31 Mayıs 2023 Çarşamba

Çürümenin manevi boyutu? Tarık Çelenk-31/05/2023

Talmud’da anlatılan bir hikâyeye göre 1Mabed’in M.S. 70 yılında yıkılmasından sonraki bir dönemde Yavne’de bir araya gelen Yahudi din bilginleri, yeni kullanılmaya başlayan bir tandırın dinî açıdan temiz olup olmadığını tartışırlar. Sanhedrin başkanı Rabban Gamliel başta olmak üzere bütün hahamlar bu tandırın temiz olmadığını iddia ederken, Rabbi Eliezer ben Hirkanus tandırın temiz olduğunu iddia eder. Rabbi Eliezer, birbiri ardınca pek çok argüman öne sürse de heyettekiler ikna olmazlar. Bunun üzerine Rabbi Eliezer, “Eğer Tanrı katında da hüküm bunun temiz olduğu yönündeyse, o zaman şu ağaç buna işaret etsin” der. O sırada ağaç bulunduğu yerden kökleriyle çıkarak hareket etmeye başlar. Fakat heyetteki hahamlar ağacın fıkhî bir meselede delil olamayacağını belirterek bu durumu ciddiye almazlar.

Rabbi Eliezer, bu sefer, “Eğer Tanrı katında da hüküm bunun temiz olduğu yönündeyse, o zaman şu nehir buna işaret etsin” der. Sözünü bitirir bitirmez yakınlarında bulunan nehir ters akmaya başlar. Fakat oradaki hahamlar fıkhî konularda bir nehrin delil olarak kabul edilemeyeceğini belirterek bu durumu da ciddiye almazlar. Rabbi Eliezer bu kez, “Eğer Tanrı katında da hüküm bunun temiz olduğu yönündeyse, o zaman şu duvar buna işaret etsin” der ve sözünü bitirir bitirmez duvar yıkılmaya başlar. Duvar yıkılırken heyetteki hahamlardan Rabbi Yeşu ben Hananya, insanların münazara meclislerine müdahele ettiğini söyleyerek duvarı azarlar ve duvar Rabbi Yeşu’ya hürmeten yıkılmayı durdurur. Fakat Rabbi Eliezer’e hürmeten, yıkılan parçalar da eski yerlerine dönmez. Rabbi Eliezer, iddiasını ispatlamak için başvurduğu tüm yolların reddedildiğini görünce, “Eğer Tanrı katında da hüküm bu tandırın temiz olduğu yönündeyse, o zaman gökler (Tanrı) buna işaret etsin” der. Bunun üzerine göklerden, “Niçin Rabbi Eliezer’in fetvasının aksine şeyler söylüyorsunuz, zira fıkhî hükümler, görüş beyan ettiği her konuda onun takdiri istikametindedir” şeklinde bir ses işitilir. Bunun üzerine Rabbi Yeşu, “Tevrat, göklerde değil ki göklerden işaret alalım” diyerek bunu da reddeder. “Tevrat, göklerde değil ki göklerden işaret alalım” ifadesi, Hz. Musa’nın vefatından önce İsrailoğulları’na yaptığı konuşmadan alınmıştır. Hz. Musa İsrailoğulları’na, “Bugün size ilettiğim bu buyruk ne tutamayacağınız kadar zor, ne de ulaşamayacağınız kadar uzaktır. O göklerde değil ki ‘Kim bizim için göğe çıkacak, kim yerine getirmemiz için onu alıp yayacak’ diyesiniz. Denizin öte-sinde değil ki ‘Kim bizim için denizin ötesine gidecek? Kim yerine getirmemiz için onu alıp yayacak’, diyesiniz” ifadeleriyle Tevrat’a uymalarını belirtmiştir. Tanrı, kendi rızasının Rabbi Eliezer’in hükmü noktasında olduğunu belirtmesine rağmen Rabbi Eliezer’in fetvasının haham meclisi tarafından kabul görmemesi üzerine, “Evlatlarım bana galebe çaldılar, evlatlarım bana galebe çaldılar” diyerek haham meclisinin kararını onaylamıştır.

Yukarıdaki örnek, Yahudi dinî literatüründe keşf, keramet, ilham, müşahede türü vasıtalarla dinî hükümler çıkarmanın kabul görmeyeceğine dair en meşhur örneklerden biridir. Öyle ki Tanrı’nın müdahalesi dahi haham meclisinin ortak kararını değiştirememektedir. Yahudi fakihler, Tevrat’tan hüküm istinbatının bir insan ameliyesi olduğuna, bu sebeple gizem ve metafizik yöntemlere kapı aralanmaması gerektiğine bu hadiseyi delil göstermektedirler.

Cübbeli Ahmet hoca ise seçimin kazanılmasına ilişkin sosyal medya paylaşımında, seçimin kazanılmasına ilişkin sadece diri mana büyüklerinden değil vefat etmiş büyüklerden de himmet talep edildiğini ve bu destek sayesinde seçimin kazanıldığından bahsediyordu.

Biz özellikle mahalle Müslümanlarında ise herhangi bir gönül ehli, tarikat şeyhi veya medrese aliminin metafizik aleme ilişkin gösterdiği keramet, pratikte Yahudi haham dünyası örneğine göre mahallemiz müntesiplerine daha bağlayıcılık arz etmekte. Öyle ki sadece letaifleri çalışabilen ancak eğitimi hiç olamayan Hoca Efendi, hissikablelvuku ile size hangi partiye oy vereceğinizi, kiminle evleneceğinizi veyahut hangi alanda yatırım yapabileceğinize dair bağlayıcı tavsiyelerde bulunabilmektedir. Bugün ülkemizde milyonlara varan müritleri ile cemaatler ve tarikatlarda bu anlamda irrasyonel siyasi ve ticari etki-çıkar sorunu mevcuttur.

 

İnsanlar huzur bulduğu bu grup ortamlarında günlük hayatın sorunlarından kaçabilecek metafizik gerçeklik alanlarının, fizik-rasyonel yaşadıkları gerçeklikle bağlayıcı bir özdeşimi kurmaktadırlar. Bu iki alanın sekülerize edilememesi tarikat ve cemaatlerin doğrudan siyaset ve ticaret çıkarlarına alet edilmesi anlamını da taşımaktadır. Siyaseten fanatikleştirilen cemaatler hayatın gerçekliğinden kopartılmakta, iki yönlü hıncın sebebini teşkil etmekteler. Bu durumun bir başka sonucu da rasyonel hayat içinde etik ve vicdan değerleri olan eğitimli aydın genç kuşak ve orta sınıfın, tarikatlardan ve kurumsal dinden soğumasına neden olmaktadır. Şeyhin sezgi yoluyla metafizik alandan aldığı haberlerin fizik gerçekliği tamamen bağlaması varsayımının bağlı insanların iradesini elinden aldığı ve fanatizme yol açtığı açıktır. Bir başka durum da bu çelişkiyi gören insanların ise metafizik alanı yok saymaları ve dogmatik bir materyalizme bağlı kalmaları sorununa yol açmaktadır.

İslam’ın altın aydınlanma çağında Endülüs-Bağdat-Semerkant’ta Varlık-Hiçlik tartışmalarına Metafizik-Fizik ayaklı birbirlerini inkâr etmeyen modellemeler veya bilgi mimarileri(epistemoloji) oluşturulmuştu. Bu anlamda İskenderiye-Mısır, Helen ve İran’dan oldukça yararlanılmıştı. Platon ve Aristo şerhleri temel referans noktalarını oluşturmaktaydı. İbni Sina, Farabi, İbni Rüşt o dönemlerde bugünler için de Fazıl Rahman ve Cabiri ilişkin önemli modellemeler yapabilmişlerdi. Bu sayede metafizik-fizik varlık ve yetki alanlarının bilgi mimarisi oluşturulmuştu. Bu konuda Rönesans filozofları da İslam filozoflarından etkilenmişlerdi.2Daha geçen gün muhafazakâr köklü bir vakıf geleneğinden yetişmiş bir entelektüelle konuşuyordum. Kendisi dönem arkadaşları için oldukça kötümserdi. Öncelikle sistemin çarklarına dahil olan arkadaşlarının yolsuzluk ve zenginlik hikayelerinin çokluğundan üzüntü ile bahsediyordu. Sadece manevi kapalı iklimde ezber ve taklitte dayalı felsefesiz ve sorgulamasız bir ortamda yetişmenin, bu gözlemler sadece sonuçlardan biriydi. Bu duruma rağmen muhafazakâr burjuvazi ve siyaset, bu tür vakıfları kendi itaatkâr bir insan kaynağı görme beklentisini de kararlılıkla sürdürmekteydi.

Seçimler ve beka tartışmaları derken çürüyenin sadece sistem değil mahallenin dindar eğitimli gençleri olduğunu fark edemeden yeni bir döneme girmekteyiz. Dinin siyasette kitleler üzerinde rahat kullanılabilmesi veya tarikat yöneticilerin aktif siyasi tavır sergilemeleri, kendilerinde var sayılan manevi gücün dünya işlerinde de belirleyici olduğu varsayımına dayandırılmakta.

Bu durum ise çürümeye 19-20. Yüzyıldakine göre bugün için çok daha derin bir boyut kazandırmakta.

Dibi bulduk bundan sonra çıkarız veya bundaki şerden ileride önümüze bir hayır tekrar çıkar umudunu taşımaktan öte de bizlere bir yol gözükmemekte.

CIA, İran ve Türkiye - Naim BABÜROĞLU/31 Mayıs 2023

CIA'nın tarihi ne diyor? Tarih bir dikiz aynası arada bir bakılması gereken…

LİBYA

1981 Ocak ayında, CIA'ya Libya diktatörü Kaddafi hakkında bir şeyler yapması söylendi. CIA, Libya operasyonlarını bu ülkenin sınır komşusu Çad üzerinden yürütmeye karar verdi. Afrika'nın bu en yalnız ve en fakir ülkesinin yönetimi, bu amaçla kontrol altına alınacaktı. Bu konuda ajanlık yapması için Çad'ın Savunma Bakanı iken yönetimle ters düşen ve iki bin savaşçısıyla Batı Sudan'a geçen Habre seçildi. ABD'nin resmi politikası, çatışan hizipler arasında uzlaşma sağlanmasına yönelikti, ama gerçek farklıydı. ABD, sırf Kaddafi'nin düşmanı olduğu için Habre'yi desteklemiş ve 1982'de Çad iktidarını ele geçirmesini sağlamıştı. Oysa ABD halkı, Çad adında bir ülkenin varlığından bile habersizdi. Buna rağmen CIA, 1982'de Kaddafi'yi deviremedi. Ancak, 2011 yılında Kaddafi'yi kendi halkına linç ettirmeyi başardı ve Libya'yı parçaladı.

SURİYE

CIA, 1949 yılında Suriye'nin başına Amerikan yanlısı bir albay olan Adib Sishaklı'yı getirmişti. Ancak, albayın iktidarı dört yıl sonra Baas'çılar tarafından devrildi. ABD, Suriye'de CIA destekli bir askeri darbe ortamının olgunlaştığı değerlendirmesini yaparak, Irak, Lübnan ve Ürdün'de sabotajlar gerçekleştirdi ve suçu Suriye'ye attı. Ayrıca, Şam'daki Müslüman Kardeşler örgütünü rejim aleyhine ayaklandırıyordu. CIA, Suriye'nin en güçlü adamlarından biri olan İstihbarat'ın başındaki Abdülhamit Seraj ile Genelkurmay Başkanı ve Komünist Partisinin liderini kurban olarak seçti. Bunların yok edilmeleri görevi, ABD'nin Şam Büyükelçiliğinde memur olan ajan Rocky Stone'a verildi. Stone, para ve siyasi gelecek vaadiyle Suriye ordusu içinden kendine bir yandaş takımı kurmaya başladı. Suriye İstihbarat Başkanı Abdülhamit Seraj bu komployu sezdi ve Amerikalılara bir tuzak hazırladı. Subaylar paraları aldıktan sonra basına çıkarak, "Ahlaksız Amerikalı iblisler, yasal düzenimizi bozmak için işte bu paraları verdiler" şeklinde itirafta bulundular. ABD'li CIA ajanı Stone gözaltına alındı, sorgulandı ve sınır dışı edildi. Yaşanan bu siyasi kargaşa sonunda, Suriye ve Mısır, Birleşik Arap Cumhuriyeti'ni kurdu. Bu olaylar, Orta Doğu'da ABD karşıtlığının temelini oluşturdu ve bölgede Sovyet Rusya etkinliğini artırdı. CIA, 1950'lerde Suriye'de başarısız olmuştu… Ancak, 2011 yılında başlattığı sözde "Arap Baharı", gerçekte "Kanlı Sonbahar" ile Suriye'yi parçaladı…

IRAK

Irak'ta, CIA ajanları ülkenin siyasi ve askeri liderlerine silah ve para sağlıyor, karşılığında komünizm karşıtı bir cephe oluşturmaya çalışıyordu. 14 Temmuz 1958 gecesi, Amerikan yanlısı olan Irak yönetimi, silahlı kuvvetler darbesiyle devrildi; General Kasım devletin başına geçti ve kapıları Sovyet yönetimine açtı. CIA, zaman kaybetmeden Baas partisine sızmaya başladı. General Kasım'a iki suikast düzenlendi, ancak başarısızlıkla sonuçlandı. Beş yıl sonra, CIA destekli bir darbe yapıldı ve Irak'ta ABD etkisi yeniden güç kazandı. 1960'larda Irak'ın İçişleri Bakanlığını yapan Ali Salih Sadi: "Biz iş başına CIA treniyle geldik" dedi. O trenin içinde, geleceği parlak bir diktatör de bulunuyordu. Bu diktatör, CIA desteği ile yıldızı parlayan Saddam Hüseyin'di. 1980-1988 yılları arasında, sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı sırasında, CIA Saddam'ın yanında yer almış ve istihbarat desteği sağlamıştı. Ayrıca, Bağdat'ı teröre destek veren ülkeler listesinden çıkarmış, Saddam hakkında olumlu raporlar vermişti. Saddam'ı CIA getirmişti. 2003 yılında ABD Irak'ı işgal etti ve iktidara getirdiği Saddam'ı 2006'da asarak idam etti… Irak'ı parçaladı…

İRAN

1977-1981 yılları arasında ABD'de başkan olan Carter, Aralık 1977'de İran'ı "Fırtınalı bir denizde istikrar adası" olarak nitelemişti. 1978 Ağustos'unda, CIA tarafından Beyaz Saray'a verilen raporda, İran'da bir devrim olasılığının bulunmadığı yazılıyordu. Ancak, birkaç hafta içerisinde sokak gösterileri başladı. İran Şah'ı Rıza Pehlevi, Ocak 1979'da ülkeyi terk ederek Mısır'a gitti.

Paris'te sürgünde bulunan Ayetullah Humeyni, 1 Şubat 1979'da İran'a döndü. Yaşlı bir mollanın iktidarı ele geçirerek İran'ı bir İslam Cumhuriyetine dönüştürebileceğine CIA içinde ihtimal veren yok gibiydi. CIA Direktörü Turner, bu konuda şunları söylüyordu: "Humeyni'nin kim olduğunu, hareketin hangi boyutta destek bulduğunu çözemiyorduk. Bu şahsın yedinci asırdan kalma dünya görüşlerinin, ABD için ne anlama geldiğini de kavrayamıyorduk... Açıkçası resmen ayakta uyuyorduk!" Oysa eğitimli elitlerden kara cahile kadar İran toplumunun tümü, CIA'nın her şeye gücü yetebilen bir yapı olduğu kanısındaydı.

1979'da İran için ABD, "Şeytan ve Düşman" olmuştu. ABD, İran tehdidindi yok etmeliydi… Tarih tekerrürdü….

İRAN-TALİBAN ÇATIŞMASI...

ABD, 2001'de Afganistan'ı işgal etti. Aynı ABD 2021'de, Afganistan'ı Taliban'a terk ederek ayrıldı.

2023'ün Mayısı'nda Taliban ile İran arasında, su paylaşımı anlaşmazlığı nedeniyle sınırda zaman zaman çatışmalar başladı. Tam da İran'ın Suudi Arabistan'la normalleşmeye başladığı süreçte. Tam da İran'ın Çin'le işbirliğini geliştirdiği aşamada. Tam da Çin'in bölgede inisiyatif kazandığı anda. Tam da ABD'nin Türkiye'nin güneyinde Suriye'de bir terör devletçiği kurduğu anda. Tam da Türkiye'nin dünyanın en fazla göçmenine ev sahipliği yaptığı hassas bir anda. Tam da İran'ın, bu hızla gidilirse, yakın gelecekte nükleer bir güç olması tartışmaları sürerken. ABD açısından hedefte bir sapma yok. Irak, Libya ve Suriye'den sonra sıra zaten İran'daydı. Ve unutmayalım, ABD 2021'de Afganistan'dan çekilirken Taliban'a 85 milyar dolarlık silah bıraktı. Bu silahları boşuna bırakmadı elbette…

Şimdi ABD'nin, İran'a karşı Taliban'la başlatacağı ve genişleteceği cephede Türkiye'ye ihtiyacı var… İran'dan göç akını da Batı'yı ürkütüyor. Batı'nın da göçmenlerin Türkiye'de tutulması için hiç olmadığı kadar Türkiye'ye ihtiyacı var. Avrupa Birliği, sığınmacıların, yasa dışı göçmenlerin Türkiye'de tutulması için elinden gelen her şeyi yapacak.

SIRA TÜRKİYE'DE

Ve İran'la birlikte sıra Türkiye'de… Türkiye için ABD'nin fazla çaba harcamasına gerek kalmadı… Dünyanın en fazla sığınmacısına/yasa dışı göçmenine sahip bir ülke, CIA ve diğer istihbarat örgütlerinin görevlerini oldukça kolaylaştırır. Suriye sınırı terör üreten bir coğrafyaya dönüşen Türkiye, zaten hassas bir konumda. ABD, PKK/PKK terör örgütünü Suriye'de devletçik yaptı. Hatay'la 130 kilometre sınırı bulunan Suriye İdlib kenti, ABD tarafından boşuna Küçük Afganistan'a dönüştürülmedi. El Kaide-IŞİD türevi örgütlerin kökleştiği İdlib, radikal terör yönünden Türkiye için büyük bir tehdit. Türkiye'de kutuplaşma zirvede… İç cephe bölünmüş… Liyakat sistemi de çökmüş…

Evet; ABD İran'da sonra Türkiye'yi hedeflemişti ama Türkiye'nin yüz yüze kaldığı tehditler ABD'nin işini fazlasıyla kolaylaştırıyor…

Amin Maalouf, Orta Doğu insanını: "Her şeye üzülen ama, hiçbir şeyle ilgilenmeyen insanlar" diye tanımlar. Bu nedenle Orta Doğu, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin pençesinden bir türlü kurtulamadı… Tek istisna, Atatürk'ün Türkiye'siydi… Ama artık Atatürk'ün bile tanıyamayacağı bir ülke oldu Türkiye…Tarih yüz yıl öncesine döndü bile… ABD'nin ve diğer emperyalist ülkelerin tahmininden çok önce oldu bu dönüş… Atatürk'ten uzaklaşan ve ona nankörlük yapan bir Türkiye, gün yüzü görmeyecekti elbet…

Lozan'da görüşmeleri yürüten İngiliz delegesi aynı zamanda Dışişleri Bakanı Lord Curzon İsmet (İnönü) Paşa'ya şunları söyler: ''Bugün kabul etmediğiniz her şeyi cebime koyuyorum. Bir gün, kabul etmediğiniz her şeyi bir bir çıkarıp size kabul ettireceğiz.''

"Tarih'i tekerrür diye tarif ediyorlar; hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?", der Mehmet Akif Ersoy….

28 Mayıs 2023 Pazar

Ahlâkın bireysel ve kamusal alandaki tahakkuku Namık Kemal Okumuş-28/05/2023

Ahlâkî donanımla var kılınan insanın hem bireysel alanda, hem de toplumsal süreçlerde takip edebildiği şeylerin değer hükmünde olabileceğinden yana durmak gerekmektedir. Bu açıdandır ki, beşerin en değerli kazanımı olan ahlâkî unsurların muhatap alınan donanımlı varlık olan insan nezdinde hayata taşınabileceğinden kuşku duyulmamalıdır. Onun bu vasfının Cenâb-ı Allah’ın güvenine layık olan en değerli aşama olduğundan haberdar olmamız demek, olası istek kümesinden tedarik edilebilecek bir kazanıma yakın duruşun öne alındığını ortaya koyabilecektir. Haddizatında beşerin ahlâkî donanım vasfı üzerinde verilecek olan asıl hüküm, kalıcı değer bazında her dem bahsedilen elde edişin tekrarından ibaret olmalıdır. Üstelik de bu kazanımın hem bireysel, hem toplumsal, hem de her ikisinin işlevselliği açıkça görülen kamusal alanda tedarik edilmesi, ideal ahlâkın yanında en değerli kabul mesabesindedir hükmünü daha da açık edebilecektir.

Dünya özelinde halk edilen varlığın en değerli hatta en tercih edilebilir olan kesimi, hayata dokunan yaratıkların olası seçeneklerle işlevsel kılınan aşamasıdır diyebiliriz. Hatta gelinen bu aşama, iradeli varlığın yaratılması isteğinden sonra yan yana dizilen muhatapların itirazına rağmen donanımlı olan insandır demek lazımdır. Üstelik gelinen bu aşama, insan denilen varlığı hayata tutunduran irade ve isteğin güçlü donanımlar sonrasında insanlık bazında hayat bulmuştur tespitinde bulunmak gereklidir. Bu teşhisin ana unsurlarından birisi de, insanın etkin potansiyelini aktif hâle getirmeye el veren olan ve olması gereken kabullerinin İlâhî güveni yeniden hayata taşıyabildiği kabulüdür.

Muhteşem donanımların sahibi olarak var edilen insan olgusu, işleme konulan bireysel tercihleri sonrasında hem eşref-i mahlûkat seviyesine ulaşıp, bütün yaratıklardan üstün olma hakkına sahip, hem de kendi iradesinin tercihleri sonrasında esfel-i sвfilin noktasını tercih edebilecek bir yetenekle donatılmıştır. Onun bu tercih kümesi, her daim kendisine olan güvenin yanında, bazen de olası güvensizliği merkeze alabilecektir. Halk edilen varlık kategorisinde en başta sınıflandırılan insanın bu gibi seçeneklere uygun bir şekilde iş görmesi, olası donanımları gereği nasıl bir yaşamı tercih edebileceğine olan güvenle de yan yana durmaktadır. İster bireysel tutumlarda işlevsel hâle gelsin, isterse de kamusal alanda hayat bulsun, insan denilen donanımlı varlığın genel manada kalite ve de pozitif tercihlerden yana durabileceği kabulü, Yüce Allah’ın öngörüsü değil, mevcut potansiyelinden haberdar olarak adeta öteden beri sıklıkla bildiği bir husus gibidir. O yüzden de, yaratılanlar bazında bu seçkinliğe devredilen insanlık, kendisinden beklenileni icra edebilen en değerli varlık hükmündedir. Var edildiğinden beri sadece beslenmeyle hatta verilen görevle ilgilenen robotik varlıkların önüne geçebilen en değerli varlığın insan olması, onun her iki aşamaya da hayat verebilecek olan öznelliğinden ve dahi kalibresinden yani etkin olan iradesinden kaynaklanmaktadır.

Yüce Allah’ın muhatabı olan insanın adeta nihaî gelişimi bazından ele alınacak olan konu, onu en üst basamağa taşıyan nitelik olan olgun durumdaki ahlâk edimidir diyebiliriz. Öyle ki, insanı öne alan bu kazanım, beşerin araç değil amaç noktasında devreye girip, hedefe yönelik olan kümülatif tercihine de işaret edebilecektir. İnsan hayatının asıl gayesi konumunda olan hususun ahlâkî olgunluk olması, onu hayata taşıyan organize sunum olan din denilen yapının bu kazanıma yol verdiği devre dışına alınmamalıdır. Mamafih, öncelikle bireyin besin değeri olan bu donanımın, peşinden de kamu yani halk için de tercih edilebilir bir aşamaya ışık verdiği ortadadır. Muhatap varlık kümesinde halk edilen insanın bireysel ve toplumsal donanımlarının yanında, ilkesel duruş ile örneklik hatta önderliğine değinen en etkili vasıf, hakikatin yanında durabilme erdemidir demek zorundayız. Güçlü donanım ve iradesel yapıya mazhar olan insanın dışında, yaratılan hiçbir varlığın insanın gelebileceği bu aşamaya şuurlu tercih üzerinden değil, âdeta robotik hâllerinden ötürü yakın veya uzak durduğu tespiti, sadece muhatap olanlar nezdinde değil, işi bilenler tarafından da hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır.

 

Toplumsal kazanımın ana ilkesi olan ahlâkî duruşun, aynı zamanda bireyin değişim ve gelişimine hatta örnekliğine de katkı sunduğu tezi, işi bilenler tarafından inkâr edilebilecek bir teşekkül değildir. Köyden şehre akan süreçte devreye giren dinsel sunum gibi, bireyden topluma evrilen kamu hukuku da ahlâkî kazanıma yol verirken, sadece erdemsel tedariki değil, hukukî gereklilikleri de öne alması zorunludur. Ve dahi hemen herkesin müdâhil olduğu kişi ve kesimlerin hak ettikleri duruma fırsat sunması, sorumlu tutulan kurum, birey ve toplum nezdinde isteğe bağlı olan bir tercih değil, zorunlu olan bir akışkanlıktır.

Kamusal alandaki adalet gösterisi, bireysel alanda devrede olan ahlâk ve adalet tasavvurunun eyleme dönüşmesi hâlidir. O yüzden de, yaşadıkları süreçlerde sadece vahyin önerdiği değil, yaratılış kodu mahiyetinde olan fıtrat donanımıyla iş gören bireylerin olması, Yüce Allah’ın güveninin yanında diğer canlıların da uyumuna vesile olabilecektir. Belki de seçilen en değerli varlık olan insanın toplum bazında işler olan tutumları; hakkın korunması, adaletin tesisi, dünyanın geliştirilmesi, ilişkilerin sağlamlığı ve örnekliğin tekerrürüne fırsat sunan bir devamlılığa yol vermesini imkânlı hâle getirebilecektir. Ahlâk ve hukukun besleyici vasfına mazhar olan en bilindik aşama, kamusal alanın en etkin yapı taşlarından birisi olan adalet tasavvurudur demek gerekmektedir. Bu olgunun hak ediş bağlamında bazen ahlâktan beslendiği halde, bazen de akleden insan özelinde devreye alınıp yakinen oluşturulan kanunlar bazında ona katkı sunan farklı tercihleri de öne alabilmektedir. Bu meyanda, birey ve toplum özelinde iş gören hukukun ahlâktan beslendiği durumların yanında, sistemsel manada iş gören bir tercihe de yakın durması elzemdir. Sadece savaş durumları değil, paylaşımı öne alan ekonominin pek çok unsurunun ahlâktan beslenen bir tarza yol verdiği kadar, onun sınırlarını zorlamak suretiyle ekonomik gücün yanında sosyal adaleti de gözettiği öne sürülebilir.

Din denilen örnek sunumların birey ve toplum nezdinde yaşanabilir bir hayatı öne alması, aynı zamanda kamu hayatı süresince olası gereklilikleri de işlevsel kılacağı bilinmektedir. Belki de hukuk ve kamusal dokunuşun hammaddesi konumunda olan din ve ahlâk ilişkisi, aynı zamanda kamusal alan ve hukuk ilişkisine de zorunlu yönelimi tedarik etmektedir. Yaşanan hayatın huzur, mutluluk ve gereklilik üzerindeki yapısına katkı sunan bu dokunuşun, gerekli olan duraklardan adalet ve hukuka imkân sunması, hukukî tercihlerin de adalet prensibinden neşet etmesini zorunlu kılacaktır. Bireyin göstergeye dâhil olduğu dünya hayatı, bireysel tercih, pratik kabulün ardından olası yaşam süreçlerine de pozitif manada katkı sunacağı ortadadır. İş gören evsafta halk edilen insanın; hem olası kalitesine ve hem de olması gereken donanımına dayalı olan bu beklenti, Yüce Allah’ın bildiklerinin insan yaşamına olan dokunuşunu devreye almaktadır. Belki de, insanın kabulleri sonrasında etkin olan bu örneklikler, var edilen en değerli varlık olan insana olan güveni ön plana almaktadır.

Hem bireysel kazanım hem de kamusal gereklilik üzerinden yol alan insanın ahlâk bazında eğitilecek olan en değerli vasfı; önce kendine, ardından da kendi gibi olanlara yaşamsal bir ortamı sağlayacağı takip edilebilir. Üstelik de beşere önerilen bu kazanımın iradî seçimden öte yapısal bir karakter olması, daha ziyade iyilik tasavvuru denkleminde var edilen yaratık bazında en önde yol alabilecek olan insanoğluna kapı aralamaktadır. Konu hakkında devreye giren etkinliği yüksek kanaatimize göre, olası yetenekleri ardından muhatap alınan insanın ilâhî katkı, beşerî donanım, eğitim ve yaşanan örneklik bazında pek çok elde edişine imkân sunulmaktadır. Denilebilir ki, onun adeta %80’e varan iyilik bazındaki yeteneklerinin yanında, sadece yaşayan örneklik bazında %20’de kalan kötülüğün donanımları kümesi hayli farklılık arz etmektedir. İyiliğe değil de kötülüğe meyyal olan bazı insan nezdinde adeta 4/5 oranındaki pozitif katkının yanında, 1/5 oranındaki negatif sürece yol veren beyanın, akletmeden çok hırslarını merkeze alan kişi ve toplumlarda böylesi bir kazanım olduğu her daim ifade edilmelidir.

Kişisel ve toplumsal üst sınır konumunda olan ahlâkî elde edişler, her dem yaşanabilir olan tecrübe ve aktif kazanımlardan dolayı etkinliği sürekli olan somut bir tercih hükmündedir. İster dinsel sunumun, isterse de beşerî donanımın emrinde olunsun, kişisel seçimlerinde etkin olan iradesini negatif kavşağa almayan kişi ve toplumların dünya hayatında ahlâkî sunum ve kazanımdan yana durabileceği, insan özelinde yaşanan tecrübeden daha etkin bir şekilde öğrenilmektedir. Hatta seçilen elçi konumunda olan kişiler ile onların tercihine mazhar olan kişilerin bu donanıma yakın olan bireylerden olması, aynı zamanda dindar olup ahlâkî kazanıma yakın durmayan bireylerin olabileceğini de ortaya koyabilmektedir. Birey, toplum ve diğer varlıkların yanında; şahsî hayat, kamusal ortam ve öte dünya sürecinde aktif olan en değerli öneri, ahlâktan beslenen hukukun devreye alabileceği adalet dokunuşudur diyebilmeliyiz.

Mutluluk ve huzurun teminatı bağlamında öne alınması gereken en değerli seçki, Yüce Allah’ın önerisi olan âdilane beklentilere yol veren âdil sunumlar olmalıdır. O yüzden de, tasarlanan varlık kümesinde en öne alınan insanın erdemsel bazda kalıcılığı adına seçilen elçilerin de besin unsuru, muhatap oldukları diğer kişiler gibi ayniyet arz etmektedir. İlâhî Varlık tarafından muhatap alınan insana öteden beri haber verildiğine göre, her çeşit olasılığa muhatap olan beşer ve oluşturulan örnekliğin ahlâk ve adalet üzerinden beslenmesi, insanı hedefe ulaştırabilen kabullerin birisinin amaç, diğerinin de araç olduğunu daha yakına almaktadır.

Dünya hayatını planlarken olası varlıkların donanımlarını merkeze alan etkin güç olan İlâhî iradenin olası beklentisine yol veren ahlâk düsturunun; bireysel donanım, hukuk ve kamusal alan üçlemesine sağlıklı katkı sunacağı bilinmelidir. O yüzden de, hem dünya hayatı hem de Âhiret hayatının en değerli tercihlerinden olan asıl şey, insanın seçimlerini pozitif tercih noktasına taşıyan ahlâk kümesi olacaktır.

Dünya hayatı için geçici kazanıma işaret etse de, Âhiret hayatı için kalıcı sahipliğe yol veren bu sunum, birey hayatından kamusal alana taşınan son derece sağlıklı bir eylemselliğe de fırsat sunulmasına yol verebilecektir. Ahlâkî edimin asıl hedef olduğu bu tür ilişkilerde adaletin merkeze taşınarak öncelikle bireysel, ardından da kamusal alanı tedarik etmesi, olması gerekenler konusunda gerekli olan adımın atılması suretiyle kolaylıkla iş görülebileceğini de bizlere haber vermektedir. Gelinen bu aşamada, olası güvenin işlevsel kılınması gereği hem bireyin donanımı, hem de ona sunulan imkânlar, olan ve olması gerekenleri yakından bilme adına asla ve kata unutulmamalıdır. Eğer ki, öncelikle insanı peşinen de olası sistemi merkeze alan bu sunum ile kazanımın hatırlanmaması demek, insanın donanımlarının farkında olunmaması demektir.

Mamafih, muhatap alınan insanın donanımı ile yükümlü tutulduğu şeyler hakkında bilinenden yana durmak olası bir tercih olmalıdır. O yüzden de, gelinen bu aşamada demek lazımdır ki, sağlıklı işleyen hukukî sistem, ahlâkî donanım üzerinden yol almak koşuluyla kamusal alanın teşekkülünü imkân dâhiline taşıyabilecektir. Bu sebepledir ki, varlık kategorisinde başı çeken insanın huzurlu olması adına, asıl hedef durumunda olan ahlâk ile sürücü işlevsellik durumunda olan adaletin de yan yana olabileceğinden hiçbir zaman kuşku duyulmamalıdır. Belki de, öne alınan bu birliktelik, ahlâkî donanıma katkı sunan adalet prensibini işlevsel kılan bireysel ve dahi kamusal alandan haber vermekte gibidir. Gelinen bu aşamada yeniden dile getirmeliyiz ki, olası donanımları mukabilinde her daim doğrudan muhatap alınan beşerin örnekliğine sunulan bazı pratiklerin olabileceği bizleri şaşırtmamalı hatta korku, endişe ile vesveseye derk etmemelidir. Zira en değerli insan tercihine muhatap olan takva ediminin kazanımında ana hedef durumunda olan ahlâkî donanımın adaletten üremesinin yanında, adaletten devralınan ahlâkî donanımların olabileceğinden de uzak durulmamalıdır. Kanaatimizce, Yüce Tanrı’ya doğrudan muhatap olan yegâne varlık durumundaki beşere tercih hakkı sunan ana birikim ve değerlerin katkısı, insanı seçime yönlendiren ve sorumluluk hükmünde iş gören etkin ve dahi değerli bir süreçtir.

Hâsılı, beşerin yaşam sürecinin diğer adı olan kamusal alanın adalet üzerinden tedariki bağlamında, daha yaratılış öncesi planlanan ve sonrasında hem güvene hem de onaya sunulan bir etkinliğe güvenmenin yanında, her dem saygı duyulması da lazımdır demek gerekmektedir. Yoksa bahsedilen oluşumun beşer tarafından reddi, olası bir gereklilik değil, olmaması önerilen bir tercih kümesine denk gelmektedir. Doğrudan muhatap alınan beşerin azınlık kümesinde dahi olsa teşekkül eden bu kabulünün, zaman içinde etkinlik oranı bakımından kendini aşan bir sürece evrildiği de bilinen bir husustur. Kamusal alanda işlevsel olan hukukun şahitlik ettiğine dayalı olarak dile getirmek lazımdır ki, bahsedilen değişim ve dönüşümün muhatap alınan varlık olan insanın genel kabulleriyle örtüşmediği hususu, beşer tarafından her daim ifade edilen somut bir tespit hükmündedir. Netice olarak biliyoruz ki; ahlâk, adalet ve kamusal gereklilikler hakkında sorumlu tutulan varlık, liyakat sahibi olan beşerin kendisidir. Onun tecrübesinden bahseden İlâhî önerilerden sonra, hem bireysel alanın ahlâkî işlevselliğine, hem de kamusal alanın âdil yol alımına imkân sunmak ona olan güvenin açık bir tezahürüdür. Kişisel ve toplumsal sorumluluk kapsamına alınan insanın bu gibi yeteneklerine güvenden sonradır ki, en değerli varlık insanın kendisi olmuştur. İşlevsel olan hayata onun bu gibi donanımları gereği doğrudan muhatap alınan beşerin katkısı yanında, Yüce Yaratıcı’nın imkânlı hâle getirdiği mümkünâtın da olabileceği her daim akılda tutulmalıdır

25 Mayıs 2023 Perşembe

Kendisini milliyetçi olarak ifade edenler bu yazıyı okumalı (1/2) Ömer ERBIYIK/25 Mayıs 2023

Kendilerini milliyetçi olarak ifade eden kesimin bir bölümü 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılan seçimde sandığa attığı oylarla;

- Kurumların başındaki T.C.'lerin, birçok şehirlerimizin girişlerine ve askerin dağlara yazmış olduğu "Ne mutlu Türk'üm diyene." yazılarının ve

"ANDIMIZIN" kaldırılmasını,

- Türk bayrağının ve Türkiye Cumhuriyeti adının değiştirilmesi isteklerini,

- Arap milliyetçiliğini ve siyasal islamı kendilerine ilke etmiş partilerin desteklenmesini,

- Türklük şuurunun ve millî bayramlarımızın siyasi irade tarafından silinip yok edilme çalışmalarını,

- "Her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alıyorum." ifadesini onayladıkları mesajını vermişlerdir.

Soruyorum; Türklüğün silinmeye çalışılmasını onaylamak mı milliyetçiliktir?

***

- Türkiye'nin de dahil olduğu 22 ülkenin haritasının değiştirilmesi üzerine yapılmış "Amerika/İsrail" planı olan "Büyük Ortadoğu Projesi(BOP)"nin eş başkanlığına tek adamın soyunmuş olmasını,

- Irak'a yaptığı operasyonda yüzbinlerce Müslüman kadına tecavüz eden, yüzbinlerce Müslümanı öldüren ABD askerlerine siyasi iradece destek verilmiş olmasını,

- PKK'nın Suriye'deki kolu PYD'nin eş başkanı Salih Müslim'in Ankara'da kırmızı halılar serilerek karşılanmasını,

- Mehmetçiklerimizin katilleri olan terör örgütü PKK ile Oslo'da ingiliz istihbarat servisinin de bulunduğu masaya milli isthbarat servisince oturularak milletimizden gizli pazarlıklar yapılmasını,

- Çözüm sürecinde Habur'da PKK üniforması giymiş 34 PKK'lı teröristin ulusal kahramanlar gibi karşılanmasını,

- Bu teröristlerin ayağına kadar çadır mahkemeler götürülüp Mehmetçiklerimizi şehit eden bu teröristler için beraat kararlarının verdirilmesini,

- Terörist başı Abdullah Öcalan'ın mektubunun Diyarbakır'da okutulmasını,

- İsveç'in başkenti Stockholm'de düzenlenen PKK konserinde "Türk devleti teröristtir." diyen Şivan Perver ve PKK'nın destekçisi Barzani ile siyasi iradenin ağır topunun Diyarbakır'da el ele pozlar vermesini,

- Anayasada değişik yapmak maksadıyla HDP'den destek istemek için siyasi iradece Kasım 2022'de HDP'ye heyet göndermesini,

- Terörist başının kardeşi ve 33 Mehmetçiğimizin katili olan Osman Öcalan'ın TRT'ye çıkarılmasını,

- Ulusal birliğimizi tehlikeye atma ve PKK'nın da ekmeğine yağ sürebilmesi pahasına 14 Mayıs 2023 seçimi öncesinde "HDP'ye oy veren bütün kürtlerin terörist gösterilmesini,"

- Trump'un; "Senin ve ailenin mal varlığını açıklarız, aptallık etme." mektubunu alır almaz Barış Pınarı Askerî Harekâtı'nın derhal durdurulmasını "kendilerini milliyetçi olarak ifade eden" kesimin bir bölümü sandığa attığı oylarla onayladıkları mesajını vermişlerdir.

Soruyorum; Yahudi projesi ve Türkiye'yi bölmek olan BOP'un eş başkanlığını, PKK'ya tavizler verilmesini tasvip etmek mi milliyetçiliktir?

Ayrıca; "Terör örgütü ile masaya oturduğumuzu söyleyenler şerefsizdir." diyenler kimlerdi?Unuttunuz öyle mi?

***

- Çözüm sürecinde, askerin bölgede tespit ettiği teröristlere operasyon yapmaması için siyasi iradenin ağır topu tarafından valilere talimat verilmişti.

İlgili valilerin askerin yapacağı operasyonlara engel olması sebebiyle PKK terör örgütü bölgeye küçük bir orduya yetecek silah ve mühimmat yığmış, yerleşim yerlerine hendekler, barikatlar yapmıştı.

Çözüm süreci bitince yollara yerleştirilmiş patlayıcıların patlatılması ile bir çok Mehmetçiğimiz şehit olmuştu.

Ayrıca 2015'teki hendek çatışmalarında 793 Mehmetçiğimiz ve polisimiz şehit olmuştu. (Sadece 2022 yılındaki terör şehidimiz ise 122'dir.Bu hususun altını çizmek isterim.)

Halbuki 2002 yılında terör bitirilmişti.

"İşte kendilerini milliyetçi olarak ifade eden kesimin bir bölümü sandığa attığı oylarla" askerlere operasyon yapmamaları için verilmiş olan talimatları onayladıkları mesajını vermişlerdir.

Soruyorum; Sıfır terörle aldıkları ülkemizin, her yıl yüzlerce terör şehidi verir hale getirilmesini onaylamak mı milliyetçiliktir?

***

- Askerliğin bedelli hale getirilmesiyle bir çok bakanın, bürokratın, zenginin evlerine uğramayan acının hep yoksulun, garibanın sıvasız, yolları çamurlu olan evlerine düşmesine sebep olunmasını,

- 14 Mayıs seçimleri öncesindeki mitinglerde;

"Diyanet'i kapatacaklar."

"Karayılan Kılıçdaroğlu'nu alkışlıyor."

"Öcalan'ı serbest bırakacaklar." gibi siyasi irade temsilcilerinin meydanlarda söyledikleri "asılsız ifadelerini", şiddet ve ötekileştirme dillerini onayladıkları mesajını vermişlerdir.

Soruyorum; Bu ülke hepimizin. Askerlik yapmak da hepimizin görevi olmalıdır. Sadece fukaranın evladının askere gitmesini sağlayanların bu davranışlarını, gerçeği bildiğiniz halde yalan ve iftiralar içeren kasetlerle seçim propagandası yapılmasını tasvip etmek mi milliyetçiliktir?

***

- CIA desteği ile şanlı ordumuzun kahraman subaylarına kurulan Ergenekon, Balyoz gibi kumpas davalarında siyasi iradece FETÖ'ye her imkanın sağlanarak TSK'nin kahraman subaylarının suçsuz yere hapislerde çürütülmüş olmalarını, bu iftiraları onurlarına yediremeyen subayların intihar etmelerine sebebiyet verilmesini onayladıkları mesajını vermişlerdir.

Soruyorum; Ülkemize tarih boyunca düşmanlık yapmış ve halen yapmakta olan ABD'nin planını, FETÖ ile birlikte tatbik edip yıllarını bu ülkeye hizmet için ailelerinden uzak bir şekilde dağlarda terörle mücadele ederek geçirmiş subaylarımızı iftiralarla hapislerde çürümesinin sağlanması, kahraman ordumuzu zaafiyete düşürüp müteakiben genleriyle oynanmış olmasını, Türk ordusuna beslemiş oldukları kin ve nefreti tasvip etmek mi milliyetçiliktir?

- HÜDA PAR liderine bir TV programında "Hizbullah ve PKK terör örgütü müdür?" sorusu sorulur.

Cevabı;

"Hayır, terör örgütü demiyorum."

şeklinde olur.

Başka bir TV programında;

"Hizbullah bir terör örgütü müdür."

sorusu sorulur.

Cevabı;

"Hizbullah bana göre bir terör örgütü değildir."

şeklindedir.

Ayrıca aynı kişi Kurtuluş Savaşı döneminde İngilizlerin iş birlikçileri olan Cumhuriyet karşıtı İskilipli Atıf ve Şeyh Sait'in ise "şehit" olduğunu ifade eder.

Domuz bağı ile insanları öldürerek betona gömen ve Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan ve 5 polisimizi 2001'de şehit eden Hizbullah terör örgütünün bu şekildeki temsilcilerinin Meclise taşınmasını kendilerini milliyetçi olarak ifade eden kesimin bir bölümü sandığa attığı oylarla onayladıkları mesajını vermişlerdir.

Soruyorum; Anayasamızın ilk 4 maddesine karşı olduklarını ifade etmiş olan, laik Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı terör örgütü Hizbullah'ın Meclis'e taşınmasını tasvip etmek mi milliyetçiliktir?

***

- Sınırlar namusumuzdur. Namusumuz olan sınırlarımızın kevgire döndürülmesini,

- Kendi ülkelerindeki savaştan kaçan, içlerinde bir yığın terörist ve ajanların da olduğu ifade edilen 10 milyondan fazla mültecinin ülkemize doldurulup ülkemiz için "beka meselesi" olan demografik yapının bozulmasını,

- İthal oy sağlamak için "sığınmacılarla ilgili kanuna aykırı bir şekilde" Türkçe dahi konuşmayı bilmeyen 1,5 milyondan fazla mülteciye Türk vatandaşlığı verilip sandıklarda oy kullanmaları sağlanarak bizlerin, evlatlarımızın, torunlarımızın geleceği hakkında mültecilerin karar vermelerinin sağlanmasını,

- Vatandaşımız boş tencere kaynatırken milletimizin 100 milyar dolardan fazla parasının bu mülteciler için harcanmış olmasını onayladıkları mesajını vermişlerdir.

Dünyada okumuş ihraç edip cahil ithal eden bizden başka bir ülke yoktur herhalde.

Soruyorum; Her bir karışı şehit kanıyla sulanarak alınmış bu vatan toprağının T.C. kimliğini Suriyelilere vermek ve fukara olan bu milletin milyarlarca dolarını mültecilere harcanmasını tasvip etmek mi milliyetçiliktir?

***

-Bugünkü siyasi irade döneminde, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Büyük Önder Atatürk'e her türlü hakaretin yapılarak ahlaksızca saldırılmasına imkanlar sağlanmasını,

-Laik cumhuriyete beslenen düşmanlığı,

-Statlardan Atatürk'ün isimlerinin sildirilmiş olmasını,

-Ayasofya Camii açılışı töreninde minberde Atatürk'e lanet okunmasını,

-Ayasofya Camisi'nde yapılan, tek adamın da katılmış olduğu bir programda Mustafa Kemal Atatürk'e atfen "zalim ve kafir" denmesini sandığa attıkları oylarla "onayladıkları" mesajını vermişlerdir.

Soruyorum; Ülkemizin kurtarıcısı ve kurucusu olan, hayatı savaş meydanlarında geçmiş, bütün dünyanın hayranlık duyduğu Mustafa Kemal Atatürk'e hakaretler yağdırılmasına göz yumulması, bunun için imkânların yaratılmış olmasını tasvip etmek mi milliyetçiliktir?

***

-Cemaat ve tarikat mensuplarının Harp Okullarına girebilmelerine imkân sağlayan gerekli düzenlemelerin siyasi iradece yapılmış olmasını,

-FETÖ lideri Fetullah Gülen için "Muhterem hoca efendi, dön artık, bitsin bu hasret" ifadelerini kullanan siyasetçi, gazeteci, sunucu, bürokrat vs.nin FETÖ liderine olan özlemlerini,

-FETÖ liderinin bazı milletvekilleri tarafından ziyaret edilmiş, ona üst düzey siyasetçiler tarafından selamlar götürülmüş olmasını,

FETÖ lideri ile boy boy pozlar veren, ondan plaket alan, onunla aynı masada yemekler yemiş olan bir takım siyasetçinin bu davranışlarını,

-Kozmik odanın "bizden bir şey mi gizliyorsunuz." denilerek FETÖ'cü savcıya açılmasını, bu suretle devletin, Türk ordusunun bütün gizli belgelerinin düşman devletlerin ellerine geçmesine sebep olunmasını, kozmik odanın açılmasıyla isimleri deşifre olan onlarca istihbaratçının şehit edilmelerini,

-Atatürkçü subayların tasfiye edilerek Yüksek Askerî Şûra'larda bunların yerine FETÖ'cü albayların siyasi iradece general/amiral yapılarak 15 Temmuz kalkışmasına zemin hazırlanılmış olmasını,

-Fethullah Gülen haininin Türkiye'ye getirilip yargılanması amacıyla iadesi için Amerika'da şimdiye kadar herhangi bir davanın açılmamış olmasını,

-FETÖ'yü büyütüp besleyenlerce, FETÖ'ye ne istedilerse verilmiş olunmasını,

-FETÖ'nün siyasi ayağının ortaya çıkarılmamasını,

-Bir defa değil, iki defa değil, üç defa değil devamlı aldatılmaları sandığa attıkları oylarla onayladıkları mesajını vermişlerdir.

Soruyorum; FETÖ üyelerini devletin bütün kurumlarının en kritik kademelerine getirilmesiyle 15 Temmuz kalkışmasına zemin oluşturulması ve neticesinde 251 vatandaşımızın hayatını kaybetmesine sebebiyet verilmiş olmasını tasvip etmek mi milliyetçiliktir?

***

-Yunanistan'la bir savaş halinde Yunanistan'ın Askerî Harekat Planları'nda öncelikle vurulması gereken hedeflerden birisi Atatürk Havalimanı idi. Yunanistan 3 adet savaş uçağını sırf bunun için bekletiyordu.

Atatürk Havalimanı'nın Yunanistan tarafından değil de siyasi irade tarafından saf dışı bırakılmasını,

-Amerikan ve İngiliz haritalarında da Türkiye'ye ait olarak görülen 20 adet adamızın bugünkü siyasi irade döneminde Yunanistan tarafından işgal edilip Yunanistan'ın bu adalarımıza silah ve asker yerleştirmesini, bu adalara "Yunan hatta Bizans bayrakları" çekmelerine ses çıkarılmamasını,

-Vatan toprağımız olan Süleymanşah Türbesi topraklarının korunamayıp IŞİD'li teröristlere terk edilmesini attıkları oylarla onayladıkları mesajını vermişlerdir.

Soruyorum; Şehitlerimizin kanıyla sulanarak alınan vatan topraklarına sahip çıkmayıp, Yunanistan'ın işgal etmesine göz yumulmasını tasvip etmek mi milliyetçilik?

***

-13 Mayıs 2023.

Seçim arefesi.

Seçim yasaklarının olduğu saatlerde Ayasofya meydanında toplanan çok büyük bir kalabalığın "İşte Ordu İşte komutan" sloganları atarak korku iklimi yaratılmaya çalışmasını,

-Bir çok kişinin hukuki değil siyasi kararlarla hapislerde çürütülmesini,

-Yargıda, bağımsız ve tarafsız olmayan, siyasi kararlara imza atan, adil yargılama yapmayan bir kısım yargı mensuplarının oluşturulmuş olmasını,

-Hukukun, yandaşlara başka, muhaliflere başka uygulanarak yaşanan adaletsizliği onayladıkları mesajını vermişlerdir.

Soruyorum; hakkın, hukukun, adaletin herkese eşit bir şekilde uygulanmaması ve ifade hürriyetinin olmamasını tasvip etmek mi milliyetçiliktir?

Ayrıca İstanbul Sultangazi'deki Cebeci Camisi'nin imamının cuma hutbesinde; "Kardeşim, silahlarınızı hazırlayın. 28 Mayıs akşamı silahlarınızı ayarlayın, benim iki tane silahım ağzına kadar dolu. Hodri meydan. Nedir bu sizden çektiğimiz? 80 yıldır bu ülke sizden ne çekiyor, Ermeni döllerinden ne çekiyor." ifadelerini de dolayısıyla tasvip etmiş olmuyor musunuz?

***

SONUÇ;

Kendilerini milliyetçi olarak ifade edenler şapkasını önüne koyup bir kez daha düşünmelidir.

Zaman, koltuk pazarlığı yapma zamanı değildir.

Ben değil, siz değil "biz olma" zamanıdır.

"Bu gidişat, gidişat değildir." efendim.

Biz bu vatanı sokakta bulmadık.

*

Zaaflarına yenilerek, beynini ipotek etmiş kişilerden milliyetçi olmaz.

Makam ve vatan arasındaki tercihte makamı,

Vicdanları ile cüzdanları arasındaki tercihte cüzdanlarını tercih edenlerden de milliyetçi olmaz.

Bu kişilere, sandığa gitmeden önce,

"Laik cumhuriyetin reçetesi" olan Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni bir değil birkaç kez daha okumalarını öneririm.

*

Yanlışı alkışlayanlarda fikir,

Eğri ile doğruyu ayıramayanlarda akıl,

Akıl ve ahlakını kiraya verenlerde vatan sevgisi,

Vatan topraklarımızın Suriyeli mültecilere peşkeş çekilmesi suretiyle demografik yapısının değiştirilmesine sebebiyet verilmesini tasvip edenlerden de milliyetçi olmaz,

ülkücü olmaz.

*

En büyük zenginlik "akıl,"

En büyük fakirlik, gelen tehlikeleri görmeyen "ahmaklık" olduğuna göre, bilmeyip de bildiğini sananlar yukarıda madde madde sıraladıklarımı göz önünde bulundurup, damarlarında hakikaten "ASİL KAN" taşıyorlarsa;

"Söz konusu vatansa gerisi teferruat olmalı." anlayışı ile sandığa gitmelidirler.

Satandan değil, vatandan yana olunuz.

22 Mayıs 2023 Pazartesi

ZOR KONUŞMALAR Cansu Çamlıbel/22 Mayıs 2023

Mesut Yeğen: Hiperseküler İslamcılık değerlerden boşandı, tek ölçü iktidarda kalmak

“Teorik olarak evet, pratik olaraksa zor ve fakat imkânsız değil”

Altı gün sonra cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu için yeniden sandığa gideceğiz. 14 Mayıs’taki ilk turda Türkiye seçmeninin nasıl mesajlar verdiğini konuşmak için ise erken değil. İlk turun sonuçlarını bir tarafın toptan kazandığı, diğerinin ise toptan kaybettiği şeklinde hezeyanlar içinde okumak yerine hangi dilin neden toplumda daha çok kabul gördüğüne dair rasyonel analizlere ihtiyacımız var. Toplumsal kırılmaların gerekçelerini küçümsemek ya da abartmak kimseye geçici duygusal rahatlamalardan daha fazlasını getirmeyecek.

Siyaset bilimci Mesut Yeğen özellikle Kürt meselesi üzerine yaptığı akademik çalışmalarla tanınan bir isim. Son dönemde Reform Enstitüsü’nde seçmen eğilimleri üzerine detaylı araştırmalar yapan bir ekiple birlikte çalışıyor. Bir yandan da Kürt Tarihi dergisinin editörlüğünü yapmayı sürdürüyor.

Yeğen birinci turdan sonraki politik ortamı analiz eden 19 Mayıs tarihli yazısında Millet İttifakı seçmenlerinin hepsinin aklındaki o soruya yanıt aradı. “Olur mu?” diye sordu. “Teorik olarak evet, pratik olaraksa zor ve fakat imkânsız değil,” diye yanıtladı. Yeğen’e göre Kemal Kılıçdaroğlu son anda imdat frenine asılarak ya da bütün tuşlara aynı anda basarak değil ama Türkiye’yi ehil bir kadroyla yöneteceğini açıklayarak ikinci turun sonucunu etkileyecek bir hamle yapabilir.

O yazıdaki argümanını ve daha fazlasını konuştuk.

21 senelik iktidardan sonra hala toplumda önemli bir damarı tutan Erdoğan fenomenini bir ideoloji olarak tanımlamak Yeğen’e göre mümkün değil. Erdoğan’ı benzer sağ siyasetçilerden ayıran temel farkın pragmatizmi olduğunu söylüyor. Hatta Erdoğan döneminin pragmatizmini anlatmak için iddialı bir kavram kullanıyor; hiperseküler İslamcılık.

Yeğen’in “hiperseküler İslamcılık” diye tanımladığı şey AKP iktidarının ölçü olarak İslami değerleri almaktan vazgeçmesi, tek ölçünün iktidarda kalmak olarak belirlenmiş olması. Şöyle diyor:

“Erdoğan hemen her zaman her şeyi yapabilecek biri. Hep öyle oldu, bundan sonra da öyle olacak gibi gözüküyor.”

Haksız mı?

"Erdoğan seçim gündemini muhalefetten çalmayı başardı"

-19 Mayıs’ta Perspektif’te yayımlanan “Olur mu?” başlıklı yazıda Kemal Kılıçdaroğlu’nun 28 Mayıs’taki ikinci turda zor olsa da Tayyip Erdoğan’ı hala geçme şansı olduğunu savundunuz. O yazınızı okuduğumda 24 Mart’ta kaleme aldığınız bir başka yazıyı hatırladım. İki ay önceki o yazıda ise “Erdoğan kazanır mı?” sorusuna yanıt aramıştınız. Yanıtınız “Çok zor ama imkânsız değil” olmuştu. Toplumsal trendleri yakın takip eden bir ekiple çalışıyorsunuz. Nasıl oldu da iki ayda dengeler tersine döndü?

Bu sonucun bir kısmı Erdoğan’ın başarısıyla ilgili ama daha çok da Millet İttifakı ve Kılıçdaroğlu’nun başarısızlığıyla ilgili. Erdoğan’ın başarısı şu oldu; seçim gündemini muhalefetten çalabilmeyi becerdi. Böyle bir iktisadi vaziyet ve son beş yılda tek adam rejiminin ürettiği adaletsizlik içinde beklentimiz muhalefetin gündemi şekillendirmesi ve iktidarı peşinden sürüklemesi yönündeydi. Ama ne yazık ki olan durum bunun aşağı yukarı tam tersi. Erdoğan gündemi resmen muhalefetin elinden çaldı ve kendi bildiği gibi şekillendirdi. Biz son iki ayda muhalefetin yüzde 20’ye yakın görünen kararsız seçmeni ekonomiye sevk etmesini beklerdik. Erdoğan kararsızları ekonomi yerine beka meselesini ve terör meselesini düşünmeye sevk etti. Bunlar etrafında yarattığı kaygıyı da TOGG gibi, savaş gemisi gibi imgelerle yatıştırdı. Kararsız gibi görünen seçmene Erdoğan bir yandan “bir sorun var” dedi. Öbür yandan da “sorunu çözecek olan yine benim, muhalefet değil” dedi. Muhalefet ise elindeki önemli bir değeri kullanamadı. Erdoğan muhalefetin elindeki o değerin farkındaydı ve o yüzden de onu sürekli düşük göstermeye çalıştı.

-Neydi muhalefetin kullanamadığı, Erdoğan’ın ise yok saymaya çalıştığı o değer?

İyi bir kadrosunun olduğu gerçeğiydi. Ekonomi, dış politika ve depremle birlikte oluşan sorunlarla iktidardan çok daha iyi ilgilenebilecek bir kadrosu olduğunu gösterebilmeliydi. Ama bunun yerine Kılıçdaroğlu figürüne dayanan bir kampanya yürütüldü. Böylece muhalefet seçim sürecinin tam da Erdoğan’ın istediği şekilde yürümesinin önünü açmış oldu. Bu seçim Erdoğan’ın yarattığı Türkiye ile müstakbel bir Türkiye arasında değil, Erdoğan ile Kılıçdaroğlu arasında bir seçime döndü. Bunu nötralize etmenin yolu Kılıçdaroğlu’nun “Ben iyi bir ekiple geliyorum, şu kadrolarla yönetmeye hazırım” diyebilmesiydi. Kılıçdaroğlu bunu yapamadı, Erdoğan da Millet İttifakı’nın bu değerini görünmez kılmayı başardı. Öte yandan Erdoğan kendi zaaflarının çok iyi farkındaydı. Ekonomiyi ve soğan fiyatını konuşturmamayı iyi becerdi. Kendi seçmenini kaygılandıran şeylerin farkındaydı ama bunların konuşulmasını olabildiğince engellemeyi başardı.

-Haklısınız ancak şunu da hatırlatmadan ilerlemeyelim; hayat pahalılığı gibi konuşulmasını istemediği şeylerin konuşulmasını engellemek için çok kuvvetli bir sansür mekanizması kurmuş durumda. Bu yolda hem devletin tüm kurumlarını sonuna kadar araçsallaştırıyor, hem de Türkiye medyasının yüzde 90’ından fazlasını doğrudan İletişim Başkanlığı eliyle yönetiyor. Bugün sizinle buluşmaya gelirken Millet İttifakı kazansa önemli bir bakanlığa getirilmesi beklenen bir siyasetçi ile karşılaştım. Kendilerinin televizyonlara çıkartılmamasından yakındı. Erdoğan’ın sadece kendi sesinin ve kurguladığı hikâyenin duyulmasının garantilediği sistem varken bu yarıştan adilmiş gibi bahsedemeyiz.

Buna hiç şüphe yok. Ama bu, seçim öncesinde bilmediğimiz bir şey değildi. Bu durum ancak siyasetle aşılabilirdi. İki ayda gidip kendinize yeni bir medya yaratamazsınız. Aşmanın yollarına bakmak lazım. Ben bunları veri kabul ediyorum. Zaten bir tek adam rejimindeyiz. Basının ne halde olduğunu biliyoruz. Seçimin epey kısıtlı bir demokratik ortamda yapıldığını da biliyoruz. Değiştiremeyeceğimiz koşullarla kavga etmenin bir anlamı yok. Siyasetçinin görevi bu değiştiremeyeceğimiz koşullara rağmen kazanmanın imkânı var mı ona odaklanmak. Bana göre bu imkân vardı.

"Kılıçdaroğlu’na kazandıracak sihirli hamle kadro açıklamak olabilir"

-“Vardı” vurgusu yaptığınıza göre 14 Mayıs sonrasında bu imkânın zayıfladığını düşünüyorsunuz.

Küçük bir ihtimal olmakla beraber hala bu imkân var. Bir haftada siyaseti değiştirdiğinizi anlatmak, insanları başka bir şey yapacağınıza ikna etmek zor. Ama bir hamle yapılabilir. Bu öyle bir hamle olmalı ki sizin seçimi kazanmamanıza neden olan koşulları nötralize edebilmeli. Buna ihtiyaç olduğunu Kılıçdaroğlu ve ekibi de tespit etmiş olmalı ki son anda bir can havliyle göçmenler meselesine girdiler, “terörle asıl iş birliği yapan sizsiniz” demeye başladılar. Ama bence o bahsettiğim son hamle bunlar değil. Öyle bir hamle yapılmalı ki bir anda seçmenin kafasında hem beka meselesinin hem de iyi yönetim meselesinin muhalefet tarafından Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı ile halledileceğini göstermek gerekiyor. Bana göre olabilecek sihirli hamle de şu; hemen bugün yarın “Kılıçdaroğlu’nun Savunma Bakanı Akşener olacak” demesi lazım.

-Kılıçdaroğlu’nun acil biçimde kadrosunu açıklaması hakikaten o bahsettiğiniz ivmeyi yaratır mı?

Evet. Ama kadroyu da şu hassasiyeti gözeterek yapmalı. “Meral Akşener’in Savunma Bakanı olduğu bir ülkede beka sorunundan bahsedemeyiz. Meral Akşener’in Savunma Bakanı olduğu bir hükümetin teröristlerle iş birliği yaptığı nasıl söylenir” gibi bir duygu yaratılmalı.

"Sinan Oğan’dan büyülenmiş bir seçmen yok"

-Sinan Oğan’a yeni kurulacak göç bakanlığını vermek ya da cumhurbaşkanlığı yardımcılığı vermek de bu stratejinin parçası olmalı mı size göre?

Evet diyemeyeceğim. Sinan Oğan seçmeninin Sinan Oğan’dan büyülenmiş bir seçmen olduğunu düşünmüyorum. Sinan Oğan ile temsil edilen fikirlerden etkileniyorlar. O etkilenmeyi Akşener’in Savunma Bakanlığı ya da Davutoğlu’nun İçişleri Bakanlığı ile de giderebilirsiniz. Ama bunları yapmayıp Sinan Oğan’ı göç bakanlığının başına getirirseniz seçmende yaratacağınız duygu “bunlar sadece manevra” yapıyor olabilir.

Sadece beka meselesi değil, ekonomi meselesinde de aynı duygu yaratılmalı. Bilge Yılmaz’ın Hazine’nin, Babacan’ın Dışişleri, Akşener’in Savunma, Ahmet Davutoğlu’nun İçişleri’nin başına getirileceğinin ilan edilmesinden bahsediyorum:

"Muhafazakârlar ayrı ittifakla destek vermeliymiş şimdi anlıyoruz"

-Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu ve Temel Karamollaoğlu. Erdoğan ile yola çıkmış ya da bir dönem beraber siyaset yapmış mütedeyyin siyasetçilerin Millet İttifakı’nın içine alınmasıyla Erdoğan’a dönük bir ahlaki üstünlük sağlanmaya çalışıldı. Ancak 14 Mayıs’ta gördük ki bu siyasi formülün inandırıcılığı zayıf kaldı. Gelecek, DEVA ve Saadet Partisi’nin ittifaka getirdiği oy da tartışmalı. Sizce sonucun bu şekilde olmasının temel sebebi AKP’den kopmaya hazır seçmenin bunu zorlama bir ittifak olarak görmesi miydi? “Millet İttifakı zorlama bir ittifak olarak algılandı” diye düşünenler var. Katılıyor musunuz?

Zorlama ittifak insanların içine sinmediyse biz sonucun şu olmasını bekleriz; “Babacan, Davutoğlu buraya geldi biz burayı terk edelim”. Oysa biz bu türden bir büyük kaçış görmedik. Ancak tabii bu tür isimlerin çok fazla bir oy getirmediği de açık. Dolayısıyla şimdi şunu anlıyoruz ki Davutoğlu, Babacan ve Karamollaoğlu’nun oluşturduğu muhafazakâr bloğun Millet İttifakı içinde erimesi, hatta listeler söz konusu olduğunda CHP’nin içinde erimesi çok iyi bir fikir değilmiş. Onların Millet İttifakı ile iş birliği içinde ayrı bir blok oluşturması daha iyi olabilirmiş. Bunu şimdi anlıyoruz.

Ama benim demin söylediğim; yani ikinci tur öncesinde Kılıçdaroğlu’nun bu isimleri hangi görevlere koyacağını ilan etmesiyle elde edilebilecek olası sonucun hedef kitlesi zaten CHP’liler değil. Bu tür bir hamlenin hedef kitlesi gönülsüz olarak Erdoğan’a oy verenler olacaktır. Yani yüzde 49,5’un içindeki gönülsüzler.

"Muhalefet ekonomi ve bekayı birlikte ele almalı"

-Sizin söylediğiniz gibi Babacan ekonomi ya da dışişleri bakanı olarak ilan edildi diye saf değiştirecek seçmen onu Kemal Kılıçdaroğlu ile aynı sahnede cumhurbaşkanı yardımcısı olarak gördüğünde neden ikna olmadı? Cumhurbaşkanı yardımcısı olarak ilan edildiğinde beklenen etkiyi yaratmayan Babacan, neden bakan ilan edildiğinde bir etki yaratsın?

Bakın ben Bilge Yılmaz gibi yeni isimlerin Hazine yönetiminde yer almasını çok önemsiyorum. Ama şu aşamada ekonomi ve beka meselelerini birlikte düşünmeliyiz. Beka meselesinden oluşan kaygıyı kimler yatıştırabilir diye baktığımda aklıma gelen isimler Babacan, Davutoğlu ve Akşener. Oğan’a giden ya da gönülsüzce Erdoğan’ın yanında kalan seçmemene bakınca bunu düşünüyorum ben; ekonomi ve beka birlikte ele alınmalı.

Cumhurbaşkanı yardımcılığı konusunun da çoğu seçmen tarafından tam anlaşılmadığını düşünüyorum. İmamoğlu ve Yavaş’ın pozisyonu belki biraz daha iyi anlaşıldı çünkü somut alanlar söylendi. Ama diğer beş yardımcının ne yapacağı konusunda hiçbir şey söylenmedi. Bu isimlerin bir istişare heyeti olarak görev yapacağı söylendi, o kadar. Bence bu da seçmenin kafasını iyice bulandırdı. Hem muğlak kaldı hem de seçmende “bütün kararlar bu heyette alınacaksa karar alınamayabilir” duygusu oluştu.

-Oraya da çok oynadı zaten Erdoğan.

Kesinlikle. Erdoğan medyasında gördüğümüz şey hep bu oldu. Birinci sırada, “terörle iş birliği yapılıyor” argümanı vardı. İkincisi de “bu kadar kişi ülkeyi yönetemeyecek” argümanıydı. Bunlar seçmen nazarında etkili oldu. Kılıçdaroğlu zaten “bu adam yönetir” fikrine uyan bir lider değildi, bir de üzerine bu söylediğim çok başlılık argümanı bindi.

"Türkiye’deki bütün sağ iktidarlar batıya karşı tedirginliği kullandı"

-Bir de 14 Mayıs’ın “umuda karşı hortlatılan korkular” boyutu var, mutlaka konuşulması gereken. Siz bu hususa yazınızda “Herkese kalp yapan adam imgesiyle Erdoğan’ın karşısına dikilmek akla ziyan bir karardı” sözleriyle değinmişsiniz. Hakikaten de umut konuşmak bu kadar zor mu Türkiye’de. Hakikaten böyle korku içinde mi yaşamak zorunda bu halk?

Maalesef öyle. Türkiye’nin 1877’den 1920’ye kadarki tarihi büyük bir tedirginlik üretmiş durumda. Türkiye’de bütün sağ iktidarlar bunu kullandı.

-Tarihi perspektiften bakınca ülkenin bu tür bir batı travması olduğu gerçeği yadsınamaz ama bugün Türkiye tam olarak hangi tehdidin altında olduğu kısmı belirsiz. 2016’da darbe girişimi yaşandıktan sonra 2018 seçimine beka söylemiyle gidildi ve bu çalıştı elbette. Ama beş sene içinde yapılan temizlik ve tahkim edilen tek adam rejiminin bugün memleketi tam olarak kime karşı savunduğu kısmı artık çok muğlak. Beka meselesinin işi suni biçimde dolduruluyor ve galiba hangi meselenin gerçek bir tehdit olup olmadığına bakmıyor Erdoğan seçmeni.

Bu kaygıların, korkuların somut kaynakları olmak zorunda değil. Genellikle öyle olmazlar zaten, daha flu şeyler olur bunlar. İkincisi, beka kaygısı seçim sonuçlarının şekillenmesinde rol oynadı derken ortada gerçekten bir beka meselesi olduğuna inandığımdan söylemiyorum. Ama insanların inandığı tespitini yapıyorum. Erdoğan seçmeninin buna nasıl inandırıldığına gelince, burada birkaç seviye var.

Türkiye’nin bir kere batıya ezeli ebedi bir meselesi var. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması üzerinden türetilen bir hikâye var. ABD ile yaşanan son gerilimler vesaire bu hikâyenin nihayetlenmediğini, bir şekilde devam ettiğini gösteriyor. Bütün kültürel dünya son 10 senedir bu fikir etrafında çok şekilleniyor; “Biz eskiden muhteşem ve büyük bir uygarlıktık, batının komplosu sonucunda yıkıldık ama yeniden yükselme ihtimalimiz var, bu ihtimali de Erdoğan temsil ediyor.”

Ama bu tarih referansların ötesinde kaygıların biraz daha somut kaynakları da var. Sizin söylediğiniz 2016’daki darbe girişimi ve Türkiye’nin 40 senedir halledemediği PKK meselesinin Suriye’deki izdüşümü var. Suriye’deki Kürtlerin Irak’taki devlet benzeri bir yapıya kavuşma ihtimali insanlar için bir kaygı kaynağı. Kullanmak isteyen için uygun malzeme. Ama kullanmak isteyen için karşı malzeme de vardı aslında. Biraz Mansur Yavaş kullandı onu. Bence Türkiye’deki seküler sol çevreler beka meselesini başka biçimde yatıştırmanın yolunu 14 Mayıs’tan önce bulmak zorundaydı. Hadi diyelim bu seçim geçti, ilerde de bu yolu mutlaka bulmak zorundalar. İnsanlara beka meselesinin Erdoğan’ın anlattığı gibi bir mesele olmadığını anlatacak bir yol bulunmalı. Bir yandan da bahsettiğim sorunların nasıl çözüleceğine dair somut bir yol çizilmeli. Erdoğan onlara kaygı ve korku dolu bir hikâye anlattı. Peki sizin hikayeniz nedir?

"Beka meselesinin Erdoğan’ın söylediği gibi bir şey olmadığını anlatmak için bir yol bulmaları lazım"

-2013 başında Erdoğan “demokratik açılım” olarak kavramsallaştırdıkları çözüm sürecini başlatırken aslında bir anlamda bu söylediğinizi yapmıştı. “Biz Kürt sorununu çözersek, bu Türkiye için iyi olacak” hikayesi yazdı ve bir süre de bu söylemin geniş kalabalıklara pazarlanmasında başarılı oldu. Sizin söylediğiniz muhalefetin buna benzer bir ruh hali yaratmasının hala mümkün olduğu mu?

Tam bunu söylüyorum. Bu imkân da var. Bizim halkımızın devleti yönetenin bir şekilde esnek olmasına dair çok geniş bir tahammülü var. O yüzden de Erdoğan çözüm sürecini başlattığında da haklıydı, şimdi en sert siyaseti yürütürken de haklı. Böyle bakıyorlar. Dolayısıyla bence insanlar beka meselesinin Erdoğan’ın anlattığı gibi bir şey olmadığına ikna edilebilir. Oysa Kılıçdaroğlu bunun tam tersini yapıyor; “Bizi teröristle iş birliği ile suçluyorsun asıl sen teröristle iş birliği yaptın” diyor. Halbuki şunu yapabilirdi. Artık tabii şu an geç. Kadro oluşturmak gibi sembolik hamleyle bu kaygının yatıştırılmasının yoluna bakmak gerekir.

"Hiperseküler İslamcılık: Tek ölçü iktidarda kalmak"

-Deprem sonrasında 17 Şubat’ta kaleme aldığınız bir yazıda şunu söylüyorsunuz; “İslamcıların iktidara yerleşmişlerinin neredeyse tek derdi iktidarda kalmak, daha doğrusu iktidardan gitmemek. Aşırı sekülerleşme dediğim bu. Her şeyi iktidar merceğinden görmek, her şeyi ‘bu iktidarda kalmamıza yarar mı’ perspektifinden görmek, her şeye, ‘asrın felaketine’ bile, ‘bu iktidarımıza zarar verir mi’ perspektifinden bakmak. Hipersekülerlik, aşırı dünyevileşme derken bunu kastediyorum.” Hiperseküler İslamcılık değiniz şey oksimoron hissi uyandırıyor. Öyle değilse, neden?

İslamcılık bir siyasi hat, bir siyasi ideoloji. Uzunca bir zaman İslam’dan beslenen birtakım değerlerle ilerledi bu hat. Hipersekülerlik dediğim esas olarak bu değerlere referansın ortadan kaybolması. Bir kısım iktidar mensubu için neredeyse hiçbir değeri kalmadı o İslami değerlerin, tek ölçü iktidarda kalıp kalınmayacağı olarak belirlendi. “Şu vaka bizim iktidarda kalmamıza yardım eder mi?” türünden bir ultra-pragmatizm, ultrasekülerizm. Sekülerlik nedir? Bir dünyevileşmedir. İktidarın yaptığı da bu.

Sekülerler neredeyse bugünün muhafazakarlarından, bugünün dindarlarından daha değer bağımlı hayatlar sürüyorlar artık. Durum ne yazık ki bir kısım İslamcı açısından bu hale gelmiş durumda. Hipersekülerlik olarak kastettiğim değerlerden boşanmış olmak. Hatta bir dönem kendilerinin çok kuvvetle savunduğu değerlerden boşanmış olmak. Bunu çok yoğun bir şekilde depremden sonra gördük. Depremin ertesi günü iktidar medyasında gördüğümüz önemli kaygılardan biri “Bu işin bize zararı ne olur, faydası ne olur” bakışıydı. Bu hakikaten insanı tedirgin eden bir şey. Sonuçta modern toplumlarda evet ortaklaşmak zor ama. Ama birtakım siyasi ortak değerler de olmazsa bugün yaşadığımız türden kutuplaşmalar kaçınılmaz hale geliyor.

-Depremzedelerin yaşadıklarına rağmen bu sistemin sorumlusu olan yine AKP’ye ve Erdoğan’a yönelmesi metropollerdeki muhalif seçmen tarafından anlamlandırılamadı. Bazı kesimler bunu sorgularken kabul edilemez yorumlara savruldular.

Bunun son dönemde Türkiye siyasetinin gelmiş olduğu hal ile çok kuvvetli bir ilgisi var. Erdoğan’ın bir dönem daha devam etmesi bir kısım seküler seçmen açısından kısmen haklı kısmen de abartılı biçimde “bir kâbus” ihtimali olarak düşünülüyor. Hakikaten ciddi sayıda muhalif seçmen bu kez Erdoğan’ın gidebileceğine çok inanmıştı. Birinci turda bunun gerçekleşmemiş olmasıyla baş etmenin yollarından biri gibi geliyor bana depremzedeleri suçlamak. Seçimlerin sonucunun bir taraf için “toptan kaybediş”, bir taraf için “toptan kazanç” şeklinde algılanıyor olması bu sözünü ettiğiniz türden haksız değerlendirmelere yol açıyor. Deprem mağdurlarını siyasi alay konusu etmek ya da onları toptan bir irrasyonalite ile suçlamak gibi. Oysa biz deprem olduktan neredeyse bir hafta sonra şunu görmüştük; deprem siyasi mevzilenmeleri çok fazla değiştirmemişti. “Yine yaparsa bu adam yapar” fikri hemen güçlendi. Bugün ortaya çıkan sonuç aslında depremden hemen sonra belirmişti.

"Tip’e sempatinin nedeni orta sınıftaki erime"

-TİP’in kampanya sürecindeki performansı çok konuşuldu. Sosyalizmin yeniden konuşulduğu bir dönem geçirdik ama sonuçta sandıkları o oranda yansıyan bir başarı çıkmadı. İşçi sınıfı içindeki kalabalıkların yine ağırlıklı olarak AKP’ye yöneldiği denklem çok değişmemiş gözüküyor. Pek çok başka ülkede olduğu gibi bugün Türkiye’de de yekpare bir orta sınıftan bahsedemediğimiz ortada. Bugünün Türkiye’sinde orta sınıfların durumunu nasıl özetlersiniz?

Evet, yekpare bir orta sınıf yok. İkincisi de 2018’ten beri söylenebilecek şeylerden biri de orta sınıfın çok daraldığı, küçüldüğü ve artık alt sınıflara nüfus gönderdiği. İktisadi tablo açısından baktığımızda artık bir üst sınıf ve kalabalıklardan oluşan bir alt sınıf var. Orta sınıf çok küçüldü. TİP’e yönelik sempatinin önemli bir kaynağının da bu olması muhtemel. Statü kaybına, gelir kaybına uğrayan orta sınıflar için TİP bir adres olmaya başlamış gibi görünüyor. Ama zayıf bir adres. Oradaki yönelimin kaynağında ise bir sosyalizm fikri olduğunu düşünmüyorum açıkçası. TİP, evet bir sosyalist parti olarak kendini konumlandırıyor ama kitlelere hitap ederken kullandığı semboller sosyalist sembollerden daha farklı.

"Kuvvetlenen trend Ak Parti’nin şehirlerdeki oy kaybı"

-Daha popülist.

Evet. Zaten gösterdikleri adaylara baktığınızda da sosyalist kimliğiyle tanınan adaylardan ziyade hakikaten orta sınıfları cezbedecek isimleri tercih ettiler. Dolayısıyla da TİP’e yönelimden “Türkiye’de sosyalizm fikri yeniden güncelleşti” gibi bir çıkarım yapamıyorum.

Ama şu ilginç; uzun zamandır devam eden bir trend bu seçimlerde daha kalıcılaşmış görünüyor ve Türkiye’nin geleceğini de kuvvetle etkileyebilecek gibi görünüyor. O trend de şu; Erdoğan ve AK Parti büyük şehirlerde oy kaybediyor, oy kaybetmeye devam ediyor. Büyük şehirlerde yaşayanların iktisadi sorunları tecrübe etme biçimleri diğer şehirlerdekilere göre daha acı verici. Büyük şehirler ekonomik sıkıntıları daha yoğun tecrübe ediyor. Bir de büyük şehirlerdekiler iktidarın vaat ettiği kültürel muhafazakarlaşmadan daha fazla şikayetçi. Yani büyük şehirde olup olmamak seçmen davranışını daha çok etkiliyor. Sınıfsal açıdan baktığımızda sonuçlar bize henüz şunu göstermedi; ekonomik kriz yoksulları AK Parti’den uzaklaştırdı. Henüz böyle bir sonuç çıkartamıyoruz. Kısmen böyle bir eğilim mevcut fakat çok kuvvetli olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü bütün dünyada gördüğümüz bu neoliberal dönemde neoliberal politikaları uygulayan iktidarlar yarattıkları yoksullukla eskisinden başka tarzla baş etmenin yollarını da buldular.

-Bu ne demek?

Türkiye’de derin bir yoksullaşma olduğu ortada. Ve fakat iktidar yoksullukla eksisinden başka biçimlerde baş etmeyi biliyor. İşte sosyal yardımlar vesaireden söz ediyoruz. Aslında kampanya döneminde hem iktidar hem de muhalefet çok güçlü sosyal yardım programları önerdiler. Muhalefet kendisini biraz ayrıştırmak istedi ama karşı taraftan çok güçlü bir hamle gelince çok başarılı olamadı. AK Parti hem “Bunlar gelirse sosyal yardımlarınız kesilecek” fikrine ikna etti, hem de “ben daha fazlasını yapacağım” konusunda büyük vaatte bulundu.

"Erdoğan’ı benzerlerinden ayıran temel şey pragmatizmi"

-Artık Türkiye siyasetinde gerçekten de Erdoğanizm diye bir kavramdan bahsetmek mümkün mü?

Benzerlerinden ayrıştırılabilir bir müşahhas ideoloji olarak Erdoğanizm var diyemeyiz. Öyle kuvvetli bir kimlik, kuvvetli bir arka plan falan gördüğüm yok Erdoğan’ın yaptıklarında ya da söylediklerinde. Aksine, gördüğüm şu; evet Türkiye’yi her zaman böyle kuvvetlice meşgul eden din gibi dindarlık gibi ekonomik büyüme gibi “batı bizi bölecek” gibi motifleri kullanan biri var. Erdoğan, kendisi bir takım özgün motifler icat etmiş değil. Türkiye siyasetinde hemen her zaman çalışmış tipik sağ motifleri benzerlerinden daha kuvvetlice kullanan biri var karşımızda. Bütün bunlara karşın Erdoğan’ı benzer sağ siyasetçilerden ayırt eden temel özellik pragmatizm. Erdoğan hemen her zaman her şeyi yapabilecek biri. Hep öyle oldu, bundan sonra da öyle olacak gibi gözüküyor.

"Aşırı sağ seçmen grupları görüşlerini ifadeden çekiniyor"

-Pek çok bağımsız ve güvenilir kamuoyu araştırma şirketi 14 Mayıs sonuçları açısından yanıldı. İkinci tur ihtimali kuvvetliydi ama çoğu araştırma şirketi ilk turu Kemal Kılıçdaroğlu’nun önde bitireceğini öngörmüştü. Rakamlara bakınca bende sanki anketlere katılanlar gerçek tercihlerini saklama eğiliminde olabiliyor gibi bir duygu uyandı bende. Aşırıcı ya da ırkçı duygular ankete katılanlar tarafından saklanıyor olabilir mi?

Saklandığına şüphe yok. Giderek daha fazla anlıyoruz bunu. Dediğiniz gibi bütün dünyada ultra-sağ ya da ırkçı diyebileceğimiz seçmen grupları görüşlerini açıkça beyan etmekten çekiniyorlar. Daha önemlisi, anket yapmayı kabul etmiyorlar belli ki. Dolayısıyla anket firmalarının bundan sonra bu iki noktayı göz önünde tutarak anket yapmaları gerekiyor. Başka araştırma teknikleriyle araştırmalarını desteklemesi gerekiyor. Buna hiç şüphe yok.

"Asıl mesele Alevilik değil “yönetebilir mi?” sorusuna verilen negatif yanıt"

-Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi olması muhafazakâr seçmen açısından bir direnç noktası olmuş mudur?

Türkiye’de insanlara “kiminle komşu olmak istemezsiniz” sorulduğunda gayri Müslimler önde geliyor. Ama hemen arkasından Aleviler ve Kürtler gelmeye başlıyor. Türkiye toplumunda Alevilerden hoşlanmayan bir seçmen grubu yoktur demek mümkün değil. Öyle bir seçmen grubu var. Orada bilmediğimiz şu; bu seçmen grubu CHP’nin çıkardığı herhangi başka bir adaya oy verir mi? Bunu bilmiyoruz. “Alevi fobisi siyasal davranışı ne kadar etkiliyor?” sorusuna yanıt verecek bir veri yok. Bundan emin olmamakla beraber bana şöyle geliyor; bu türden seçmenler her halükârda Erdoğan ya da benzeri birine oy verirler.

-Bu kitle muhalefetin cumhurbaşkanı adayı mesela Ekrem İmamoğlu olsaydı, ya da Mansur Yavaş olsaydı, onlara yönelebilir miydi?

Bunun cevabı bende yok. Olabilir belki ama seçim sonuçlarını etkileyecek boyutta olacağını zannetmiyorum açıkçası. Bence seçim sonuçlarının 14 Mayıs’taki gibi olmasının sebebi daha önce konuştuklarımız. Yani kararsız seçmen Türkiye’nin Millet İttifakı tarafından daha iyi yönetileceğine ikna edilemedi. Kemal Bey ile ilgili asıl büyük meselenin “yönetebilir mi?” sorusuna verilen negatif cevap olduğunu düşünüyorum.

"Kürtlerin 28 Mayıs’ta katılım oranı düşebilir"

-Siz 14 Mayıs’tan önce de “Kürtler her şeyi sineye çeker, yeter ki Erdoğan gitsin” fikrine çok güvenilmemesi gerektiği yönünde uyarılarda bulundunuz. Birinci turdan sonra Kemal Kılıçdaroğlu’nun terör ve göçmenler konusunda Yeşil Sol’un reddettiği bir yöne doğru dümeni kırması Millet İttifakı’na oy veren 9 milyon Kürt seçmeni nasıl etkiler? Sinan Oğan ve Zafer Partisi’nin taleplerinin kabul edilmesi mesela…Kürtleri 28 Mayıs’ta sandığı boykot etmeye yöneltir mi?

Sadece 9 puandan söz etmiyoruz. Bu seçimde CHP’ye kaymış bir miktar eski HDP seçmeni var. Erdoğan’a oy vermeye eli gitmemiş bir kısım Kürt seçmen var. Söylediğiniz kayma bu grupları çok kötü etkileyebilir. Şunu kabul ediyorum; Erdoğan’ı gönderme motifi halen Kürtler arasında çok güçlü olmaya devam ediyor. Buna itirazım yok. Ama Oğan’ı dahil etme çabası iyi yönetilmezse Kürtlerin zaten düşük olan seçimlere katılma oranları daha da düşebilir. CHP’ye oy vermiş bir kısım Kürt seçmen cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçimlerinde Kılıçdaroğlu’na oy atmak vazgeçebilir. 28 Mayıs’taki seçimin sonucunu etkileyecek önemli değişkenlerden biri katılım oranlarına ne olacağı. 14 Mayıs’ta sandığa gitmeyen grubun hareket ettirilmesi gerekiyor. Söz konusu olan 2,5 milyonluk bir fark. Bunu kapatmak için gitmeyen seçmeni götürtmek gerekiyor. Ama bunu yapacağım derken 14 Mayıs’ta gidenleri de kaybetmemek gerekiyor.