Din adamı”, kendini dinsel hakikatin mutlak temsilcisi ve tebliğcisi olarak gören kişidir. Resmen olmasa da fiilen “Peygamberlik” rolünü bile aşarlar. Peygamberlik görevi sadece tebliğdir (3/20, 5/92, 13/40, 16/35,24/54…). Peygamberler, hata/günah işleyebildikleri halde (17/74, 80/1-10); bunlar kendilerini “masum” olarak görür. Dinsel hakikate mutlak olarak haiz olduğuna ve bunu insanlara tebliğ etmesi gerektiğine inanır. Bu olgusallığın arkasında cehaletten doğan samimi bir dinsel bilinçle birlikte; çoğunlukla kişisel kurnazlık, tevazu görünümlü kibir, menfaat ve çeşitli psiko-patolojik saikler vardır. Sakal, sarık, cübbe, şalvar… gibi kisve ve şemail, bu “temsil” iddiasının riyakâr/gösterişçi sembolleridir. Bu tipolojinin niteliklerini ortaya koyabilmek için, sahici/samimi “Dindar” ve “Âlim” tiplerinden ayırmamız gerekir.
1-DİNDAR
Dindarlık, Allah’ın insan cinsine yüklemiş
olduğu ahlaki sorumluluk (“Emanet”) davasını (33/72) yeryüzünde onun “Halifesi”
olarak (2/30) aleni “temsil” iddiasında bulunmadan icra/ifa ve ihkak etmeye
çalışmaktır. Bu da iman ve salih ameldir. Mümin, Müslim, Muhsin,
Muttaki…dindarın genel sıfatlarıdır. Allah’a karşı doğru (müstakim) ve canlı
bir iman, insanlara karşı adaletli ve merhametli olmak, dindarlığın içeriğidir.
Özetle “Hasbî/dürüst-samimi” ve “Muhasibî/eleştirel” olmak. Bu iki nitelik,
tetikte-teyakkuzda olmak anlamında Kur’an’da “Takva” kavramında birleşir.
Masum/meymenetli bir yüze veya gözlere sahip olmanın ötesinde, dindarlık için
herhangi bir kisve ve şemail gereksizdir. Tevrat’a inanan Yahudilerden “dindar”
olanlar, kendini Rabb’e (Rahmana) adamış kişiler olarak “Ribbiyyun” (3/146)
olarak nitelenmiştir. Yahudilerin melekleri, nebileri ve âlimleri
(Rabbaniyyun-Ahbar); Hristiyanların, Hz. İsa’yı, annesi Meryem’i ve kendilerinin
icat ettiği (57/27) Ruhbanları (din adamı) “Temsil” yolu ile ilahlaştırmaları
(“erbaben”), Kur’an tarafından reddedilmiştir (3/64,80; 9/31). Peygamberlerin
varisleri olarak Yahudi âlimlerin (Rabbaniyyun-Ahbar) ve Hristiyanların icat
ettiği Ruhbanların kendilerini “temsil” yolu ile “din adamı” makamı oluşturarak
insanları sömürmeleri ve kutsiyet aracılığı ile üstünlük/kibir taslamaları,
Kur’an tarafından yine reddedilmiştir (9/34).
2- ÂLİMLER
Peygamberlerin almış oldukları
vahyi/kitabı “tebliğ” etme ve doğru yorumlama veya etrafta olup-biten
çetrefilli/karmaşık ahlaki olayları-olguları din açısından doğru yorumlama
(Te’vilu’l-ahadis, 12/6,21) misyonu, peygamberlerle birlikte “Âlim”lere
verilmiştir. “Ulema-u Beni İsrail (Rabbaniyyun-Ahbar)” (26/197), “Verrasihune
fî’l- ilm” (3/7), kavramları, Yahudi âlimlerini; “Felyetefakkahu fi’d-din”
(9/122) ifadesi ise, İslam’da böyle bir gurubun oluşmasının meşruiyetini ifade
eder. Sağlık alanında “Tıp bilimi” ve “Doktor”un zorunluluğu gibi. İslam
toplumlarında oluşan ve âlimlerin içtihatlarını halka “Fetva” olarak ileten
“Müfti”ler, doktorlara benzer. Yanlış teşhisler/fetvalar mümkündür. Âlimlerin
otoritesi, gerekçeli bilgi ve ilmi vukufiyetlerinden, bir de takvalarından
gelir. Kutsiyetleri ve temsil yetkileri yoktur. İçtihatları, diğer âlimler
tarafından gerekçeli olarak kabul veya reddedilebilir. Halk da istediğini
-taklide başvurmadan- tercih eder. Onlar, içimizden birileridir. “Allim
meccanen, kema ullimte meccanen=Karşılıksız öğrendiğin gibi, karşılıksız öğret”
mottosunda olduğu gibi, misyonlarını icra ederken herhangi bir menfaat
gözetmemeleri asıldır. Modern dönemlerde/devletlerde üniversitelerde “ilmî”
veya “Bilimsel” meslek olarak (Teolog-İlahiyatçı) istihdam edilmektedirler.
3- DİN ADAMI
Yahudilikte ve Hristiyanlıkta tarihi süreç
içinde “Mabet (Havra-Kilise)” oluştuğu için, ibadetleri yönetmek için de
zorunlu olarak “Din adamı” oluşmuştur. Kendini mabede adama şeklindeki “Mabet
Görevlisi” ile “Din adamı” nı ayırmak gerekir. İslam’dan önce Arabistan’da da “Kâbe
(mâbed)” ile ilgili görevler vardı ve İslam’da da meşru görülmüştür. Ancak,
“Hacc” ibadetini veya “Namaz/Salat” ibadetini gerçekleştirmek için “Din adamı”
zorunlu değildir. Hatta Namaz ibadeti için “mabet/mescit/cami” bile zorunlu
değildir: “Yeryüzü mescittir” (Hadis). Yahudi âlimleri (Ahbar-Rabbaniyyun) ve
Hristiyan “Ruhbanları/Rahipleri/Papazları” kendilerini dinsel hakikatin ve
Tanrının mutlak “Temsilcisi” olarak kutsal/masum “din-adamları”na
dönüştürmüşlerdir. Bu, meşru değildir. İlmi sorumluluklarını ahlaki kriterlere
uygun olarak yerine getirmeyen Yahudi âlimlerini Kur’an, “Kitap yüklü eşekler”e
benzetmiştir (62/5). İslam tarihinde ise Şiîlikte Mehdiler, İmamlar,
Ayetullahlar, Seyyitler, Huccetu’l-İslamlar, Şerifler; Alevilikte Babalar,
Dedeler; Sünnilikte ise Veliler, Şeyhler, Zıllullahlar, Gavslar, Kutuplar,
Ricalulğayb, Şeyhu’l-İslamlar, … oluşmuştur. Bunların hepsi, kendilerini -kisve
ve çeşitli şemailler ile- dinsel hakikatin “temsilcileri” olarak kutsal
(Kuddise sırruhu) görmüşlerdir. “Velayet” makamı, “Nübüvvet” makamı ile; Veli,
peygamber ile; Keramet, mucize ile yarıştırılmıştır. Gavslara, Kutuplara,
Kutbu’l-Aktablara “Paralel Tanrılık” misyonları atfedilmiştir.
“Fütuhat”, İslam adına; “Haçlı Seferleri”,
Hristiyanlık adına; “Siyonizm” ise, Yahudilik adına tarihsel olarak ortaya
konmuş siyasal “temsil” pratikleridir. Kilise, Cemaat, Tarikat ve İslam
dünyasında bazı siyasal Partiler (“Hizbullah” gibi) de, “örgütlü” dini temsil
iddiasındaki kurumsal yapılardır.
4- DİN ADAMLARINA ELEŞTİRİLER
Hz. İsa, kendilerini “din adamı” olarak
gören Yahudi âlimleri şöyle eleştirmiştir: “Kimse sizi “Rabbî” diye çağırmasın.
Çünkü sizin bir tek öğretmeniniz var. Hepiniz, kardeşsiniz. Yeryüzünde kimseyi
“Baba” diye çağırmayın. Çünkü bir tek babanız var; o da göklerdeki babanızdır.
Kimse sizi “Önder” diye çağırmasın. Çünkü bir tek önderiniz var; o da Mesihtir.
Aranızda üstün olan, diğerlerinin hizmetkârıdır. Kendini yücelten (kibir),
alçaltılacak; kendini alçaltan (tevazu), yüceltilecektir. Vay halinize ey din bilginleri
ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Göklerin egemenliğinin kapısını insanların yüzüne
kapatıyorsunuz; ne kendiniz içeri giriyorsunuz ne de girmek isteyenlere müsaade
ediyorsunuz. Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Tek bir
kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları aşarsınız; dininize döneni
de kendinizden iki kat daha cehennemlik yaparsınız… Vay halinize ey din
bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz,
ama bunların içi açgözlülük ve taşkınlıkla doludur. Ey kör Ferisi! Sen, önce
bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar. Siz dıştan
güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu olan badanalı
mezarlara benzersiniz. Dıştan insanlara doğru kişilermiş gibi görünürsünüz; ama
içte ikiyüzlülük ve kötülükle dolusunuz. Sizi gidi yılanlar! Sizi gidi
engerekler soyu! Cehennem cezasından nasıl kaçacaksınız?” (Matta. Bab: 23)
Hz. İsa’nın Yahudi din adamlarına yaptığı
eleştiriler, ironik bir şekilde Hristiyanlığın başına da gelmiştir. Nietzsche,
“Deccal (Hristiyanlığa Lanet) “adlı kitabında Kilise ve Rahip tipi hakkında
şöyle diyor: “Doğaya her türden aykırılık, günahtır. En günahkâr insan,
Rahiptir. O, doğaya aykırılığı öğretir. Rahibe gösterilecek olan, nedenler
değildir; tımarhanedir (Deccal, 103). “Aldanmayalım: “Yargılamayın!” derler;
ama, yollarında duran her şeyi cehenneme gönderirler. Tanrının yargılamasını
sağlayarak kendileri yargılarlar. Tanrıyı yüceltmekle, kendilerini yüceltirler.
Tam da kendi elde edecekleri – daha doğrusu üstte kalmak için gereksedikleri-
erdemleri teşvik etmekle, kendilerine erdem uğruna savaşıyorlar, erdemin
egemenliği için savaşıyorlar görünümünü veriyorlar. “Biz iyi için savaşıyoruz,
ölüyoruz, kendimizi “hakikat” için, “ışık” için, “Tanrının melekûtu için”
kurban ediyoruz” derler. Aslında yaptıkları, yapmadan edemeyecekleridir.
Ödlekçe tarzlarıyla sinerken, bunu bir “ödev” haline sokarlar. Ödev olarak
görülünce, yaşamları alçakgönüllü gibi gözükür. Alçakgönüllülükleri,
erdemlerinin bir kanıtı olur. Ah! Bu alçakgönüllü, iffetli, iyi yürekli
yalancılık!” Nietzsche, Deccal, çev: Oruç Aruoba. İst. 1995. S. 65)
Merhum Nurettin Topçu ise, “İslam ve İnsan”
adlı eserinde, İslam toplumlarında oluşan “Din adamları”nı şöyle eleştiriyor:
“İslam dünyasının kavuklu müftülerle sırmalı-taylesanlı şeyhülislamlara
ihtiyacı yoktur. Kalbinde analığın sırrını taşıyan, sabır ve sevgi mürşidi ilk
öğretmenlere, hizmet ve şefkat âşığı hastabakıcı hemşirelere, telkinci ve
temizleyici, aynı zamanda ruhlara teselli sunan, kinleri unutturan hapishane
hizmetlilerine ihtiyacı var. Kavuklular değil; kalpliler “din adamı”dır…” Din
görevlisi”, ahlakı ile halka örnek olan kimsedir. Onun en baştaki görevi,
insanların sefaletlerinin yanında yaşamak; ister vücut ister ruhta gözüksün,
lâkin, herhalde, ruhu sefalete sürükleyecek olan acıların yıktığı varlıklara
(insanlara-hayvanlara-İG) uzanıp, onları yerden kaldırmaktır. “Din görevlisi”,
ruhların kurtarıcısı; ahlak yaralarımızın doktorudur…. Âyin, terennüm, teganni
(örneğin: kaside-ilahi-mevlit okumak; güzel sesle Kur’an okuma yarışmaları
yapmak…İG) temcit, onun işi değildir. Böyle bayağı hareketler, ruhları selamete
kavuşturma mesuliyetini omuzlarına yüklenen, ruhlarımızın sahibi olan
insanların işi olmaktan uzaktır. İslam’da aslen ruhban sınıfı olmadığı gibi;
işi-gücü merasim, teganni olan din adamları sınıfı da yoktur. Bunlar, sonraki
saltanat devirlerinin uydurmalarıdır. İmam, müezzin, müftü, bu görevleri ile
kendilerini “din adamı” zannetmesinler. Esasen, bunların “ilahi görev”
organları olarak tanınmadıkları da son yıllardaki Diyanet projelerinde hep
kendilerine yüksek maaş bağlanması davası üzerinde durulmasından
anlaşılıyordu.” (N. Topçu, İslam ve İnsan. 1972. s. 38-39)
5- SONUÇ
“Takva” canlı iman, diri vicdan/düşünceli
olmak ve salih amel olarak herkesin sorumluluğu; “Tebliğ”, peygamberlerin ve
âlimlerin sorumluluğu; “Temsil” ise, hiç kimsenin haddine değildir. Sonucu yine
rahmetli Topçu ile bağlayalım: “ Müslümanlık bugün müminlerine namaz kılmak,
oruç tutmak gibi bir takım hareket kaideleri veren ölü dinlerdendir. Bundan
daha öteye gitmiyor; ruhlara hiçbir gıda vermiyor; sanki ruhunu kaybetmiş
gibidir. Yalnız bir takım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri
içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle
kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsetmiştir. Onların içsel
dileklerine hiçbir doyum getirmiyor. Ruhu eziyor; onu ne yükseltiyor, ne de kurtarıyor.
Yüzyıllardan beri İslam dünyasında dini hareket görünmüyor. İslam, hâlâ Arap
istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları hep aynı
şekildedir. Bunlar, din-adamlarının dairesinin dışını aydınlatmamaktadır. Büyük
ruhlar yetiştirmiyor. Müslümanları birbirine bağlayan yegâne bağ, başka dinden
olanlara karşı düşmanlıklarıdır; gelenekleri ile muhafazakârlıklarıdır. Onlar,
yabancılar hakkında taşıdıkları kinle yaşamaktadırlar. İslam dünyasında meydana
çıkan mezhepler ve gün ışığına çıkan bütün hareketler, hep yabancılar halkkında
yaşattıkları kinin ederidir.”(N.Topçu, İslam ve İnsan. 1972. s 18-19)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.