Talmud’da anlatılan bir hikâyeye göre 1Mabed’in M.S. 70 yılında yıkılmasından sonraki bir dönemde Yavne’de bir araya gelen Yahudi din bilginleri, yeni kullanılmaya başlayan bir tandırın dinî açıdan temiz olup olmadığını tartışırlar. Sanhedrin başkanı Rabban Gamliel başta olmak üzere bütün hahamlar bu tandırın temiz olmadığını iddia ederken, Rabbi Eliezer ben Hirkanus tandırın temiz olduğunu iddia eder. Rabbi Eliezer, birbiri ardınca pek çok argüman öne sürse de heyettekiler ikna olmazlar. Bunun üzerine Rabbi Eliezer, “Eğer Tanrı katında da hüküm bunun temiz olduğu yönündeyse, o zaman şu ağaç buna işaret etsin” der. O sırada ağaç bulunduğu yerden kökleriyle çıkarak hareket etmeye başlar. Fakat heyetteki hahamlar ağacın fıkhî bir meselede delil olamayacağını belirterek bu durumu ciddiye almazlar.
Rabbi Eliezer, bu sefer, “Eğer Tanrı
katında da hüküm bunun temiz olduğu yönündeyse, o zaman şu nehir buna işaret
etsin” der. Sözünü bitirir bitirmez yakınlarında bulunan nehir ters akmaya
başlar. Fakat oradaki hahamlar fıkhî konularda bir nehrin delil olarak kabul
edilemeyeceğini belirterek bu durumu da ciddiye almazlar. Rabbi Eliezer bu kez,
“Eğer Tanrı katında da hüküm bunun temiz olduğu yönündeyse, o zaman şu duvar
buna işaret etsin” der ve sözünü bitirir bitirmez duvar yıkılmaya başlar. Duvar
yıkılırken heyetteki hahamlardan Rabbi Yeşu ben Hananya, insanların münazara
meclislerine müdahele ettiğini söyleyerek duvarı azarlar ve duvar Rabbi Yeşu’ya
hürmeten yıkılmayı durdurur. Fakat Rabbi Eliezer’e hürmeten, yıkılan parçalar
da eski yerlerine dönmez. Rabbi Eliezer, iddiasını ispatlamak için başvurduğu
tüm yolların reddedildiğini görünce, “Eğer Tanrı katında da hüküm bu tandırın
temiz olduğu yönündeyse, o zaman gökler (Tanrı) buna işaret etsin” der. Bunun
üzerine göklerden, “Niçin Rabbi Eliezer’in fetvasının aksine şeyler
söylüyorsunuz, zira fıkhî hükümler, görüş beyan ettiği her konuda onun takdiri
istikametindedir” şeklinde bir ses işitilir. Bunun üzerine Rabbi Yeşu, “Tevrat,
göklerde değil ki göklerden işaret alalım” diyerek bunu da reddeder. “Tevrat,
göklerde değil ki göklerden işaret alalım” ifadesi, Hz. Musa’nın vefatından
önce İsrailoğulları’na yaptığı konuşmadan alınmıştır. Hz. Musa İsrailoğulları’na,
“Bugün size ilettiğim bu buyruk ne tutamayacağınız kadar zor, ne de
ulaşamayacağınız kadar uzaktır. O göklerde değil ki ‘Kim bizim için göğe
çıkacak, kim yerine getirmemiz için onu alıp yayacak’ diyesiniz. Denizin
öte-sinde değil ki ‘Kim bizim için denizin ötesine gidecek? Kim yerine
getirmemiz için onu alıp yayacak’, diyesiniz” ifadeleriyle Tevrat’a uymalarını
belirtmiştir. Tanrı, kendi rızasının Rabbi Eliezer’in hükmü noktasında olduğunu
belirtmesine rağmen Rabbi Eliezer’in fetvasının haham meclisi tarafından kabul
görmemesi üzerine, “Evlatlarım bana galebe çaldılar, evlatlarım bana galebe
çaldılar” diyerek haham meclisinin kararını onaylamıştır.
Yukarıdaki örnek, Yahudi dinî
literatüründe keşf, keramet, ilham, müşahede türü vasıtalarla dinî hükümler
çıkarmanın kabul görmeyeceğine dair en meşhur örneklerden biridir. Öyle ki
Tanrı’nın müdahalesi dahi haham meclisinin ortak kararını değiştirememektedir.
Yahudi fakihler, Tevrat’tan hüküm istinbatının bir insan ameliyesi olduğuna, bu
sebeple gizem ve metafizik yöntemlere kapı aralanmaması gerektiğine bu hadiseyi
delil göstermektedirler.
Cübbeli Ahmet hoca ise seçimin
kazanılmasına ilişkin sosyal medya paylaşımında, seçimin kazanılmasına ilişkin
sadece diri mana büyüklerinden değil vefat etmiş büyüklerden de himmet talep
edildiğini ve bu destek sayesinde seçimin kazanıldığından bahsediyordu.
Biz özellikle mahalle Müslümanlarında ise
herhangi bir gönül ehli, tarikat şeyhi veya medrese aliminin metafizik aleme
ilişkin gösterdiği keramet, pratikte Yahudi haham dünyası örneğine göre
mahallemiz müntesiplerine daha bağlayıcılık arz etmekte. Öyle ki sadece
letaifleri çalışabilen ancak eğitimi hiç olamayan Hoca Efendi, hissikablelvuku
ile size hangi partiye oy vereceğinizi, kiminle evleneceğinizi veyahut hangi alanda
yatırım yapabileceğinize dair bağlayıcı tavsiyelerde bulunabilmektedir. Bugün
ülkemizde milyonlara varan müritleri ile cemaatler ve tarikatlarda bu anlamda
irrasyonel siyasi ve ticari etki-çıkar sorunu mevcuttur.
İnsanlar huzur bulduğu bu grup ortamlarında
günlük hayatın sorunlarından kaçabilecek metafizik gerçeklik alanlarının,
fizik-rasyonel yaşadıkları gerçeklikle bağlayıcı bir özdeşimi kurmaktadırlar.
Bu iki alanın sekülerize edilememesi tarikat ve cemaatlerin doğrudan siyaset ve
ticaret çıkarlarına alet edilmesi anlamını da taşımaktadır. Siyaseten
fanatikleştirilen cemaatler hayatın gerçekliğinden kopartılmakta, iki yönlü
hıncın sebebini teşkil etmekteler. Bu durumun bir başka sonucu da rasyonel
hayat içinde etik ve vicdan değerleri olan eğitimli aydın genç kuşak ve orta
sınıfın, tarikatlardan ve kurumsal dinden soğumasına neden olmaktadır. Şeyhin
sezgi yoluyla metafizik alandan aldığı haberlerin fizik gerçekliği tamamen
bağlaması varsayımının bağlı insanların iradesini elinden aldığı ve fanatizme yol
açtığı açıktır. Bir başka durum da bu çelişkiyi gören insanların ise metafizik
alanı yok saymaları ve dogmatik bir materyalizme bağlı kalmaları sorununa yol
açmaktadır.
İslam’ın altın aydınlanma çağında
Endülüs-Bağdat-Semerkant’ta Varlık-Hiçlik tartışmalarına Metafizik-Fizik ayaklı
birbirlerini inkâr etmeyen modellemeler veya bilgi mimarileri(epistemoloji)
oluşturulmuştu. Bu anlamda İskenderiye-Mısır, Helen ve İran’dan oldukça
yararlanılmıştı. Platon ve Aristo şerhleri temel referans noktalarını oluşturmaktaydı.
İbni Sina, Farabi, İbni Rüşt o dönemlerde bugünler için de Fazıl Rahman ve
Cabiri ilişkin önemli modellemeler yapabilmişlerdi. Bu sayede metafizik-fizik
varlık ve yetki alanlarının bilgi mimarisi oluşturulmuştu. Bu konuda Rönesans
filozofları da İslam filozoflarından etkilenmişlerdi.2Daha geçen gün
muhafazakâr köklü bir vakıf geleneğinden yetişmiş bir entelektüelle
konuşuyordum. Kendisi dönem arkadaşları için oldukça kötümserdi. Öncelikle
sistemin çarklarına dahil olan arkadaşlarının yolsuzluk ve zenginlik
hikayelerinin çokluğundan üzüntü ile bahsediyordu. Sadece manevi kapalı iklimde
ezber ve taklitte dayalı felsefesiz ve sorgulamasız bir ortamda yetişmenin, bu
gözlemler sadece sonuçlardan biriydi. Bu duruma rağmen muhafazakâr burjuvazi ve
siyaset, bu tür vakıfları kendi itaatkâr bir insan kaynağı görme beklentisini
de kararlılıkla sürdürmekteydi.
Seçimler ve beka tartışmaları
derken çürüyenin sadece sistem değil mahallenin dindar eğitimli gençleri
olduğunu fark edemeden yeni bir döneme girmekteyiz. Dinin siyasette kitleler
üzerinde rahat kullanılabilmesi veya tarikat yöneticilerin aktif siyasi tavır
sergilemeleri, kendilerinde var sayılan manevi gücün dünya işlerinde de
belirleyici olduğu varsayımına dayandırılmakta.
Bu durum ise çürümeye 19-20. Yüzyıldakine
göre bugün için çok daha derin bir boyut kazandırmakta.
Dibi bulduk bundan sonra çıkarız
veya bundaki şerden ileride önümüze bir hayır tekrar çıkar umudunu taşımaktan
öte de bizlere bir yol gözükmemekte.