Ne zaman insanların ihtiyaçları gündeme gelse hemen Maslow ismi hatırlanır. Bilindiği üzere bir ruh bilimci olan Abraham Maslow insan yaşamıyla ilgili ihtiyaçları önemine göre piramit şeklinde sıralar. Onun oluşturduğu bu piramitte; fiziksel ihtiyaçlar, yani yemek-içmek ilk sıraya yerleşir. Maslow, ikinci basamağı güvenliğe verir; bu basamakta barınma ve aile yer alır. Üçüncü basamak sevgi ve aidiyetindir; arkadaşlık, aile ve mahremiyet bu basamakta dururlar. Saygı içinde mütalaa edilen özgüven, başarı ve başkalarından saygı görme dördüncü basamağa yerleşirken; ahlak, doğallık ve yaratıcılık Maslow’un piramidinde kendilerine ancak beşinci basamakta yer bulmuştur.
Benzer bir yaklaşım 650 yıl önce yaşamış
Endülüs’lü hukukçu Şatıbi’nin El Muvafakat isimli kitabında da yer alır.
Şatıbi, ilk sıraya zaruriyattan sayılan yeme-içme ve barınmayı; ikinci sıraya
haciyat dediğimiz uygar yaşamı sağlayacak ihtiyaçları; üçüncü sıraya ahlak ve
estetiği yerleştirir. Görüldüğü gibi her hâlükârda yeme-içme ilk sırada ve
olmazsa olmazlardandır. Bu olgunun siyasette ki etkisini deneyimleyen usta
politikacı Demirel, söz konusu gerçekliği bilahare motto haline gelen ‘’boş tencerenin
yıkamayacağı iktidar yoktur’’ ifadesiyle ortaya koymuştur. Ancak 14 ve 28 Mayıs
2023 seçim sonuçları, politikalarında ihtiyaç hiyerarşisini, yani Demirel’in
‘’boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur’’ ifadesini esas alan
politikacıları neredeyse ters köşe yaptı. Seçimin sonuçlarını belirleyen
kuşkusuz dini ve ulusal kimlik oldu. Oysa gerçekten halkın büyük bir bölümü
mutfaklarında boş kalan tencereyle seçimleri karşıladı.
Barınma sorunu boyunlarını bükmüş bir
haldeyken oy sandığının başına gittiler. Ancak bu çoğunluk, barınma imkânlarını
ellerinden alan, tencerelerini boş bırakan iktidarı ne hikmetse
yıkmadı/yıkamadı. Ellerini tutan, sokakta kalmalarına razı eden, midelerine taş
bastıran neydi acaba? Cevap aşağıdaki olgu ve değerlendirmelerde. Yalnız önce
ulusal özgüvenle ilgili Almanya tecrübesine değinmek isterim.
ALMANYA TECRÜBESİ
Fransız Devriminin bir örneğini felsefede
gerçekleştiren Alman Halkının nasıl oldu da, ortaokul mezunu Hitler’i 1933
yılında iktidara getirdiği, Hitler’in 1934 yılında kendini tek ve mutlak lider,
yani führer ilan etmesine, yaklaşık 12 yıl iktidarda kalmasına, bu süre
içerisinde Polonya’ya saldırarak İkinci Dünya savaşını başlatmasına ses
çıkarmadığı merak konusu olmuştur. Bu konuya kafa yoran erbap, tüm bu olumsuzlukları
hazırlayan koşulların temelinde Alman ulusal kimliğinin aşağılanmasının
yattığını söyler. Bilindiği gibi Almanya Birinci Dünya Savaşından mağlup çıktı.
Galip devletler Almanya’ya Versay Antlaşmasını imzalattılar. Bu antlaşma ağır
tazminatlar ödeme, Polonya ve Çek gibi aşağı uluslara toprak bırakma, orduyu
yüz bin askerle sınırlama, bazı bölgelerde asker bulundurmama gibi çok ağır
şartlar içeriyordu. Antlaşmanın bu ağır şartları gururlarına düşkün Almanları
oldukça rahatsız etmişti. Hitler ulusal gururları kırılan Almanlara kaybedilen
toprakları geri alma, askeri güç ve ekonomik refah vadediyordu. Başlangıçta
ekonomik yönden iyileşme yaşanmış, ülkede otoyollar ve fabrikalar yapılmak
suretiyle kalkınma gerçekleştirilmişti. Antlaşmanın maddeleri yavaş yavaş ihlal
ediliyor, Almanların yaralanmış gururları iyileşiyordu. Sonrası malum; İkinci
Dünya Savaşı ve soykırım felaketi. Alman Halkının Hitler’i iktidarına onay
vermesinde ve akıl dışı tasarruflarına ses çıkarmamasında yaralanmış ulusal
kimliğin etkisi belirleyici olmuştur.
OSMANLI MİRASI
Önce üç kıtaya hükmedilen parlak bir
dönem… Akabinde, duraklama ve gerileme süreci… Batılıların son dönemde
çektikleri hasta adam muamelesi, dayatılan kapitülasyonlar… Ziya Paşanın
‘’Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm/ Dolaştım mülk-ü İslam’ı bütün
viraneler gördüm’’ şiirinde dile getirdiği son dönemdeki toplumsal geri
kalmışlık… Ve ağır bir yenilgiyle birlikte yıkılış… Bütün bunlar Osmanlının 14.
Yüzyıldan başlayıp, 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden malum
serüveni... Birinci Dünya Savaşından Almanya ile beraber Osmanlı İmparatorluğu
da mağlup çıkınca İtilaf devletleri Osmanlıya çok ağır şartlar içeren Sevr
Antlaşmasını imzalattılar. Bu Antlaşmaya göre Batı Anadolu ve Doğu Trakya ile
Ege adaları Yunanistan’a bırakılıyor, Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti
kuruluyor, Rodos ve 12 ada İtalya’ya veriliyordu.
YENİ CUMHURİYET
Mustafa Kemal ve arkadaşları Sevr’i
tanımadılar. Yeni bir devlet kurduklarını belirtip, akabinde bu devlet adına
Lozan Antlaşmasını imzaladılar. Dindar kesim Lozan’ın açıklanmayan gizli
maddeleri olduğuna, bu maddelerin İslam dini aleyhine hükümler içerdiğine, bu
hükümlerden birinin de Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılması olduğuna hep
inandı/inandırıldı. Yeni kurulan cumhuriyet, yıkılan kozmopolit bir
imparatorluğun bakiyesi üzerine modern ulus devlet formunda inşa edilmiştir.
Bilindiği gibi ulus devlet, tanımı gereği tekil ve totaliterdir. Merkezi bir
kimlik tanımlar ve toplumu bu kimlik ekseninde şekillendirilmeye çalışır. Yeni
cumhuriyetin merkezi kimliği; Türk, Müslüman, Sünni ve Hanefi şeklinde kombine
edilmiştir. Bu kombinede Türklük asli, Müslümanlık tali unsurdur. Geçmiş yüz
yıllık süreç, devletin dışladığı etnik, dini ve kültürel gurupların kimlik
mücadelesine sahne olmuştur. Bu itirazlar devlet tarafından kaale alınmamış,
çoğunlukla zecri tedbirlerle susturulmuştur. Aradaki muhtıra ve diğer olayları
geçelim, 1925 yılındaki Şeyh Sait İsyanı, 1937 yılındaki Dersim İsyanı, 1960 ve
1980 ihtilallerini hatırlayalım. 1997 yılında başlayan 28 Şubat süreci bu zecri
tedbirlerin dönüm noktasıdır. Sonrasında dini kimliği önceleyen, yani
Müslüman-Türk bileşkesi, merkezi kimliği oluşturan Türk-Müslüman gurupla
giriştikleri mücadeleyi kazanarak asli kimlik haline gelmiş bulunmaktadırlar.
KÜRT SORUNU
Yeni kurulan Cumhuriyetin merkezi kimlik
dışına attığı unsurlardan biride Kürt kimliğidir. Esasen Kürt kimliği ulus
devletin en zayıf noktalarından biridir. Kürt olgusu sadece Türkiye’nin değil
cıvar ülkelerinde neredeyse korkulu rüyalarıdır. Bilindiği gibi Kürtler İran,
Irak, Suriye ve Türkiye coğrafyasında yerleşik, otuz milyona baliğ, kadim bir
halktır. Endişe ve korkunun temelinde bu halkın birleşerek bulundukları
coğrafyada bağımsız bir devlet kurma ihtimali yatmaktadır. Bu endişe son yıllara
kadar ulus devletin Kürt olgusunu yokluğa mahkûm etmesine sebep olmuştur. 1980
Darbesi 1970’ler de başlayan Kürt kimliğinin varlık mücadelesinin üzerinden
tabiri caiz ise silindir gibi geçmiş, büyük acılara neden olmuştur.
Diyarbakır Cezaevi olaylarını
hatırlayalım. Kürt kimlik mücadelesi 1980 sonrası evrim geçirmiş, büyüyerek
günümüze kadar gelmiştir. Yeri gelmişken Kürt Sorununa yaklaşımla ilgili
kanaatimi belirtmek isterim. Çözüm süreci sonrasında dönülen eski güvenlikçi
politikalar çerçevesinde sorunun çözülmediği ve çözülemeyeceği tekrar
görülmüştür. Asıl tehlike çözüm üretmeyen ve her geçen gün duygusal karşıtlık
doğuran bu güvenlikçi politikalarda ısrar edilmesidir. Demokrasinin özgürlük,
insan hakları, açık rejim ve yönetime katılma ilkelerine güvenerek, ilkini
akamete uğratan yanlışlardan ders çıkarılarak cesaretle yeni çözüm süreçleri
başlatılmalı diye düşünüyorum.
ULUSAL KİMLİĞE ÖZGÜVEN POMPALAMA
Osmanlının son döneminde, yenilginin,
neredeyse bir kader haline gelmesi, toprak kayıplarıyla gittikçe küçülerek
Anadolu’ya sıkışılması, bilim ve teknolojide geri kalmışlık, sosyal ve ekonomik
sıkıntılar ve bu sorunların yeni kurulan devlete miras kalması ulusal kimlikte
özgüvensizlik yaratmıştır. Cumhur İttifakı seçime girilirken halkın bu sorununu
görmüş ve propagandasını halka özgüven aşılama üzerine temellendirmiştir.
İttifakın seçim sürecinde üretilen (Ukrayna-Rusya ve Azerbaycan-Ermenistan
savaşlarında kullanan tarafa üstünlük sağladığı söylenen) İHA ve SİHA’ları
gündeme getirmeleri, yeni üretilen otomobili nazara vermeleri, teknolojiyle
ilgili fuarı bu sürece denk getirmeleri, yapılması planlanan uçakları
ayrıntısıyla anlatmaları, yapılan uçak gemisini ziyarete açmaları hep bu
cümledendir. Özgüven propagandasının zaruri ihtiyaçları ekarte ederek seçimlerin
sonucunda belirleyici olduğu görülmektedir. Burada bir tehlikeye dikkat çekmek
isterim.
Abartılmış gelişmelerle özgüven
pompalamanın doğuracağı beklentiler dış politikada yanlış adımlara sebep
olabilir. Bu gelişmeler henüz ortada yokken bile Şam’da namaz kılmaya kalkışan
bir zihniyetin, bu gelişmelere güvenerek havaya soktuğu ulusal kimliğin
beklentisine cevap olsun diye sabah namazını Şam’da, öğleni Kudüs’te, ikindiyi
Mekke’de kılmaya kalkışması içten bile değildir. Yukarıda Almanya örneğini vermemin
nedeni birazda bu tehlikeye dikkat çekmek içindir. Bilindiği üzere İkinci Dünya
savaşı öncesi Almanya’nın kırılan özgüvenini onaracak bilimsel, kültürel,
ekonomik ve teknolojik gerçek gelişmeleri mevcuttu. Ve Hitler bu alt yapıya
güvenerek çevre ülkeleri işgale başladı, böylece İkinci Dünya Savaşını
başlattı, üstün teknolojisine rağmen yenilerek ülkesini batırdı.
MUHAFAZAKARLARIN KAZANIMLARI
KAYBETME KORKUSU
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren
yaklaşık 80 yıllık süre içerisinde merkezde Türk-Müslüman kimliği oturmuştur.
Cumhuriyet sonrası aydınların yerel değerlere karşı herodian yaklaşımı, bu
yerel değerlere sahip çıkanların bürokrasiden dışlanmaları, bir bakıma zenci
muamelesi görmeleri, Muhafazakâr-Müslüman kimliğinde özgüvensizlik yaratmıştır.
Ancak son 20 yıldır verilen mücadele sonucu merkez el değiştirmiş, muteber
konuma muhafazakârlar geçmiştir. Bütün kurumlar bu yeni kimliğe tahsis edilmiş,
bu kimlik mensuplarından yeni zenginler yaratılmış, Ayasofya’nın camiye
dönüştürülmesi, başörtüsüne kamusal kurum ve alanlarda hak tanınması gibi
sembolik adımlar atılmıştır.
İktidarın değişmesi halinde tüm bu
kazanımların kaybedileceği korkusu pompalanmış, CHP’nin başörtüsüne yasal
güvence verme girişimi dahi pompalanan korkuyu gidermemiş, korku propagandası
muhafazakâr kesim üzerinde etkili olmuştur. Yine Kürt sorununu mesele edinen
partilerin cumhurbaşkanının seçilmesinde neredeyse belirleyici olabilecek bir
güce ulaşması, ekseriyeti teşkil eden Kürt solunun Millet İttifakını
desteklemesi, Türk milliyetçi damarını teyakkuza sevk etmiş, yabancılarla
ilgili politikalarına kızmalarına rağmen Cumhur İttifakının yanında
konuşlanmalarını sağlamıştır.
NETİCE İTİBARIYLA...
14 ve 28 Mayıs 2023 seçimleri, Maslow ve
Şatıbi’nin ilk sıraya koyduğu yeme, içme ve barınma sorunu had safhada iken
yapıldığı bir gerçektir. Normalde bu sorunun politikada iktidar devirdiği
tecrübeyle sabittir. Tüm bunlara rağmen Maslow’un piramidinde dördüncü
basamakta yer alan özgüven ile üçüncü basamakta yer alan aidiyetin birinci
basamağa gelip fiziksel ihtiyaçları itekledikleri ve onların yerine
yerleştikleri, akabinde seçimin sonucunu belirledikleri görülmektedir. Özgüveni
sağlamaya dayanak teknolojik gelişmelerin yüzeysel olmasına rağmen halkın
bunlara itibar ederek, fiziksel ihtiyaçlarına tercih etmesinde birkaç yüzyıllık
ezikliğin derin travması olsa gerek.
Korku ve endişe sorununa gelince, esasen
gelinen aşama itibariyle Siyasal İslam’ın güçlenmesinde 28 Şubat ve öncesinde
uygulanan Fransız tipi jakoben laikliğin payı büyüktür. Bu durumun marjinal bir
gurup hariç sol siyaset tarafından idrak edilerek samimi bir şekilde telafi
mekanizması devreye sokulmuştur. CHP’nin gerek olmamasına rağmen başörtüsüne
yasal güvence verilmesi girişimi bu telafi mekanizması cümlesindendir. Ancak bu
girişimlerin sabote edilerek korku pompalandığı ve bu korkunun seçimlerin
sonucunda etkili olduğu da bir gerçektir. Mevcut hükümetin yabancılar
politikasının Türk Milliyetçilerini aşırı derecede rahatsız ettiği malum.
Dolayısı ile bu sorunu çıkaran iktidarın Ak Parti kanadına karşı mesafeli
durmaları beklenirken, Kürt Solunun cumhurbaşkanlığı seçiminde Millet
İttifakına destek vermesi bu kesimi Cumhur İttifakının adayını desteklemeye
kanalize etmiştir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.