İdris Küçükömer, “Bürokratlar Tanzîmat Fermanı ile Batılı görünümünde yeni bir Lale Devri’ni başlattılar. Bu dönem aynı zamanda balolar dönemidir. Bu defa, kaplumbağaların mum taşıdığı lale bahçelerinin yerine, saraylar ve elçilik binâları seçiliyordu. İstanbul’daki elçiliklerde, saraylarda ve Osmanlıların Avrupa elçiliklerinde verilen bu balolarda, bürokratlar, Batılı dostları ve Levantenler ile birlikte eğlenirken, işsizlik artıyor ve yerli üretim güçlerinin yok olması süratle devâm ediyordu,” diye yazmıştı. Peki, Osmanlı üst tabakasının birlikte eğlendiği Levantenler kimlerdi? Bunun yanıtını da, “Batı kapitalizmi Osmanlı toprakları üzerinde etkisini gösterirken, kurduğu ticarî ve özellikle finans ilişkilerini, bir kısım azınlıklar aracılığıyla örgütlemeye koyulmuştu. Bu azınlıklara sonradan Levantenler denilecekti,” şeklinde vermiştir. Kanımca onlara Levanten yerine Said N.Duhani gibi “Melez Pera Sosyetesi” demek daha doğrudur. Çünkü, kapitalistlerin Osmanlı topraklarındaki ticarî ve finans ilişkilerini örgütleyenler sadece azınlıklar değildi. Onların önünde de önemli şahsiyetler, yabancı kuruluşların forslu adamları, kozmopolit tüccar tabakası, yabancı koloni mensupları, elçiliklerin temsilcileri ve işbirlikçi Osmanlı bürokratları vardı. Said N. Duhani, hepsi için “Osmanlı ineğini sağanlar” ifâdesini kullanmıştır.
***
Bu “Melez Pera Sosyetesi”, Osmanlı üst
tabakasına “Batılı hayat tarzının bir mekân örneği olarak” sayfiyeyi tanıtmıştı
ve onları sayfiyede yaşamaya özendirmişti. Said N. Duhani, “Haziran ayının ilk
günleriyle birlikte Melez Pera Sosyetesi de yavaş yavaş Adalar’a ve Boğaz’ın
yukarısına göç etmeye başlardı,” der. “Melez Pera Sosyetesi” sayfiye için
Adalar’ı ve Boğaz köylerini tercih ettiğine göre, onların hayat tarzlarına
özenen Osmanlı üst tabakasına sayfiyeye dönüştürebilecekleri hangi topraklar
kalıyordu? Kuşkusuz, Kadıköyü’nden Bostancı’ya kadarki topraklar. Üstelik,
bölgenin dörtte üçü boştu ve toprak Boğaziçi gibi gelişmiş sayfiyelere nazaran
çok daha ucuzdu. Bu yüzden, Osmanlı üst tabakası, Kadıköyü’nden Bostancı’ya
kadar büyük topraklar edinerek, bağlı bahçeli köşkler diktirmiş ve bölgeyi bir
“vurgun mahalli” yapmıştı. Aslında bu “vurgun”, 1838 tarihli “Osmanlı-İngiliz
Ticâret Anlaşması” ile başlayan İstanbul’un şehir yapısındaki dönüşümlerinin
yapısal bir uzantısıydı.
***
Bilindiği gibi, şehir yapılarındaki
dönüşümler, toprakların kullanımlarındaki ve mülkiyetlerindeki değişimlerle
gerçekleşmektedir. İstanbul’un şehir yapısının asırlar boyunca bir vakfiye
görünümünde olması, belki kafa karıştırabilir. Ama, taşınmaz mülkiyetinin vakfa
ait olması, aslında toprakların el değiştirmesini kolaylaştıran bir husustur.
Bununla birlikte, İstanbul’u sur dışına taşıyarak Osmanlı üst tabakasının
vurgunculuk faaliyetlerini yasallaştıran hukukî düzenlemeler, 1839 tarihli
“İlmühaber”, 1848 tarihli “Ebniye Nizamnâmesi”, 1858 tarihli “Sokaklara Dair
Nizamnâme”, 1862 tarihli “Ebniye Kanunu” ile 1863 tarihli “Turuk ve Ebniye
Nizamnâmesi” olmuştur. Bunlar, nüfus artışından kaynaklanan iskan sorununa ve
mimarisi ahşaba dayalı şehir yapısının yangın tehlikelerine karşı bazı önemli
çözümler getirmekle birlikte, Osmanlı üst tabakasına da yeni imkânlar
sağlamıştır. İdris Küçükömer, Tanzîmat ve Meşrûtiyet bürokratının “kendisine
has yollardan” servet sâhibi olan bir “zengin” portresi çizdiğini yazmıştı.
İdris Küçükömer, Osmanlı üst tabakasının ucuza kapattığı büyük toprakları küçük
birimlere ayırarak satmasından ve bu yolla servet kazanmasından bahsediyordu.
Bu da, Kadıköyü’nden Bostancı’ya kadarki rağbetin asıl nedeninin, Osmanlı üst
tabakasının “satarak para kazanma arzusu” olduğunu açıklıyor.
Cumhuriyet, mülkiyet ilişkilerine
dokunmamıştır. Bu nedenle Osmanlı üst tabakası ve onların çocukları satarak
servet sâhibi olmayı sürdürmüşlerdir ve kuşaklar boyunca Kızıltoprak ile
Suâdiye arasında rantiye yaşamışlardır. Cumhuriyet sadece hanedan mensuplarını
ezip geçmiştir.
***
Yakup Kadri, “Kiralık Konak” isimli
romanında, satarak kazanan ve kazandığından fazlasını tüketen Osmanlı üst
tabakasını “Redingot Devri” bireyi olarak tanımlamıştır. “İstanbul’da iki devir
oldu. Biri İstanbulin, diğeri Redingot devri. Osmanlılar hiçbir zaman bu
İstanbulin devrindeki kadar zarif, temiz ve kibar olmadılar.” Osmanlı üst
tabakasının “İstanbulin Devri” için,“Tanzimat-ı Hayriye’nin en büyük eseri,
İstanbulinli İstanbul Efendisidir. Bu kıyafet dünyaya yeni bir insan tipi
çıkardı ve Türkler bu kıyafet içinde ilk defa olarak vahşi Asya ile haşin
Avrupa’nın arasında gayet hususi yeni bir millet gibi göründü. Yaşayış ve
giyiniş itibariyle Şimal kavimlerinden daha sade ve daha düşünceli olan bu
millet, duyuş ve düşünüş itibariyle Akdeniz kıyılarındaki medeniyetlerin bir
hulâsası şeklinde tecelli ediyordu. Bizde, Çerkes halayıkları, harem ağaları,
Boşnak bahçevanlarıyla büyük ev hayatı, asıl bu devirden başlar. Yüksek rütbeli
devlet adamlarının tesis ettikleri Osmanlı kibarlığının kundağı canfes astarlı
ve serapa ilikli İstanbulin idi,” açıklamasını yapar. “Redingot Devri” içinse,
“Sonra Redingot devri geldi ve redingotu içinden yarı uşak, yarı kapıkulu,
riyakâr, adi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile
bir saray hademesi hâli vardı. Çoğu, II’nci Abdül Hamid devri ricalinden olan
bu adamların her biri bir hile ile efendilerinin arabasına binmiş seyisleri
andırıyorlardı. Bunların elinde İstanbul’da konak hayatı birdenbire köşk
hayatına intikal ediverdi. Ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin üslûbu
kaldı, her şey gelenek dışına çıktı; her beyni tatsız ve soysuz bir Arnuvo ve
bir Rokoko merâkı sardı; binâlarımız, elbiselerimiz gibi ahlâkımız, terbiyemiz
de rokokolaştı. Abdülmecid devrinin o ağır, zarif ve için için gelenekçi
Osmanlılığından eser kalmadı,” diyecektir.
“Redingot Devri” bireyi, Mısır’dan
İstanbul’a zengin, Batı yanlısı ve alafranga yaşam tarzını benimsemiş bir
zümrenin göçü ile Kırım Savaşı’nın “modernleşme” ismi altında yabancılaştırdığı
kişidir. “Kiralık Konak”ın Naim Efendisi, “Redingot Devri” bireyi olmakla
birlikte, İstanbulin içinde yetişmiş kimselerdendi. Kaybolmuş bir ömrün
hasretini çekiyordu. Ama damadı, Düyun-u Umûmiye müfettişlerinden Servet Bey,
tipik bir “Redingot Devri” figürüydü. Para yapıp, kapağı Avrupa’ya atmak
derdindeydi. Naim Efendi’nin torunları Cemil ve Seniha ise, ebevenlerinden
kalan toprakları ve köşkleri satarak yaşayan bir rantiye tabakanın öncüleri
olmak yolundadırlar. Onlar her gün dedelerinin emekli maaşının iki mislini
borçlanarak harcıyorlardı. Hepsi sorunlarının çözümü olarak Naim Efendi’nin
ölümünü ve konağın tasarrufunun kendilerine geçmesini bekliyorlardı. Para
kazanmak için satmak, “Redingot Devri” bireyinin yaşam tarzı olmuştu. Onlara
para kazandırabilecek tek şeyse, zamanında çok ucuza kapattıkları toprakları,
kısım kısım satmaktı. Örneğin, Feneryolu’nun bugünkü hat üstü Yaver Ağa’nın
Gazi Muhtar Paşa’ya sattığı 65 dönüm araziden ve Cemile Sultan’ın 1890 yılında
Eyüp Ahmet Paşa’ya sattığı 100 dönüm araziden doğmuştur. Göztepe ve
Erenköyü’nün bir kısmıysa, Tütüncü Mehmed Efendi’nin sattığı topraklardan
inkişaf etmişlerdir. Mehmet Efendi, tütün deposu işletmecisiydi. Bu işletmeyi
Reji’ye satarak parasıyla Bağdat Caddesi ile Göztepe İstasyonu arasındaki bütün
araziyi satın almıştı. Bu uçsuz bucaksız araziyi kısım kısım ricale sattı.
“Redingot Devri” paşaları ve zenginleri, Tütüncü Mehmet Efendi’den satın
aldıkları topraklara bağlı bahçeli köşkler yaptırarak burada yeni bir sayfiye
yarattılar. Yasal düzenlemeler de, bu defa onların satarak kazanmalarına
kolaylık sağladı.
***
Hanedan mensupları Osmanlı bürokratları
kadar şanslı olamamıştır. Sadece üç örnek vereceğim. Biri Hatice Sultan’dır,
diğerleriyse Emsalinur Kadınefendi ile Şâdiye Sultan’dır. Üçü de
Erenköyü’ndeydi. Hatice Sultan’ın Köşkü, Rıdvan İsmail Paşa’nın Köşkü’nün
bitişiğindeydi. Sultan V’inci Murad’ın kızı olan Hatice Sultan, köşkü Hacı
Hüseyin Paşa’dan satın alarak buraya yerleşmişti. Hatice Sultan, gönlünü kuzeni
Naime Sultan’ın kocası olan Kemaleddin Paşa’ya kaptırmıştı. Ama, Kemaleddin
Paşa ile Hatice Sultan arasındaki aşk mektupları Sultan II’nci Abdül Hamid’in
eline geçmişti. Sultan II’nci Abdülhamid, kızını Kemaleddin Paşa’dan boşattı ve
Paşa’yı da Bursa’ya sürgüne yolladı. Hatice Sultan’ı ise hiçbir zaman
sevmeyeceği bir hariciye memuruna nikâhladı. Kemaleddin Paşa Meşrutiyet’ten
sonra İstanbul’a dönmesine karşın, ismini bir daha işiten olmayacaktır. Nerede
ve ne zaman öldüğü bile bilinmiyor. Hatice Sultan ise, 1924 yılında hanedanın
bütün mensuplarıyla birlikte Türkiye’den sınırdışı edildi. Kızlarıyla birlikte
Beyrut’a yerleşti. 13 Mart 1938 günü orada yoksulluk içinde vefât etti. Sultan
II’nci Abdülhamid’in kızlarından Şâdiye Sultan, her yıl Mayıs ayının başlarında
Erenköyü’ne sayfiyeye gelip, 36 odalı köşkünde kışa kadar oturanlardandı.
Arazisinde bağlar, bahçeler ve bostanlar vardır. Annesi Emsalinur Hanım’dı.1924
yılında hilâfetin lâğvedilmesi üzerine Osmanlı ailesinin bütün mensupları sürgüne
giderken, Emsalinur Kadınefendi de kızı Şâdiye Sultan ile beraber Paris’e gider
ama gurbete dayanamaz ve kocaları hayatta olmayan hanedana mensup hanımların
Türkiye’de kalmalarına izin verilmesinden yararlanarak birkaç sene sonra
İstanbul’a döner. Önce Nişantaşı’nda kızına ait eski konakta yaşamaya başlar,
buranın satılması üzerineyse Erenköy’deki harap köşkün bir odasına yerleşir.
Burasının da 1948 yılında Maliye tarafından satılması üzerine 82 yaşındayken
sokakta kalır. 1934 yılında Kaya soyismini alan Emsalinur Kadınefendi kızı
Şâdiye Sultan ile Samiye ismindeki torununun Türkiye’ye girmeleri yasak olduğu
için yapayalnızdı. Bu yüzden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bir dilekçe
göndererek devlete ait bir binâda bekçi olarak kalmasına izin verilmesini istemişti.
Cumhurbaşkanlığı dilekçesini 6 Nisan 1948 günü Başbakanlık’a, Başbakanlık da 8
Nisan 1948 günü Maliye Bakanlığı’na havale eder. Başbakanlık, Emsalinur
Hanım’ın durumunun araştırılmasını ve yardıma muhtaç durumdaysa Millî Emlâk’a
ait binâlardan birinde oturmasına izin verilmesini istiyordu. Ama, evsiz ve
yardıma muhtaç olan Emsalinur Kadınefendi 20 Kasım 1950 günü 84 yaşındayken bir
mülkiyetsiz olarak vefât edecektir. Şâdiye Sultan ise, Avrupa’nın değişik
yerlerinde ve Amerika’da kaldıktan sonra 1952 yılında hanedana mensup kadınlara
Türkiye’ye giriş izni verilmesi üzerine İstanbul’a dönmüştür. Uzun yıllar
sefâlet içerisinde yaşar. Kalacak yeri bile yoktur. Durumuna acıyan Şekerci
Hacı Bekir padişahın kızını Cihangir’de bir bodrum katına yerleştirir ve Şâdiye
Sultan 20 Kasım 1977 günü 91 yaşında o evde tıpkı annesi gibi bir mülkiyetsiz
olarak vefât eder…
‘Osmanlı ineğini sağanlar’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.