemal, neolitik çağda dünya medeniyetini kurarak değişik kıtalara yayan ‘brakisefal Türk ırkı’ tezini geliştirmiş, dil alanında Türkçenin insanlığın öncü dili olduğunu ileri sürerek bunu tahkim etmiştir. Ancak, anılan milliyetçilik vefatı sonrasında hızla terk edildi."

"Atatürk, yeni patrimonyal siyaset anlayışının mucidi değil, yeni bir ‘yorumu’nu geliştiren bir devlet kurucusudur. Sormamız gereken soru, yaklaşık bir buçuk asırlık bir süreçte neden patrimonyal siyaseti biçim farklılıklarıyla yeniden ürettiğimizdir."

"Selânik, pâyitaht istisnâ olunursa, Tanzimat sonrasında yaşanan toplumsal dönüşümün ve beraberce yaşamasına izin verilen “eski” ile “yeni”nin çatışmasının en çarpıcı biçimde görülebildiği bir şehirdir... pek çok akranı gibi, Mustafa Kemal’in de Osmanlıcılık siyasetine eleştirel yaklaşması ve Türkçülüğe ve daha sonra Türk milliyetçiliğine yönelmesinde önemli rol oynamıştır."

"Mustafa Kemal, yaptığı ve yaptırdığı okumalarla, neolitik çağda dünya medeniyetini kurarak değişik kıtalara yayan “brakisefal Türk ırkı” tezini geliştirmiş, dil alanında ise Türkçenin insanlığın öncü dili, “Ursprahe”si olduğunu ileri sürerek bunu tahkim etmiştir... Ancak, anılan milliyetçilik kendisinin vefatı sonrasında hızla terkedilmiştir."

"Yeni patrimonyalizm Tanzimat sonrası Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin günümüze uzanan egemen siyaset biçimidir... Atatürk, “yeni patrimonyal” siyaset anlayışının “mucit”i değil, onun, değişen şartlar çerçevesinde, yeni bir “yorumu”nu geliştiren bir devlet kurucusudur. Sormamız gereken soru, yaklaşık bir buçuk asırlık bir süreçte neden “patrimonyal” siyaseti biçim farklılıklarıyla yeniden ürettiğimizdir."

Selânik neden önemli?

Selânik, pâyitaht istisnâ olunursa, Tanzimat sonrasında yaşanan toplumsal dönüşümün ve beraberce yaşamasına izin verilen “eski” ile “yeni”nin çatışmasının en çarpıcı biçimde görülebildiği bir şehirdir. Bu nedenle, bu kentte geçirdiği çocukluk ve gençlik yılları, Atatürk’ün modernleşmeye bakışı, eski-yeni ilişkisini değerlendirişi ve ikincisini sahiplenmesi üzerinde son derece etkili olmuştur. Şehir, bunun yanı sıra, Vietnam Savaşı öncesinde yaşanan en kapsamlı gerilla/çetecilik çatışmalarına sahne olan Makedonya mücadelesinin merkezlerinden birisidir. Bu savaşımın önemli bir kesitini mahallinde gözlemlemesi, pek çok akranı gibi, Mustafa Kemal’in de Osmanlıcılık siyasetine eleştirel yaklaşması ve Türkçülüğe ve daha sonra Türk milliyetçiliğine yönelmesinde önemli rol oynamıştır.

JÖN TÜRKLER

Mustafa Kemal’i “İkinci Kuşak Jön Türk” olarak niteliyorsunuz, o kuşağın “gelecek için sabırsız” olduğunu söylüyorsunuz…

Jön Türklük, uzun bir sürece yayılan ve farklı kuşakların katıldığı bir harekettir. Georgeon’un da vurguladığı gibi, birinci ve ikinci nesil Jön Türkler arasında önemli farklılıklar vardır. Jön Türklüğe yirminci asrın ilk yıllarında katılan yeni nesil üyeler, önceki kuşağın entelektüelizm, Osmanlıcılık, kurumlara saygı üçgeni içinde ortaya koyduğu “muhalefet”ten farklılaşan bir rejim karşıtlığını benimsemişlerdir. Onlar, Balzac’ın Fransız İhtilâli arefesinde Paris gençlerine hâkim olan “ruh” için dile getirdiği, “gelecek için sabırsız,” hızlı, kapsamlı ve radikal değişim isteyen bir neslin temsilcileridir. Dolayısıyla, Mannheim’ın “Jenerasyonlar Sorunu”nda vurguladığı nesil ortak paydası göz önüne alındığında, Mustafa Kemal’in de aralarında olduğu “Jön Türk”ler âcil dönüşümü arzulayan, yalın entelektüelizmin bunu sağlamakta yetersiz kaldığını düşünen, geleneği daha katı biçimde eleştirebilen ve bunların yanı sıra Osmanlıcılık ve Müslüman anâsırın birliği yaklaşımlarından Türkçülüğe kaymış bireylerdir.

ABDÜLHAMİD’İN OKULLARI

Abdülhamid’in dünya görüşü ve onun okullarında yetişen Jön Türklerin dünya görüşü? ‘Zamanın ruhu’ ne diyordu?

II. Abdülhamid, çöküş sürecindeki bir imparatorluğu, gelenekle bağdaşan bir modernlik yaratarak, Erken Tanzimat Osmanlıcılığını Müslümanların birliği ile ikame ederek ve neo-patrimonyal [şahsî sadakate dayalı mülk-devlet anlayışı] bir otokrasi sistemi geliştirerek kurtarmayı hedeflemiştir. Bunların ilk ikisinde önemli mesafe de katetmiştir. Ancak, dinin toplumsal rolünün hızla gerilediği, bilimcilik temelli akımların egemen olduğu, milliyetçiliğin ivme kazandığı asır sonu küresel gerçekliğinde, bu hedeflere ulaşım fazlasıyla zorlaşmıştır. Benzer bir sorun modernleşme projesinin temellerinden birisi olan eğitim reformunda yaşanmıştır. Genel maarif yapılanmasını ve bilhassa Mustafa Kemal’in de okuduğu yüksek eğitim kurumlarını ıslâh ederek ehliyetli bürokrat kadrosu oluşturma arzusu, bu kurumların talebelere aşıladığı yeni “onur” ve “hizmet” anlayışı nedeniyle, sadakat temelli neo-patrimonyal sistemden nefret eden, onu devirmeyi amaçlayan bireyler üretmiştir. Bu anlamda Jön Türklük, siyasî eylemciliğin ötesine geçen bir “dünya görüşü” çatışmasını temsil etmiştir.

‘MÜSLÜMAN FRANSIZ İHTİLALİ’

“Anadolu’da Müslüman milliyetçiliğine dayalı Fransız İhtilali” diyorsunuz. Açar mısınız?

Mustafa Kemal, üniversel bir süreç ve tüm toplumlarda yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu düşündüğü Fransız İhtilâli’nin benzerini Anadolu’da gerçekleştirmek istemiştir. Ancak, liderliğine geldiği hareket, Zürcher’in kavramsallaştırmasıyla “Müslüman milliyetçiliği”ni benimseyen, “İttihad-ı İslâm” idealini sınırlı bir alanda hayata geçirmeyi hedefleyen bir tabana dayanmıştır. İstiklâl Harbi, daha sonra kavramsallaştırılacağı gibi, Türklerin Sosyal Darwinist “Mücadele-i Milliye”si olmayıp, Misak-ı Millî sınırları dahilindeki Müslüman anâsırın “Mücahede-i Milliye”si olarak icra edilmiştir. Etnik farklılıkları bir kenara bırakarak, ümmetin “cihad”ına atıfta bulunan bu hareketin başına geçen Mustafa Kemal, “Mücahid-i Âlî-Himem” unvânını sahiplense de onu Fransız İhtilâli’nden Üçüncü Cumhuriyet’e ulaşan bir süreci kısa sürede hayata geçirmek için kullanmayı hedeflemiştir. Doğal olarak bu dayanılan tabanın büyük bölümünün arzuladığı bir değişim değildir; ama neticede ümmetin cihadı, Atatürk’ün liderliğinde Üçüncü Cumhuriyet laikliğini ileriye götüren bir yapının başlangıç hamlesi olmuştur.

DİN SİYASETİ

Zaferden sonra tam tersine radikal laik cumhuriyet. Atatürk’ün “din alanında çelişkili olduğu kanaati doğurabilecek iki farklı siyaset” geliştirdiğini söylüyorsunuz. Nedir bunlar?

Erken Cumhuriyet siyaset ve uygulamalarına bakıldığında, Mustafa Kemal’in, hem dine toplumsal gelişmenin en önemli engeli olarak yaklaşan bilimci bir devlet kurucusu hem de Efganî-Abduh çizgisini izleyen bir modernist selefî gibi hareket ettiğinin söylenmesi mümkündür. Fakat, buradan yola çıkarak, onun fikir karmaşası içine düştüğü, çelişkili siyasetler geliştirdiğini ileri sürmek doğru değildir. Bilimcilik vasıfları ön plana çıkan diğer dönem Garbçıları gibi, o da, “ilm havassın dini, din avamın ilmidir” düstûru çerçevesinde, bir yandan seçkin ve eğitimli tabakaların, bilimin tek yol gösterici olacağı bir toplum idealine yönelmelerini isterken, öte yandan “avam”ın “ilm”i olan dini reforme ederek, kitleleri dönüştürmek istemiştir. Diğer bir ifadeyle, Erken Cumhuriyet din ıslâhı projesinin hedefi yönetici elitler ve eğitimle toplumsallaştırılacak yeni nesil değil “avam” olup, bu bir “dindarlaştırma” girişimi değildir. İlk bakışta çelişkili gözüken bu yaklaşımın düşünsel arka planını, Batı’nın modernleşmesi ve sekülerleşmesinin, Hıristiyan reformasyonunun neticesi olduğunu tezi oluşturmuştur. Yeni Türkiye’nin mimarı, Garbçı çağdaşları gibi, Guizot kanalıyla asır sonu selefî düşüncesinin de anlamlı bulduğu bu yaklaşımı sahiplenmiştir. Ancak, tekrar etmek gerekirse, Erken Cumhuriyet din projesi, “modernliğe dinî cevap verme”yi değil, “inancı modernlikle uyumlu kılma”yı hedeflemiştir.

‘MİLLETE YENİ KİMLİK…’

Ve “medeniyet kurucusu brakisefal ırkın torunları” anlayışında bir milliyetçilik? Atatürk milliyetçiliği günümüzdeki milliyetçilikten farklı mıydı?

Yakınında bulunanların “son derece koyu bir Türk milliyetçisi” olarak tanımladığı Atatürk, milliyetçiliğin inşa ettiği millete yeni ve farklı bir kimlik ve aidiyet vermesini arzulamıştır. Asır başında Mısır’da neşrolunan Türk mecmuasının savunduğu ancak İttihad ve Terakki’nin iktidarında kullanışsız bulduğu seküler Türkçülüğü benimseyen Mustafa Kemal, bu çerçevede, Türklerin parlak çağını, İslâmiyet öncesine taşımakla yetinmeyerek, onların tekil medeniyetin kurucusu ve taşıyıcısı olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Bu, İkinci Meşrutiyet döneminden itibaren Türkçü hareket içinde tartışılmış, ancak marjinalliğim ötesine geçememiş bir yaklaşımdır. Bilimci yönelimleri nedeniyle, milleti fizikî antropoloji aracılığıyla tanımlaya yönelen Mustafa Kemal, yaptığı ve yaptırdığı okumalarla, bu alandaki dağınık fikirlerden neolitik çağda dünya medeniyetini kurarak değişik kıtalara yayan “brakisefal Türk ırkı” tezini geliştirmiş, dil alanında ise Türkçenin insanlığın öncü dili, “Ursprahe”si olduğunu ileri sürerek bunu tahkim etmiştir. Bu, güncel ana akım milliyetçilikten oldukça farklıdır. Ancak, anılan milliyetçilik kendisinin vefatı sonrasında hızla terkedilmiştir. Günümüzde kendilerini “ulusalcı” olarak tanımlayan kesimlerin bir bölümü dışında, söz konusu milliyetçilik tamamen unutulmuş durumdadır. Türkiye’de egemen olan ana akım milliyetçiliğinin, yaptığı sık atıflara karşılık, “Atatürk milliyetçiliği” ile benzerliği bulunmamaktadır.

YENİ-PARTİMONYALİZM

Kitapça sıkça kullandığınız “Yeni patromonyalizm” benim de çok önemsediğim bir kavram. Yazılarınızda da Abdülhamit, Atatürk ve Erdoğan dönemlerini bu kavramla ilişkilendiriyorsunuz. Ne demek?

Yeni patrimonyalizm Tanzimat sonrası Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin günümüze uzanan egemen siyaset biçimidir. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu süreçte kısa süreli sapmalar dışında gözlemlenen bir devamlılık söz konusudur. Burada önemli olan şahısların tercihlerinden ziyade, bunun farklı toplum tasavvurlarını hayata geçirmeye çalışan, birbirine zıt ideolojik yaklaşımları benimseyen liderler tarafından benimsenmesidir. Atatürk, “yeni patrimonyal” siyaset anlayışının “mucit”i değil, onun, değişen şartlar çerçevesinde, yeni bir “yorumu”nu geliştiren bir devlet kurucusudur. Dolayısıyla sormamız gereken soru, yaklaşık bir buçuk asırlık bir süreçte neden “patrimonyal” siyaseti biçim farklılıklarıyla yeniden ürettiğimizdir. Aynı vurguyu, siyasetimizin “otoriter” karakteri için de yapmak anlamlıdır. Anılan süreçte, kısa teneffüsler dışında “otoriterlik” de aslî nitelik olmuş, 1876, 1908, 1920-23, 1950 benzeri kırılma noktalarında küresel ölçekte pek çok örneğin önüne geçerek, bunu aşacağı izlenimini veren siyasetimiz “patrimonyal-otoriter” karakterinden sıyrılamamış, bu kısır döngüden çıkamamıştır. Bu, tekrar etmek gerekirse, kişilerden bağımsız olarak değerlendirilmesi gereken bir olgudur. Onun, “Doğu Despotizmi” benzeri indirgeyici kavramsallaştırmalara yönelmeden, buna karşılık, “yapısal” bir sorun olarak tahlili gereklidir.

1930’LARDA DEĞİLİZ

Atatürk algısı da devirlere göre farklı. Bugün Anıtkabire giden büyük kalabalıklar, tarihî olgulardan bağımsız bir “Milli Kahraman” ve “modern devletimizin kurucusu” duygusuyla bir ölçüde de muhalefet duygusuyla gidiyor. Cumhuriyet de 1930’larda değil. Yavaş da olsa algıda ve siyasette bir demokratikleşme dinamiğinden bahsedilebilir mi?

Ben, Atatürk’ün muhalefeti (veya iktidarı) sembolize eden bir figüre dönüştürülmesinin demokratikleşmeye katkıda bulunduğunu düşünmüyorum. Bir toplumun kurucu liderine saygı duyması, onun hâtırasını yüceltmesi ile onu güncel siyasetleri meşrulaştırma yahut savunma alanında işlevselleştirmesi oldukça farklı iki olgudur. İkincisi, hem olgunlaşamamış, sorunlarını tarihî olgulardan soyutlanarak (gerekli gördüğünde onları tahriften kaçınmadan) romantize edilen, her konuda doğru yolu bulmamızı sağlayacak bir lider algısına başvurmadan formüle edemeyen ve tartışamayan bir toplum yaratmakta hem de bir teşbih yapmak uygun olursa, kurucu lideri, beğenmediği yaklaşımların sahiplerini cezalandıran bir sopaya dönüştürmektedir. Bunu yaparak kurucu lideri güncel tartışmaların kutbu haline getirenlerin, diğer taraftan, onun tartışma üstü kalmasını talep etmeleri ciddî bir çelişkiyi yansıtmaktadır. Bu yaklaşımın yarattığı bir diğer önemli mesele, Atatürk’ün tarihselleştirilmesini fazlasıyla zorlaştırmasıdır. Belirttiğiniz gibi, cumhuriyet “1930’larda değil”dir ve post-modern gerçekliğin önüne koyduğu çetrefil sorunları çözmek mecburiyetindedir. Toplumun bu gerçekle yüzleşmesi, kurucu liderini insanlaştırması, asır sonu felsefî yaklaşımlarına dayanarak iki savaş arası dönem koşullarında geliştirilen tez, ilke ve siyasetlerin hayâl edilen bir altınçağ yeniden yaratılarak uygulanmasının imkânsızlığını görmesi gerekmektedir.

ŞÜKRÜ HANİOĞLU KİMDİR?

Tarihçi Prof. Şükrü Hanioğlu, beş yıl Türk ve yabancı arşivlerde araştırmalar yaparak “Atatürk, Entelektüel Biyografi” adlı kitabını yayımladı, bin sayfalık bir eser. Daha önce İngilizce yayınlanan kitabına göre çok daha geniş bir araştırma. İlk defa bu çapta bir ‘entelektüel biyografi’ araştırması yayınlanıyor. (Bağlam Yayınları) Mülakatımızın ilk gününde daha çok metotla ve arşivlerle ilgili sorular sordum. Yarın, Atatürk’ün entelektüel kişiliğini konuşacağız.

Vicdanı dumura uğratan din ve tanrı tasavvurları İlhami Güler-20/09/2023

Kur’an’a göre dinin özü, insanın hayrete düşerek iç içe olan Güneş sistemi, Ekosistem ve İnsanın birer lütuf olduğunu idrâk ederek, bu manidar verilmişliğin bir “Veren”i olduğunu keşfetmek (iman); ona şükran ve tazim (ibadet) göstermek; Tanrının bize yaptığını, bizim de hemcinslerimize yapmak (adalet-merhamet) ve bunların karşılığını ödül olarak Tanrıdan umut etmek/beklemek (menfaat-Ahiret)’tir.

Bunu başaracak olan, Tanrının yaratılışta herkese eşit olarak bahşetmiş olduğu vicdan kapasitesidir. Vicdan, Tanrının içimizdeki sesidir. Kendisi de, vicdanın küpü olarak, kudretini adalet ve merhametle yoğurmuş ve sınırlamış bir kişidir. “Esmau’l-Hüsna” ve “Sünnetullah” kavramları, bu gerçeği-hakikati ifade eder. Kur’an, “insan”lığın “Arap” formasyonunun yedinci yüz yıldaki tarihi/tabii formu içinde yirmi üç sene boyunca gerçekleşmiş ahlaki-pedagojik bir çabadır. Önceki tarihlerde olduğu gibi, İnsanlığın vicdani gelişmesine, tekâmülüne yani nesh (2/106), imha-isbat (13/39), tebdile (16/101) paralel olarak, yenilenmeye ve gelişmeye açıktır.

1- TANRI TASAVVURU

Tanrıya imandan sonra, dinin en temel sorunu, Tanrının ahlaki karakterini ve insani ilişkilerde doğru olanın ne olduğunu doğru takdir etmektir. Müşrikler, Tanrı’yı doğru takdir edemedikleri gibi (6/91, 77/23); Yahudiler (2/93) ve Hristiyanlar da (5/73) doğru takdir edememişlerdir. Bu tehlike, Müslümanların da başının üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır. Örneğin, Cebriyenin Ve Eş’ârîlerin, istisnasız her şeyi belirleyenin Allah olduğu şeklindeki (Kadir-i mutlak, Alim-i mutlak ve Mürid-i mutlak) “Kadercilik” teorileri, -cahilce tazim görünümünde veya kurnazlıkla- Allah’ın üstüne atılmış en zalimce bir iftiradır (29/68, 61/7). Yani Müslümanlar da,22/74) Allah’ı “gereği gibi takdir edememişlerdir.”(

Ateist, Agnostik veya Pagan-Müşrik olmaktan çıkıp, kafasına/keyfine göre -ve samimiyetle- tek bir Tanrı kavramı/imgesi/resmi/tasavvuru yaratmak, “müstakim” bir dindarlık için yeterli değildir. Cahil halk başta olmak üzere, sûfîlerin, teologların ve filozofların temel sorunu budur. Bundan dolayı, peygamberlerin, vahiyle tanıttıkları tasavvura (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) şiddetle ihtiyaç olduğu gibi; bunlara yaslanarak çizilen resimlerin sürekli gözden geçirilmesine ve eleştirisine de şiddetle ihtiyaç vardır. Tanrı, ortalıkta olmayıp, “Ğayb/Aşkın” olduğu için, Xenephones’in dediği gibi: O’nun hakkındaki her türlü “Kanı, herkesi gafil avlar.” Süpekülatif Felsefe, Tanrı tasavvuru konusunda “Diri/Hayy” ve “Kişi/Huve” olmaktan öte, kavramsal bir put yaratırken; Teolojik Fideizm(İmancılık), yani Rousseau, Pascal(Kalp), Kant(Pratik Akıl) ve Kiergegard(Öznellik), sıfatlarını/kim olduğunu bilmediğimiz bir Tanrı’ya körü körüne “İman” etmeyi savundular. Oysa, Allah, tenezzül buyurarak kendini bize “Esmau’l-Hüsna” ile tanıtmıştır. Ona iman etmek ise, ne flozofların savunduğu gibi merdivenleri mantıkla(zorunlu) çıkılan/ispat edilen bir zirve; ne de Fideistlerin iddia ettikleri gibi risk alarak uçurumdan atlamadır. Kur’an’da iman, sırıkla(akıl-ahlak) ve cüretle bir yüksek atlama/zıplama/sıçramadır.

Oluşturulan “Tanrı” tasavvurları, insanların vicdan kapasitelerini, özgürlüğünü, iradesini ve yaratıcılığını geliştirdiği, serpilmelerine yardımcı olduğu gibi; bütün bu kapasitelerin dumura uğramasına, insanın kendine yabancılaşmasına sebebiyet verebilir. Örneğin: “Hristiyan tanrı kavramı –hasta tanrısı olarak tanrı, örümcek olarak tanrı, tin olarak tanrı- yeryüzünde ulaşılmış en yoz kavramlardan biridir. Belki de tanrı tipinin batış sürecindeki en düşük seviye işaretini temsil eder. Tanrının, yaşamın aydınlanması ve bengi/ebedi “Evet”i olmak yerine; yaşamı çelecek kadar yozlaşması! Tanrı’da yaşamın, doğanın, yaşama isteminin düşman ilan edilmesi! Tanrının, “Dünyevi”liğin her türlü yalanlanması için, her türlü “öte dünya”lık yalanı için, formül haline gelmesi! Tanrı’da hiç’in tanrısallaştırılması, hiçlik isteminin tanrısallaştırılması.” (F. Nietzsche, Deccal (Hristiyanlığa Lanet). Çev: Oruç Aruoba. İst. 1995. s 29-30). Yahudilik ve Müslümanlıkta da benzer “Tanrı” tasavvurları mevcuttur.

2- İMANIN İTİKADA DÖNÜŞMESİ

Tek tanrıcı dinlerin ikinci önemli handikabı, canlı “iman”ın ölü itikada/inanca dönüşmesi ve insan ile Tanrı arasında diyalektik bir “ilişki” olmaktan çıkmasıdır. Bu durumda, her türlü ahlaksızlık kolayca işlenir veya meşrulaştırılır. Bir Kur’an ayeti, bu gerçeği, çok net bir şekilde ortaya koyar: “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve ondan inen hakikatten dolayı kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşan (Hristiyan ve Yahudiler) gibi olmasınlar. Onların çoğu, fâsık kimselerdir.” (57/16). Müslümanlar da, aradan çok uzun zaman geçmeden aynı vartaya düşmüşlerdir. Bugün ise, aradan 1400 sene geçmiştir. Oysa Allah: “İnsanlar, “İnandık” demekle, imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler? And olsun, biz, onlardan öncekileri de imtihan etmiştik; Allah, doğru söyleyenleri de yalan söyleyenleri de bilir.” (29/2-3) diyerek işin peşini bırakmamaktadır. Zorunlu olarak amel/ahlak doğuran (“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.”, “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.”) canlı iman ile ölü kesin inanç/tasdik arasındaki farkı, Kur’an, şöyle ortaya koyar: “Bedeviler, “İman ettik” dediler. De ki: “İman etmediniz; “Tasdik ettik” deyin. Çünkü, iman henüz kalplerinize yerleşmedi… İman edenler, ancak, Allah’a ve peygambere iman ettikten sonra şüpheye düşmeden, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenlerdir. İşte onlar, imanlarını ispat etmiş olanlardır.” (49/14-15).

3- İLMİHAL DİNDARLIĞI

Dindarların sıkça başvurdukları kurnazlıklardan biri de yükte hafif, pahada ağır ibadetleri/ritüelleri abartarak Tanrı’yı kandırma girişiminde bulunmalarıdır. Şu ayet, bu gerçeği gözler önüne koyar: “Siz, Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haramın bakım ve onarımını, Allah’a ve Ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimselerin yaptıkları ile eşit mi tutuyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit değildirler; Allah, zalim topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip cihad eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür; işte onlar, nihâî kazananlardır.” (9/19-20).

Tanrı ile sürekli irtibatta olma, onu unutmama; bu vesile ile de vicdanını ve imanını koruma amaçlarından uzaklaştırılıp, alışkanlık ve borç ödeme moduna dönüştürülen “İlmihal/İbadet Müslümanlığı” hakkında rahmetli Nurettin Topçu şöyle diyor: “Zamanla yıprana yıprana birer otomatik hareket haline getirilen ve bu şekilde emrolunduğu anlatılan ibadetler ise, iyi hesaplayan ve dikkatle kaydeden meleklerin takip ettiği bedende bir takım şekil değişmeleri haline getirildi. El, ayak, baş, beden hareketlerinde maharet, dindarlığın şartı oldu; bunlar, dinin esasları oldu. Bütün ruh ve manasından sıyrılan dini hayatın bu şekilperestliğine “zühd-ü takva” adını verenler, bu vehimlerinin kas katı gurur içinde gömülüp kaldılar ve bu yolda yürürken, Allah’a götüren ahlak yolunun izlerine bile rastlamadılar.” (N. Topçu. İslam ve İnsan. İst. Tarihsiz. S. 33.)

4- SONUÇ

Sonuç olarak biraz düşünme (tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur), biraz azim ve irade, biraz iyi niyet/samimiyet ve biraz teyakkuz (takva), iman ve ahlakı herkes için mümkün hale getirebilir. Oysa bugün Türkiye’de ve İslam dünyasında canlı vicdan ve diri imandan doğan amel, tutum, tarz ve davranışlar yerine; anakronik, ezber, alışkanlık ürünü taklit ve tekrarlar görüyoruz.

12 Eylül 2023 Salı

O Mahallenin Halleri A. Yağmur TUNALI/12 Eylül 2023

Yaşadıklarımız dünde yaşananların sonucudur. Tarihe bakmadan bugün anlaşılmaz. Tarihimizde, medrese uleması ve onların mayaladığı dinci hareketlerin yapıcı tarafı yoktur. Devletçilik ve yönetim manasında kökleri yoktur. Fakat o katı ve yıkıcı damar bizde bin yıldır vardır ve Selçuklu’nun dağılmasına doğrudan-dolaylı zemin hazırlayan da onlardır.

Çok söyledim, Osmanlı, Selçuklu tecrübesini bir yönüyle iyi kullandı ve dini sıkı sıkıya kontrol etmek istedi. Tasavvuf erbabına “Sen gönül işlerine bak. Dünya işi bende” dedi ve bu konuda büyük ölçüde başarılı oldu. Asıl tehlike eğitim sisteminde din ulemasının hâkimiyeti ele geçirmesiydi. Buna tam engel olunamadı. Çok uğraştırdılar. Son asırlarda devletimiz takatsiz kalınca bu zümreler etkilerini artırdılar. Selçuklu örneği, tarihin yeni şartlarında değişik şekilde tekerrür etti: Büyük devletler ve onların içerdeki tabii müttefiki medrese dinciliği, üzerimize beraber çullandı. Bunu göreceğiz.

Türk İstiklal Harbi’nin sonunda kurduğumuz yeni rejimin din alanını yeniden tanzim etme fikri bu tarihî tecrübeden doğdu. Cumhuriyet’le çıkmış değildir. Osmanlı’da hep konuşulan bir meseleydi Düzenlemenin şart olduğu kanaati kesindi. Yapılanları buradan hareketle anlamaya çalışmak lazımdır. Osmanlı’nın, Selçuklu tecrübesine dayanarak yaptığının, altı yüz yıl sonra zamana göre yeniden şekillendirilmiş halidir. Devlette devamlılık vardır. Osmanlı’yı reddedenlerle, Cumhuriyet’e soğuk bakan tarih ve devlet bilmez ideolojik körlüklerin kararttığı, aynı zamanda bu tarih ve millet gerçeğidir.

Nasıl yaşayacağız?

Bu işlerde fikir mücadelesinin sadece adı var. Kavga nasıl yaşayacağımızla ilgilidir. Günümüzde, yaşama şekilleri Selçuklu’nun son dönemlerindekine benzer şekilde cemaatler ve tarikat görünüşlü yapılar üzerinden kamplar oluşturdu. Hükûmetimiz ise, eskiden solcu ve bazı liberallerimizin yaptığı gibi bu kavgayı kötü kaşıyor. Hatta hemen tek argümanı bu. Son seçimin nasıl kazanıldığına bakarsanız ortaya çıkan budur. Birilerinin -kendilerince- dine dayandırdığı yaşama şekillerini savunmada her şey mübah hale geldi. Söylenenin doğru olması gerekmiyor. Yapılanın bozacağı düşünülmüyor. Yapma fikri yok. Bozmak esas. Siyaset analistlerinden, sosyologlardan, sosyal psikologlardan çok yönlü açmalarını beklediğimiz bu çalkalanmayı en sert haliyle yaşıyoruz.

Son örnekte durum gayet açık. Kadın Voleybol takımımızın başarısını gölgelemeye çalışan aşırı tiplerin yapmaya çalıştıkları, Tanzimat’a karşı girişilen din soslu hareketlerin yeni versiyonudur. Bu kesindir. Yalnız, bu sefer bazı marjinaller eliyle tutturamayacakları bir işe giriştiler. Bu büyük başarıya çatmak iyi bir fikir değildi. Çünkü Türkiye’de bu zaferlerle övünmeyen ve varsa açıktan ses veren binde bir ancak çıkar. Halkımız, başarı karşısında kimsenin giyimini-kuşamını, şu veya bu tercihini düşünmez. Voleybolde giyim kuşam bütün dünyada böyle. Millet, millî gururunun ayağa kalkışını, meydan okuyuşunu görür ve alkışlar. Neticede en yükseğe çıkan bayrağımızdır ve Millî Marşımızı dünyaya dinletmenin verdiği büyüklük duygusudur.

Aslında yaşananlar çirkinlik ötesi. “Sırbistan galip gelsin!” diyenler çıktı. “Yunan yenseydi..” diyen millet-devlet bilmez kafanın takipçileri hortlar, şaşılmaz. Dediğim gibi bunlar binde birdi. Seslerini büyüten ve alışılmış kampçılığı körükleyen, onları ciddiye alarak cevap vermelerdi. Bu büyük başarı her türlü karşı duruşu ezerdi, karşılık vermeye hiç gerek yoktu. Karşılık vermemeyi sadece bu zaferimizi gölgelemeye çalışan kara tipler için söylüyorum. Yoksa başka zamanlarda verilen bu tür tepkilere en kuvvetli karşı duruşu göstermek gerekir. Susmak cehalete ve yıkıcılığa yol açmak olur.

Ebrar sembol

Ebrar’ın merkeze alınması, artık üzerinde durulacak bir mesele olmaktan çıktı. Bu başarı, her türlü reddi denize dökecek kadar büyüktür.

Ayrıca, gözden kaçan bir husus var: Bu toplumda lgbti diyerek köpürtülen karşı duruşların halk arasında karşılığı da gösterilmeye çalışıldığı gibi değildi. Köpürtülmese, kaşınmasa halkımız onlara kaba şekillerde karşı çıkmaz. Öteden beri o tercihlerdekilerle iç içe yaşanır. Tasvip edilmese de bir gerçekliktir ve öyle kabul edilir. Kimse saldırmaz. Zeki Müren’e “sanat güneşi” diyen bu halktır. Kötü okuyuşuna ve cinsiyet değiştirmesine bakmaksızın Bülent Ersoy’u dinleyen ve beğenen bu halktır.

Sadece halk mı? Bülent Ersoy’un Cumhurbaşkanı’nın sofrasına kaç kere davet edildiğini hatırlayın. Masasında ağırlandığı, hatta ilahi okutulduğu daha dündür. Yani, Tayyip Erdoğan’ın da lgbti ve cinsel tercihler konusunda dediği ile ettiğinin aynı olmadığını görmek lazım.

Bunlardan bağımsız diyeceğimiz şudur: Ebrar, karşı çıkanların belki tamamından daha milliyetçidir. Boynundaki bozkurt başı dövmeye bakarak söylemiyorum. Millet için yapabileceğinin en iyisini yapmanın gururuyla başı diktir. Bayrak için hırsını, gayretini ve kazanınca İstiklâl Marşı’nda gözyaşlarını gördük. Onun şuuru ve gururu seyredenlere, hepimize geçti. Daha ne olsun!

Tarihimizin en büyük başarısı

Unutulmamalı ki, bu kızların yaşattığı, tarihimizde kazandığımız en büyük takım sporları zaferidir. Çok asil davrandılar. Yaptıkları her şey ne kadar duygulu ve dengeliydi. Tarifeli uçaklarla seyahat ettiler. Şampiyon olduktan sonra da tarifeliyle uçtular. Niye özel bir uçak gönderilmedi veya tutulmadı diye sızlanmadılar. Prim lafı etmediler, ödül beklemediler. Başkanları Eda Erdem’in sözünü bizim Yeniçağ duyurdu: Başkan, prim konusunu açtığında demiş ki: “Atatürk’ün sporcu kızları, ülkesi adına kazandıkları başarıyı pazarlık konusu yapmaz. Ne prim ister, ne de başka özel bir şey. 85 milyona yaşattığımız mutluluk bize yeter..”

Kızlarımız ülkeye hizmetin şahane örneğini hepimize gösterdiler. Önemli olan etiket değil, iştir. Bunu gösterdiler. Türk çocuğu olmanın haysiyetiyle hareket ettiler ve bayrağı göndere çektirdiler. İşte milliyetçilik budur: Önce işini en iyi şekilde yapmak. Sonra yaptığından dolayı beklenti içinde olmamak.

Başta hücumlara maruz büyük Ebrar’ı, kaptan Eda’yı, en değerli oyuncu Vargas’ı, bütün kızlarımızı, dolu göğüs ve dolu gözlerle alkışlıyorum.

10 Eylül 2023 Pazar

İslam medeniyetinin derinleşen krizi Tarık Çelenk-10/09/2023

Biz gençken, büyüklerimiz Osmanlının çöküş nedenini, İslam’dan uzaklaşma olarak anlatırlardı. Kim ne derse desin İslam dünyasının Osmanlı’nın duraklama ile başlayan krizi bugün derinleşerek devam etmektedir. Bu kriz başta askeri ve siyasi görünümü ile anlaşılsa da daha derinlerde medeniyet krizi niteliğinde iliklerimize kadar hissettirmektedir.

İşin acı tarafı İslam dünyasının maddi ve manevi önderlerinin bir kısmı bu durum karşısında ölü taklidi, inkâr, tekfir veya hamaset yapmayı sürdürmektedirler. Kaybedilen insan kaynağını ve gelecek kuşaklarını adeta umursamamaktadırlar. Bunlar ne yazık ki toplumun çoğunluğu nezdinde itibar görmeye de devam etmektedirler. Bu tip kaynaklar hala şeriatın tam uygulanamadığından, İslam halifesi ve devletinin tam tesis edilemediğinden veya insanların çoğunun kendilerine mürit olamadığından yakınmaktadırlar. Fizik ve toplumsal gerçeklikler, bu tip çevrelerin güçlerini tehdit etmedikçe yüzleşmeyi de tercih etmemektedirler. Olan İslam dünyasının değerlerine ve geleceğine olmaktadır.

Halbuki Peygamber a.s dan 16.yüzyıla kadar İslam dünyasında insanlık ve vicdan adına söylenebilecek çok güzel şeyler vardı. İslam dünyasında artık o yüzyıllara ait düşünce zenginliği ve düşünmeyi tesis edecek bilgi mimarisi artık mevcut değildir. İslam sosyolojisinde modern çağdan itibaren gelişen ham taşra ve kabile kültürü özellikle hakim ümera ve ulemada da kendini tecelli ettirmiştir. Dünya’daki çoğu enerji kaynakları ve zenginliklere sahip İslam ülkeleri eğitim, insan hakları ve düşünce alanında yerlerde sürünmektedirler. Toplumsal zemin, kendi kendisine ayna tutmak yerine kötülüğü hep ötekinde aramaya devam etmektedir.

16.yüzyıla kadar düşünce alanına önderlik eden Müslüman enteljansiyanın 19. Yüzyıldan bugüne değin kıpırdanmaları olmuş ancak yeterli olamamıştır. En azından bilgi teorilerini bizden takip eden batıyı bugün bırakın takip edilmeyi yeteri kadar takip edecek ve kodifiye edecek uygun entelijansiyayı dahi üretmekte zorlanmaktayız.

Pratikteki tüm sıkıntıların kaynağının doktriner olduğunu görmemiz gerekiyor. Temel doktrine sorun, Vahiy ve akıl veya başka bir deyimle Beyan (Kur’an ve sünnet), Burhan (Determinal-Fizik/matematik dünya) ve İrfan (keşif-manevi tasarruf) aralarındaki ilişkilerin & konumlamanın bilgi mimarisinde, inanç, düşünce ve uygulamada doğru tanımlanamaması olarak uygulamaya tecelli etmektedir.

Bugünkü ümera ve ulemanın ekseri uygulamalarını gören, mevcut gelişmiş dünya ile kendilerini ilişkilendirmeyi arzu eden genç kuşağın kurumsal din anlayışından soğumalarını, kalplerinde zaten nifak vardı yoldan çıkmışlar anlayışı yerine anlamaya çalışmak sanırım daha vicdani olacaktır. İşte bu yazının içeriği bu arayışların tarihsel serencamına ilişkindir.

Okuyucunun işini kolaylaştırmak için ara başlıklar, ilginç yüzleşmeler ve günlük pratiklerden örneklerle konulara devam edilmiştir. Fazla sıkmadan kaynakça ve referans verilmeye çalışılmıştır. Düşünmesini, sorgulamasını seven gençler, vicdanlı dindarlara ve kurumsal din soruları olan okuyuculara bu yazıyı özellikle tavsiye ediyorum.

SADECE FIKIH & KELAM VE İSLAM

“ Bütün bunlardan sonra, (ey insanoğlu), sana indirdiğimiz şey’in doğruluğundan şüphede isen, önceki çağlarda vahyedilmiş metinler okuyanlara sor !” Yunus 10/94

Ne yazık ki son kutsal Kitap Kuran olmak üzere kutsal kitaplarda sıkça antik çağ dönemindeki olağanüstü olaylara vurgu yapılmasına rağmen, fıkıh [1] ve kelam sınırlarında kalmayı tercih eden İslam dünyası müfessirleri ve araştırmacıları arkeolojiye pek ilgi duymamışlar, bu alanı Rum 9 ve Mümin 82 varken bir sömürge bilimi olarak kabul etmişler, alanı tehlikeli bir biçimde okültistler, spritüalistler ve UFO araştırmacılarına bırakmışlardır.

Bir dostumla Suriye iç savaşından ülkemize sığınan tanınan bir Nakşi Şeyhinin oğlunu ziyaret etmiştik. Medrese alimiydi. Kendisinin ve ailesinin, edebi ve büyük kütüphanesi etkileyici idi. Yer döşeğinden kendisine Uzay’da canlı veya hayat olabilir mi diye sorduğumda, öncelikle salonun tümünün duvarlarını kaplayan fıkıh ve kelam alanlarından oluşan Kürtçe ve Arapça ağırlıklı kitaplarını göstererek, bu kitaplarda böyle şeyler yazmadığına göre yoktur diyerek kestirip atıvermişti.

Bugün ABD’de uzay araştırmaları ile ilgili kurumlar dünya dışı varlık ve cisimlerin ziyaretlerine ilişkin belgeleri yavaş yavaş açıklamaya başlamış durumdalar. Bunların bir kısmı açığa çıktığında sadece fıkıh ile uğraşan alimlerin inkar yerine bu duruma yeni bir yorum getirebilecekleri ne kadar mümkündür bu da ayrı bir sorudur.

Yıllar önceydi. Ekopolitik faaliyetteydi. Eski Sağ camiadan vakıf faaliyetlerinde öne çıkmış bir büyüğüm Ekopolitik çalışmalarından etkilenmişti, ancak kafasında bir takım tereddütler vardı. Bana şunu sormuştu; Tarık güzel şeyler yapıyorsun ama İslam bunun neresinde, izah etmelisin?

Seyit Kutba göre Kur’an’a zamanla Grek felsefe ve mantığı, İran düşünce ve mitolojisi, Yahudi hurafeleri ve Hristiyan metafiziği karıştırıldığı için “Gerçek İslam” ’dan uzaklaşılmıştır. Bugün İslam dünyasında ekseri görüş de bu merkezdedir. Bu aynı zamanda insanlığın kadim ortak mirasının da göz ardı edilmesi, dinin selefi bir anlayışın kalıpları arasında sıkıştırılması anlayışının güçlenmesine neden olmaktadır. Son Peygamber dışında kalan yüzbinleri aşan farklı disiplinlerde mesaj veren Allah’ın elçilerinin (nebilerinin) dejenere edilmiş bile olsa bugünlere ulaşan miraslarını göz ardı mı edeceğiz?

MÜSLÜMAN OLAN FİLOZOFLARIN FİKİRLERİ NEDEN İLGİMİZİ ÇEKMİYOR ?

“İnsanoğlunun geldiği şu yeni safhada, bilimi hikmetten de imandan da ayırmayan o kusursuz akıl ve muhakeme gücünü yeniden bulup seferber etmek hayatiyet ve aciliyet kazanmıştır (s.10).” Roger Garaudy

Rene Geunon (1886-1951) bana göre 20. Yüzyılın Gazali’siydi. Fransız filozof iyi bir eğitim gördükten sonra Katolik, okült, spritüal, uzak doğu tecrübelerini yaşadıktan sonra Mısır’da yerleşip Şazeliye tarikatı şeyhi Abdurrahman Eliş El-kebir'e intisap etmiş, orada da vefat etmişti.

Geunon’daki hakikat arayışı birikimi, fizik ve metafizik dünyadaki deneyimleri, Teozofiden Blavatsky’den, Atlantis’ten Haç sembolizmine kadar farklı konularda verdiği cevaplar, antik dünyadan post modern dünyaya uzanan eleştirileri ve İslam tasavvufunda karar kılması temel sorularımızın cevapları için bulunmaz bir hazineydi. “Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri” kitabı benim için önemliydi. Elimdeki son nüshadan fedakârlık yaparak kitabı İslam’ı eksiksiz yaşamak iddiasında olan ÖFK lardan birinde yönetici olan bir arkadaşıma gönderdim. Kendisini heyecanla arayıp kitap hakkında izlenimini sorunca, “ben bu kitaba bakmadım bile zira bu kitabın içinde İslam yok” deyiverdi. Zannederim İslam’dan akaid, fıkıh, kelam ve tasavvufu anlıyordu. Olan kitabıma olmuştu. Bu durum bir bakıma bizdeki Müslümanlık anlayışının da tasviriydi.

Kimse Garaudy’nin Sorbonne’da felsefe eğitimi almasıyla, SSCB Bilimler Akademisinde doktora yapmasıyla vedünya çapında bir filozof olmasıyla pek ilgilenmiyordu. Siyasal İslam için sadece saflara bir ağır topun karşıdan katılmış olması önemliydi.

Aslında önemli olan Rene Geunon’un teozofik, okültist, matematikçi ve filozof; Roger Garaudy’nin de materyalist bir filozof olarak, kendi deneyimleri ışığında son kutsal kitabın Allah’ına iman edip teslim olmalarıydı. Esas anlaşılması gereken husus buydu. Halbuki bu deneyimlerin İslam dünyasında doğru anlaşılmasına o kadar ihtiyaç vardı ki.

HER ŞEY BİLDİĞİMİZ GİBİ Mİ ?

Aynı şekilde ehli-tarik bir arkadaşım Şia mezhebini tekfir eden (küfür ile suçlayan) bir mesaj attı. Ben de ona Şia’nın önemli temel müçtehit imamı Caferi Sadık’ın Nakşibendi zincirinin önemli bir halkası olduğunu hatırlattım. Caferi Sadık ezoterizm konusuna oldukça girmiş, rüya tabiri ve manevi hiyerarşi açıklamaları konularında otorite kabul ediliyordu. Hem Nakşilik ve hem de Şii’liğin ilk kurucu halkasında yer alıyordu. Oğlu İsmail de Şia’nın ezoterik ağırlıklı İsmailiye mezhebinin kurucusuydu. Ayrıca Kürt Nakşibendiliğinin ayrılmaz bir parçası olan Seyitlik, manevi alem yönetim hiyerarşisi (zamanın sahibi-kutupluk-gavslık) ve masumiyet hususları ile mevcut tasavvuf anlayışımızın benzerliklerini ifade ettim.

Bu anlamda Sünni popülist tasavvuf anlayışı ile Şia’nın Caferi Sadık’tan bu yana inşa ettiği masum imam ve müçtehit anlayışının da epeyce örtüştüğünü söyleyebiliriz.

Şeyh Esad Erbili genellikle Erenköy Nakşibendi camiasının silsilesinden bir isim ve Menemen vakasında zulüm görmüş biri olarak bilinir. Pek kimse onun Avrupa okültizmiyle olan müzakere derinliğini, seyri suluktaki özgün bakış açısını ve 2. Meşrutiyetteki görevlerini pek merak etmez. Aynı dönemlerde yaşamış Elmalılı Hamdi Yazır’da ancak Hak dini Kuran dini tefsiri ve II. Abdülhamit’in hal fetvası ile ile öne çıkar. Elmalılı efendinin tefsir yapmak için öncelikle Fransızca öğrendiğini sonra da P. Janet’in felsefe tarihinin çevirisini yayınladığını pek çok kimse bilmez ve merak da etmez.

PAGAN SEMBOLLERİNİ ETKİSİ

Akademik dil ve felsefe dersleri almaya çalıştığım Amerikalı Sara ile Hıristiyanlığın batıdaki bireyselleşme ve liberalleşmesi üzerine tartışıyorduk[2]. Tabi Hıristiyanlığı tartışırken paganlık[3] etkisini tartışmasak olmazdı. Konu Müslüman kızılayı ve ulus devletlerinin bayraklarındaki yaygın ay sembolizmine dayanmıştı. Bu beni biraz endişelendirmişti.

Yahudilik ve İslam’da paganizm etkisini değerlendirirken önümüze çıkan tanıdık bir sembol; İslam öncesi Arap toplumları (cahiliye dönemi) pagan-putperest kültüründe en öne çıkan tanrıça Ay tanrıçasıydı[4]. Araplar gibi aşiret-göçebe ulusların pagan dönemde ay ve güneş gibi tanrıçaları üretmeleri anlaşılabilir bir durumdu. Hatta öyle ki İslam ile birlikte Müslüman olan devletler bile bu ay kozmolojisini kutsallık atfettikleri sembollerde kullanmaktalar. Bu metaforik yaklaşım, paganlığın bugünlere bizlere kadar ulaşan kültürel etkilerinin İslam dünyası odaklı anlaşılmasına yönelik ilginç bir yaklaşımdı.

İnsanlık tarihinin lineer bir ivmeyle mi geliştiği yoksa daha üstün uygarlıkların kalıntıları üzerinde düşünsel olarak mı ilerlediği hususu hala tartışma konusudur. M.Ö 7. Yüzyıldan öncesine ait hiçbir husus açıklığa kavuşturulamamıştır. Bunun için de sualtı arkeolojilerinin gelişmesine veya yeni “Göbekli Tepe”ler keşfine ihtiyaç var gibi görünmektedir.

EVLİYALAR VE FİLOZOFLAR HER DERDE DERMAN MI?

Tarihimizde zaman zaman maneviyat ehli olarak bilinen şahısların, Sultan Avcı Mehmet’ten, Abdülaziz ve Abdülhamit’e kadar birçok karar vericinin yanında olduğunu bilmekteyiz. Ancak bu zatların himmetleri Osmanlının hızlı çöküşünü fizik alemde durduramamıştı.

Bizler dahil toplumun ekseri, şeyhler ve ehli tarik insanların manevi hayatlarının açık olduklarını, görünmeyen alemden bazen aynel-yakin (doğrudan gözlem) mertebesinde haberdar olabildiklerini varsayarız. Bu nedenle de günlük yaşamımızda, kariyer hayatımızda görüş ve telkinlerini oldukça dikkate alırız da. Bu işin buralarda kalması makul karşılanabilmekle beraber, günümüzde ehli tarik karar vericilerin güvenlik dahil uluslararası ilişkiler, yakın tarih ve politik gündem konularında bağlayıcı yönlendirmeleri de sıkça yapmaları artık makul karşılanmamaktadır.

Çocukluğumuzdan bu yana hep ahlakı ve hakikati aradık. Ama nerelerde; ideolojilerde, sağcılıkta, milliyetçilikte, İslamcılıkta, namaz kılanlarda, şeyhlerde, tekkelerde, entelektüellerde, filozoflar veya felsefede aradık.

İdeolojilerden hayal kırıklığına uğrayınca, dine yöneldik İslamcı olduk baktık işe yaramıyor bu oldukça kuru kaldı, kâmil insan ve yol arayışına girdik. Ahlak ve olgunluk olarak onlardan istifade ettik. Baktık bazı hususlarda bunlar da ciddi beşerî zaaflar sergiliyorlar, entelektüellere ve filozoflara yöneldik. Gazalinin ironisiyle filozofların temel varoluş meselelerinde tutarsızlıkları açıktı. Ancak insan onuruna uyumlu sorgulamaları ve “nasıl düşünebilmeliyiz” için çok uygun yol haritaları ve yöntemleri de mevcuttu.

TASAVVUFUMUZUN SORUNLARI

Ehli irfanın veya tasavvufun manevi itminanı, hazzı veya sekir halleri, diğer determinal gerçekliği ve felsefeyi ne kadar ihmal edilmesine neden olmuş bu da ayrı tartışma konusudur. Gerçek tasavvuf ehlinin keşif yoluyla yaptığı sezgisel gözlemin huşunun başkasının veya ötekinin işine karışmaya engel olacağı ifade edilir. Ancak maalesef popüler tarikat anlayışında bu böyle tecelli etmemektedir.

Yıllar önce üniversitedeyken yanına sıklıkla uğradığımız bir derviş, şeyhinin en kısa zamanda Mehdiliğini ilan edeceğini ve Deccal’in yakında çıkacağını ifade etmişti. Maneviyat kapısının aşılmasının tek şartının kendi şahsında temsil edilen Şeyhi ve kendi Nakşibendi kapısına kayıtsız şartsız teslimiyeti şart koşuyordu. Bu şartlarda kendisine inanan bir grup askeri öğrenci arkadaş, alay komutanlarını Mehdiye katılmaya davet etmişler, komutan da kendilerine orayı bırakmalarını kendilerini ufak bir disiplin cezası ile kurtarmayı teklif edince reddetmişler, askeri öğrencilikten atılmışlar ve burssuz kalmışlardı. Aynı derviş ve aralarından atılmış bir eski askeri öğrenci, Yedikule tren raylarında intihar etmek üzere olan bir Ermeni amcayı kurtarmış ve sonradan derviş olarak hayata bağlamışlardı. Yıllar sonra da yetkili derviş bağımsızlığını ilan edip dolaylı Mesihliğini ilan etmişti.

Tasavvufun Peygamber a.s hayatındaki kurumsal yönünün izahı zorlanmakla birlikte, yaşantısındaki ahlaki bireysel pratikler oldukça uyuşmaktadır. Yaklaşık hicretten birkaç yüzyıl sonra kaşımıza çıkan kurumsal tasavvuf anlayışı pek Arap mizacı ve sosyolojisinde karşılık bulamadı ancak Türk, Fars, Hint ve Kürt toplumlarında oldukça benimsendi.

Sesli- Kadiri ve sessiz- Nakşi zikir geleneği esas olan inisinasyonda[5] da Hz. Ebubekir-sessiz ve Hz. Ali’ye-sesli uzanan silsilelere bağlı olan temel tarikat yapıları, Şiiliğin kurucularından İmam Cafer Sadık’ın kozmolojik hiyerarşi (kutupluk-gavslık) doktriniyle de manevi hiyerarşisinin şekillendiği iddia edilmektedir.

Tasavvuf ve tarikat yapılarının asırlardır İslam dünyasında insanların ahlaki olgunlaşmasına, toplumsal alt yapının sağlamlaştırılmasına, kültür, sanat ve estetiğe hizmetleri inkâr edilemez. Ancak zamanla düşülen mesiyanik-apokaliptik açmazlar, yüzyılda bir gönderilen dinin yenileyicisi(tartışmalı hadis) inançları ve pratikte Şeyhin, Şii masum imam benzerliği özdeşimi gibi yanılsamalar hep soru işareti olarak kalmıştır.

Tasavvuf metodolojisi, ritüellerinin ve kurumlarının gelişiminin süreç boyunca Şaman, Mazdek, Hint ve Mısır gibi eski kültürlerden etkilendikleri inkâr edilemez. Bu durum selefi kabullerin aksine, insanlığın tevhidi ve nebevi kadim mirası anlamında inkâr edilmesi gereken değil sadece anlaşılması gereken bir durumdur.

Konu çok detaylı anlaşılması gereken bir konudur. Bu yazının amacına uygun olarak yukarıda verilen ilk pratik örnekteki gibi sorun, keşfin, sezginin, manevi sarhoşluğun veya sezgi halinin fiziksel veya toplumsal gerçekliğe ilişkin doğru sınırı koyma sorunudur.

Katolik tarikatlar Cizvitlerin veya Françiskenlerin kurduğu Georgetown veya Yale gibi üniversiteler, Saint Joseph veya Saint Benoit gibi liseler kurarken, İslam dünyasında ki tarikat ve vakıflar bu tip kurumları kurma yeteneğini kazanamamıştır.

Ortaçağ’da Vatikan’a bağlı manastırların kütüphaneleri paganlıktan İslam kaynaklarına uzanan zengin kaynakçalara sahiptiler. Bunlar Rönesans ve söz konusu okulların zeminini tesis etmişti. Ancak tarikatların şerri eğitim kaynaklarını oluşturan medreselerin kütüphanelerinin bu kapsamda bir zenginliği ve toleransı barındırdıklarını pek söyleyememekteyiz.

Şeyhler ve tekkelere ilişkin deneyimlerimiz, yaşadığımız gerçeklik algılarımızın çok ötesinde öteki bir dünyanın varlığına dair dokunulabilir ve yaşanabilir ipuçlarını bizlere sunmuşlardır. Bu durum bu ehil insanların teknik ve toplumsal alanlarda da tartışmasız yol gösterme sağduyularına sahip olabilecekleri yanılgısına bizleri sürüklemiştir.

Tarikatların, son yıllarda yaşanılan gelişmeler, vicdan sorunu gibi hususlardaki açmazları, murakabe gibi derslerden bir kısmının bihaber olmaları, olgun insan yetiştirememeleri ve politikleşmeleri mana denklemindeki yerlerini tartışma konusu yapmaya başlamıştır.[6]

ULEMA’NIN CEVAPLARININ PEŞİNDEYİZ?

Hayatın anlamı nedir? Yokluk ve hiçlik arasında farklar nelerdir? Hakikat nedir, parçalanması mümkün müdür? Bireysel iradenin sınırları nereye kadardır? Sonsuz iradeyi nasıl anlamlandırabiliriz? İslam dünyası içinde, din tamamen şeriat, tasavvuf ve kelamdan mı ibarettir? Zahir ve batın ayrımı mümkün müdür? Okültizm, spritualizm (ruhçuluk), mistisizm (maneviyatçılık), ezoterizm, tasavvuf, heterodoksi (batınilik) gibi akımlar ve yöntemler dinin neresinde veya hakikate (görüşüme göre tevhide) ulaştırabiliyor mu? Akıl, nakil ve sezgi (keşif) bağlamında doğru denge nedir?

Başka bir örneklemeyle, hayatın gerçekliğinde doğumdan ölüme kadar her türlü yaşananlar bilimsel sebep-sonuç ilişkileri içinde mi (mülk-şahadet- halk alemi)[7] , yoksa tüm doğal olayların arkasında görevli meleklerin sorumlu olduğu (melekut- gayb- emir alemi) olarak mı tanımlayacağız. Daha da önemlisi bilgi modelinde bu iki alem arasındaki ilişki nasıl kurulabilecek?

Daha basit bir modelleme ile; Güneşe bir bardak suyu bıraktık. Ve içinde 1-2 günde mikro organizmalar üredi. Bu mikro organizmaların üremesinde; sadece sebep-sonuç ilişkisi, determinal kanunlar mı geçerli? Kendi irademizin özgürlüğü mutezilenin dediği gibi külli irade içinde tamamen özgür mü? Ölüm olayı gibi canlıların yaşamının sebep sonuç ilişkileri ile sonlanmasında Metafizik alemin- meleklerin rolü ne? İnsanın doğayı değiştirme macerası insanın icat ettiği biyoteknolojik dünya- dijital devrim tarafından köle yapılmasıyla mı sonlanacak, yaratılış fıtratı özüne nasıl geri dönebilecek? Selefi kasaba medrese mantığı ile bezenmiş tasavvuf ve fıkıh anlayışı ile geleceğin dijital evreninde iman/inanç hususu nasıl korunabilecekti? Çoğu din adamı çevre sorunları, bu tip hususlar ötekilerinin veya berikilerinin çiğnenen vicdanların yarası ile neden ilgilenmez?

Bütün bu soruların cevaplarının yeteri kadar ilgi duyulamaması, İslam dünyasında yaşanan bilgi ve inanç epistemolojisi konusunun, henüz tam anlaşılamadığı veya çözülmek istenmediği noktasına bizleri götürmektedir.

BU TİP FANİ İŞLER İLE UĞRAŞILIR MI?

Yıllarca düşünmüşümdür, 18. Yüzyıldan itibaren özellikle İngiliz araştırmacılar neden Antartika’dan Kuzey Kutbuna kadar gezip, mikroorganizmaları dahi incelerler diye. Bizde bırakın Antartika’daki mikroorganizmaları, Anadolu’daki arkeolojik kalıntıları bile merak eden, birkaç kişi dışında kimse çıkmamıştır. Bu vizyon farkını sadece Avrupa’nın dayandığı Yunan kozmoloji ve fizik anlayışından kaynaklandığına bağlamak da mümkün değildir.

Ortaçağ Fıkhı ve Kelamı ile sınırlanmış, kısmen selefi soslu bugünkü bir kısım medreselerden yetişmiş din adamları ve kanaat önderleri İslam dünyasını ve düşüncesini cihanşümul anlamda taşıyabilmekten aciz gözükmektedir. Bu anlamda bu gelenek bir sonrakinin bir öncekini aşması üzerine değil, bir öncekinin bir sonrakini tıkaması üzerine oluşmuş durumdadır. Bunu ifade ederken Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf geleneğini selefi anlayış dışında savunduğumu da ilave ederek; Bu zihni çerçevede, evrende (uzayda) bizim dışında olanlar, antik tarih , arkeoloji, felsefe gibi ezberleri zorlayıcı hususlar hiçbir zaman bu İslam anlayışının görüş alanına giremeyecek ve bol miktarda soru bırakmaya devam edecektir.

ESKİ MÜSLÜMANLARIN FARKINDALIĞI

Bilindiği gibi yukarıda ifade edilen sorulara varoluş ekseninde cevap arayışları İslam dünyasında 8. Yüzyıla kadar gitmektedir. İslam dünyası düşünürlerinin çabalarıyla açtıkları yoldan zamanla Hristiyan ve Yahudi düşünürler de faydalanmıştır.

Kutsal kitabın Kuran’ın metinlerinin ve kabileler arası siyasi çalkantılar içinde henüz toparlanamamış hadislerin, yeni fetih coğrafyalarında ki farklı kültürler içinde nasıl anlaşılması gerektiği temel bir soruydu. Zira Hermetik Mısır-Harran, Gnostik (irfani) Sasani-İran, Kadim Yahudi, Helenistik ve Süryani- Keldani kültürlerinin iç içe geçtiği bu coğrafyayı yönetmek kolay olmayacaktı.

Kuran’ın ayetleri ve hadis diskurunu Arap kabile kültürü, dili, grameri, sarf ve nahiv çerçevesinde sadece anlaşılabileceği tartışması bizi bugünlerden o günlere de taşımakta.

Bakıldığında Muaviye ve Yezid’in torunları, pek kendileri kadar zalim olmadılar. Emevi ve Abbasiler yayılırken, Roma barışı politikasını (Pax Romana) uyguladılar. Yeni coğrafyalara yerleşirken yerleşik kültüre ve değerlere saygı duydular, rıza üretmeyi esas aldılar. Bu arada Şia muhaliflerinin -ki bugün de böyledir- inançlarını ve kültürlerini hep yönetimsel tehdit olarak kabul ettiler. Bu açıdan Sasani gnostizmine veya manihezmine karşı sıkça çare arayışına girdiler. İktidarları şerik kabul edemezdi.

Bu anlamda halife Me’mun’un Mutezile mezhebini tercih etmesi gayet makuldü. Me’mun’un rüyasında Aristo ile tanışmasının ardından mı bilinmez ama yönetenler Yunan aklı ve mantığının burhani (determinal-sebep-sonuç) yolla tecelli etmiş modeli Aristotales’in fikirleri ve modelleri etrafında bir bilgi sistemi ve düşünce metodolojisi inşa etmeye çalışanları hep teşvik ettiler.

KADİM BİLGİNİN İSLAMİLEŞTİRİLMESİ ÇABALARI

İktidar sahiplerinin çıkarları ve teşvikleri bir yana, Kuran ve hadisler ışığında Akıl, Vahiy ve hatta İrfan arasındaki varlık bazında ilişkiyi modellemeye yarayacak acil bir bilgi teorisine ihtiyaç vardı. Akıl ve maddeyi öne çıkartan Aristo’nun çalışmaları Beytül-hikme tercüme ve şerhleri için en uygun olandı.

Aristo’nun fizik ve metafizik aleme ilişkin tasnifleri ve mantık anlayışı Akıl-Vahiy ilişkisine yönelik bilgi teorisi ve yöntem inşa etmeye çalışan Müslüman filozoflar ve ardılları için vazgeçilmez görünüyordu.

Aristo’nun maddenin ezeliliği varsayımı Müslüman ve sonradan onları takip eden Hristiyan ve Yahudi filozofları oldukça zorlamıştır. Zaman zaman bunu ruhun ezeliliği veya varlıkta birlik (farklı bir panteizm anlayışı), Alemin yaratılışının iman esası olmadığı savı[8], ezeli yaratma teorisi[9] veya Alemi öz olarak varsaymayıp varlığını Tanrı’dan alan bir şey olarak kabul etme gibi[10] - varlıktan varlık ile aşmaya çalışılsa da Kitap ehli (tek Tanrılı dinler) için pek ikna edici olamadı. Zaten Gazali, felsefecileri uyguladıkları metod ve saf determinizm bakışları için değil, görüşlerinin temeli olan Varlık-Alem tasavvurlarının temelsizliği ile suçladı. Bunlar, alemin ezeliliği, Allah’ın cüzlerle uğraşmayacağı ve haşrin bedenle değil ruh ile olacağı gibi hususlara idi. Ayrıca Gazali, doğayıgözlem yoluyla incelemeleri, bilimleri tasnif ve mantık bakımından felsefecileri, kelamcılardan üstün görmüştür. Bu doğrultuda da zamanla medreselerde kelam zamanla felsefeyle iç içe geçmişti.

Aristo’nun şerhi konusunda Farabi, El Kindi ve İbni Rüşt (Averos), oldukça başarılı oldular. Öyle ki Katolik Hristiyan teolojisinde bilgi açmazına Aristo üzerinden yaklaşım getiren Thomas Aquinas, İbni Sina ve karşı çıkmasına rağmen İbni Rüşd’den oldukça etkilenmiştir. Bir ara aforoz edilse de sonradan aziz de ilan edilmiştir. Benzer bir etkilenme ve süreç Endülüs’te Yahudi filozof Meymunides’in Yahudi bilgi teolojisi inşasında da görülmüştür. Aristo’nun rasyonel bilgi teorilerinin yanında söz konusu İslam filozoflarının gnostik ve metafizik yaklaşımlarında kadim Harran hermetizminin de derin etkileri olmuştur.

Özellikle 20. Yüzyılın başlarından itibaren Müslüman filozoflar modern dönemin seküler bilgisini İslamileştirme çabalarına girmişlerdir. Adeta Batının determinizmini anlayıp kodifiye ederek yeni bir bilgi sistematiği inşa edilmesi gerekliliği üzerinde durmuşlardır. Bilginin İslamileştirilmesi konusunu özellikle üstlenen Raci Faruki’yi[11] burada anmak gerekir. Türkiye’de de bu konuya kurumsal olarak eğilen sonradan kapatılan BİSAV (Bilim ve Sanat Vakfı) ve faaliyetleri sürmekte olan İSAR’ı sayabiliriz.

YUNAN SADECE YUNAN DEĞİL

Bu tartışmaların ötesinde şunu kabul etmeliyiz ki antik Yunan filozoflarının alem ve varlık algısı hiçbir zaman kendi başına tekâmül etmemiştir. Savaşlarla veya deniz ticaret yolu ile özellikle İskenderiye üzerinden Antik Mısır’dan, Harran’dan[12] ve Sasani-Hind kültüründen oldukça etkilenmiştir. Bunların başında alemin veya maddenin ezeliliği inancı-varsayımı gelir[13]. Platon, Thales ve Pisagor gibi kısmen irfani-gnostik görüşleri savunan önde gelen Yunan düşünürlerinde de hermetik[14] Mısır geleneğinin etkisi açıktır.

Yunan düşüncesinin oluşmasında mitoloji ve destanların temel yansımaları vardır. Yunan mitolojisindeki evrende her şeyden önce kaos vardı, Kaostan doğan Tanrı Gaia diğer Tanrıları doğurur. Bu yaklaşım bir bakıma ezeli madde, sebep sonuç ilişkilerine bağlı bir rasyonel alem tasavvurunun temelini teşkil eder.

MİTOLOJİDEN FİZİK ALEME GEÇİŞ

Milet okuluyla birlikte Yunan mitolojisinden Yunan düşüncesine geçiş başlamıştır. Buna Kozmogoni’den( evren yaratılışı anlamı) Kozmolojiye ( çalışan evrenin incelenmesi) veya doğa olaylarının mistik güçlere bağlanmasından, sebep sonuç ilişkilerine- causality- fizik kanunlarına bağlanması süreçlerine geçiş de diyebiliriz. Yunan mitolojisi bugün dahi batı kültür, sanat ve inanç dünyasının hala içindedir diyebiliriz.

Doğa olaylarını, mitolojik veya pagan inanışı, tamamen mistik güçlere bir hiyerarşik düzene, maneviyatabağlıyor. Milet okulu ise bu hiyerarşik düzeni bir kenara bırakarak eşitlikçi (egaliteryan) bir sebep sonuç ilişkilerine, nedenselliğe bağlıyor. Milet okulunu oluşturan politik bileşenler demokrasi ile yönetilen özerk şehir devletçikleriydi. Spartalılar bu bileşende yoktu.

Ancak şunu da kabul etmemiz gerekir ki bugünkü batı modernitesi, profan (dindışı) ve teknik dünyanın temelleri Aristo’nun önderlik ettiği antik Helen rasyonalizmi ile atılmıştır. Bunda Endülüs odaklı İbni Rüşd, Razi ve Farabi gibi rasyonel gerçekliğe önem veren Müslüman filozofların da katkıları olmuştur.

Deneysel bilimin ilk öncülerinden sayılan Roger Bacon (ö.1292) İngiliz Françisken filozof Endülüs düşünce havzasından oldukça etkilenmiş ve Endülüs’ten kazandığı ilkeleri rehber edinmişti[15], Avrupa’ya da Paris üniversitesinden belirttiğimiz gibi Thomas Aquinas ile Endülüs bakış açısını yaymaktaydı. Sonradan üniversitelerde kullanılacak cüppe ve serpuşuyla bunu yapmaktaydı. Roger Bacon[16] Doğayı anlamaya çalışmak ve ona uyumlu olmayı savunuyordu.

BAK SEN KARANLIK ORTA ÇAĞDA ŞU KAFİRLERİN YAPTIĞI İŞLERE

Orta çağa batılı tarihçiler 19.yüzyılda karanlık çağ adını takmışlar ancak ne çelişkidir ki Orta çağ papalığa bağlı manastırlar ve keşişler entelektüel bir kadim kütüphane havzaları gibiydiler. Bu kaynak, batının Medici aileleri gibi finansı ve bankacılık sistemini organize eden ailelerin desteğini alınca, Rönesans akımının temelini oluşturdu. Biz şu gün itibariyle ne yazık ki o dönem ve bugün medreselerin kadim kitaplık kaynaklarından veya finanse eden müminlerden sıkça söz edemiyoruz.

ncak kendinden sonra gelecek bir diğer Bacon, Francis Bacon’un (ö.1626) Doğaya bakışı pek o kadar insaflı olamayacaktı. Aydınlanma paradigmasının oluşumunda önemli etkileri olan İngiliz filozof F. Bacon İnsanın doğa üzerindeki egemenliğinin son çizgisini oluşturacak bir toplum düşü kuruyordu. Zaten İngiliz filozof matematikçi Newton’un (ö.1727) illetsiz saf matematik ile modellenmiş fizik anlayışı Aydınlanma veya başka bir değişle profan (din dışı) çağı pekiştiriyordu. Artık bu saatten sonra bilgi sorunu olarak değil ama konu alanı olarak Metafizik konuşulmayacaktı.

İSLAM FİLOZOFLARI MANEVİ ALEME KARŞI DEĞİLLERDİ

Sanılanın aksine Aristo’nun madde merkezli ve fizik üstüne tanımlı alem tasarımını esas alan İslam filozofları, külli akıl, ilham, ruh gibi fizik ötesi irfani anlamda modellemeler de yapmışlardır. Hatta İbni Sina bu alanda aşırıya gitmekle suçlanmıştır.

İbni Sina etkisinde kalan Fahreddin Razi ve takipçisi Siraceddin el Urmevi (ö.1283) Nakil, Akıl ve İrfani(tasavvufi) bilgi anlayışı arasında inkar etmeden denge kuran bilgi modellemeleri geliştirmişlerdir. Farabi’nin yolundan giden İbni Bace’nin Gazali’nin tasavvuf yoluyla ulaşılan saadetin aslında lezzet olduğunu gerçek saadete akıl ile ulaşılabileceği tezi ilginçtir. Sonradan İbni Haldun da Farabi ve İbni Bacelerin yolunu ve yöntemlerini izlemiştir.

Meşhur temel sorulardan biri de bizde bir düşünce geleneğinin olup olmadığına ilişkindir. Helenistik düşünce geleneği oluşmuş ve ekol olarak da devam etmiştir. Thales’in (M.Ö. 6.yüzyıl) Milet okulu, Platon’un Sempozyumu (Şölen) veya Aristo’nun Lisesi gibi. Bizde ise Endülüs’te Toledo veya Bağdat’ta Beytül-hikme gibi. Endülüs’ün Katolikler, Bağdat’ın ise Moğollar tarafından yağmalanması ile bu geleneğin sonlandığını söyleyemeyiz.

Felsefenin İslami bir varlık arayışları ve tasnifi çerçevesinde Osmanlı düşünce geleneği ve medreselerinde var olması 16. Yüzyıla kadar devam etmiştir. Burada Davut Kayserili, Kadı Siracettin, Kınalızade Ali, Taşköprülüzade Ahmet gibi isimleri hatırlatabiliriz.

KEŞKE FATİH ANLAŞILABİLSEYDİ

Fatih Sultan Mehmet tehafüt diye adlandırılan felsefe-kelam-tasavvuf ilişkisi üzerine bağımsız tartışma platformları oluşturmuştu[17]. Fatih’in İbni Rüşd’ten oldukça etkilendiğini görebiliyoruz.

Osmanlı’da Felsefeye karşı takınılan olumsuz bazı tavırlara XVII. yüzyıl Osmanlı bilginlerinden Kâtip Çelebî (ö.1657) işaret etmektedir. Zira Kâtip Çelebî’ye göre Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Kanuni Sultan Süleyman dönemine (1520-1566) kadar olan devrede, din ile felsefeyi uzlaştıran gerçek bilginler şöhret kazanmıştır. Ancak diğer taraftan Fatih[18], Medâris-i Semâniye diye adlandırılan sekiz medreseyi yaptırmış, vakfiyesinde Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevâkıf okutulmasını kayıt altına aldırtmıştır. Fakat daha sonraki dönemlerde medreselerde[19] bu dersler kaldırılmıştır. Medreseleri değerlendirirken de dönemlerinin siyasi ve toplumsal yapılarına bağımlılıklarını gözden kaçırmamamız gerekiyor.

KATİP ÇELEBİ ÇOK ÇIRPINMIŞ

Katip Çelebî, İslâm’ın ilk dönemlerinde aklî ilimlere karşı olumsuz bir bakış açısı olduğunu, ancak bu düşünceden hareketle bunların dine aykırı olduğu yönünde bir sonuca gidilmemesi gerektiğini belirterek, daha sonraki dönemlerde her bilimin öneminin fark edilip felsefe geleneği ile din bilimlerini metodolojik bir bütünlük ve özgünlük içinde buluşturan büyük bilginler yetiştiğini ifade etmektedir. Gazzalî, Fahreddîn Râzî, Îcî, Şîrâzî, Kudbuddîn Râzî, Taftezânî, Cürcânî ve Devvânî bu büyük âlimlerden bazılarıdır. Osmanlı eğitim sisteminde, din bilimleriyle felsefî ilimler arasındaki paralelliği koruyan bu anlayış, Kanuni dönemine kadar belirleyici olmuş, ancak daha sonra bazı din bilginleri tarafından aklî ilimler, “bu dersler felsefiyyâttır” denilerek eğitim sistemi dışına itilmiştir. Bu çabalar büyük ölçüde başarılı olmuş ve Osmanlı ulemâ çevresinde bu bilimlere karşı kayıtsızlık doğmuştur (Katip Çelebî, 1993: 9; Kutluer, 2000: 81). Fakat Katip Çelebî, eserinde, din ilimleri ile felsefî ilimler arasında “burhân”a dayalı metodolojik bir bütünlük sağlamanın, ülkede düşünce, bilim ve eğitim alanında yaşanan tıkanıklığın aşılması yolunda hayatî bir önem taşıdığını vurgulamaktadır (Kutluer, 2000: 81-82). Dolayısıyla Katip Çelebî’ye göre, o dönemde yaşanan fikrî bunalımın sebebi, aklî ve naklî ilimler arasında olması gereken uyumun gereklerinden uzaklaşılmasıdır (Kutluer, 2005b: 217).

ÇAĞIMIZDA CABİRİYİ LÜTFEN UNUTMAYALIM

Son dönem önemli İslam düşünürü Muhammed Abid el- Cabiri (ö. 2010), İslam dünyası eğer İbni Rüşd geleneğini bırakmayıp devam etseydi bugünkü krizi yaşamazdı der. Cabiri’ye göre batı İbni Rüşd ile paradigmayı oluşturup bilgi teorisinin esaslarını yeniden inşa etti, İslam dünyası ise İbni Sina ve Gazali bakışını tercih ederek bugünkü krizi yaşıyor diye tespit etmekte. Ancak Cabiri hiçbir zaman geleneksiz bir bilgi teorisi- epistemoloji inşasını savunmadı. Sadece bu yöntemin, “selefi Arap aklının” kırılmasını savundu. Daha ötesi klasik fıkıh ve kelam geleneğinin görmezlikten geldiği insanlığın antik dönemden bu yana gelen kültürel mirasını çekinmeden sahiplenilmesi gerektiğini savunmakta.

İbni Rüşd’ün Gayb (görünmeyen) ve Şahadet (“zahiri”) alemler arasındaki ilişkinin birbirinden bağımsız ve kendilerine özgü bakış açıları ile anlaşılması veya iman edilmesi hususunda vurguları önemlidir. Zira İbni Rüşd, İbni Sina ve takipçilerini Gayb alemini felsefeyi metod olarak kullanarak açıklanması hususunda oldukça sert eleştirmişti. İbni Rüşd felsefenin dinden bağımsız tutulmasını savunuyordu. Bu anlamda İbni Rüşd Aristocu Varlık felsefesinin, zaman ve devinim kavramları eksikliğinde yaratılışı ve Allah’ı açıklamada yetersiz kaldığını ifade etmişti.

Gazali de benzer şekilde filozofların yöntemlerinin dini hakikatleri açıklamadan aciz ve temelsiz olduğunu savunuyordu. Gazali ve İbni Rüşdün en önemli ortak noktası Aklın tüm imkanları kullanılıp gücünün bittiği yerde tartışmasız Vahy’e müracaat hususunda fikir birliği idi.

Cabiri’nin bakış açısını da göz önüne aldığımızda, Endülüs felsefe geleneğinin üstünlüğü felsefenin belirli bir dönem çalışılan matematik ve tıp disiplini üzerine kurulmuş olmasıydı. Doğuda ise felsefe, kelam geleneği üzerine konuşlanmıştı. Bu dönemde Basra’da gizli olarak faaliyetlerine başlayan (X. Yüzyıl) İhvanı Safa düşünce okulu/platformunu[20] da zikretmeyi ihmal etmemiz gerekiyor. İhvanı safa hareketi maddi alem kadar manevi alemi de kategorize etmişler aralarındaki ilişkiyi zahirden başlayarak batına kadar modellemişlerdir. Tasavvufu da oldukça etkileyen Şii İsmailiye mezhebiyle benzerliklerinden dolayı Şiilik ve İsmaililik ilesuçlanmışlardır. İbni Sina ve Gazali bu hareketten oldukça etkilenmişlerdir.

SONUÇ YERİNE

Yüzyıldan bu yana İslam dünyası yeniden İslami düşünceyi inşa edecek İbni Rüşdleri, Farabileri, Gazalileri üretemiyor. Belki de onlar gibilerin hayat bulabileceği siyasal, toplumsal ve ekonomik zeminler veya daha önemlisi zihniyet hiç oluşamadı.

Her ne kadar Şah Veliyullah Dehlevi, Said Nursi, Elmalı Hamdi Yazır, Ferit Kam gibi manevi önderler ve aydınların çabaları tarihe not düştüyse de bunlar ve benzerleri samimi bir çaba olma ötesinde özgün bir tezi üretemedi.

Genel mutabakat İslam düşüncesindeki gelişme ve yeterliliğin Endülüs’ün düşmesiyle birlikte sonlandığına ilişkindir. R. Garaudy, bunu tutucu Maliki fukahasının etkisindeki yöneten halifelerin adaletsizlikleri, ötekilere kötü davranmaları ve İslam entelektüellerini sindirmelerine bağlamakta. Böylece sosyal yapı korumasız kalmış Murabıt ve Katolik işgalleri başarılı olmuştur.

İslam dünyasının açmazlarından biri de Aristo mantığının ve felsefi anlayışının aşılamamış olmasıdır. Aristocu belirsizlikler aleminde müphemlik[21], ara geçişler veya gri alanlar yoktur. Her şey ya ak ya da karadır. Bir bakıma Aristo mantığı felsefi Daltonizm-renk körlüğüdür.[22]

İbni Haldun coğrafya kaderdir demiş, belki de eksik söylemiş. Siyasi yönetim örgütlenme biçimi de kaderi belirleyen bir diğer husus olarak karşımızda durmakta. İslam dünyası asırlarca Kelam, Fıkıh ve Tasavvuf ile idare ederken bunlarla birlikte bir ahlak felsefesi geliştiremedi, vicdanı hep ihmal etti.

Aristo’nun tartışmalı Metafizik tanımı, belirttiğimiz gibi fiziğin matematik modelleme ile tanımlanmasından itibaren ortadan kalkmıştı. Artık mekanik bir evren ve yaşam akışı anlayışı vardı. Einstein, Heisenberg ve filozof Bergson ile birlikte, mekanik ve matematik evren modeli yerini atom altı parçacıkların belirlediği sürekli değişen Kuantum evren modeline geçiş yapıyordu. İster istemez bu yeni tanım da Bergson’un deyimiyle“Metafizik” tekrar yerini alıyordu.

1900’lu yılların başında Osmanlı’da kurulan ilk üniversite modeli Darülfünunda bile ne yazık ki Dünya’nın kendi ekseni etrafında döndüğü Galileo teoremini (16. Yüzyıl) değil de sabit kaldığı tezini savunan Batlamyus (2.Yüzyıl) teoremini okutuyordu. Rivayet odur ki bugün bile bazı medreselerimizde ciltlerce kölelik hukuku okutulmaktadır. Maalesef özellikle ülkemizde ve genelde İslam dünyasında geleneği yorumlayabilecek kodifiye edebilecek alim bulunduğunu pek söyleyemeyeceğiz.

Bugünkü Kelam ve Fıkıh anlayışı tarihin donduğuna, geçmiş ve geleceğe ilişkin sürekliliğinin olmadığına ilişkindir. Taşra selefiliği, göreceli olarak tasavvuf anlayışı ve tarikatların içine bu anlamda sirayet etmiştir. Halbuki Endülüs ve Bağdat’ta İslam rönesansı döneminde felsefe ve tasavvufta bu böyle değildi.

Dünyada İslamcılık demokrasi tecrübesini başaramadı. Birtakım ulema demokrasiyi küfür olarak niteleyip sessiz kalıp pratikte faydalanma yolunu tercih ederken genelde de demokrasi ile entelektüel ve kavramsal bağ hiçbir zaman düşlenmedi. İslamcılık pratikte fiziğin ve doğanın matematik modele indirgendiği acımasız iktidar mücadelelerinin ilkesizce verildiği modernitenin yeni paradigmasının ikinci el bir enstrümanı haline geldi. Son 200 yıldır Osmanlı imparatorluğunun başı çektiği gerileme ve ıslahat süreçlerine düşünsel, vicdani ve ahlaki problem olarak hiç bakılmadı. İslam’a bir kısım ulemanın fıkıh mücadelesi bakışı dışında, hep dünyada ve ilgili ülkelerde somut iktidar mücadelesi olarak bakıldı. İslamcılaşan dindarlar, cemaatler ve tarikatlar egemenliğe talip oldular, farkına varmadan gelenekten koptular.

Fazlurrahman’ın Kur’an’ın bir bütün olarak anlaşılması ve anlamlandırılması tezine katılıyorum. Fıkıh ve Kelamcıların bir kısmı Kur’an ve Hadisteki bazı parçalar üzerinden sıklıkla çıkarımda bulunmuşlardır. Bu ise din alimleri ve güç ilişkilerinde, moderniteye tez üretme konularında hep sorunlar çıkarmıştır. Bu sorunlar uygulamada bugünlere intikal etmiştir.

Kur’an ve hadislerdeki bütünlüğün anlamlandırılması içinde, bir düşünce sistematiğine ihtiyaç vardır. Bu da katı selefi eğilimlilerin karşı olduğu “Felsefe”dir. İslam düşüncesi ve özgün felsefesi olmadan, temel bir bakış paradigması geliştirilemez. Tasavvuf ve Kelam bu süreci besleyebilir. Yöntem ise, post modern felsefi yaklaşımların tüm enstrümanları olabilir.

İslam dünyasında ilerleme veya gerilemenin tamamen askeri ve siyasi güç egemenliğine göre endekslenmesi temel yanlışlardan birisidir. Düşüncede reform anlayışının buna odaklanması bizi kendi açmazımıza hapsetmiştir. Düşünce evrenimizdeki reform çabalarının ret, inkâr veya ötekini ikna üzerine kurgulanması ayrı bir çıkmazı teşkil etmiştir.

Prof. Ahmet Kuru kitabında, Müslüman tüccarların 11. Yüzyıla kadar Müslüman alim ve filozofları desteklediklerini, ancak devlet merkezileştikten sonra, tüccarların özerkliklerini yitirdiklerini, böylece ulemanın tamamen devlete bağımlı kaldığını, bunun da fikir ve ticaret hayatında gerilemenin nedeni olduğunu söylüyor[23]. Bu anlamda İslam dünyasının servet sahipleri ve ulemalarının gerçek bir burjuva ve entelektüel olduklarını söylemek oldukça zorlaşıyor.

Yazının özeti olarak aşağıdaki tespitleri muhatap hissedenlere sıralamak uygun olabilir;

12.Yüzyıla kadar gayret edilen İslami bilgi mimarisi(epistemoloji) çalışmaları devam ettirilmeli tekamüle erdirilmeli.

Buna bağlı İslami düşünce metodolojisi ve tüm insanlık için yeni bir paradigma inşası oluşturulmalı.

Kelam, Fıkıh ve Tasavvuf bu altyapı ile zenginleştirilerek tüm insanlık ve yaratılmışlar için bir Ahlak felsefesi ve Vicdan tanımı geliştirilmeli.

Antik dönemden post modern döneme dahil, her türlü felsefe akımına açık ve şerh edebilme yeteneğine haiz olacak şekilde tüm dini eğitim kurumları güncellenmeli.

Evrensel rekabet standartlarına açık olacak bu kurumlardan ilgili siyasi hareketlere veya cemaatlere mürit devşirme izlenimi verecek politikalardan kaçınılmalı. Bu yapılar otonom bırakılmalı dünya standartlarında hiçbir harcamadan kaçınılmamalı.

Ne dersek diyelim, bugün İslam dünyasındaki iç karışıklıklar, refah ve adalet sorununun özünde batı komplosu değil İslam dünyasının yaklaşık 300 yılı aşan derinleşen medeniyet krizinin kendisi yatmaktadır. Krizin anahtarı da krizin başlangıç noktasında saklı durmamaktadır.

[1] Fıkıh bir dönem bütün ilimlerin adıydı. İmam Azam’ın tarifi ile de kişinin lehinde ve aleyhinde olanları bilmesiydi

[2] Larry Siedentop – inventing “Individual” The Origins of Western Liberalism

[3] Paganizm, kökenleri dünyanın kadim doğa dinlerine uzanan bir inanç biçimi ve bu dinlerin genel adıdır. Bu dinlere mensup kişilere pagan denir.( vikipedia)

[4] AL- İlah, Lunar Godness

[5] Manevi tasarruf-intikal

[6] http://faraszade.com/turk-tasavvufunun-bugunku-meselesi/

[7] İbnü’l-Arabî gibi âlemin zahirinin mülk, bâtınının melekût olduğunu söyleyen Necmeddîn-i Dâye melekûtu “eşyayı var kılan şey” olarak tanımlamış ve, “Her şeyin melekûtu O’nun elindedir” (Yâsîn 36/83) meâlindeki âyeti zikrederek eşyanın hakikatinin Cenâb-ı Hakk’ın kayyûmiyyet sıfatı olduğunu ve her şeyin onunla kāim bulunduğunu belirtmiştir.

[8] Bir görüşe göre, Kur’an ve Sünnet’te evrenin yoktan/sonradan yaratıldığına dair açık bir nass bulmak mümkün değildir. Bazı ayetler ve hadisler yorumlanarak bu sonuç elde edilmiştir. Kur’an çok net bir şekilde âlemin yaratıcısının Allah olduğunu söyler ki zaten filozoflar da kelamcılar da bunu kabul ederler.

[9] İbn Rüşd, filozoflar gibi Tanrı ile âlemin aynı anda var olduğunu iddia eder. Evren İlk Fâilin (Allah) fiilidir. Yani mademki bu ilk Fâil (Allah) ezelidir bu takdirde onun fiilinin de ezeli olması gerekir.

[10] Ahmet Yaşar Ocak, “Düşünce Hayatı (14.-17.Yüzyıllar)” , s.189. Şeyh Bedreddin Vâridat eseriyle felsefileşmiş tasavvufu temsil etmektedir. Eserinde Allah, nübüvvet, ahiret, cennet, cehennem, ruh, melek, kâinatın mahiyeti gibi İslâm felsefesi ve kelâmın temel konularında mistik yorumlarla birlikte akılcı filozof tavırlarıyla konulara yaklaşmaktadır. Ona göre Allah ve kâinat özdeştir. Kâinat Allah’ın madde âlemindeki tezahüründen ibarettir; ezelî ve ebedîdir. Ruh denilen şey, insan bedeninin yaşama kabiliyetinden başka bir şey değildir. Cennet ve Cehennem kavramlarından öyle sanıldığı gibi madde âleminde olan şeyler anlaşılmamalıdır Melek ise, çeşitli tabiat kuvvelerine verilen bir isimdir. Ocak, “Düşünce Hayatı (14.-17.Yüzyıllar)”, s. 190.

[11] 21 Ocak 1921’de Filistin’in Yafa şehrinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Saint Joseph Koleji’nde yaptı. 1949’da Indiana ve 1951’de Harvard üniversitelerinde felsefe alanında yüksek lisans yaptı. “Değerin Metafiziği ve Epistemolojisi” konulu doktora tezini 1952’de Indiana Üniversitesi’nde tamamladı. Daha sonra Ezher Üniversitesi’nde üç yıl süreyle şer‘î ilimler alanında öğrenim gördü. Teşebbüslerinin milletlerarası çaptaki diğer önemli sonucu International Institute of Islāmic Thought’un 1981’deki kuruluşu oldu. Kuzey Amerika’da büyük bir İslâm araştırmaları merkezi haline gelen bu enstitünün özellikle “bilginin İslâmîleştirilmesi” yolundaki araştırma programlarının belirlenmesinde Fârûkī’nin öncü bir rolü oldu.

[12] Harran İslam inancından önce Pagan, Sin, Yıldız-Gezegen Kültü, Sabiîlik, Gnostizm, Daysanizm gibi köklü bir kültür yapısı olan bölgede felsefî okullarda bir çok alim eserleriyle ön plana çıkmıştır.

[13] Christopher Knight ve Robert Lomas, The Hiram Key (Hiram Anahtarı) adlı kitaplarında Eski Mısır'ın masonluğun kökeninde çok önemli bir yeri olduğunu anlatırlar. Yazarlara göre Eski Mısır'dan çağdaş masonlara miras kalan en önemli düşünce ise, "kendi kendine var olan ve rastlantılarla evrimleşen evren" fikridir. Mısırlıların bu büyük yanılgılarını yazarlar şöyle açıklamaktadırlar: "Eski Mısırlılar maddenin her zaman için var olduğuna inanıyorlardı; onlar için bir Yaratıcının mutlak olarak hiçlikten bir şey yapmasını düşünmek mantık dışıydı."

Onların görüşüne göre, maddenin kendi içinde bir gücü vardı, bu dünya, kaosun içinden düzenin doğmasıyla oluşmuştu... Bu kaotik duruma "Nun" adı veriliyordu ve aynı Sümerler'in tanımı gibi... karanlık, güneşsiz, sulu bir derinlikti, bu derinlik kendi kendine düzenin başlamasını emretmişti. Kaosun maddesinin içinde yer alan bu gizli güç, kendi varlığının bilincinde değildi; o bir olasılıktı, düzensizliğin rastgeleliği ile birleşmiş bir potansiyeldi.

[14] Mısır’da Kral Toth, Eski Yunan’da Hermes ve İslamiyet’te İdris Peygamber olarak bilinen Adem’in yedinci torunu binlerce yıldır bu kültürler ve dinler üzerinde önemli etkiler bıraktı.

[15] Endülüs’te İslam, Timaş yayınları R. Garaudy

[16] Rager Bacon'un anlayışına göre gerçeğin önünde engeller bulunmaktadır. Bu engellerin cehaletin nedenleri olduğunu savundu. Opus Majus adlı eserinde bunu dile getirdi. Bu engeller aşağıdaki şekilde sıralanabilir:

Otoriteye bağlılık

Skolastik gelenek

Eğitim yetersizliği

İnsanların cahilliklerini gizleme tutumları.

Bacon, aynı zamanda otoriteye bağlılık ve aşırı güvenin bilimsel bilgi için büyük tehlike olduğunu savunur.

[17] Osmanlı düşünce geleneği, felsefe, kelâm ve tasavvufun bir terkibi niteliği taşımaktadır. Fatih Sultan Mehmed’in Molla Câmî’ye “hakikati arayan gruplar” diye nitelediği felsefeciler, kelâmcılar ve sûfîlerin görüşlerini birlikte değerlendiren bir risâle yazdırması, bu üç bilimin de Osmanlı düşüncesi içindeki varlığını göstermektedir (Öngören, 2007: 542).

[18] Dikkat çekici bir husus olarak, Fatih Sultan Mehmet sürekli yanında taşıdığı cönkünde(el çantası) sürekli başvurduğu ve her daim istifade ettiği 4 kitabı bir ömür yanında taşıdı. Bu kitaplar orijinal halleriyle Nur-u Osmaniyye Kütüphanesinde bulunuyor.

İbn-i Sina – el- İşarat= Nazar yönteminin kurucu ve zirve metni.

Gazzali - Tehafüt-ü Felasife = Nazar yöntemine güçlü Eş’ari eleştiri metni.

Sühreverdi – Hikmet-i İşrak= Müşahede ve nazari geleneğin birleştirilmesini öneren İşrakiyye geleneğinin anlatıldığı Hikmet-i İşrak.

Konevi – Miftah’ul Gayb= Müşahede geleneğini merkezi alarak nazari geleneği yeniden yorumlayan ekberi geleneğin zirve metni Miftah’ul Gayb.

Konya’nın gönlünü Mevlana, aklını Urmevi, vicdanını Konevi temsil eder.

[19] Süleymaniye medreselerinin kuruluşundan II. Meşrutiyete kadar geçen zaman diliminde ise, l557'den 1908'e kadar medreseler duraklama, gerileme ve çökme dönemlerini geçirmişlerdir. Bununla birlikte bu dönemde, Tanzimat’tan sonra açılan ve vaiz yetiştirmek üzere kurulmuş bir ihtisas medresesi olan Medresetü’l-Vaizîn’de ise, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, usû1-i fıkıh gibi derslerin yanı sıra, felsefe, mantık, psikoloji, ahlâk, metafizik, felsefe tarihi, İslâm felsefesi dersleri de yer almış, bu dersler Mehmet Ali Aynî tarafından verilmiştir

[20] Bu grup ön yargısız bir yaklaşımla dinî, felsefî ve ilmî olmak üzere ulaşabildiği her tür bilgiyi kullanmıştır. Onlar için düşüncelerine temel olmada Kur’an ne kadar öneme sahipse Tevrat ve İncil de o kadar önemlidir. Din bilgisinde Hz. Peygamber’in veya Hz. Ali’nin sözü ne kadar önem taşıyorsa felsefede Sokrat, Eflâtun ve Aristo’nun, matematik ve geometride Pisagor’un ve Öklid’in, coğrafyada Batlamyus’un sözünün de önemi o derece büyüktür.- İslam Ansiklopedisi İhvan-ı Safa

[21] Şarkiyatçı Thomas Bauer’in tezi, Batılı modernliğin kesinlik “takıntısının,” müphemlik kültürünü gitgide tahrip ettiğidir; bu süreçte İslâm “ilâhiyatlaşarak” katılaşmıştır. Bauer, neticede ister Selefi olsun, ister fundamentalist ister reformist, İslâmcılık ile Batılı modernizmin İslâm anlayışlarının benzeşir hale geldiğini savunur.

[22] Bkz A. M. Al-Meraire Aristo’nun Mahkumları, Epistemic Institute Press, Los Angeles, 1984

[23] Islam, Authoritarianism, and Underdevelopment: A Global and Historical Comparison (Cambridge University Press, 2019)