15 Temmuz 2016 sonrasında Fethullah Gülen Hareketi birçok cihetten birçok kitap, makale, araştırma ve televizyon programlarına konu oldu ve halen de konuşulmaya devam ediyor. Özelde İslam, genelde din-devlet ilişkisi, din-tarikat/cemaat ilişkisi üzerinden tarihte, İslam tarihinde, Türk İslam tarihinde, Cumhuriyetin ilk yıllarında, günümüz dünyasında ve Türkiye’de durumları konumları, kendi algıları ve onlarla ilgili algılar üzerinden yeterince tartışılmadı.
Örgütlenme biçimlerindeki yapısal sorunlar
gerek İslam Tarihi ve Medeniyeti gerekse Türkiye toplumunun yapısı açısından
tartışılmadı. FETÖ özelinde bir “cemaatin” Türkiye’de bunca güce ve konuma
nasıl yükselebildiği ve neticede devleti tehdit edebilecek, millet iradesine
ipotek koymaya kalkacak cürete nasıl ulaşabildiği yeterince tartışılmadı.
Toplumda ayık bir bakış net bir düşünce oluşmadı. Siyasal iktidar ve devlet
aygıtlarının net bir mahiyet analizi yapıp yapmadığı da şüpheli. Bu bağlamda
FETÖ yapılanması, mitolojik inançları, politik örgütlenme biçimi, dini jargonu,
devletle ilişkisi, devlet üzerinden CIA-NATO-Gladio bağlantısı, MİT’i baypas
ederek doğrudan yabancı istihbarat örgütleriyle ilişkileri bütüncül bir şekilde
analiz edilerek ortaya koyulmadı.
Türkiye’de dindar olmayan kesimler
liberaller ve bazı İslamcı muhafazakarların bir bölümü halen
“tarikat-cematleri” STK olarak görürken, bazı İslamcı-muhafazakarlar “Dinin
varlığının ve devamının zorunlu unsuru olarak” görmeye devam etmektedir. Dindar
olmayan diğer kesimler ise, tümünü devrim karşıtı, cumhuriyet, laiklik ve
devlet düşmanı bir tehdit olarak görmektedirler. Bu nedenlerden dolayı “tüm
faaliyetlerinin durdurulması, yasaklanması ve ceza-i takibata uğratılmasını”
istemektedirler. Bu üç yaklaşım da sorunludur. Söz konusu yaklaşımların ilki;
bu yapılar fiilen mensup dindar bireyle devlet arasında regülasyon kurumları
olsa da STK olarak tanımlanması üç cihetten yanlıştır. STK/NCO’lar belli
toplumsal alanlarda, belli sorunları, belli sınırlar içinde demokratik sivil
baskı yollarını kullanarak, gereğinde lobi faaliyetleri de yürüterek, çözmeye
çalışan, anayasal-yasal işleyiş ve işlevleri demokratik “sivil” kurumlardır.
Hiyerarşik düzenle toplumun genelini yönetmek amacıyla ülkenin en alt idari
biriminden en üst idari birimine kadar bir “paralel örgütlenmeye” gitmezler.
Toplumdan, devletten ve kamudan devşirdikleri güçle şirketleşip, güç temerküz
etmezler.
Kamu kurumlarında örgütlenerek
oluşturdukları gücü hiyerarşi içinde bireylere ve toplumsal kesimlere karşı
baskı, şantaj ve infaz aracı olarak kullanmazlarlar. Toplumun geleceğini ipotek
altına almak için bir lider ve bir anlayışa bağlı olarak anaokulundan akademiye
kadar yapılanarak, akademiyi ve eğitimi uzak gelecekteki idealarını
gerçekleştirmek adına “amaca ulaşmak için her yol mübah” görüp
mankurtlaştırmazlar. Toplumsal ahlakı, salim aklı ve bilimi çürütme pahasına
kendi adamlarını yerleştirmezler. Önlerine çıkan haklı-haksız kim olursa olsun
hukuk ve ahlak dışı yollarla yok etmezler. Devletin bütün kritik kurumlarına
sızıp oralarda yapılanarak orta ve uzun vadede devleti cebren ve hile ile ele
geçirmeyi hedeflemez ve bunun için de başka istihbarat kurumlarıyla iş
tutmazlar. “Kendi devletlerinin” en mahram bilgilerini satmazlar ya da içerde
şantaj malzemesi yapmazlar. STK’ların iç karar mekanizmaları demokratiktir.
Liderlik değişimi sulbiyet, sıhriyet veya ünsiyetle değil, demokratik müzakere
ve seçim yoluyla olur. İkinci görüş; “cemaat ve tarikatların dinin/İslam varlık
biçimi ve devamı için zorunlu” görülmesidir. Bu düşünce tarihe ve günümüz
sosyolojik gerçekliğine külliyen aykırıdır. Raşit halifeler ve tabiin devrinde
“topluma kapalı, hiyerarşik yapılar, paralel örgütlenmeler” hayat bulamamış,
fitne sayılmış ve şiddetle kınanmıştır. Takip tedbire muhatap olmuşlardır.
Üçüncü görüş; “hepsinin dibine kibrit suyu
dökme” yaklaşımı ise; insan tabiatına, tarihe ve sosyolojiye aykırı olduğu
kadar demokrasinin temel ilklerine de aykırıdır. Burada konuyu dinlerin tabiatı
ile devletin tabiatı arasındaki çatışmayı dinli-dinsiz, imanlı-imansız inanan
ya da pozitivist olmaklık üzerinden değil, objektif bir zeminde toplumsal
maslahat gözetilerek geçmişte olan, bugün olan ve olması gereken ahenk
açısından hem din üzerinden dindarlarca hem İslam tarihi ve Türk tarihi
üzerinden hem de devletin doğası üzerinden analiz edilmesi tartışılması
gerekir. İşin bir tarafı İslam tarihinde cemaat ve tarikat kavramlarının
etimolojisi ve tarih içerisinde yapısal durumunu tartışmak, diğer tarafı ise
hem tarih içinde hem de bugün devlet yapısı ile tarikat cemaat yapılarının
ilişkilerinde sağlıklı bir zemin arayışının nasıl mümkün olacağı ve Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin Anayasal sistemi içinde sınırlarının ne olacağı ile
ilgili bir tartışma yürütmek gerekir. Cemaatler ve tarikatların “varlıklarının
tartışılması” daha büyük fitnelere sebep olacak, yapıların daha da
katılaşmasına mağduriyet psikolojisi ile “din düşmanlığı söylemi” ile daha
geniş kitlelere kendilerini sunmalarına ve şimdiki kistik yapılarıyla daha da
güçlenmelerine neden olacaktır. Mesele anayasa çerçevesi içerisinde nereye
koyulacakları, yasallıklarının nasıl tanımlanacağı ve daha da önemlisi
alanlarının ve sınırlarının ne olacağı ile ilgilidir.
Tartışmaya zemin olması için genel bir
çerçeve ile bitirelim.
1- İslam tarihinde hiçbir siyasi iktidar
eğer doğrudan kendi ideolojisi ve toplumsal meşruiyet zemini değilse hiçbir
tarikatin/cemaatin devlet ve toplum içinde örgütlenmesine izin vermemiştir.
2- Hiçbir cemaat/tarikat toplumda idari
bölgelere mesleki alanlara yayılarak dikey bir hiyerarşik düzenle
örgütlenmemiştir.
3- İslam tarihinde ve Türk İslam tarihinde
hiçbir siyasi otorite tarikat ve cemaatlerin “reşit” olmayan çocuklara eğitim
vermesine izin vermemiştir. Bu pedagojik de değildir.
4- İslam tarihinde medreselerin hiçbirinde
tarikat dersi ya da intisabı söz konusu olmamıştır.
5- İslam tarihinde ve Türk İslam tarihinde
eğitim öğretimin finansmanı tamamen vakıf sistemi üzerinden sağlanmıştır. Ne
devlet ne de toplumun genelinden bir bağış ya da tahsisat olmamıştır.
6- İslam tarihinde ve Türk İslam tarihinde
hiçbir vakfın tarikatı hiçbir tarikatın vakfı yoktur. Vakıflar sivil kişilerin
özel mülküdür. Tarikatlere tahsis edilmiş fakat gereğinde geri alınmıştır.
7- İslam tarihinde hiçbir tarikatın tüzel
malı da tüzel kişiliği de yoktur. Çünkü tarikat ve cemaatler yatay örgütlenen,
yaygın yetişkin eğitimi faaliyetlerdir. Hiyerarşik örgütlü yapılar değildirler.
Bir lider etrafında hizmet eden bir grup yakını her zaman olmuş, geriye kalan
insanlar eğitim amaçlı intisap etmişlerdir. Emir komuta zinciri değil, manevi
bir bağ üzerinden seyr-i süluka matuf gönül bağlılığıdır. İstisna, fitne
zamanlarında, siyasi otoritenin çürüdüğü zamanlarda liderlerine biat ederek siyasi
bir cihet kazanarak isyan ve tedhiş eylemleri de olmuştur. Fakat bu durum
başından itibaren bir dikey örgütlenme şeklinde asla olmamıştır.
Bu değerlendirmeden yola çıkarak net
olarak söyleyebiliriz ki son yüz yıl içinde İslâm dünyasında ortaya çıkan
tarikat/cemaat yapılarının hiç biri ne İslâm kültür literatüründeki
cemaat/tarikat tanımına ne de İslam tarihinde neşvünema bulan tarikat ve cematlerin
yapı, işlev ve işleyişine uygun değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.