1912’lerde Hamdullah Suphi ve Yusuf Akçura önderliğinde kurulan “Türk Ocakları”nın amacı, dağılmakta olan imparatorluğu kurtarma çabası olarak tezahür eden “Üç Tarz-ı Siyaset”ten İmparatorluğun “Asli-unsuru” olan Türkleri öne çıkarmak, ona dayanmak, ona bir kimlik kazandırmak (milliyetçilik) ve kurucu unsur haline getirmekti. İttihat ve Terakki partisi, üç tarzı siyaseti sentezleme çabası olarak çaba gösterdi. Kurulan yeni devlette bu sentez, bir nevi mevcuttu.
1- ÇAĞDAŞÇI-SEKÜLERLER
Osmanlı toplumu, her alanda skolastik
(tedrisatçı, tahsil-atçı, taklitçi/tekrarcı (“Bizim oğlan, “Bina” okur; döner
döner yine okur”) kendini yenilemeyi başaramadığı için, bir organizma/beden
olarak çöktü. “Hasta Adam”, ölümünden önce birtakım gayretlerde bulunduysa da
(Tanzimat-Islahat Fermanı, Meşrutiyet, Mecelle…), çöküşü engelleyemedi. İttihat
ve Terakkinin pragmatik/gerçekçi kanadının öncülüğünde Anadolu coğrafyasını
kurtarmayı başardık. Kurtuluş savaşının önderlerinden olan bu pragmatik kanat
(M. Kemal ve arkadaşları) bir kültür devrimi ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu.
Tarihsel kimliğin/kültürün mevcut hali ve her alanda yükselen Batı, bu öncüleri
ciddi düzeyde etkiledi. Ne Batıyı hakkı ile tanıma; ne de kendi kimliklerini
öz-eleştiriye tabi tutacak entelektüel vüsatları ve zamanları/fırsatları
olmadığı için; -“to be or nat to be” saiki ile- yeni kadro ve yapı, bir
“Mutasyon” olarak doğdu: Ne bu-ne o/hem bu-hem o. Bu arada, “Mutasyon”
olgusunun, sadece Türkiye’nin kaderi değil; Batı karşısında bütün Asya toplumlarının
kaderi olduğunu belirtelim (Daryuş Şâyegân, Batı Karşısında Asya. Çev: Doç. Dr.
Derya Örs. İst. 2008. S. 87 vd). Aktif düşünme geleneğinin, öz-eleştiri
cesaretinin olmaması, M. Kemal’in ölümünden sonra bu yapıyı
dondurdu-dogmatikleştirdi. Şahsını da fani-mümtaz bir “kişi” olmaktan çıkarıp
“kült”e dönüştürdü. Bu yeni kadroların, Batıda olup bitenleri aktif-özne olarak
takip etme kapasitesi olmadığı gibi; kadim kimlik kodlarını da baskılayarak
halının altına süpürdü. Mütedeyyin halkın sembolik kapitallerine dokunulmuş
olması, onlarda bir içerleme ve uçuklama yaratmıştı. Yeni toplum, şizofren
olarak doğdu.
2- MUHAFAZAKARLAR
1950’lerden itibaren demokrasiye geçişe
paralel olarak –Amerikan etkisi altında- kadim kimlik kodları, Tarikat-Cemaat
ve Siyaset olarak geri döndü. Kadim devlet-toplum-insan yapısını çökerten
kavram ve kurumlarında hiçbir yenilik, tecdit, ıslah, bakım yapılmadan,
anakronik olarak ortalıkta arz-ı endam etmeye başladılar. Amerika’nın “Yeşil
Kuşak” projesi, Türk muhafazakârlığı-mukaddesatçılığını hamasi bir “sağcılık”
olarak şekillendirdi.
1980-2000 arasında muhafazakârların biraz
“düşünce” ile tanışma fırsatı oldu. Dergiler, yayın evleri, paneller,
sempozyumlar, konferanslar ile düşünce hayatında bir canlılık vardı.
2000’lerden itibaren Takiyye/Siyaset, “Gömlek Değiştirme” ve “Paralel Yapı”
olarak iktidara geldikten sonra, ilk on yılda ayağına bir yer edinip, sonra da
“Cemaat” ve Tarikat-Siyaset (AK Parti) kanatları arasında bir iç-çatışmadan
(15-Temmuz Darbe Girişimi) sonra; Cemaat kanadı püskürtülüp, Tarikat-Siyaset
kanadı/koalisyonu mutlak iktidar oldu. N. Fazıl Kısakürek’in şiirlerinde dile
getirdiği (“Öz vatanında garipsin, öz vatanında parya”) hınç-kin ve rövanş
tutkusu, politik faaliyetin temel motivasyonu haline geldi. “Halife-Sultan”
kişi kültü ve politik hafızası, “Dik Duran” bir “Lider” bulduktan sonra, yirmi
yıldan fazladır peşinden ayrılmıyor. Kabaca yüzde elli olan bu seçmen
kitlesinin önemli bir kesiminin desteğinin üç farklı motivasyonunu birbirinden
ayırmak mümkündür: 1- Çağdaşçı elitler, siyasiler ve askerler tarafından
geçmişte aşağılanmışların ve onların çocuklarının rövanş duygusu. 2- Partinin,
oy beklentisi ile kamu bütçesinden yaptığı sosyal yardımlarından nemalananlar
(yaklaşık yirmi milyon olduğu söyleniyor) veya partili yakınları ile iş
bulanlar (İş bulma kurumu): “Al gülüm-ver gülüm”. “Win-Win”. 3- Devletten
“Vakıf-Dernek” aracılığı ile mülk ve imkân devşiren Tarikat ve Cemaatler.
“Dava”, iaşedir; İslam ise, cilası: “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer.” Bu arada,
son bir yılda Meksika sınırından Amerika’ya kaçak yollarla girip yakalanan
işsiz Türklerin sayısının 20 bin olduğunu hatırlatalım. Normal demokrasilerde
on defa hükümet değişmesine sebebiyet verecek politik-iktisadi hatalar yapılmış
olmasına rağmen (Fetö, Açılım, Suriye, Enflasyon,…) muhafazakâr seçmenin
memnuniyetinin arkasında –muhalefetin çapsızlığı kadar- yukardaki “temelli”
saikler mevcuttur. İki binlerin başında Liberal-Demokrat olarak siyaset yapmaya
başlayan Ak Partisi, orta dönemlerinde İslamcılık-Ümmetçilik/Yeni Osmanlıcılık
evresinden geçerek (bu politikanın duvara toslaması ile), sonunda popülist
milliyetçiliğe demirledi.
3- MİLLİYETÇİLER
Türk Milliyetçiliği, seküler “Ulusçuluk”
olarak CHP de kristalleşirken; “Sağcılık” olarak DP-AP-ANAP da “Mukaddesatçılık”
olarak da MHP de kristalleşti. MHP ve “Ülkü Ocakları”, 1980 öncesi
Komünist-Sosyalist sola karşı para-militer bir direnç olarak işlev görürken;
1980 sonrasında ise PKK ve Kürt Milliyetçiliğine karşı bir direnç noktası
oluşturdu. Bir dönemler memleketi ve milleti karşılıksız seven “Ülkücü”ler
(“Vatanım, ha ekmeğini yemişim; ha da uğruna bir kurşun”), Pandemi ve ekonomik
kriz sonrasında bıçkın olanlar “mafyatik” ilişkilere terfi ederken;
mesleksiz/masum olanlar, polis-bekçi ve uzman çavuş olarak iş bulabildiler.
Kürt sorununun şiddete/teröre dönüşmesi,
politik düşünceyi/konuşmayı zaten bitirmişti. İki binli yıllardan sonra
başvurulan “Açılım “projesinin akamete uğraması, konuşmayı toptan bitirdi.
4- SÖZÜN-DİNLEMENİN BİTME SÜRECİ
İki binli yılların başında Muhafazakârlar
ile çağdaşçı laik-liberaller arasında fikir alış-verişi mevcuttu.
Muhafazakârların muktedir olmasına/ayağının yer etmesine paralel olarak,
konuşma zorlaştı. The Cemaat ile Ak Partisi arasında da –vaktiyle- bir konuşma
mevcuttu. Cemaatin güçlenmesine paralel olarak bu konuşma da zorlaştı ve sonun
da şiddet kullanımına vardı. Cemaat, tasfiye edildikten; Ak Parti de sayın R.
T. Erdoğan’ın kontrolüne tamamen geçtikten sonra, muhalefete karşı kullanılan
dil sertleşti. Bu da karşı tepkiyi doğurdu (“Erdoğan Karşıtlığı”). Politik
iktidar zamanla kendi medyasını oluşturdu (Yandaş Medya). Muhalefet de kendine
göre bir medya oluşturmaya çalıştı. Böylece “karşılıklı konuşma” bitti. İktidar
ve muhalefet, kendi içinde konuşmaya başladı: Tartışma programları “Körler,
sağırlar; birbirini ağırlar” a dönüştü. Televizyon kanallarının “Demirbaş”
dibek döğücü (konuşmacı) ekipmanları türedi. Eskiden, herkesin dinlediği,
düşüncesine itibar ettiği aydınlar, entelektüeller, sanatçılar, siyasiler
vardı. Zıt görüşlerin birbiri ile tartıştığı kültürel, teolojik, politik
programlar olurdu (“Siyaset Meydanı”, “Ateş Hattı”, “Aykırı Görüş”, “Teke Tek”,
“32. Gün”…). Şimdilerde böylesi bir ortam neredeyse kalmadı. Sanat, kültür,
düşünce ve üniversite çevreleri de buna göre vaziyet aldı. Muhalefetin kendi
içinde Muhafazakâr (SP-GP-DEVA), Milliyetçi (İYİ Parti) ve Çağdaşçı-laik
(CHP-HDP) olması, kendi aralarında zayıf da olsa, bir konuşma ve düşünce
alış-verişi yapmalarına imkân verse de iktidar ile muhalefet arasındaki konuşma
imkânı neredeyse tümden tükenmiş durumda. İktidar-muhalefet arasındaki son
seçim yarışı dil olarak: “Vatansever-Vatan haini”, “Yerli-İşbirlikçi”,
“Dinli-Dinsiz” …yaftalarına dönüştü.
5- ÇIKIŞ YOLU
Siyasetin
entegrist/fundamantalist/dogmatik –ideolojik-düşünsel olmayan- “Ölümcül
Kimlikler” (A. Maalouf) üzerinden yapılması, demokrasiyi tahrip eden temel
husustur. Demokrasilerde siyaset ortak güvenlik, ortak maslahat, ortak gönenç
üzerinden uzlaşı ile yapılır. “Vatandaşlık”, ülkede yaşayanların eşitliğini
ifade eder. Bu eşitlik Anayasa, Hukuk ve Bürokratik Kurumlarla garanti altına
alınır. “Parti”ler, birbirine kin/hınç/nefret duyan birer “Klan/Kabile” değil;
ülkeye hizmet etmek isteyen yurttaşların üzerinde konsensüs sağladıkları
programlar etrafındaki örgütlenmeler; siyaset ise, birbirleri ile
yarışmalarıdır. Siyasetin etik özü Batılı anlamda “Honorial Duty”; İslami
anlamda ise, “Halka hizmet, Hakka hizmettir.” Batılılar ve Müslümanlar, bütünü
ile böyle siyaset yapıyorlar demiyorum; ancak, demokrasi, “Açık Toplum”
oluşturmanın medeni bir aparatı/prosedürü olarak Batılılar tarafından
geliştirilmiştir. Haklarını yemeyelim: Dinin yarısı insaftır.
Yurttaşlık, etnisite/dil gibi “verili”
kimlik bileşenleri ötesinde şahsiyet/benlik/karakter/kişilik; ötekine açık
olmaklık, müzakere, dinleme, konuşma, eğitim ve düşünme ile sürekli gelişmesi,
genişlemesi ve büyümesi gereken bir süreçtir. “Yedisinde ne ise, yetmişinde de
o olma” matah bir şey değildir.
İslam,
katı-muhafazakâr/gelenekçi/sünnetçi/taklitçi” Cahiliyye” toplumunu, binlerce
kez düşünmeye-dinlemeye, görmeye (Rey) tartışmaya/müzakereye, diyaloğa
çağırarak, karşıtı olan medeni bir “Müslüman/Mü’min” toplumu oluşturdu.
Allah’ın kendisi de toplumdaki herkesi “dinleyerek (3/181, 58/1) onlara
makul-mantıklı cevaplar verdi. Ezber/hafıza yerine; aktif-diri vicdanı önerdi.
“Sözleri dinleyip en güzeline uymak” (39/18) İslam’ın kimlik oluşturma
“teknolojisi”dir. Siyasette aynı tutumu, “Şura” kavramı/edimi ile başta
peygamber olmak üzere müminlere tavsiye etti (3/159, 42/38).
Bugün Türkiye’de siyaset ve kültür
alanları adeta “Yer, demir; gök, bakır”, kasvetli/karanlık, müstağni/mütekebbir
(Narsist), az anlayan-bol yargılayan, “Gönül Coğrafyası”ndan bahsederken;
burnunun dibindekini görmeyen, cepheleşmiş (ittifaklar), sürekli
iç-düşman/terör örgütleri yaratan, ötekini duvar/tehdit olarak gören, şizofren
bir ortam mevcuttur. Siyasi kamplaşma, toplumu esir alarak kültürü-sanatı,
teolojiyi-tartışmayı, konuşmayı-dinlemeyi, anlamayı, öz-eleştiriyi bitirerek
sosyal medyada (“Bataklık”) ve medyada dırdırı-gevezeliği, kakafoniyi,
küfürbazlığı tavan yaptırdı.
Medeni olmanın bir ölçütü, insanların
aralarındaki ortak paydalar alabildiğine az olmasına rağmen; ortak hareket
edebilme kabiliyetleridir. İlkel olmanın bir ölçütü de, insanların aralarındaki
ortak paydalar, alabildiğine fazla olmasına rağmen; ayrı ayrı hareket
etmeleridir. Medeni miyiz yoksa ilkel miyiz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.